Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 12:52   Mesaj No:2

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1172
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Türk İslam Edebiyatı Tüm haftalar(Sakarya İlitam)

Seyfeddin Barlas'a âit bir dörtlüktür. Bu dörtlükte Edib Ahmed "edîbler edîbi" ve "fâzıllar başı" olarak nitelendirilmektedir. Üçüncüsü: Arslan Hoca Tarhan'a âit 10 beyitlik bir manzû-me'dir. Bu manzumeden de, Edib Ahmed'in babasının Mahmûd olduğunu, Yüknek'li olduğunu ve Atebetü'l-Hakâyık'ın "Kâşgârtil" sözünden Karahanlı Türkçesi ile yazıldığını öğreniyoruz.

Atebetü'l-Hakâyık'ı ilk defa Necib Âsim (Yazıksız) Ayasofya Kütüphanesinde bularak (1906) ilim âlemine tanıtmış, hem Arap hem Uygur harfleriyle yazılı bu metni 1918'de Hibetü'l-Hakâyık adıyla yayınlamıştır. Kilisli Muallim Rifat da, adı geçen Kütüphanede, Uygur harfleriyle yazılmış bir nüsha daha bulmuştur. Reşid Rahmeti Arat, hem Uygur, hem Arap, sâdece Uygur ve sâdece Arap harfleriyle yazılmış olan üç nüshayı karşılaştırarak (edition critique = metin inceleme) Türk Dil Kurumu yayınları arasında çıkarmıştır (Edib Ahmed b. Mahmud Yüknekî, Atebetü'l-Hakâyık (Haz. R. Rahmeti Arat), İstanbul 1951). Yabancılardan Jean Deny de Atebetü'l-Hakâyık üzerinde ciddî olarak çalışanlardandır.

Değerlendirme Soruları
1. Türk Edebiyatı gösterdiği özelliler açısından kaç kola ayrılır?
2. Türk Edebiyatının İslam Kültürü etkisinde gelişen kaynakları nelerdir?
3. Türk Edebiyatının İslam Kültürü etkisinde gelişen özellikleri nelerdir?
4. Kutadgu Bilig hakkında bilgiler veriniz?
5. Dîvânü Lügâti't-Türk hakkında bilgiler veriniz?
6. Atebetü'l-Hakâyık hakkında bilgiler veriniz?


3. Hafta


ORTA-ASYA TÜRK TASAVVUF EDEBİYATI ve İLK TÜRK SÛFÎLERİ
Tasavvuf kelimesi Hz. Peygamber döneminde kullanılmıyordu. O'nun zamanında en yüksek mevkii, Onunla sohbet ve arkadaşlık etme şerefine ulaşan Sahâbîler almışlardı. Sahabelerden sonra gelen ve onlarla görüşen nesil ve kuşağa Tâbi'ûn, bunlardan sonra gelen ve bunlarla görüşen kuşağa da Tebe'-i tâbi'în isimleri verilmiştir. İşte bu üç kuşağı oluşturan Sahâbî, tâbi'în, tebe'-i tâbi'în, İslâm âleminde en hayırlı nesil olarak kabul edilmiştir. Bu üç kuşaktan sonra gelenler, çeşitli fırkalara ayrılmışlar ve her fırka, kendi görüş, düşünce ve yolunun doğru olduğunu ileri sürmüştür.

Hz. Peygamberin, peygamberlikten önceki ibâdet şekli "tehannüs" ve "tehannüf" kelimeleriyle izah edilmektedir ki tehannüs: "Ailesine dönmeden aldığı azıkla yetinip birkaç gece ibâdet etmek"; tahannüf ise: "Hz. İbrahim'in dinine uymak, ona göre ibâdet etmek" demektir. Hz. Peygamberin Hirâ mağarasına çekilip ibâdet etmesi, tefekküre dalması, Allah ile başbaşa kalması, O'nunla mahrem olması, demektir ki buna, tasavvufî literatürde halvet denilmektedir. Ramazan ayı halvet ayı sayılırdı.

Sahabelerden, zühd ve takvada ileri derecede olan, gerçek anlamda tasavvufî bir hayat yaşayan bir topluluk da vardı ki bunlara Ashâb-ı Suffa denilmekte idi. Bunlar, Sahâbelerin fakirleri idiler. Evleri-barkları yoktu. Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde bir oda yaptırmış ve bunlara tahsis etmişti. Sayıları ise 40-400 civarında idi. Bunlar devamlı olarak ibâdetle meşgul idiler. Hz. Peygamber, bunları üçer beşer kişi, hâli vakti yerinde olan Sahâbîlere taksim etmişti.

Geçimlerini onlar sağlıyordu. Bunlar da bulduklarıyla yetinir, kanâat eder, ibâdet ve tâatle meşgul olurlardı. Bunlar, bir bakıma öğrenci gibi idiler. Kur’ân öğrenirler, kırâata devam ederlerdi. Mescid-i Nebevî’nin yanındaki bunlara ayrılan hücre bir çeşit Tekke (Hânikâh) idi. Ashâb-ı Suffa arasında, Ebû Hüreyre, Ebû Zerr el-Ğıfârî, Selmân-ı Fârisî, Ebü'd-Derdâ, Ebü Mûsâ el-Eş'arî gibi meşhur sahâbîler vardı.

İlk zâhidlerde görülen Allah korkusu şuuru, yerini yavaş yavaş Allah sevgisine terkediyordu. Bu hareket, tasavvuf olarak ilk meyvesini, Irak'ta vermiştir. Zühd ve takvanın en başta gelen temsilcisi Hasan-ı Basrî (ö.110/ 728), Allah korkusunu temsil ederken, Râbi'atü'l-Adeviyye (ö.135/752), Allah korkusu ile birlikte, Allah sevgisinin de temsilcisi olmuştur. Hasan-ı Basrî, sırf şeklen yapılan ibâdetle yetinmeyip içe dönük bir hayat yaşayan bir kimse idi.



Arap Yarımadasında Yetişen İlk Sûfîler
Hz. Hüseyin (Hüseyin b. Ali, Ali Asgar) (41-99/661-717); Muhammed b. Ali el-Bâkır, Ebû Ca'fer (ö.56/675); Ca'fer b. Mühammed es-Sâdik, Ebû Abdillâh el-Medenî (80-148/699-765); Üveys el-Karanî; Herim b. Hayyân; Hasan-ı Basrî (ö.110/ 728); Mâlik b. Dînâr (ö.127-130/744-747); Ebû Hâzim Seleme b. Dînâr el-Medînî (ö.l40/757); Abdü'l-Vâhid b. Zeyd; Utbe b. Ebân el-Gulâm; Süfyân b. Sa'îd Ebû Abdillâh es-Sevrî (97-161 /715-778); İbrahim b. Edhem (100-161 /718-778); Fudayl b. lyâd (ö.187/802); Ali b. Vudayl b. lyâd; Yûsuf b. Esbât (ö.190/805); Ma'rûf el-Kerhî (ö. 200-204/815-819); Ebû Huzeyfe el-Mar'aşî (ö. 207/822); Muhammed b. el-Mübârek es-Sûrî Ebû Abdillâh el-Kalânisî (153-215/770-830); Ebû Süleyman ed-Dârânî Abdurrahman b. Ahmed b. Atiyye (ö215/830); Süleyman b. Ebî Süleyman ed-Dârânî; Bişr b. el-Hâris Ebû Nasr el-Hâfî (150-227/767-841); Ahmed b. Ebi'l-Havârî ed-Dımaşkî Ebü'l-Hasan (ö. 230/844); Dâvûd b. Nusayr Ebû Süleyman et-Tâî (ö. 241/855); Hâris b. Esed el-Muhâsibî Ebû Abdillâh (ö. 243/857); Zu'n-nûn b. İbrahim Ebû'l-Feyz el-Mısrî (ö. 245/859); Zü'lkifl b. İbrahim; Serî b. Mugallis es-Sakatî Ebü'l-Hasan (ö. 251 /865).

Horasan Bölgesinde Yetişen İlk Sûfîler
Horasan bölgesinde yetişen Sûfîlerden şu isimleri sayabiliriz: Ahmed b. Hudravayh el-Belhî Ebû Hâmid (ö.240/854); Ebû Yezîd Tayfur b. îsâ b. Surûşân el-Bestâmî (ö.261/874); Ebû Hafs el-Haddâd, Amr b. Seleme en-Neysâbûrî (ö.267-270/880-883); Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö.283-293/896-905); Mümşâz ed-Dîneverî (ö.299/911); Yûsuf b. el-Hüseyn er-Râzî (ö. 304/916); Ebû Bekr b. Tâhir el-Ebherî (ö.330/941); Ali b. Sehl b. el-Ezher el-Isfahânî; Ali b. Mühammed er-Râ-zî; Ebû Mühammed el-Hasan b. Mühammed er-Ruhânî; Abbâs b. Fadl b. Kuteybe b. Mansûr ed-Dîneverî; Kehmes b. Ali el-Hemedânî; El-Hüseyn b. Ali b. Yazdâniyâr.

TARÎKATLERİN DOĞUŞU
Başlangıçta bireysel ve dînî bir hareket şeklinde gelişen tasavvuf, II. ve III. yüzyılda diğer ekoller gibi şekillenmeğe, velîler yetiştiren, müridlerin tavırlarına, huylarına ve ibâdetlerine mahsus özel kurallar koyan bir okul hâline gelmişti. Mürid, bu yolun kurallarını üstadından (mürşid) alır ve ona tam bir teslimiyetle bağlanırdı. Mürşidsiz yola gidilemeyeceği kanâati yaygın bir hâl aldı. Öyle ki Ebû Yezîd el-Bestâmî "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır." demişti.

İmâm Gazali de; "Nefisler zayıf, aslî hakikatine ulaşamayacak durumda ise, kendine yardım edecek, onu menzîl-i maksûduna ulaştıracak şefkatli bir üstada bağlanır. Tıpkı, tedâvîye ihtiyacı olan bir hastanın şefkatli bir doktora başvurması gibi." diyor. Mürşide bağlanmayı, kör bir kişinin, gören biriyle yola gitmesine benzetiyorlar. A'mâ olan bir insanın nasıl gören birine ihtiyacı varsa, müridin (sâlik) de ma'nevî yolları bilen basiret sahibi bir mürşide bağlanmaya ihtiyacı vardır, şeklinde açıklıyorlar.

Tarikatlar, III. ve IV. yüzyıllarda kurulmaya başlamıştır. Tarikat, Arapça olup "yol, metod" anlamına gelmektedir. Tasavvufta ise "Allah'a gitme yol ve yöntemi" demektir. Tarîkat: "Allah'a gidenlerin, ma'nevî mertebeleri aşıp makamlarda yükselme yolu" diye de tanımlanmaktadır.
Tarîkat, Allah'a gitme yolu ve yöntemi olduğuna göre, tarikatların kurucularının adına nisbet edilmesi de tabiîdir.

Tarikat isimleri, kurucuların vefatlarından sonra, onların adına nisbetle konulmuştur. Abdülkâdir Geylânî adına nisbetle Kadirîlik, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî adına nisbetle Mevlevîlik…gibi. Îtikâdî ve amelî mezhepler de bunun gibi İmâm A'zam Ebû Hanîfe'ye nisbetle Hanefî, İmâm Şafii'ye nisbetle Şâfi'î, İmâm Mâlik'e nisbetle Mâliki, Ahmed b. Hanbel'e nisbetle Hanbelî, İmâm Mâtürîdî'ye nisbetle Mâtürîdî mezhepleri doğmuş ve kurulmuştur.

Tarikatlar, esasen tek kaynaktan çıkmış olmakla birlikte, sonraları post-nişîn olan mürşidlerin ortaya koydukları metod ve evrâd değişiklikleriyle sayıları artmış, bu yüzden de pek çok tarikat ortaya çıkmıştır. Yaşayan tarikatlardan bazıları şunlardır:
Abdülkâdir Geylânî-Kâdiriyye; Ahmed er-Rifâ'î-Rifâ'iyye; Necmüddîn Kübrâ-Kübreviyye; Şihâbüddîn Sühreverdî-Sühreverdiyye; Muhyiddîn İbn Arabi-Ekberiyye; Ebü'l-Hasan Ali b. Abdullah eş-Şâzilî-Şâziliyye; Ahmed Bedevi-Bedeviyye; Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî-Mevleviy-ye; Hacı Bektâş el-Horasânî-Bektâşiyye; Muhammed Bahâüddîn Şâh Nakşibendî-Nakşıbendiyye; Ömer Ekmelüddîn el-Halvetî-Halvetiyye; Hacı Bayram-ı Velî-Bayrâmiyye; İbrahim Gülşenî-Gül-şeniyye; Şeyh Sünbül Sinan Yûsuf-Sünbüliyye; Kastamonulu Şeyh Şa'bân-ı Velî-Şa'bâniyye; Şeyh Hisâmeddîn el-Buhârî el-Uşşâkî-Uşşâkıyye; Hoca Ahmed Yesevî-Yeseviyye. Bunlardan, daha sonraları, çeşitli isimlerde tarikatlar doğmuştur. Tarikatların hemen hepsi iki temel metoda dayanmaktadır: Bunlardan biri cehri zikir (zikr-i celî), diğeri hafî zikir (zikr-i hafî) esasını kabul eder. Abdülkâdir Geylânî adına kurulan Kâdirî tarikatına müntesip olanlar cehri zikir; Muhammed Bahâüddîn Nakşibendî adına kurulan Nakşıbendiyye tarikatı müntesipleri de hafî zikr prensip ve metodunu kabul etmişlerdir.

Diğer tarikatlar ise bu iki metottan birine bağlıdırlar. Tarikatlarda temel prensip zikir (Allah'ı zikretme) olduğundan, bu görev yerine getirilirken, Allah'ı açıktan-sesli zikretme (zikr-i celî veya cehrî)r ya da Allah'ı gizli-sessiz zikretme (zikr-i hafî) yolları tercih edilir.
Tarikatlarda, asıl prensip olan "zikr" in yanında bir de seyr ü sülük30 yol ve metodu vardır. Bir tarikatta bu iki prensip ve metod yoksa, o tarikat, tarikat değil, kendi prensipleri etrafında toplanmış bir cemiyetten ibarettir.

Buraya kadar vermeye çalıştığımız bilgiler, Orta-Asya Türk Tasavvuf Edebiyatı ve İlk Türk Safîleri konusuna zemîn oluşturmak için, bir giriş mahiyetindedir.

Tasavvuf, İslâm'ın girdiği yollardan Türkler arasına girerek Horasan ve Mâverâünnehre kadar ulaşmıştır. İslâm'ın, Türkistan'ın içlerine kadar yayılmasında tasavvufî duyuş, inanış ve düşünüşün 9
payı oldukça büyüktür. Türklerin, İslâm'ı kabul etmeden önce Şamanist olmaları nedeniyle, bir çeşit din adamı olarak kabul ettikleri şaman ve baksıları vardı.

u nedenle, Müslüman dervişleri, kendi şaman ve baksıları gibi kabul edip onlara benzettikleri için, saygı gösteriyor, hürmet ediyorlardı. Şaman ve baksılara nazaran, daha gerçekçi bilgilere sahip ve dolu olan derviş şâirler, oldukça kısa bir zaman içerisinde, yeni bir din olan İslâm'ı kabule hazır Türkistan halkının gönüllerini kazanmışlar ve bu derviş şâirlere Ata, Baba, Hoca ve benzeri isimler vermişlerdir. Özellikle Fergana, Buhârâ, Taşkent, Kaşgâr, Semerkand gibi kültür merkezlerinde yetişen bu dervişler, halka tasavvufu ve tasavvufî hayatı öğretmişlerdir. Buralarda yetişen dervişler arasında Arslan Baba, Korkud Ata, Çoban Ata gibi, halk arasında büyük saygı görerek, isimleri kutsallaştırılmış dervişler vardır.

Bir inanç ve düşünce sistemi olarak tasavvuf, Irak'ta (Küfe ve Basra) VIII. yüzyılda doğmuş; bir süre sonra bütün Irak'a yayılmış; özellikle Bağdad'ta büyük mutasavvıfların yetişmesine yol açmıştır. Önce de işaret edildiği gibi kaynaklar, Sûfî adıyla anılan ilk kişinin Ebü'l-Hâşim el-Kûfî (ö.l61/778)'yi kabul ederler. İleri gelen diğer mutasavvıflar ise Hasan-ı Basrî (ö.110/728), Bâyezîd-i Bestâmî (ö.261/875), Cüneyd-i Bağdadî (ö.297/910), Hallâc-ı Mansûr (ö.309/922)'dur.

Tasavvuf akımı, Irak'tan İran'a, oradan da Horasan ve Türkistan'a geçerek yayılmış, özellikle İran'da edebiyatta oldukça etkili olmuştur. Hakîm Senâî (ö. 525/1131), Ferîdüddîn-i Attâr (ö.627/1230) gibi mutasavvıf şâirlerden başlayarak, Abdurrahmân Câmî (ö.1492) gibi klâsik dönem İran Edebiyatı'nın son büyük şâirine kadar birçok san'atkâr, tasavvufun etkisinde kalmış; onu besleyip güçlendirmişlerdir.

Seyyid Ahmed Rifat Efendi Mirâtü'l-makâsıd fî def'i'l-mefâsid isimli eserinde şu bilgileri vermektedir:

1. Kapı: Şerî'at: Şerî'at ilmi Hak Te'âlâ'nm ilm-i tecellîsin bulunca amel ve i'tikâd-ı sahîh ile hıdmet idüp Hak Te'âlâ'nm dîdârın görmektir. Hakk'ın konuklarına hıdmet ve izzet idüp şerî'at mizanında tamâm olup şerî'at ehlin hakîr görmemektir.

2. Kapı: Tarikat: Anun ilm ü amel temennasın bulınca ve tevellâsın görinceye kadar hıdmet idüp gönül dileğini ve kalb isteğini bulup ve tarikat ehlin muradın virüp ve velayet gösterüp ve keramet izhâr eyleyüp tarikat mizanında kâmil olmaktır.

3. Kapı: Ma'rifet: Ma'rifet amelin işleyüp Rabb'ısını tanıyup tesliyet bulup rızâya uçmakdur ve kendü ayıbların görüp şâirin ayıbların örtmekdür. Gönül murâdun virüp kalb isteğin tanıyup bir dervişin zahirin ve bâtının bulup murâdınca anları hoşnûd eylemkdür. Ve Hak Te'âlâ'nın nûrm her yerde hâzır bilüp inanmakdur. Ma'rifet aklun nûrıdur, cânun hayâtıdur, ilmün sûretidür, tarikat sikkesidür, şerî'atun gömlegidür. Şerî'at, Hazret-i Resûl-i Ekrem'in kavlidür, tarikat, fi'lidür, ma'rifet, hâlidür, hakikat, sırrıdur. Şerî'at farzdur, tarikat vâcibdür. Ma'rifet sünnetdür. Hakikat nevâfildür. Şerî'at anadur. Tarikat babadur. Ma'rifet oğlıdur. Hakikat oğlınun oğlıdur. Şerî'at maşrıkdur. Tarikat mağribdür. Ma'rifet şimâldür. Hakikat kıbledür.

4. Kapı: Hakikat: Anun amel nûrıyla kendüsinden geçüp Mevlâ'sıyla kendüsi arasında nûr ile sırra irüp keramet gösterüp sırr-ı sırru'llâh'a irmekdür.

Tasavvufta şerî'at, tarikat, ma'rifet, hakikat kapüarının geçilebilmesi, basamakların aşılabilmesi için, bir yol göstericiye, bir mürşid'in yardımına ihtiyaç vardır. Mürşid'in yol gösterdiği kişiye de mürîd denir. Mürîd'in, bu basamakları aşabilmesi ve fenâ-fillâh mertebesine erebilmesi için, benliğini yok ederek aşk-ı İlâhî ile ruhunu yüceltmesi şarttır. Tasavvufun bir başka yönü de, vahdet-i vücûd inancından sonra en önemli özelliği, insana değer vererek onu yüceltmesidir. Sûfîlerin insanı yüceltmesi, gönlü (kalb, dil) dolayısı iledir. Çünkü gönül, bir bakıma Allah'ın evi, manzar-ı Rahmân'dır.

Tasavvuf, Türk İslâm edebiyatı üzerindeki etkisini, aynı derecede olmamakla beraber, XI. yüzyıldan itibaren yüzyıllarca sürdürdüğü gibi, Tasavvuf (tekke) edebiyatının yanı sıra Divan edebiyatında da varlığını hissettirmiştir. Divan şâirlerine bakıldığında, hemen hepisin-de tasavvuf neşvesi, tasavvufa meyilli oldukları görülür. Mutasavvıf şâirlerin yanında, konuları dînî olmayan şiirlerin şâirleri de, tasavvufun kelime ve motiflerinden faydalanmış, Divan şiirinin söz varlığını, şiir dünyasını, konusu dînî olmayan şiirlerdeki kelime ve sembollerle, dînî ve tasavvufî şiirlerde kullanılan kelime ve motif zenginliğini birlikte oluşturmuşlardır.

Değerlendirme Soruları
1. Tasavvufun asıl kaynağı nedir? Bilgi veriniz?
2. Tasavvufun ortaya çıkışını Hz. Peygamber ve sahabenin hayatlarından örneklerle izah ediniz?
3. Tariatlar nasıl domuştur? İzah Ediniz?
4. Türkler açısından tasavvufun ehemmiyeti hussunda bilgiler veriniz?
5. Tasavvufi düşüncede varlık ve varlığın yaratılışı nasıl izah edilmektidir? Bilgi veriniz?


4. Hafta
İLK TÜRK SÛFÎLERİ
ilk Türk sûfîlerinin en tanınmışı kendi adına izâfe edilen Yeseviyye adında bir tarikat kurarak Orta-Asya, Azerbeycan, Anadolu, Volga Türkleri arasında yüzyıllarca yadedilen ve yaşayan Hoca Ahmed Yesevi’dir.

Arslan Baba (Arslan Bâb, Şeyh Baba Arslan, Arap Arslan Baba)
Türkistan'ın Sayram şehrinde doğmuş olan Hoca Ahmed Yesevî, daha küçük yaşlarından itibaren muhtelif tecellîlere mazhar oluyor, yaşı küçük olmasına rağmen, olağan-üstü hâller gösteriyordu. Kendisi Divân-ı Hikmet'inde de, mazhar olduğu bu feyiz ve tecellîleri ehl-i tasavvufa yakışır bir dil ile bir bir anlatmaktadır.

Küçüklüğünden beri Hızır (a.)'ın delâletine mazhar olan Ahmed Yesevî, 7 yaşında babasından yetim kalınca, başka manevî bir babadan terbiye gördü ve eğitildi. Hz. Peygamber'in manevî işaretiyle Ashâb-ı kirâm'dan olduğu rivayet edilen Şeyh Arslan Baba, Sayram'a gelerek onu irşâd etmiştir. Bu irşadı, M. Fuâd Köprülü, Reşahât-ı Aynü'l-hayât'tan naklettiği şu ibare ve ifâde ile bildiriyor: "Ve evân-ı tufüliyette Baba Arslan Hazretleri'nin manzûr-ı nazar-ı kimyâ-eserleri olmuşlardır. Rivayet ederler ki Baba Arslan işâret-i pür beşâret-i Hazret-i Risâlet (s.a.ö.) ile Hâce'nin terbiyeline meşgul olmuşlar ve Hâce'ye anların mülâzemet ve hizmetlerinde küllî terakkıyât-ı aliyye müyesser olmuş"

Arslan Baba'nın hayatı ile ilgili verilen menkıbevî bilgileri, M. Fuâd Köprülü'nün şu cümlesiyle bitiriyoruz: "Bütün bu tafsilât, Arslan Baha'nın herhalde tarihî bir şahsiyet olduğunu ve siyah ırktan olduğu için, hakkında geniş ölçüde anlattığımız menkıbenin teşekkül eylediği anlaşılıyor."

Mansûr Ata
Ahmed Yesevî'nin ilk halîfesi olarak gösterilen Mansûr Ata, Arslan Baba'nın oğludur. Mansûr Ata'dan sonra yerine, oğlu Abdülmelik Ata, ondan sonra da, meşhur Zengî Ata'nın babası olan Tâc Hoca geçmiştir.

Korkut Ata
Arslan Baba ile birlikte Türkistan'dan, İslâm Dîni'nin esaslarını öğrenmek maksadıyla Arabistan'a giden ve Hz. Ebu Bekir ile görüşüp İslâm'ı kabul etmiş olanlardan biri de, Ozanlar Pîri diye anılan meşhur Korkut Ata'dır.

Çoban Ata
Arslan Baba ile birlikte, İslâm'ın esaslarını öğrenmek amacıyla, Arabistan'a giden ve Hz. Ebû Bekir ile görüşüp İslâm'ı kabul edenlerden biri de Çoban Ata'dır.

Süleyman Hakîm Ata (Süleyman Bakırgânî)
Hoca Ahmed Yesevî'nin başta gelen takipçilerinden üçüncü halîfesi Süleyman Hakîm Ata'dır. Buğra Han kızı Anber Ata ile evli olan ve hakkında “dervîşler ahvâlinden Türkî dilde kelimât-ı hikmet-âmîz ve letâif-i ibret-engîzleri” olduğunu bildiğimiz Süleyman Hakîm Ata, Harezm'de oturarak çevresindeki halkı irşâd ile meşguldü.

Hakîm Süleyman Ata'nın, Bakırgan Kitabı (Kazan 1846), on altı sayfalık küçük bir risale olan ve dünyanın sonundan ve âhiret gününden söz eden Âhir Zaman Kitabı (Kazan 1947), Hz. Meryem'in vefatını anlatan ve küçük bir risale olan Meryem Kitabı (Kazan 1878) isimli üç eseri mevcuttur ve matbudur. Hakîm Süleyman Ata Menkıbeleri de 1846'da Kazan'da basılmıştır. Bakırgan Kitabı ile Dîvân-ı Hikmet arasında bir hayli benzerlik mevcuttur. İçinde yer alan manzumelerin büyük çoğunluğu tasavvufî olup öğretici mâhiyettedir.

Manzum hikâyeler de vardır. Verilen bilgilere göre eserde 124 manzume olup bunlardan 44'ü Hakîm Süleyman ata'ya aittir. Diğerleri Şemseddin (21), Îkânî (19), Ubeydî (13), Ahmed Yesevî (12), Şerîf (4), Hudâ-dâd (4), Şühûdî (1), Gazâlî (1), Şeyhî (1), Fâikî (1) Kasım (1), Garibi (l)'ye aittir. Bakırgan Kitabı da tıpkı Dîvân-ı Hikmet gibi Orta-Asya, Harezm ve Kıpçak sahalarında şöhrete ulaşarak halk arasında okunagelmiştir.

Hakim Süleyman Ata'nın edebiyat tarihindeki yeri ve önemi ise Yesevî tarzında yazdığı hikmet'lerle, Orta-Asya Türk tasavvuf edebiyatında hikmet geleneğinin gelişmesine yaptığı katkıdan ileri gelmektedir. Böylece, tıpkı Ahmed Yesevî gibi, Hakîm Süleyman Ata da, Türk tasavvuf edebiyatının kuruluş döneminde öğretici olarak tasavvufî düşünce ve heyecanın yayılmasında önemli katkıda bulunmuştur. Dolayısıyla Hakîm Süleyman Ata, Orta-Asya ve Volga Türkleri arasında uzun müddet unutulmayıp, menkıbe ve eserlerinin bu bölge Türkleri tarafından yaşatıldığını, yine kaynaklardan öğreniyoruz.

Ali (Kıssa-i Yûsuf Şâiri)
Hakîm Süleyman Ata'dan sonra, Orta-Asya'da yetişen bir başka mutasavvıf şâir, Türk Edebiyatı'nda Yûsuf u Züleyha hikayesini ilk olarak yazmış olan şâir Ali'dir.

Zengî Ata
Hakim Süleyman Ata’nın halifeleri arasında en meşhur olanıdır.

Hoca Ahmed Yesevî ve Dîvân-ı Hikmet
Ahmed Yesevî, XI. yüzyılın sonlarında Batı Türkistan'ın Sayram (îsfîcâb) kasabasında doğmuştur (477/1083). Babası Şeyh İbrahim, annesi Mûsâ Şeyh'in kızı Ayşe Hâtun'dur. Şeyh Mûsâ, Şeyh İbrahim'in halifelerindendi. Ahmed Yesevî, önce annesini, 7 yaşında iken de babasını kaybeder.

Ahmed Yesevî’nin şiirlerine, Türk halk edebiyatından alınma dörtlüklerden ayırmak için, Hikmet, bunların toplandıkları mecmû'aya da Divân-ı Hikmet adı verilmiştir. Ahmed Yesevî’nin şiirlerini Karahanlı Türkçesi ile yazdığı muhakkaktır. Ancak, Yesevî’nin hikmetlerini toplayan Yazma eserlerin hepsi de oldukça geç yüz yıllarda İstinsah edildikleri için, dil bakımından Karahanlı dönemi Türkçesine tam olarak uymazlar. Bu şiirlerde değişik saha ve devirlere âit dil özellikleri hep birlikte görülür. Dîvân-ı Hikmet’te yer alan hikmetlerin tamamının Ahmet Yesevî’ye ait olduğu da tartışmalıdır.

Halifeleri tarafından yazılmış olan şiirlerin çoğu ona mal edilmiştir. Bu şiirler ruh, eda ve konu benzerliğinden dolayı, hangilerinin Ahmed Yesevî’ye âit olduğunu ayırt etmek oldukça güçtür. Bütün bunlara rağmen, hikmetleri dil bakımından olmasa bile, edebî bakımdan Karahanlı devrine ve XII, yüzyıla âit olduğu fikri daha ağır basmaktadır.

Divân-ı Hikmet'te yer alan hikmetler, dînî tasavvufî şiirlerdir. Bunlardan çoğu dörtlükler hâlinde ve koşma tarzında kâfiyelenmiş, millî ölçümüz olan hece vezniyle yazılmıştır. Hikmetlerden bir kısmı da gazel tarzında ve arûz vezniyle kaleme alınmıştır. Hece vezniyle yazılmış olan hikmetlerin ölçüsü 4+4+4 = 12'dir. Aruzla yazılan hikmetler ise 1) Fâ'ilâtün/fâ'ilâtün/fâ'ilün, 2) Mefâ'îlün/mefâJîlün/fe'ûlün, 3) 4 tane mefâ'îlün, 4) Mef'ûlü/mefâ'îlü/mefâ'îlü/fe'ûlün, vezinleri kullanılmıştır. Gazel tarzında kâfiyelenmiş bazı hikmetlerde ise 7+7 veya 8+8'lik hece vezni kullanılmıştır. Mesnevi tarzında yazılmış olan Münâcât ve Na'tIn vezni: Mefâ'îlün/mefâ'îlün/fe'ûlün kalıbındadır.

Dîvân-ı Hikmet'te işlenen konular tamamiyle dînî ve tasavvufî konulardır. İslâm Dini'nin esasları, şer’î hükümler, tasavvuf âdabı gibi konular şiirlerin ana konularını oluşturur. Kıyamet ahvâli, cennet ve cehennem tasvirleri, dünya ahvâlinden şikâyet, peygamber sevgisi, dervişlerle ilgili menkıbeler, Ahmed Yesevî’nm kendi hayatına dâir parçalar, sâde bir dille anlatılır. Şiirlerinin pek çoğunda bir zikir ritmi bulmak mümkündür. Hikmetlerin zikir esnasında ve belli bir makamla söylenildiği düşünülürse, böyle hareketli bir ritmin varlığı tabîî, hatta zarurîdir. İşte Ahmed Yesevî bu ritmi ve hareketi 4+4+4'lük duraklarla çok iyi yakalamış görünüyor. Bu hareketli ritim onun şiirlerine coşkulu ve akıcı bir edâ verir. Dînî düşünce ve konuları basit ve fakat sâde bir dille, bu coşkulu ve akıcı edâ ile anlatır.

Değerlendirme Soruları
1. İlk Türk Sufileri kimlerdir?
2. İlk Türk sufisi kabul edilen Arslan baba hakkında bilgi veriniz?
3. Ahmet Yesevi’nin hayatı hakkında bilgiler veriniz?
4. Divan-ı Hikmet hakkında bilgiler veiniz?

5. Hafta


XIII. ve XIV. YÜZYILLARDA NAZIM VE NESRE GENEL BİR BAKIŞ

Milâdî VIII. yüzyıldan itibaren İslâm Dîni'ni kabul etmeye başlayan Orta-Asya Türkleri, kültür dili olarak bir süre Arapça ve Farsça'yı kullanmışlar, sonra X. yüzyıldan başlayarak, Arap harfleriyle bir İslâmî Türk Edebiyatı geliştirmişlerdir. Elimizde bulunan en eski Kur’an-ı Kerim tercümesinin bu yüzyıldan kalma olduğu tahmin ediliyor. Oğuz Türkleri XI. yüzyıl başlarında Orta-Asya'dan güneybatıya doğru göç etmeye başlamışlar, İran'da Büyük Selçuklu, Küçük Asya'da (Anadolu) da Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurmuşlardır. Selçuklular resmî işlerinde kullandıkları Arapça ve Farsça'yı, aynı zamanda kültür dili olarak da kullanmışlardır.

Mevcut bilgilerimize göre, Anadolu'da Türkçe XIII. yüzyılın ilk yarısında yazıya geçmeye başlamış, ilk edebî eserler Anadolu Selçukluları'nın son ve Beylikler döneminin ilk yıllarında verilmiştir.

Büyük Selçuklu Devleti ve ona bağlı olarak Anadolu Selçuklularında her ne kadar resmî dil olarak Arapça ve Farsça kullanılıyor idiyse de, Türkçe halkın dili idi ve onun dili olmaya da devam ediyordu. Hatta devletin bu tutumuna karşı, halkda genel bir hoşnutsuzluk da mevcuttu. Bu durumu farkeden Karamanoğlu Mehmed Bey, Selçuklu tahtı üzerinde hakkı olduğu iddiasıyla ortaya çıktığı zaman, geniş Türk kitlelerinin hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla, 1278'de yayınladığı meşhur emirle resmî dilin Türkçe olduğunu ilân etti. Fakat, aslında Türkçenin devletin resmî dili olması ve bu dilde yazılmış büyük bir edebiyatın doğması, Osmanlı Devleti'nin himayesiyle mümkün olmuştur.

Bu yüzyılda Horasan'ın Belh şehrinden gelip Konya'ya yerleşmiş olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273), bütün eserlerini Farsça yazdığı hâlde, Arapça veya Farsça yazan birçok çağdaşı gibi, bundan sonra yetişen Türk şâirlerini bir hayli etkilemiştir.

Bunların başında, Mevlevi tarîkatini sistemli hâle getiren Mevlânâ'nın büyük oğlu Sultan Veled (1226-1312), eserleriyle onun düşüncelerini yaymış ve babasını Anadolu halkına, söylediği Türkçe beyitlerle (367 beyit) tanıtmıştır. Sultan Veled de, bütün eserlerini Farsça yazmış olmakla birlikte, Divân (129), İbtidâ-nâme (76), Rebâb-nâme (162) gibi mesnevî tarzında yazdığı eserlerde toplam 367 Türkçe beyit vardır.

Elimizde sâdece bir kasidesi ile altı gazeli bulunan Hoca Dehhânî (XIII.yy.) Klâsik Dîvan Edebiyatı'nı başlatmış sayılabilir. Mevcut örnekler tasavvufî konuların dışında, sevgili, aşk ve şarap üzerinedir. Kasidesini, zannedildiği gibi, Selçuklu Sultanı III. Alâeddin (1297-1302)'e değil, I. Alâeddin (1220-1237)'e sunduğu ileri sürülmektedir. Ali'nin, hece vezniyle ve dörtlüklerle yazdığı Kıssa-i Yûsuf isimli eseri değişik nitelikte bir eserdir. Bu eserin yazmasında da Doğu Türkçesi özelliklerine tesadüf edilir. Eserin sonunda yazar tarafından verilen bilgiden, eserin 1233 yılında yazıldığım öğreniyoruz. Haliloğlu Ali'nin Kırım diliyle yine dörtlükler hâlinde ve hece vezniyle tercüme ettiği Yûsuf ü Züleyhâ da XIII. yüzyılda yazılmış eserlerdendir.

Mensur bir dînî eser olan Behcetü'l-Hadâyık fi Mev'ızati'l-Hakâyık için de aynı şey söylenebilir. Anadolu'da yazılmış olan bazı eserlerde görülen Doğu Türkçesi etkisi, tıpkı Doğu imlâsı etkisi gibi, yazarın veya yazıcının (müstensih) yeni göç etmiş Doğu Türkçesi konuşan bir kişi olmasıyla açıklanabilir.

Türk edebiyatının en büyük şâirlerinden, şiirde yeni bir çığır açan büyük sûfî Yûnus Emre XIII. yüzyılın ikinci yansı ile XIV. yüzyılın ilk yarısında yaşamıştır (1248-1320). Eskişehir yakınlarında Sakarya bölgesinde Sarayköy'de doğup orada vefat ettiğini, Taptuk Emre'nin müridi ve dervişi olduğunu, (bir beytine istinaden) Mevlânâ ile görüştüğünü, Anadolu, Suriye ve Kafkasya'da dolaştığını biliyoruz. Yûnus Emre'nin bir Dîvân'ı, bir de Risâletü'n-nushiyye (yazılışı: 1307) isimli ahlâkî ve öğüt verici küçük mesnevisi vardır.

Anadolu'da yazılan ilk Türkçe Dîvan, Yûnus Emre'nin Dîvânı'dır. Yûnus Emre, zaman zaman bazı şiirlerinde aruzu kullanmışsa da, daha çok, millî ölçümüz olan hece vezni'ni kullanmıştır. Şiirlerinde en çok işlenen konuların başında Vahdet-i vücut (varlık birliği) ve İlâhî Aşk temaları gelmektedir. Mevlânâ'nın fikir ve düşüncelerinin geniş halk kitlelerine yayılmasında da Yûnus Emre'nin payı büyüktür. Halk dilini ustaca kullanan Yûnus Emre'nin canlı, sıcak, bazen da coşkun söyleyişi, süsten ve yapmacıktan uzak oluşu, onun yüzyıllarca en sevilen şâir olmasını sağlamıştır.

Kitâbu Evsâfı Mesâcidi'ş-şerîfe isimli mesnevinin yazarı Ahmet Fakih de, bu yüzyılda yaşamış olduğuu söylenen şâirlerdendir. Hayatı hakkında, hemen hemen hiç bir bilgi bulunmayan sûfî şâirlerden Şeyyad Hamza da XIV. yüzyılda yaşamış, onun yazdığı Yûsuf u Züleyhâ isimli küçük bir mesnevî ile az sayıda şiirleri kalmıştır. Bu eserler, onun Türkçe'yi iyi kullandığı intibaını vermektedir.

XIV. yüzyılın başlarında Ahî Evren'in dervişlerinden Kırşehirli Ahmed-i Gülşehrî'yi görüyoruz. Bazı küçük eserlerinin yanında Mantıku't-tayr isimli tasavvufî büyük mesnevisi ile şöhrete ulaşmıştır. Kuş Dili demek olan bu eser, Iran'lı Ferîdüddîn-i Attar (1119-1193)'ın aynı isimdeki mesnevisine dayanır. Ferîdüddîn-i Attâr’ın eserinin de aslıİmâm Gazzâlî (ö. 505/1111)'nin Risâletü't-tayr isimli eserine dayanmaktadır. Aruza hâm olan Gülşehrî’nin dili sâde ve akıcıdır. Mantıktı't-tayr’dan başka, Kerâmât-ı Ahi Evren isimli küçük bir mesnevisi ile nazire mecmualarında gazelleri bulunmaktadır.

Bu yüzyılın önemli şâirlerinden biri de, Orta-Asya' an Anadolu'ya gelip Kırşehir'e yerleşen Âşık Paşa (1272-1333)’dır. Tasavvufu geniş halk kitlelerine yaymak ve öğretmek için, 12.000 beyitten oluşan Garîb-nâme isimli mesnevisini 1330'da tamamlamıştır. O çağın bütün sûfiyâne eserleri gibi Mevlânâ'nın etkisi görülürse de, Garîb-nâme başka bir eser örnek alınarak yazılmış bir eser değildir. Öğretici nitelikte olan bu eserin dili sâde, üslûbu ise oldukça kurudur. Âşık Paşa'nın, kendi döneminde Türk Dili'nin ihmal edildiğini ifade eden mısraları da bu mesnevidedir. Âşık Paşa'nın, Garîb-nâme'den başka birkaç küçük mesnevisi (Fakr-nâme, Vasf-ı Hâl…gibi) ve Yunus Emre'nin şiirlerini andıran bazı şiirleri vardır.

Azerî ve Anadolu Türk lehçelerinin henüz kesin çizgilerle ayrılmadığı bir dönemde yetişen büyük lirik ve sûfî şair Nesîmî (ö. 1404)'nin Divan'ında mesnevîler, rubâ'îler ve tuyüğlar da vardır. Hayatı hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. Hurufîliğin kurucusu olan Fazlullah el-Hurûfî'nin halîfelerinden olup aruza, çağdaşlarından daha çok hâkim olan Nesîmî, dilinin pürüzsüzlüğü ve akıcılığı, lirizmindeki içtenlik ve coşkunluk bakımından da onlardan üstündür.

Anadolu Selçuklu Devleti'nin sona ermesinden sonra kurulan Beylikler döneminde Türk edebiyatı birden bire gelişmeye başlamıştır. Beylerin çoğu Arapça ve Farsça bilmediklerinden dolayı Türkçe eserlerin yazılmasını teşvîk etmişlerdir. Ayrıca Karamanoğlu Mehmed Bey, Konya'yı aldıktan sonra Türkçeyi resmî dil ilân etmiştir (1278). Bu nedenle de Anadolu'da Arapça ve Farsça eski önemini kaybetmiştir.
Bu yüzyılın önemli yazar ve şâirlerinden Erzurumlu Mustafa Darîr (XIV. yy.)’in, Kıssa-i Yûsuf (Yûsuf u Züleyhâ) mesnevisinin dışında nesirdeki ustalığını gösteren Yüz Hadîsçevirisi ve özellikle Arapça kaynaklardan yararlanarak yazdığı bir de Siyer-i Nebî (Sîre-tü'n-Nebî) isimli eseri vardır.

Hoca Mes'ûd b. Ahmed'in yetiştirdiği Şeyhoğlu Mustafa'nın Yıldırım Bâyezîd'e sunduğu Hurşîd-nâme mesnevisi içine, gazeller ve bir de tercî-i bend eklenmiştir. Oldukça sâde bir dille yazılmış olan Hurşîd-nâme ile Şeyhoğlu, usta bir nazım ve güçlü bir lirik şâir olarak ortaya çıkmaktadır. Şeyhoğlu Mustafa'nın 1401'de tamamladığı Ken-zü'l-Küberâ isimli mensur eseri Farsça Mirsâdü'l-İbâd isimli eserin bazı bölümlerinin tercümesidir. Şâir, bu esere, XIII. ve XIV. yüzyıl şâirlerinden bazı örnekler vermiştir.

Dîvân edebiyatının temelini atanlardan biri kabul edilen Ahmedî (ö. 815/1412), XIV. yüzyılın önemli şairlerindendir. Dîvân'ından "Taşka, ünlü İskender-nâme mesnevisini yazmıştır. Ahmedî, mesnevisine sonradan bir Mevlid, bir de Tevârîh-i Âl-i Osman bölümlerini eklemiştir. Bu iki eserinden başka bir de Cemşîd ü Hurşîd isimli bir mesnevisi vardır. İskender-nâme mesnevisi, Genceli Nizamî (1150-1214?)'nin aynı isimdeki mesnevisinin genişletilmiş bir tercümesidir. Ahmedî, Dîvân'ında İran edebiyatının bütün sanatlarını Türk edebiyatına aktararak Dîvân şiiri'nin gerçek kurucusu olmuştur. Onda tasavvufî görüşlerin etkisi oldukça sathî ve yüzeyseldir. Daha çok aşk ve şarap şiirleri yazmıştır.

Bu yüzyılda yaşamış, hayatı hakkında hiç bir bilgi bulunmayan Mehmed isimli bir şâirin Aşk-nâme isimli bir mesnevisi mevcuttur. Mehmed, 1398'de tamamladığı Aşk-nâme mesnevisini Yıldırım Bâyezîd'in oğlu Emir Süleyman'a takdim etmiştir. Tutmacı'nın Ferîdüddîn-i Attar’dan kısaltarak çevirdiği Gül ü Hüsrev mesnevisi de bu yüzyılda verilmiş olan ürünlerdendir.

Yûsuf Meddâh'ın 1368'de Sivas'ta yazdığı altı meclisten oluşan Varka ve Gülşâh mesnevisi de bir aşk hikâyesi olup bu yüzyıl ürünlerindendir. Yûsuf Meddâh'ın yazar adı olmadığı, hikâyeyi kopya eden veya anlatan birisi olabileceği ileri sürülmektedir.

Ferah-nâme isimli mesnevi ise, Kemâloğlu'nun bu yüzyılda yazdığı bir mâcerâ hikâyesidir. Kayseri kadılığı yapan Sivas hükümdarı Kadı Burhâneddîn Ahmed (1344-1398), bu yüzyılın en muhtevalı ve en güçlü şâiridir. Tek yazması (British Museum'da) bulunan Dîvân'ı gazeller, rubâ'îler ve tuyuğlardan oluşur. Dilinde Doğu Anadolu Türk ağızlarının özelliklerine de rastlanır.

Bu yüzyılın ilk yarısında, aslı Sanitçe öğretici hayvan hikâyelerinden ibaret olan Kelile ve Dimne'yi Kul Mes'ûd Farsça'dan çevirerek Aydınoğullarından Umur Bey’e sunmuştur. Bu yüzyılın ikinci yarısında Kelile ve Dimne gibi öğretici hayvan hikâyelerinden oluşan Sa'deddîn el-Varâvinî’nin Marzubân-nâme isimli eserini Şeyhoğlu Sadreddin Türkçe'ye çevirerek Germiyan Bey'i Süleyman Şâh'a sunmuştur. Sadreddîn Şeyhoğlu, yine Umur Bey için Emir Unsur el-Ma'âlî Keykâvus'un Kâbûs-nâmesini Farsça'dan çevirmiştir.

Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b: İbrahim es-Sa'lebî (ö. 427/ 1035)'nin Arâisü'l-Mecâlis'inden akıcı bir Türkçe ile çevirirmiş olan Kısasu'l-Enbiyâ'yı kim olduğu bilinmeyen mütercim, yüzyılın ilk yarısında, Aydınoğlu Mehmed Bey'e sunmuştur. Mütercimi bilinmeyen Tezkiretü'l-Evliyâ da aynı Bey'e sunulmuştur. Bu yüzyıldan günümüze Fatiha, İhlâs, Tebâreke gibi Kur'an sûrelerinin tefsirleri de kalmıştır. Bunlardan ilki bu yüzyılda yazılmış olan Cevâhirü'l-Esdâf isimli Kur'an çevirisinin Türkiye'de ve yurt dışında, değişik yüzyıllarda yazılmış ve dili ona göre değiştirilmiş pek çok nüshası vardır. Bu çeviri İsfendiyâroğlu İsmail Bey adına yapılmıştır.

Bu yüzyıldan kalan halk kitaplarından Hamza-nâme'nin, çok okunan halk kitapları gibi orijinal nüshası günümüze kadar gelmemiştir. Bilinen nüshası da eksiktir. Hamza-nâme'nin yazan, Ahmedî’nin kardeşi Hamzavî’dir. Hamza-nâme, Hz. Peygamberin amcası Hz. Hamza'nın kişiliği etrafında oluşan kahramanlık hikâyeleridir. Kıssa-i Emîr Hamza, Destân-ı Emîr Hamza isimleriyle de bilinir. Daha çok Türkler, Araplar ve Acemler arasında yaygın hâle gelen Hamza-nâmeler halk kahvelerinde, yeniçeri ortalarında, sınırboyu kalelerinde okunagelmiştir. Lûtfi Sezen tarafından Halk Edebiyatında Hamza-nâmeler adıyla bir çalışma yapılmıştır (1991).

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273)
XIII. yüzyıl Anadolu’sunda şiirlerini yalnız Farsça ile ve klâsik İran şekilleriyle söyleyen büyük mutasavvıf şâirler; şiirlerini hem Farsça, hem Türkçe söyleyenler; nihayet en saf ve temiz halk Türkçesi'yle söyleyerek çok geniş halk topluluklarına ses duyuran, hepsi de Türk, hepsi de mutasavvıf birçok şâir vardır.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla