Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 12:52   Mesaj No:3

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1172
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Türk İslam Edebiyatı Tüm haftalar(Sakarya İlitam)

Bunların içinde eserlerini Farsça ile söylemiş olmasına rağmen, döneminin ve çevresinin gerektirdiklerine uyarak, arada bir Türkçe sözler, Türkçe mısralar ve Türkçe şiirler de söyleyen ilk büyük şâir, hiç şüphesiz, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî 'dir.

Eserleri
Mevlânâ’nın belli başlı eserleri: Mesnevî (Mesnevî-i Ma'nevî, Mesnevî-i Şerifi, Dîvân-ı Kebîr (Şemsü'l-Hakâyık) manzum, mensur olanlar ise: Fîhi Mâ-Fîh, Mecâlis-i Seb'a, Mektûbât'tır.

Dîvân-ı Kebîr:
Hâlis bir Türk olduğu hâlde Mevlânâ, dönemindeki edebiyat dilinin Farsça olması nedeniyle, Doğunun belki en güzel tasavvufî şiirlerini İran edebiyatına kazandırmıştır. Onun şiir değeri yönünden üstün olan eseri Dîvân-ı Kebîri'dir. Dîvân, aruzun 24 bahrindeki vezinlerle söylenmiş ve her bahirdeki şiirler alfabetik olarak bir araya getirilmiş olduğundan, sanki 24 ayrı Dîvân gibidir. Her bahirde çok sayıda şiir söylenildiği için oldukça hacimli olan bu esere Dîvân-ı Kebîr denilmiştir. Kasideler, gazeller, tercî-i bendler, müstezâdlar, rubâ'îler ve daha başka şekillerle düzenlenen Dîvan'daki şiirlerin bir çoğu Şems-i Tebrîzî tarafından söylenmiş gibi, onun adını taşır. Şiirlerde mahlas yerine Şems'in adı kullanıldığı bu eseri, Dîvân-ı Şems-i Tebrîz diye isimlendirenler de olmuştur. Bundan başka İran'da, Dîvân-ı Kebîrden seçmeler yapılarak oluşturulan antolojiye de Dîvân-ı Şemsü'l-Hakâyık (Tebrîz 1280 (1862) adı verilmiştir.

Dîvân-ı Kebîr üzerinde yurt içi ve yurtdışında çalışmalar yapılmıştır. Her iki çalışma da, daha çok Dîvân'daki rubâ'îler üzerinde olmuştur. Yurtdışında yapılan bu çalışmalardan en ciddî kabul edileni R. A. Nicholson tarafından İngiltere'de 1898'deyapılmış olanıdır. Türkiye'de ise, Dîvân-ı Kebîr'den seçmeler yapılarak Mithat Bahârî Bey tür tarafından Dîvân-ı Kebîr'den Seçmeler (İstanbul, I-II, 1959, 1961) adıyla yapılan tercümedir. Diğer çalışmalar ise şunlardır: Veled Çelebi, Rubâ'iyât-ı Hazret-i Mevlânâ, İstanbul 1894; Hasan Âlî Yücel ,İstanbul 1932 (107 Rubâ'î tercüme edilmiştir.); Âsaf Halet Çelebi (276 rubâ'î Türkçe'ye çevrilmiş), İstanbul 1944; Abdülbâkî Gölptnarlı, Rubâ'îler (rubâ'îlerin tamamı), İstanbul 1964.

Vahdel-i vücûd (Varlıkta birlik) anlayışını, birtakım hayalî veya gerçek {réaliste) hikâyelerle, insanlar arasında olduğu kadar, hayvanlar arasında geçen olaylarla, edebî san'atlardan teşhis ve intak sanatlarıyla anlatmaya çalışan bu çeşit mesnevilerin ilk örnekleri İran edebiyatında görülmüştür. Hakim Senâî (ö. 1150)'nin Hadîkatü'l-hakîka'sı, Ferîdüddîn-i Attâr (1119-1193)'ın Mantıku't-tayr'ı bu tip mesnevilerin klâsik örneklerindendir.

Mevlânâ, bu ölmez eseri Mesnevi'yi yazarken, en büyük ilham kaynağı, hiç şüphesiz, Kur’an-ı Kerim olmuştur. Onu, vahiy yoluyla bize tebliğ eden Hz. Peygambere de derin bir anlayış ve inanışla bağlıdır. Öyle ki, Mesnevîyi Kur'an-ı Kerim'in şiir ve hikâye yolu ve san'atı ile ve Mevlânâ tarzı bir duygu ve düşünce üslubuyla ifâdelenmiş, manzum bir tefsîri olarak kabul etmek mümkündür. Mevlânâ, mesnevi yoluyla öğrettiği Allah'a varma yollarını (seyr ü sülük), âyet ve hadislerden deliller getirerek ve bunları derin anlayışlarla açıklayarak tanıtmak sevgisinde ve arzusundadır.

Mevlânâ, Mesnevîyi Şems-i Tebrîzî' nin vefatından (1247) sonraki olgunluk döneminde kaleme almıştır. Mesnevi’nin ilk 18 beytini bizzat kendi yazan Mevlânâ, geri kalan 25.600 beytini Hüsâmeddîn Çelebi'ye söylemiş ve o da yazmıştır. Hüsâmeddîn Çelebi, Mesnevinin yazılmasında büyük bir gayret sarfetmiş, teşvik etmiştir. Mevlânâ, kendisine kadar görülmemiş derecede zengin bir bilgi, görgü, duygu, düşünce, hikmetve hakikat hazînesini bu eserinde. Mesnevi 'de toplamıştı.

Mevlânâ, Mesnevide sâdece tarikatla ilgili bilgi vermiyor, aynı zamanda Doğu'nun eski efsânelerinden, peygamberlere ve evliyaya ait menkıbelerden faydalanarak hikmetli sözler de söylüyordu. Bu nedenledir ki astromiden tıbba, din, felsefe ve sosyal bilgilerden psikolojiye kadar, maddî ve ma'nevî pek çok ilimlerin ışığı altında söylenmiş bu manzum hikmetler ve hikmet dolu hikâyeler kitabı olan Mesnevi, yüzyıllardan beri her devri ve zekâ ve mantığı tatmin edecek bir bilgi, bir ilham ve düşünce kaynağı olmuştur.

O yüzden ünlü mutasavvıf İranlı Molla Câmî, Mesnevi için Mağz-ı Kur'an = Kur’an'ın özü demiştir. Mesnevî’de yer alan bazı açık saçık hîkayelerden dolayı Mevlânâ eleştirilmiş ise de, Onu savunanlar Mesnevi’nin çocuklar için yazılmadığını söylemişlerdir.

Mesnevi, yalnız Hindistan, İran, Türkiye ve diğer Türk illeri gibi Doğu ülkelerinde değil, Batı ülkelerinin hemen birçoğunda da tanınmış bir eserdir. Eserin İngiliz, Fransız, Alman ve Urdu dillerinde çevirileri vardır. Batı'da yapılan en ilmî ve ciddî çalışma, İngiliz müsteşrik R. A. Nicholson tarafından yapılmış ve 8 cilt olarak (The Mathnawi of jelal'd-din Rumî, London 1924-1940, VI, I-VIII) yayınlamıştır.

Mevlevi tekkelerinde yüzyıllarca okutulmuş olan Mesnevî'nin manzum olarak en güzel çevirisi XVIII. yüzyıl şâirlerinden Süleyman Nahîfi (ö.1151/1738)'nin yaptığı Terceme-i Mesnevi (Mısır 1851)’dir.

Türkiye'de yapılan diğer tercüme ve şerhlerden Bazıları ise şunlardır: (Ankaravî İsmail Rusûhî, Şerh-i Mesnevi, I-VI, Mısır 1836), (İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu'l-Mesnevi, I-II (Mesnevî'nin birinci cildinin bir kısmı, İstanbul 1866), (Veled İzbudak, Mesnevî, İstanbul 1942), (Abdülbâkî Gölpınarlı, Mesnevi ve Şerhi, I-VI, İstanbul 1972-1974), (Âmil Çelebioğlu, Mesnevî-i Şerif, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahifi Tercümesi, İstanbul 1967, I-III). Mevlânâ'nın Mesnevî 'de kullandığı fâ'ilâtün/fâ'ilâtün/fâ'ilün kalıbını aynen kullanarak Süleyman Nahifi’nin Türkçe'ye çevirdiği Manzum Mesnevî-i Şerif’ten Mesnevi’nin ilk beytinin tercümesini, Farsçası ile birlikte örnek olarak, veriyoruz.
Bi'şnev ez ney çün hikâyet mî-kuned Ez cüdâyî-hâ şikâyet mî-kuned "Dinle ney'den kim hikâyet etmede Ayrılıklardan şikâyet etmede" "Dinle ney'den (nasıl) anlatıyor; ayrılıklardan (nasıl) şikâyet ediyor."

Sultan Veled (1226-1312)
Sultan Veled, Mevlânâ’nın büyük oğludur. Mîlâdî 25 Nisan 1226'da Karaman (Lârende)'da doğmuştur. Annesi Gevher Hâtûn'dur. Henüz 3 yaşında iken ailesi ile birlikte Anadolu Selçuklu Devleti'nin merkezi olan Konya'ya gelmiştir. O, ilk eğitim ve öğretimini babası Mevlânâ'dan öğrenmiş, babasının yakın dostlarından da faydalanmıştır. Konya'da Akıncılar medresesi'ne devam etmiş, daha sonra bilgisini artırmak maksadıyla Şam'a gönderilmiştir. Yıllar sonra, Mevlânâ’nın hayatında bir dönüm noktası olan ve ortaya çıkan karışıklığın önlenebilmesi için Şam'a dönen Şems-i Tebrîzî'yi, babasının emri ve isteği üzerine, Konya'ya getiren de Sultan Veled'dir.

Mevlevî Zaviyeleri'nin kurulmasını gerçekleştirmiş, buralara halîfeler göndermiştir. Dolayısıyla Sultan Veled, Mevlevîliği bir tarikat hâlinde kurup teşkilâtlandırmış Mevlevi Âyîni'ni ve Mevlevîliğin âdâb ve erkânını, prensiplerini ortaya koymuştur. Sultan Veled, babasının son halîfesi ve Mevlevîliğin ilk şeyhi Celebi Hüsâmeddîn'in vefatından sonra (1284) Mevlevi tarikatının Şeyhi (Post-nişîn) olmuş ve bu önemli görevi 1285'den itibaren vefat tarihi olan 1312'ye kadar 27 yıl sürdürmüştür. Sultan Veled 712 (1312)'de Konya'da vefat etmiş ve Kubbe-i Hadrâ diye de anılan Mevlânâ türbesine defnedilmiştir.

Sultan Veled, babası gibi büyük bir şâir değildir. Tasavvufî düşünce açısından, orta derecede bir düşünürdür. Fakat O, Anadolu'da aruz vezniyle ve klâsik nazım şekilleriyle söylenen, telkîn edici ve öğretici tasavvuf şiirinin temellerini atmış, devrinin Türkçesini zaman zaman bu görevi yerine getirecek bir başarı ile kullandığı olmuştur. Bâtı Türkçesi dediğimiz ve bugünkü konuştuğumuz Türkçe, Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled'e çok şey borçludur. Sultan Veled'in Rebâb-nâme isimli Farsça mesnevisinde Selçuk Türkçesiyle 156 beyit bulunmaktadır. Bu şiir, konuştuğumuz Türkçe'nin ve Batı-Türk şiirinin en önemli ilk örnekleridir. Bu nedenle Rebâb-nâme bütün dikkatleri üzerine çekmiştir. Vambery'nin tesbitine göre, Rebâb-nâme'de Farsça karakterde yazılmış 22 beyit tutarında Rumca şiir de bulunmaktadır.

Sultan Veled, alışılmamış dillerle şiirler yazmaktan hoşlanmaktadır. Aslında bu, daha önemli bir durumdur. Çünkü Türkçe o zaman edebî bir dil olmamakla birlikte, en azından Müslüman halkın konuştuğu bir dildir. Rumca ise, İslâm hudutlarının dışında olan bir milletin diliydi.

Sultan Veled, Türkçe'yi Farsça kadar iyi bilmemektedir. Ancak, elimizde
bulunan eserinden, Türkçe hakkında da gerekli bilgiye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bütün ömrünü Türk ülkesinde geçiren Sultan Veled için, aksi de düşünülemezdi.

Batı Türkçesi'nin (Oğuzca) Anadolu'da ilk temel atma şerefinin Sultan Veled'e nasip olmasının başta gelen sebebi, babası Mevlânâ'nın bütün eserlerini Farsça yazmış olması, bu yüzden de, Türkçe konuşan Anadolu halkının Mevlânâ'yı ve Onun tasavvufî düşüncelerini anlayamamış olmasıdır. İşte babası Mevlânâ'yı Anadolu halkına anlatma ihtiyacını hisseden Sultan Veled, babası gibi eserlerini Farsça ve mesnevi tarzında yazmış olmasına rağmen, Batı-Türkçesi ile yazdığı şiirlerle Anadolu halkına seslenmiştir. Batı-Türk diliyle edebî şiirde ilk ciddî çabayı gösteren Sultan Veled için, düşünülenin üstünde bir başarıdır. Çünkü böyle bir gaye ve düşüncede, şiirlerinde şâirâneliğin (gerçek şairlik) olmaması o kadar önemli değildir. Anadolu'ya henüz yerleşmiş Türk halkının ve pazar yerlerinin henüz olgunluk kazanmamış dilinden, böyle tasavvuf felsefesini öğretebilecek bir dil oluşturmaya çalışmak, elbette, basit bir başarı değildir. Bir milletin şiirini başlatmak, hiç şüphesiz, herkesin gurur duyacağı bir başarıdır.

Eserleri:
Sultan Veled de, döneminin gereği, babası gibi eserlerini Farsça yazmıştır. Ancak, önce de belirttiğimiz gibi, babası Mevlânâ'yı ve onun fikir ve düşüncelerini, Mevlevîliği, Türkçe konuşan Anadolu halkına onun konuştuğu dil olan Türkçe ile anlatması gerekiyordu. Nitekim yazdığı 5 eserden üçünde toplam 367 beyit tutarında Batı-Türkçesi ile şiirler söylemiş ve Batı-Türkçesi'nin ilk temelini atma şans ve şerefini kazanmıştır. Bu nedenle Sultan Veled'in söz konusu Türkçe şiirleri, eski Anadolu Türkçesi'nin bilinen ilk örnekleridir, diyoruz.
Sultan Veled'in 1. Divan, 2. İbtidâ-nâme, 3. Rebâb-nâme, 4. İntiha-nâme, 5. Ma'ârif isimli beş eseri vardır. Bunlar konu ve yapıları itibariyle şöyledir:

Divan: Farsça yazılmış olan bu Divan, Kasîde, gazel, tercî-i bend, terkîb-ı bend, rubâî ve benzeri değişik nazım şekilleriyle oluşan büyük bir mecmua olup, 12.719 beyittir. Eserde 30 kadar vezin kullanılmıştır. Her vezinde yazılan şiirler de, alfabetik sıra gözetilerek düzenlenmiştir. Bu Divan'da 129 kadar Türkçe beyit tesbit edilmiştir. Dîvân, Feridun Nafiz Uzluk tarafından Türkçe'ye çevirilmiştir (1941).

İbtidâ-nâme: Farsça ve mesnevi tarzında yazılmış olan İbtidâ-nâme (yazılışı: 690/1291), Mevlânâ hakkında sağlam bilgi veren en güvenilir bir kaynak değerinde olup Sultan Veled'in ilk mesnevisidir. Veled-nâme adı da verilen bu eserin beyit sayısı 10.000 civarındadır. Farsçası Tahran'da (h. 1355), Türkçe'ye çevirisi Ankara'da (1976) basılmıştır. İbtidâ-nâme'de 76 Türkçe beyit bulunmaktadır. İbtidâ-nâme Abdülbâkî Gölpınarlı tarafından Türkçe'ye çevirilmiştir. (Sultan Veled, İbtidâ-nâme (çeö. Abdülbâkî Gölpınarlı), Ankara 1976).

Rebâb-nâme: Farsça olup Mevlânâ'nın Mesnevisi vezni olan fâ'ilâtün/fâ'ilâtün/fâ'ilün kalıbıyla yazılmış ve 3100 beyit civarındadır. Eser 701 (1301)'de yazılmıştır. Rebâb-nâme'de 162 Türkçe beyit bulunmaktadır.

İntihâ-nâme: farsça ve mesnevi tarzında yazılmış olan ve Sultan Veled'in üçüncü ve son mesnevisini oluşturan bu eser 8317 beyittir. İntihâ-nâme''nin muhtevası: "Hakyolcularının nefse ve şeytana uymamaları için öğütleri kapsamaktadır. Bu mesnevide Türkçe beyitler bulunmamaktadır. Ma'ârif: Farsça olup 56 bölümden oluşmaktadır. Manzum değil, mensurdur. İçinde İranlı şâir Senâi’den ve Mevlânâ'dan iktibas edilmiş şiirler de vardır. Ma'ârif, Melîha Ülker Târıkahya (Anbarcıoğlu) tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir. (Sultan Veled, Maârif (çeö. Meliha Tankâhya, Ankara 1949). Sultan Veled'in Ma'ârif isimli eseri hariç, diğerleri manzum olarak kaleme alınmışlardır. Manzum eserleri içinde tesbit edilen toplam 367 kadar Türkçe beyitler ilk defa Veled Çelebi (İzbudak) tarafından Dîvân-ı Türkî-i Sultan Veled adıyla 1925'te, daha sonra da Mecdud Mansuroğlu tarafından 1958'de yayımlanmıştır.

Yunus Emre (1240-1320)
Yûnus Emre, XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın başlarında yaşamış ünlü sûfî, mütefekkir ve halk şâiridir. Yûnus Emre hakkında verilen bilgiler, ondan çok sonra yazılan menâkıp kitaplarındaki efsânevî verilere dayanmaktadır.Tarih olarak Yûnus Emre hakkında bilinen hususlardan biri, Risâletü'n-nushiyye isimli mesnevisini H. 707(1307) tarihinde yazmış olmasıdır. Risale'nin sonunda bulunan şu beyit bize ışık tutmakta ve ipucu vermektedir.

Eserini, olgun ve ilerlemiş bir yaşta yazdığı anlaşılan Yûnus Emre, son zamanlarda bir mecmû'ada bulunan kayda göre, Yûnus Emre'nin vefat tarihi H. 720 (l320)'dedir. Yunus Emre'nin bazı şiirlerinde, bu tarihlerin doğruluğunu gösteren ipuçları bulunmaktadır. Yûnus Emre'nin şu iki beyti, onun Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile görüştüğünü, sohbetinde bulunduğunu göstermekte ve ifâde etmektedir.
Mevlânâ Hudâvendigâr bize nazar kılalı
Anun gorklü nazarı gönlümüz aynasıdur
Mevlânâ sohbetinde sâz-ıla işret oldı
Arif ma'nîye taldı kim biledür ferişte

Bu iki beyitten çıkan sonuca göre, Mevlânâ’nın vefat tarihi olan 1273'de Yûnus Emre'nin 33-34 yaşlarında olduğudur.

Yapılan araştırmalar sonunda Yûnus Emre'nin Sakaya bölgesinde Tapduk Emre isimli bir şeyhin dervişi olduğu; Anadolu'da, Suriye'de, Azerbaycan (Kafkasya)'da dolaştığı; Porsuk çayının Sakarya ili ile birleştiği yerdeki Sarıköy'de doğup orada vefat ettiği ve aynı yerde medfûn olduğu, görüşü hâkimdir. Yûnus Emre, Dîvân'ında bizzat Tapduk Emre'ye intisap ettiğini açıklamaktadır.

Tasavvuf Halk (Tekke) şiirini başlatmış olan Yûnus Emre, kendi döneminde bir noktaya kadar Türk şiirindeki üç akımı (Dîvân, Halk, Tekke) da temsil etmişti. Tasavvuffelsefesi bakımından Mevlânâ'dan esinlenmek, ilham almakla birlikte, bu felsefeyi ve hayat görüşünü temiz ve akıcı (selîs) dili ve özgün (kendine has) üslûbu ile büyük halk topluluklarına aktarmış, yüzyıllarca, sâdece bir şâir değil, bir velî olarak sevilmiş ve sayılmıştır. Yûnus Emre, şiirlerinde daha çok hayat, ölüm, âhiret, Allah aşkı ve Allah sevgisi, vahdet-i vücut (varlık birliği), insanlık, gerçek sevgi gibi konulara yer vermiştir.

Yûnus Emre'yi bir velî, bir ermiş gibi görmek isteyen ve efsâneleştiren halk, onu aynen Sarı Saltuk'da olduğu gibi, pek çok yere gömmüş, dolayısıyla da ortaya birçok Yûnus Mezarı çıkmıştır. Yûnus Emre'nin Anadolu'da mezarı bulunan yerler şöyle belirtilmektedir. Yûnus Emre'nin Sakarya ile Porsuk çayının birleştiği yerde bulunan Sarıköy'de yattığı ve mezarının orada olduğu, Abdülbâkî Gölpınarlı (1900-1982) tarafından kaleme alınmış olan Risâletü'n-Nushiyye ve Dîvân isimli eserinde (İstanbul 1943) belgelere dayanarak ispatlanmıştır.

Yûnus Emre, Oğuz Türklerinin konuşup yazdığı Oğuzca yazı dilinin en başta gelen temsilcisidir. Bugünkü konuşulan Türkiye Türkçesi'nin oluşmasındaki payı oldukça büyüktür. Üslûbu, kendisine has edebî bir estetik ve edâ taşır. Sâde bir dil kullanmakla beraber, halkın benimsediği Arapça ve Farsça kelimeleri de pürüzsüz kullanmıştır. Kullandığı sâde dile ve şiirlerine derin anlamlar yüklemiştir. Şiirlerinde şekil ve muhteva hem millî, hem de İslâmî bir yapı gösterir.

Yûnus Emre'nin tasavvuf anlayışı Kur'an-ı Kerim'e, Hz. Peygamber'in sünnet ve davranışlarına, klâsik mutasavvıfların fikir ve düşünce sistemine dayanmaktadır. Bu nedenle Yûnus Emre'yi, Batılı anlamda bir panteist (panthéiste = Allah ile kâinatı birleştirip özleştiren felsefî öğretiye sahip olan), mistik (mystique = Allah'a ve gerçeğe akıl ve araştırma yolu ile değil de aşk ve gönül yolu ile ulaşılacağına inanan mutasavvıf kişi) veya hümanist (humaniste - insanları sevme ülküsüne sahip) olarak görmemiz mümkün değildir.

Tasavvuf (Tekke) Edebiyatı'nm Anadolu sahasında en başta gelen temsilcilerinden olan Yûnus Emre'nin hem millî ölçümüz olan hece ile, hem de arûzla yazdığı şiirleri,musammat gazel tarzındadır. Beyit esasına göre yazılan şiirlerde musammatlar ikiye bölündüğünde her beyit birer kıt 'a şekline dönüşür.

Mutasavvıf şâir Yûnus Emre'nin tahsil yapıp-yapmadığı, ümmî midir, değil midir konusu, çoğu zaman tartışma konusu olmuş ve hâlen de bir sonuca varılamamıştır. En eski kaynaklara bakıldığında Yûnus Emre'nin, okuma-yazması olmayıp ümmî olduğu ileri sürülmektedir. Bir çok araştırmacıya göre de Yûnus Emre ümmî değildir.
Yûnus Emre, Sultan Veled'den sonra, Eski Anadolu Türkçesi'nin en başta gelen mi'mârı ve temsilcisi olduğu gibi, Anadolu'da ilk Türkçe Dîvân yazmış olması nedeniyle Dîvân Edebiyatı'nın; baştan sona tasavvufî konuları işlemiş olması nedeniyle Tasavvuf (Tekke) Edebiyatı'nın; eserlerini Türkçe yazmış olması nedeniyle de Halk Edebiyatının da en büyük temsilcisidir.

XII. yüzyılda Ahmed Yesevî ile Türkistan'da başlayan Türk Tasavvuf Halk Edebiyatı, XIII. yüzyılda, orta dönem veya Beylikler dönemi denilen dönemde, Anadolu'da Yûnus Emre'nin şahsında en yüksek mertebesine ulaşmıştır. Kendisinden sonra, daha birçok şâir gelmiş ve yetişmiş olmasına rağmen, Onun ulaştığı zirve aşılamamıştır. Ahmed Yesevî’nin, Orta-Asya'da söylemiş olduğu Hikmet'lere mukabil, Yûnus Emre Anadolu'da ilâhîler söylemiş, böylece Orta-Asya'da ilk Türk Tasavvuf Edebiyatı'nın kurucusu olan Ahmed Yesevî’nin Hikmet'leri, Anadolu'da Türk Tasavvuf Edebiyatı'nın başta gelen temsilcisi Yûnus Emre'nin İlâhîleri olarak devam etmiştir. Yûnus Emre'nin ilâhîleri de, tıpkı Ahmed Yesevînin hikmetleri gibi, bestelenerek tekkelerde okunmuştur.

Bir mutasavvıf şâir olarak Yûnus Emre, eserlerini oluşturan şiirlerinde, genel olarak, Vahdet-i vücûd (varlık birliği) felsefesini işlemiş, bu felsefenin aslı ve temeli Neo-plâtonizm (Nev-Eflâtunculuk) görüş ve metodu olmakla beraber, Yûnus Emre ve mutasavvıf şâirlerimiz bu görüş ve metodun İslâmî görüş ve şeklini ele almış ve işlemişlerdir. İslâmî tasavvuf ve vahdet-i vücûd konusunu edebiyatımızda en güzel işleyen de, hiç şüphesiz, Yûnus Emre olmuştur. Bu yüzden O, Türk Tasavvuf Edebiyatı'nın, Divan şâirleri de dâhil, en büyük ve kudretli şâiridir.

Yûnus Emre'nin Eserleri
Yûnus Emre'nin, bugünkü bilgilerimize göre, biri Dîvân, diğeri Risâleti’n-Nushiyye olmak üzere iki eseri vardır.

Dîvân: Anadolu sahasında yazılan ilk Türkçe Dîvân'dır. Üç yüze yakın şiirden oluşmaktadır. Halbuki ona atfedilen şiir sayısı 1000’i geçmektedir. Bunun da sebebi, Yûnus Emre'den sonra birkaç Yûnus'un daha gelmiş olması ve Yûnus Emre'yi izlemesidir. Yûnus Emre'nin şiirleriyle diğer Yûnus'ların şiirlerini ayırt etmek pek de güç değildir. Çünkü aralarında dil, üslûp, ifâde, eda ve tavır ve öz bakımından pek çok fark vardır.

Yûnus Emre, şiirlerinin büyük bir kısmım hece vezniyle söylemiş, 60kadar şiiri ise aruz kalıbıyla yazmıştır. Yûnus Emre'nin aruz veznini kullanması, dönemine göre, başarılı kabul edilmekle beraber, bazı şiirlerinde imâle (kısa heceyi uzatma) oldukça fazladır. Hece vezninde 8+8'liyi tercih etmiştir ve şiirlerinin çoğu bu vezinledir. Şekil olarak ise, genellikle, gazel-kasîde tarzını kullanmıştır. Bunların çoğu musammat tarzındadır. Yûnus Emre'nin Divan'ı, genelde, ilâhi tarzında yazılmış şiirlerden oluşmaktadır. Yûnus Emre Divan'ında yer alan ilâhîlerin yanında, münâcât, na't, şathiyye, mi'râciye gibi türleri de denemiştir.

Risâletü'n-Nushiyye: Yûnus Emre'nin ikinci eseri Risâletü'n-Nushıyye (Öğüt Kitabı) isimli mesnevisidir. "Söze târih yidi yüz yi-di-y-idi /Yûnus canı bu yolda fidi-y-idi" beyti bir vesika kabul edilerek, Risâletü'n-Nushıyye'nin yazılış tarihi H.707 (1307) şeklinde tespit edilmiştir.

Risâletü'n-Nushıyye'nin beyit sayısı, çoğu kaynaklarda 562, 573, 630 olarak verilmekle beraber, eser üzerinde en son çalışma yapan ve tenkitli metnini yayınlayan Mustafa Tatçı, Risâletü'n-Nushıyye'nin beyit sayısını 600 olarak belirtmektedir.

Risâle'nin ilk 13 beyti fâ'ilâtün/fâ'ilâtün/fâ'ilün kalıbı ile yazılmış olup, bu bölümü kısa bir mensur bölüm izlemektedir. Bundan sonra Risâle'nin asıl bölümleri gelmektedir. Bu bölümler, aruzun mefâ'îlün/mefâ'îlün (fe'ûlün vezniyle yazılmıştır. Konusu didaktik tasavvuf olan Mesnevide işlenen konular üç ana başlık ve bölüm altında toplanmaktadır: 1) Dâsitân-ı Rûh ve Akıl, 2) Dâsitân-ı Kanâ'at, 3) Dâsitân-ı Gadab. Bu üç bölümde altı ana konu işlenmektedir. Baştaki manzum giriş kısmında Âdem'in yaratılışı ve Anâsır-ı erba'a açıklandıktan sonra, mensur olan bölümde akıl, îmân, ilim makamları ele alınmaktadır. Daha sonra şu altı ana konu, sırasıyla, şerhe-dilmektedir: Ruh ve Akıl; Kibir ve Kanâ'at; Huşu' ve Gadab; Sabır; Buhl (cimrilik) ve Hased; Gıybet ve Bühtan.

Tarihte bir istihale dönemi olarak değerlendirilen XIII. yüzyılda, edebî dilin Farsça olduğu, aruzun da şiirimize yeni yeni girmeye başladığı bir zamanda, bir mutasavvıf halk şâiri olan Yûnus Emre Risâletü'n-Nushıyye isimli mesnevîsini Eski Anadolu Türkçesi ve aruz kalıbı ile yazmıştır. Elbette Risale'de imâle ve zihaf gibi aruz hataları olmakla birlikte, eserin dil, üslûp, ifâde ve anlam yönüyle üstün oluşu vezin hatalarını örtmektedir. Olduğu gibi didaktik bir mesnevî olan Risdletü'n-Nushıyye, XIII. ve XIV. yüzyıl Türk mesnevî edebiyatının ilk ve en güzel örneklerindendir.

Risâletü'n-Nushıyye'nin birkaç baskısı vardır ve yayın sırasına göre şunlardır. (Abdülbâkî Gölpınarlt, Yunus Emre Divânı (ile birlikte), İstanbul 1943; (A. Gölpınarlı, Yunus Emre-Divân ve Risâlata'l-Nushıyya, İstanbul 1965); (Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divânı (Risâletü'n-Nushıyye-Tenkitli Metin), Ankara 1991, İstanbul 1997)

Âşık Paşa (1272-1333)
Horasan'dan Anadolu'ya gelmiş bir aileye mensuptur. Âşık Paşa'nın dedesi Horasan'dan Anadolu'ya gelmiş olan Baba İlyas'tır. Âşık Paşa, Türk Tasavvuf Edebiyatı’nın mesnevî alanında Anadolu'da ilk büyük eser veren tanınmış kişilerden biridir. Kaynaklarda verilen bilgiler arasında, Osman ve Orhan Gâzî döneminde yaşadığı ve Hacı Bektâş-ı Velî ile çağdaş olduğu söylene Âşık Paşa'nm Arapça, Farsça ve İslâmî bilgileri bildiği, tasavvuf kültürünü aldığı, sûfiyâne şiirler yazdığı, siyâsete bile girdiği, yine bu verilen bilgiler arasındadır. Âşık Paşa'nın, tıpkı Ahmed Yesevî’nin Orta-Asya'da ilk olarak tasavvuf âdâbını öğreten Dîvân-ı Hikmet'i gibi, Anadolu'da da ilk tasavvuf âdabını öğreten, aynı zamanda Türk dili ve edebiyatı açısından da en önemli ve ünlü eseri 12.000 (10613) beyitten oluşan Garîb-nâme isimli mesnevisidir. Garîb-nâme, dînî-tasavvufî konulu bir mesnevî olup Anadolu halkına tasavvufu öğretmek amacıyla yazılmıştır. Bir bakıma Mevlânâ'nın, Mesnevî’sin de Farsça olarak yaptığını Âşık Paşa, Garîb-nâme'sinde Türkçe olarak yapmıştır, denilebilir. Nitekim, dikkatle incelendiğinde hem şekil özellikleri, hem muhteva yönünden Mesnevi’nin Garîb-nâme'deki etkileri açık bir şekilde görülür.

Garîb-nâme, konusu itibariyle dînî-tasavvufî ve ahlâkî bir eser olup tasavvufu tanıtıcı ve öğretici bilgiler vermesinin yanında, İnsan-ı kâmil olmayı öğütleyen ahlâkî, didaktik bir hüviyete sahiptir. Bundan başka, Garîb-nâme XIV. yüzyıl Anadolu Türkçesi özelliklerini taşıması yönünden dil çalışmaları için oldukça önemlidir. Bundan da önemlisi, Âşık Paşa'nın, XIV. yüzyıl Anadolu'sunun siyâsî ve ideolojik birliğinin
sağlanmasında ve halkın eğitim ve öğretiminde anadilinin gücüne ve faydasına inanmış ileri görüşlü bir kimse oluşudur. Bundan dolayı Garîb-nâme'de, Türkçe'ye önem verilmesi gerektiğini vurgulamış, bu yüzden eserini özellikle Türkçe yazmıştır.

Özetle Garîb-nâme, tasavvuf âdabı ile ilgili bilgiler veren ve öğretici; özelliğiyle önemli olduğu kadar, yazıldığı dönemin dil özelliklerini, taşıması ve Anadolu'da gelişen edebî dilin Türkçe olması yönünde Âşık Paşa'nın duyarlılık ve hissiyatını göstermesi bakımından da dikkate değer bir kaynaktır.

Âşık Paşa, her şeyden önce, XIII. yüzyıl sonu ve XIV. yüzyıl başı Anadolu'sunda Anadolu halkına tasavvufu tanıtan, öğreten ve onlara Allah'a ulaşma heyecanını veren bir Türk mutasavvıfıdır. Fakat, bu mutasavvıf şâir, eserlerini, özellikle Garîb-nâme'sini yazarken, Anadolu halkının ana dili olan Türkçe'ye gereken önemi vermiş, eserlerini, bu işin bilincinde olarak özellikle Türkçe yazmış, böylece Türk Dili'ne olan vefâ borcunu yerine getirerek ona, en büyük hizmeti yapmıştır. Âşık Paşa, eserlerini yazarken, Türk Dilinin unutulmaya yüz tuttuğu zehabına kapılmış, Türk Diline gereken önemin verilmediğinden, Türklerin sevilmez olduğundan yakınmıştır.

Eserlerini sâde bir dille yazmış ve Türkçe'nin Anadolu'da bir edebiyat dili olarak yerleşmesinde önemli bir hizmet görmüş olan Âşık Paşa'nın dil ve edebiyat tarihimizde önemli bir yeri vardır. Âşık Paşa'nın kudret ve şöhreti, şairlik ve sanatkârlığından dahaçok, mutasavvıf ve şeyhliğinden ileri gelmektedir. Soylu bir aileden gelen Âşık Paşa, tasavvufî görüşlerini Ehl-i sünnet inançlarıyla birleştirmiş ve bu görüşlerini çevresindekilere telkin ederek, anlatarak hem eserleri hem de şeyhliği ile büyük etkiler yapmış bir mutasavvıf şâirdir.

Eserleri:
Garîb-nâme; Âşık Paşa'nın en tanınmış eseri, Garîb-nâme isimli, 12.000 (10.613) beyitten oluşan mesnevisidir. Garîb-nâme tasavvufî, ahlâkî bir eser olup didaktik (öğretici) bir mesnevidir.
Eserin başında Farsça mensur bir mukaddime vardır. Bundan sonra kâinatın yaratılışını anlatan bir bölüm; Hz. Peygamber için bir na't ve İslâm büyükleri için kasideler bulunan uzunca bir kısım bulunmaktadır. Asıl eser 10 baba ayrılmış; her bâb da ayrıca 10 destan hâlinde tertip edilmiştir.

Birinci bâbda Allah gibi bir olan konular; ikinci bâbda dünya ve âhiret, yer ve gök, ten ve can gibi iki olan şeyler anlatılmıştır. Üçüncü bâbda mâzî, hâl ve istikbâl gibi üç olanlar; dördüncü bâbda ateş, hava, su, toprak gibi dört olanlar; hâsılı, diğer bâblarda da sayıları 6, 7, 8, 9, 10 olanlardan bahsedilir.

M. Fuâd Köprülü, Garib-nâmenin bu şekilde tertip edilmesinden dolayı onun "adetâ geometrik bir düzene sahip" olduğunu söyleyerek eserin güzel bir tarifini yapar. Garîb-nâme'de, tasavvuf edebiyatı eserlerinden en çok Mesnevinin etkisi görülmekle beraber, hikâyeler yine geometrik (bendesi) bir biçimde düzenlenmiş, Mevlânâ'nın Mesnevi’sinde olduğu gibi birbiri içine girmiş tahkiye tarzından uzak durulmuştur.
Yazılış tarihi H.731 (1330) olan Garib-nâme, Türk edebiyatının ilk büyük mesnevisi özelliğine sahiptir. Eser, kendi dönemi mesnevilerinde olduğu gibi, aruzun kısa kalıbı olan fâ'iîâtün / fâ'ilâtün / fâ'ilün vezniyle yazılmıştır. Yer yer hece vezni de kullanılmıştır.

Âşık Paşa'nın şiirlerinden ve Garib-nâme'den başka manzum ve mensur, birkaç küçük eseri daha vardır. Edebî değerleri pek fazla olmayan bu eserlerden Fakr-nâme, Vasf-ı Hâl, Hikâye (59 beyit) ve Kimya Risalesi (manzum-mensur karışık), yine Âşık Paşa'nın olduğu sanılan iki Risale, Agâh Sırrı Levend (1894-1978) tarafından incelenmiş ve neşredilmiştir.

Ahmed-i Gülşehrî (XIV. yy.)
Ahmed-i Gülşehrî XIV. yüzyıl Anadolu'sunun önde gelen mutasavvıf şairlerindendir. Hayatı hakkında çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Hakkında verilen bilgiler de, kendi eserlerinden ve kendisinden sonra yaşamış olan şâirlerin şiirlerinden çıkarılmakta ve anlaşılmaktadır.

Eserleri:
Ahmed-i Gülşehrî, Felek-nâme ve Aruz Risalesini Farsça; Kerâmât-ı Ahi Evrân, Kudûrî Tercümesi, Mantıku't-tayr ve Şiirlerini Türkçe yazmıştır.

Mantıku't-tayr: İranlı mutasavvıf ve şâir Ferîdüddîn-i Attâr’ın İmâm Gazzâli’nin Risâletü't-tayr isimli risalesini esas alarak yazdığı Mantıku't-tayr isimli mesnevisini H.717 (1317) yılında Türkçe'ye çevirmiştir. Gülşehrî, ilk defa Türkçe'ye tercüme edilmiş olan Mantıku't-tayr'da, işlenen konuların ana hatlarına bağlı kalarak, Attâr'ın hikâyelerinden pek çoğunu kullanmamış, onun yerine Mesneviden, Kelile ve Dimne ile Kâbûs-nâme'den hikâyeler alarak eserini zenginleştirmiştir. Yarı te'lif yarı tercüme hüviyetinde olan Mantıku't-tayr, Türk Edebiyatına ilk defa Ahmed-i Gülşehrî tarafından kazandırılmıştır. Mantıku't-tayr'ın bir başka önemli yanı da, tıpkı Âşık Paşa'nın Garib-nâme isimli mesnevisini, özellikle Türkçe kaleme aldığı gibi, şu'urlu olarak Eski Anadolu Türkçesi ile tercüme edilmiş ve yazılmış olmasıdır.

Mantıku't-tayr, tasavvufî alegorik bir eserdir. Beyit sayısı ise 8000'den fazladır. Eser, bu dönem mesnevilerinin çoğunda kullanılan aruzun fâ'ilâtün / fâ'ilâtün / fâ'ilün kalıbıyla yazılmıştır.
Mantıku't-tayr üzerine Müjgân Cumbur tarafından bir Doktora tezi yapılmıştır (Ankara 1952).

Felek-nâme: H.701/1301’de Farsça olarak yazılmış bir mesnevidir. Konusu tasavvufî olup Kur’andan ve Mevlânâ'nın Mesnevi'sinden çokça faydalanılmıştır. İslâm ve tasavvuf felsefesinin işlendiği eserde daha çok hayat ve ölüm üzerinde durulmuştur. Eserin tek nüshası Ankara Genel Kütüphanesinde kayıtlı (no; 817) olup 142 yapraktır. Sadettin Kocatürk tarafından inceleme ve çevirisiyle basılmıştır (Ankara 1982)
Aruz Risalesi: İlk olarak Kilisli Muallim Rifat (Bilge) tarafından Ferhenğ-name-ı Sa'dî Tercemesi, İstanbul 1340-42, s. 15'de ilim âlemine tanıtılan bu risale, 16 yk.'tır. Eser Farsça olup İstanbul-Millet Kütüphânesi Ali Emîrî Efendi Farsça Yazmalar, no: 517'de kayıtlı bir Mecmû'a içindedir (46b-61b).

Kerâmât-ı Ahî Evrân: 167 beyitten oluşan Türkçe bir mesnevîdir. Gülşehrî’ye ait olduğu şüpheli olan bu küçük mesnevi Franz Taeschner tarafından Gülşehrî’nin eseri diye yayınlanmıştır. İkinci ve doğru bir nüshası da 1955'te Râif Yelkenci tarafından yayınlanmış ve ona aidiyetinin şüpheli olduğu belirtilmiştir. Agâh Sırrı Levend de, Mantıku't-tayr yayımı konusunda bu görüşü paylaşmıştır.

Kudurt Tercümesi: Gülşehrî Mantıku't-tayrda bir fıkıh kitabı olan Kudûrî’yi nazmen tercüme ettiğini söylüyorsa da, henüz ele geçmemiştir.
Şiirleri: Gülşehrî’nin 7 gazeli bulunmaktadır. Bunlardan 1'i Ömer b. Mezîd'in Mecmû'atü'n-Nezâif’inde, 3'ü de Eğridirli Hacı Kemâl'in Câmi'u'n-Nezâir (Bayezit Devlet Ktp. Genel 5782,164b-288b)'indedir. Kerâmât-ı Ahî Evrân'da 2, Mantıku'l-tayr’da da 2 gazeline tesadüf edilmiştir. Bir şiiri de, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Böl. 4311'de kayıtlı 197a'da bulunmaktadır.

Değerlendirme Soruları
1. XIII ve XIV. Yüzyılda nazım ve nesirde ismi geçen müellifler kimlerdir?
2. Mevlana ve eserleri hakkında bilgiler veriniz?
3. Sultan Veled ve eserlerini değerlendiriz?
4. Yunus Emre ve eserleri hakkında bilgiler veriniz?
5. Âşık Paşa ve eserlerini değerlendiriz?
6. Ahmed-i Gülşehrî’nin eserleri hakkında bilgiler veriniz?



6. Hafta

TÜRK İSLÂM EDEBİYATINDA DÎNÎ KONULAR ve NAZIM ŞEKİLLERİ
Türk İslâm Edebiyatı'nın belli başlı işlediği konulardan biri de Din’dir. Gerek Dîvan, gerek Tasavvufî Halk edebiyatlarında dînî duygu, heyecan ve düşünceyi aksettiren pek çok eser yazılmıştır.
Türklerin İslâm'ı kabul etmelerinden sonra (X.yy.), yazılan eserlerin hemen hepsinde önce Allah'ın birliğini ve ululuğunu anlatan, O’na yalvarma ve duayı ifâde eden, Hz. Peygamber'i medh edip öven parçalar ve manzumeler bulunmaktadır. Eserlere bu şekilde başlamak o dönemin herkesçe uyulan bir âdet ve geleneğidir. Bu âdet ve geleneğin dayanağını şu şekilde açmak ve açıklamak mümkündür.

Her şeyden önce eserlerin, mensur ve manzum olmak üzere iki tarz ve şekilde yazılmaları usûldendir. Müslüman bir müellif ve şâirin eserlerine "Besmele", "Hamdele", "Salvele" ile başlaması, "amma ba'dü" sözü ile de asıl konuya geçmesi "âdet ve gelenek" idi. Ancak, bu "âdet ve geleneklin bir dayanağı olmalıydı. İşte bu "âdet ve. gelenek"in delil ve dayanakları hakkında şu bilgileri vermek faydalı ve yerinde olacaktır.
Eserlerin, mensur ve manzum olmak üzere iki tarzda yazıldığını söylemiştik. Önce, bu "âdet ve gelenek"in mensur eserlerde nasıl ve hangi sıraya göre uygulandığınabakalım.

Mensur eserlerde müellifin "âdet ve gelenek"e göre, takip ettiği sıra: "Besmele, hamdele, sálvele, amma ba'dü" sözleridir. Manzum eserlerde ise bu sıra: "Besmele, Tevhîd-münâcât, Na't, sebeb-i te'lîf-i kitâb" şeklindedir. Dîvanlarda bu sıraya uyulduğu gibi, mesnevilerde de, genel olarak, böyledir. Bunları sıra ile açıklayalım.

1. Mensur Eserlerde :
a) Besmele ve Delili: Besmele'nin dayanağı, Hz. Peygamberin: "Her iyi ve güzel bir işe "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adı" ile başlanmamışsa, o işten hayır gelmez, sonu güdük ve verimsizdir." anlamındaki hadîsidir.
b) Hamdele ve Delîli: Hamdele, "Allah'a şükretme" anlamına gelen "el-Hamdü li'liâh" cümlesinin kısaltılmış şeklidir. Hamdele'nin delîli, Kur'an-ı Kerim'in ilk sûresi olan Fatiha Sûresi ilk âyetinin "Hamd" kelimesiyle başlamış olması ve bir de Hz. Peygamber'in hutbelerinin Allah'a "Hamd ü sena" ile başlamış olmasıdır. Çünkü Câhiliye döneminde okunan hutbelerde "Hamd ü sena" yoktur. Âyetten delîli: "Âlemlerin Rabbi (sahibi, yetiştiricisi olan) Allah'a hamd olsun" dur.
c) Salvele ve Delîli: Salvele; "Allâhümme salli alâ Seyyidinâ Muhammed" cümlesinin kısaltılmış şeklidir. Hz. Peygambere salât ü selâm getirmenin Kur’an’daki delili: "Allah ve melekleri, peygambere salât etmekte (onun şerefini gözetmeğe, şanını yüceltmeğe özen göstermekte)dir. Ey inananlar, siz de Ona salât edin (onun şanını yüceltmeğe özen gösterin); içtenlikle selâm edin (ona esenlik dileyin)." anlamındaki âyettir. Ayetin asıl metninde geçen "sallû" ve "sellimû" emirleri, Hz. Peygamber'e "salât ü selâm" getirme görevini müslümanlara yüklemektedir.
d) Amma ba'dü: "Allah'a hamd, Peygambere salât ü selâm'dan sonra" anlamında bir deyimdir ki, bundan sonra asıl konuya geçilir. Asıl konu ile "Hamdele ve salvele" faslını ayırdığı için "amma ba'dü" sözüne "faslu'l-hitâb" da denir.

2. Manzum Eserlerde:
Manzum eserlerde de bu "âdet ve gelenek"e bağlı kalınarak, önce "Besmele", sonra "Hamdele" yerine "Tevhîd-Münâcât", sonra "Salvele" yerine "Na't-i şerif, "amma ba'dü" deyimi yerine de "Sebeb-i te'lîf-i kitâb" gelmektedir.

Dînî Konular
Hz. Peygamber'in hayatını, vasıf ve güzelliklerini, mu'cizelerini anlatan; Onun hadislerinden kırk kadarını bir araya getirerek “Hadîs-i Erba'în = Kırk Hadis”i eserler oldukça yekûn tutmaktadır. Peygamberlerin hikâyeleri, evliya menkıbeleri, önemli dînî savaşlar, bazı olaylar, belirli gün ve aylar, dînin esasları, İnanç, tasavvuf esasları, nasihat ve ahlâkî öğütler, dînî eserlerin konularını oluşturmuştur. Bu eserler, edebî bir üslûp ve kisve içerisinde veriliyordu. Bunların büyük bir kısmı manzum olarak yazıldıklarından, Eski Türk Edebiyatı içerisinde, çok geniş ve çeşitli türleri içerisine alan Dînî Edebiyat (Türk İslâm Edebiyatı) meydana gelmiştir.

Dînî edebiyatımızın, bir başka deyişle Türk İslâm Edebiyatı’nın en sevilen, en tanınmış ve yaygın hâle gelmiş eserleri, Ahmed Yesevî’nin Hikmetleri yerine, Yûnus Emre'nin İlâhîleri, Süleyman Çelebi (ö. 1422)'nin Mevlid'i (Vesîletü'n-necât), Gelibolulu Yazıcızâde Mehmed (ö. 855/1451)'in Mülhammediyye’si, Fuzûlî (ö. 1556)'nin Hadîkatü's-su'adâ’sı, Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895)'nın Kısasu'l-Enbiyâ'sıdır.

Eski edebiyatımızda (Türk İslâm Edebiyatı'nda) dînî konuları ele alıp işleyen eserleri şu şekilde tasnif etmek, sıralamak mümkündür. Ancak, dînî konulara geçmeden önce, dînî konular arasında yer alması gereken fakat, bugüne kadar anahatlarıyla işlenmemiş bir konuyu ele almak istiyoruz ki o da, Allah'ın Güzel İsimleri olan Esmâ-i Hüsnâ (el-Esmâü'l-Hünâ) konusudur.

Allah'ın Güzel İsimleri (el-Esmâü'l-Hüsnâ)
Allah'ın Güzel İsimleri, Kur'an'da el-Esmâü'l-Hüsnâ şeklinde sıfat tamlaması olarak dört yerde geçmektedir:
1. "En güzel isimler Allah'ındır. O'na o isimlerle dua edin. O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir."
2. "De ki: Gerek Allah deyin, gerek Rahman deyin, hangisini derseniz deyin, en güzel isimler O'nundur."
3. "Allah'tan başka Tanrı yoktur, en güzel isimler O'nundur." 4. "O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel adlar kendisinin olan Allah'tır.”
Anlamlarını verdiğimiz bu âyetlerden çıkan sonuç, el-Esmâü'l-Hüsnâ diye tabir edilen Allah'ın Güzel İsimleri'nin sâdece Allah'a mahsus isimler olduğu, O'ndan başka hiç kimseye âit olmadığıdır.


Allah'ın Güzel İsimleri konusunda ilk kaynak kabul edilen Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ b. Sevre et-Tirmizî (ö. 279/892)'nin Sünenü't-tirmizî isimli eserinde rivayet ettiği bir hadisten, Allah'a âit 99 isim olduğunu öğreniyoruz. Ebû Hüreyre'den nakledilen bir hadiste, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah'a has doksan dokuz -yüzden bir eksik- isim vardır. Bu isimleri kim sayarsa (veya ezberlese) cennete girer." Bu hadisin devamında Allah'ın 99 ismi birer birer sayılmaktadır.
Bu "sahih" hadisten anlaşıldığına göre de, Allah'ın Güzel İsimleri'nin sayılarının 99 olduğunu tespit etmiş oluyoruz.

Allah'ın Güzel İsimleri olan bu Esmâ-ı Hüsnâ'yı açıklayan, şerh eden Arapça, Farsça ve Türkçe eserler oldukça çoktur.
Arapça mensur ve manzum Esmâ-i Hüsnâlar yazıldığı gibi, Farsça da mensur ve manzum Esmâ-i Hüsnâlar yazılmıştır.

Arap ve İran edebiyatlarında olduğu gibi, Türk edebiyatında da Allah'ın Güzel İsimleri'ni konu alan mensur ve manzum Esmâ-i Hüsnâlar ve şerhleri yazılmıştır. Ancak, biz burada Anadolu sahası dışında yazılanları ele almayacak, Anadolu sahasında verilmiş, olan Esmâ-i Hüsnâ ve şerhleri üzerinde durmaya çalışacağız. Önce mensur ve müstakil olan Esmâ-i Hüsnaları ele alacağız.

Türkçe Mensur Esmâ-i Hüsnâlar
Anadolu sahasında tespit edilmiş 29 kadar Türkçe mensur Esmâ-i Hüsnâ vardır. Bunlarından bazıları şunlardır: Sinan Paşa (ö. 891/1486), Tazarru'-nâme; Abdullah es-Simâvî (ö. 893/1487), Şerhu'l-Esmâi'l-Hüsnâ; Şeyh Şabân-ı Velî (ö. 976/1568), Vird-i Settâr ve Tercümesi; Ebu's-Su'ûd el-İmâdî (ö. 982/1574), Du'â-nâme-i Ebu's-Su'ûd; Mehmed Niyâzî-i Mısrî (ö. 1105/1693), Şerhu'l-Esmâi'l-Hüsnâ Risalesi.

Türkçe Manzum Esmâ-i Hüsnâlar
Türkçe manzum Esmâ-i Hüsnâlardan 19 kadar eser tesbit edilmiştir. Bunlardan da bazıları: Şeyhoğlu Mustafa (ö. 804/1401), Manzum Havâss-ı Esmâ-i Hüsnâ; İbn îsâ İlyas b. Mecdüddîn îsâ Saruhânî (ö. 967/1559), Şerhu Esmâi'l-Hüsnâ; Hüseynî b. Ahmed Sîrûzî (ö. 1000/1591), Esmâ-i İlâhî Kasîdesi; Subhî-i Dervîş Bursavî (X.yy.), Mukaddime-i Der-İktizâ-i Şerh ü Nazmü'l-Esmâi'l-Hüsnâ; Hâkim Seyyid Mehmed Efendi, Manzum Esmâ-i Hüsnâ Şerhi; Ahmed Şâkir Paşa (ö. 1234/1818), Ravd-ı Verd (Manzum Esmâ-i Hüsnâ Şerhi); İsmail Sadık Kemal b. Muhammed Vecîhî Paşa (ö. 1310/1892), Asâr-ı Kemâl (Şerhu'l-Esmâi'l-Hüsnâ); İbrahim Cûdî (ö. 1345/1926), el-Kenzü'l-Esnâ fî Şerhi'l-Esmâi'l-Hüsnâ; Bıçak-cızâde İsmail Hakkı b. Osman (ö. 1933), Esmâü'l-Hüsnâ'nın Nazmen Tefsiri.

Tevhîdler
Allah'ın birliği ve yüceliği konusunda yazılan manzum ve mensur eserlere Tevhîd denir. Tevhîd; kök itibariyle vahdet kelimesinden gelen ve tef’il kalıbıyla ifâde edilen Tevhîd, kelime olarak birlemek anlamına gelmektedir. Istılah olarak da, Dîvân Edebiyatı'nda: "Allah'ın varlığına ve birliğine dâir yazılan manzum ve mensur eserlere Tevhîd ismi verilmiştir. Eski devrin şâirleri, özellikle Dîvân Edebiyatı şâirleri, şiirlerinden oluşturdukları Divanlarına Tevhîd ve Münâcât'la başlamayı bir âdet hâline getirmiş ve bunu kendileri için bir şeref kabul etmişlerdir.
Manzum Tevhîd'ler, çoğunlukla kasîde, gazel, mesnevi nazım şekilleriyle yazılmıştır. Tevhidlerde işlenen konular, ayet ve hadislerden alıntılar (iktibas) yapılarak veya bu iki ana kaynaktan faydalanılarak kaleme alınmışlardır.

Divan Edebiyatında biri tasavvufî biri dînî olmak üzere, iki Tevhîd çeşidi vardır. Ancak, Tasavvufî Tevhîd'lerle Dînî Tevhîd'leri birbirinden ayırdetmek oldukça güçtür. Çünkü işlenen konul âdeta iç içedir.
Tevhîd'lerde, öncelikle, Allah'ın zâtî ve subutî sıfatları yer almaktadır. Allah'ın zatî sıfatlan 6'dır. Bunlar: Vücûd, kıdem, baka, vahdaniyet, muhalefettin li'l-havâdis, kıyam bi-nefsih, denilen sıfatlarıdır. Sübûtî sıfatları ise 8'dir. Bunlar da: Hayat, ilim, semî', basar, irâde, kudret, kelâm, tekvîn, sıfatlarıdır.

Dînî Tevhidlerde, Âdem (a)'i topraktan yaratmış olan Allah'ın ilminde saklı ve gizli varlıkların kudret kalemiyle meydana gelişi, zuhur edişi anlatılır. Tasavvufî Tevhîd'lerde ise bu durum '"Kenz-i Mahfî=Gizli hazîne esasına dayalı olarak anlatılmış ve vasıflandırılmıştır.
Tasavvufî Tevhidlerde; Kudsî hadis'de geçen "Kenz-i mahfî" terkibi asıl konuyu oluşturur. Konuyu biraz açalım. Mi'yâru'l-Evliyâ'da "Kenz-i mahfî" konusu hakkında şu bilgi verilmektedir. Dâvûd (a), Allah'a: "Yâ Rabbi! Lime halaktü'l-halka?" der. Allah (c.c), onun bu sorusuna: "Küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbebtü en u'rafe, fe-halak-tü'l-halka li-u'rafe" diye cevap verir. Ehl-i tasavvufa göre: "Ben, gizli bir hazîne idim, bilinmek ve tanınmak istedim. Bu yüzden de, bilinmem ve tanınmam için bütün varlıkları yarattım." anlamına gelen bu Kudsî hadis'in dayanağı, "Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." anlamındaki âyettir. Sûfîler nazarında "Ma'rifetullâh" esastır.

Tasavvuf Tevhîdlerin esâsını oluşturan "Kenz-i mahfî", metnini verdiğimiz Kudsî hadîs'den alınma bir terkibdir. Bu Kudsî hadîs'ten hareketle, özellikle İran ve Anadolu şâirlerinde, kâinatın yaratılış nedeni olarak "Allah'ın kendi güzelliğini temaşa ve yokluk aynasında tecellî etmesi" sonucu yaratıkların var oluşu inancı önem arzeder.

Tevhidlerde işlenen konular şu şekilde sıralanabilir:
1. Vahdet-i vücûd (varlıkta birlik) inancına göre, kâinatta var olan her şey vehim, hayâlât, aynalardaki akisler ve gölgeler gibidir.
2. Kâinat, Allah'tan bir nişan ve alâmettir. Eserden müessire (cüz'den kül'e) intikâl edip, kesrette vahdeti (çoklukta birlik), mahlûkta Halik' ı idrâk etmeli, anlamalıdır.
3. Allah, akıl sahipleri tarafından bilinir, fakat, gözlerden nihandır, gizlidir. O'nu dünya gözüyle görmek mümkün değildir. Bunun delîli: "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür; O Lâtif (gözle görülmez veya lütuf sahibi), her şeyi haber alandır.” anlamındaki âyettir.
4.Allah'ın Zât'ı idrâk edilemez, güç yetmez. İnsan aklı O'nu anlamaktan âcizdir. Hz. Ebû Bekir, söylediği şu: "el-aczü an-derki'î-idrâ-ki idrâkü" mısrâ'ında çok açık bir şekilde, beşer aklının O'nun Zât-'ını idrâk etmek, anlamaktan âciz olduğunu, ifâde etmektedir.
5.Allah mülkün sahibi, şehâdet ve gayb âleminin Hâlıkıdır. Bunun delili, şu iki âyettir: "(O), her şeyin Yaratıcısı’dır ve "O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilir. O, çok esirgeyen, çok acıyandır."
6. Allah, nasıl (kemmiyet) ve nicelikten (keyfiyet) münezzehtir. "O'na benzer hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir." âyeti bunun delilidir. "Allah'ın ni'metleri hakkında istediğiniz kadar düşünün, kafa yorun; fakat, sakın Allah'ın Zât'ı hakkında kafa yormayın, düşünceye dalmayın." hadisi de, bunun Sünnet'ten delilidir O'nun keyfiyyetini anlamak isteyen sapıklık ve yanlış yoldadır.
7.O, kıyısı olmayan bir okyanustur. Bu: "Hakk'ın sonsuz (nâ-mütenâhî), zaman ve mekân kayıtlarından âzâde" olduğunu ifâde eder.
8.Allah'ın eşi ve ortağı yoktur. Herkes O'na muhtaç, O, hiç kimseye muhtâc değildir. Bir adı da Tevhîd Sûresi olan İhlâs Sûresi, Allah'ın "eşi ve ortağı" olmadığının açık delilidir. "De ki: O
Allah birdir. Allah Samed'dir (her şey varlığını ve bekâsını O'na borçludur. Her şey O'na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur.). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi (ve eşi) olmamıştır."
9.Evvel, Âhir, Zahir ve Bâtın O'dur. Bütün varlık ve eşyada O'nun nuru zahir olmuş, tecellî etmiştir. Eşya, evham ve hayâlâttan ibarettir. Halbuki, bi-zâtihî mevcut ve var olan sâdece Allah'ta. O, ezelî ve ebedîdir. Cemâl ve Celâl sahibidir. "O, İlk'tir (kendisinden önce hiçbir varlık yoktur); Son'dur (kendisinden sonra hiç bir varlık yoktur, her şey yok olurken O, kalacaktır); Zahirdir (delilleriyle varlığı gün gibi açıktır); Bâtın'dır (Zâtinin hakikati gizlidir, akıllar O'nun Zât'ını idrâk edemez). O, her şeyi bilendir” âyeti, bunu açıkça ifâde etmektedir.
10. O, merhametlilerin en merhametlisi (Erhamü'r-râimîn) ve Ekramü'l-ekremîn'dir. Kur'an'da, 4 yerde geçmektedir: "Merhametlilerin en Merhametlisi Sen'sin!"
11. Gönül levhasından (Kalb) mâsivâ'nın silinmesi şarttır. Çünkü Hakka kurbiyyet (Allah'a yaklaşmak), O'nun rızâsını kazanmak için gerekli olan amel ve ibâdet, kalben mâsivâ'dan uzaklaşmakla olur. Allah'a olan bağlılık ve muhabbet, dünyaya bağlılık nisbetinde, zayıflar, azalır.
Mutasavvıf şâirlerin Tevhidlerinde, göze çarpan hususlar ise, daha çok Vahdet-i vücûd'la ilgilidir.
12.O, Öyle bir "Vahdet denizi"dir ki, Onun dalgaları (Esma ve Sıfatlarının tecellîleri) hiçbir zaman kesilmez. Çokluk (kesret), işte bu tecellîlerden, zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. "Göklerde ve yerde bulunanlar (her şeyi) O'ndan isterler (çünkü tüm varlıklarım O'na borçludurlar). O, her gün (her an) yeni bîr iştedir (kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her ân hayatı tazeler, bir hâli giderir, başka hâller getirir)." âyeti bunun açık delilidir.

Tasavvufta gerekli ve önemli olan vahdet, kesret içinde olan vahdettir. Bunun toplum ve halkla birlikte işiyle-gücüyle meşgulken bile herkesin ve her şeyin Allah'ın kudreti ile meydana geldiğini idrâk etmekten ibarettir. El "Yâr"da, gönül "kâr"da olmalıdır.
Bütün varlıklarda çeşitli şekillerde tecelli eden O’dur. Her şey, O'nun varlığına ve birliğine delâlet eder. Kâinat, O'nun varlığının alâmetidir. Onsuz hiçbir şey olamaz. Vahdet-i vücûd nazariyesi XI-XII. yüzyıldan itibaren, Muhyiddin İbnü'l-Arabî (1165-1240), Mevlânâ
Celâieddîn-i Rûmî (1207-1273), (1210-1274) Sadreddin Konevî gibi bilgin ve şaîrlerle büyük ilerleme kaydetmiştir.

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273)'nin şu beyti, Vahdet-i vücûd inancına kâil olanları, onu savunanları kökünden reddetmektedir: "Peygamberler, halkı Hakk'a ulaştırmak, îsâl etmek için gönderilmişlerdir. Halk ile Hak, (Vahdet-i vücûd'a inanan ve onu savunanların dedikleri gibi) yek-vücûd (aynı) olsalardı neyi îsâl edecek, ulaştıracaklardı?" Ehl-i tasavvufun, vahdet-i vücûd hakkındaki görüşü, birtakım şüphelerle dolu bir yol ve metodla değil, tarîk-ı bedahet (apaçık) ile şâhid olmuşlardır ki, buna göre, Mevcûd-ı hakîkî ancak, Allah (c.c.)'dır. Sonradan olan mümkinâta mevcûd demek ise tecellî alâkasryla mecazîdir. Çünkü bir kısmı Allah ile, diğer bir kısmı da yaratılmış olan şeylerle var olan çeşitli varlıklar yoktur. Varlık, Birdir, o da Allah'ın Zatındandan başka bir şey değildir.

Tevhidler, genel olarak, Kasîde şeklinde yazılır ve Kaside'nin türlerinden biri olarak kabul edilir. Edebiyatımızda Terkîb-i Bendr Ter-cî'-i Bend ve Musammat şekilleriyle yazılmış Tevhîd'ler de vardır. Özellikle tercî'-i bendler, konu yönünden, Tevhîd'e daha elverişli şiirlerdir. Kaside tarzında yazılan Tevhid'lerde, kasidenin bölümlerinden olan nesîb, tegazzül, fahriye gibi bölümler bulunmayıp, doğrudan doğruya konuya geçilir ve anlatılır.

Münâcâtlar
Münâcât: "Necv" kökünden ve "müfâ'ale" kalıbından gelen bir kelimedir ki, kelime anlamı "fısıldamak, hulağa söylemek, iki kişi arasında geçen gizli konuşma" demektir. Istılah anlamı ise: "Bir kimsenin ellerini semâya kaldırarak dilediği şeyi Allah'tan gizlice istemesine, münâcât" denilmekle birlikte, edebiyattaki tanımı: "Bağışlayıcı olan Yüce Allah'tan bir dilekte bulunmak için yazılan manzumeler"e de münâcât adı verilmektedir. Mensur olarak yazılan Münâcât'1ar da vardır ve bunlara "tazarru'nâme" denir.

Eski devrin şâirleri, özellikle Divan Edebiyatı şâirleri, Dîvân'larına Tevhîd ve Münâcât'la başladıkları gibi, bunların dışında yazdıkları Mesnevi'lere de Münâcât'la başladıkları görülmüştür.

Manzum Münâcât'lar çoğunlukla Kaside, Gazel, Kıt'a ve Mesnevi nazım şekilleriyle yazılmıştır. Münâcât'larda yer alan konu ve esaslar, Tevhîd'lerde olduğu gibi, âyet ve hadislerden doğrudan alıntı yapılarak veya bu iki ana kaynaktan faydalanılarak kaleme alınmıştır.

Tevhid'lerde olduğu gibi, Münâcât'larda da Allah'ın zatî ve sübûtî sıfatlarından söz edilir. İlminin ve kudretinin sonsuz olduğu, kıdem ve bekâ sıfatlarıyla muttasıf olduğu anlatılır. Kâinatın yegâne Hâkim'i, ezel ve ebedin Pâdişâh'ı O'dur. Kâinatta mevcut olan ne varsa, O'nun kudretinin eseridir. Her varlık O'nun kudretini haber vermektedir. Şahlığa lâyık olan O'dur. Bütün pâdişâhlar O'nun kuludur.

Tarihçesi itibariyle Münâcât'a bakıldığında, İslâm'ın etkisiyle Arap edebiyatında ortaya çıkmış olan Münâcât türü, X.- XI. yüzyıllarda İran edebiyatında; XII. yüzyıldan itibaren de Anadolu'da Divan edebiyatının başlamış olmasıyla birlikte Türk şiirinde de kullanılır olduğu görülür.

Değerlendirme Soruları
1. Türk İslam Edebiyatında mesur ve manzum eserlerde yazım usülü nasıldır?
2. Esmaü’l-Hüsna’lar hakkında bilgi veriniz?
3. Tevid nedir? Tevhidlerde işlenen konuları sıralayınız?
4. Tevhid olarak yazılmış şiirleri gözden geçiriniz?
5. Münacaat nedir? Bir münacaat örneğini inceleyerek değerlendiriniz?



7. Hafta

TÜRK İSLÂM EDEBİYATINDA DÎNÎ KONULAR ve NAZIM ŞEKİLLERİ
Na't, Arapça kökenli olup kelime anlamı, vasıf, medh ü sena ile birlikte tanımlama ve nitelemek, demektir. Istılah anlamı ise: "Hz. Peygamber'i medh edip öven, vasıflarım sayan manzumeler" demektir.

Kâmûs Tercemesi’nde daha genel bir tanım yapılmakta ve şöyle denilmektedir: "Na't, nün'un fethi ve ayınharfinin sükûniyle bir şeyi vasfeylemek, muttasıf olduğu sıfatını îrâd ile nişan vermek." Daha geniş bir tarif olması bakımından, şu iki tarifi veriyoruz: "Na't, lügatte vasıf demektir. Divan Edebiyatı'nda özellikle Hz. Peygamber ve Hulefâ-i Râşidîn ile Hz. Ali vasfında yazılan manzumelerdir. Na't-i şerîf: Hz. Peygamber'e; Na't-i Çâr-yâr: Hulefâ-i Râşidîn'e; Na't-i Ali: Hz. Ali'ye âit medhiye demek olur."; "Bir şeyi güzel bir şekildeövmek, özelliklede Hz. Peygamberi övmek maksadıyla yazılmış manzume ve şürler: Na't-i Şerîf."

Bu tanım ve tariflerden çıkan sonuca göre, Na't'ın sözlük anlamı böyle olmakla beraber, özel olarak anlamı Hz. Peygamberi ve bazı büyükleri övmek maksadıyla yazılan şiir ve menzûmelere verilen bir isim olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, Divan Edebiyatında Na't denildiği zaman ilk akla gelen, hiç şüphesiz, Hz. Peygamber'i övmek maksadıyla yazılan ve Divan'ların tertibinde Tevhîd ve Münâcât'tan sonra yer alan şiir ve manzumelerdir.

Hz. Peygamber'i övmek maksadıyla yazılan manzume ve şiirlere Arap Edebiyatı'nda Medih veya "Medâyihu'n-Nebeviyye"; İran Edebiyatında Sitayiş; Türk Edebiyatı'nda da Na't kelime ve terkipleri aynı anlamda kullanılmıştır.

Türk, İran ve Arap edebiyatlarında yazılmış olan Na'tlerin çoğu manzum olmakla beraber, mensur yazılmış Na'tler de vardır. Manzum Na’tlerde hemen hemen bütün nazım şekillerinin kullanıldığı görülmekle beraber, daha çok Kaside tarzında yazılmıştır. Böyle olmakla beraber, gazel, rııbâ'î, murabba', müstezâd, terkîb-i bend, musammat, kıt'a ve tuyuğ nazım şekilleriyle Na't yazan şâirler de vardır. Divan'larda Tevhîd ve Münacat'lardan sonra yer alır. İlk Na't örnekleri Arap edebiyatında görülmüştür. Türk edebiyatı'na ise İran edebiyatından geçmiştir. Hemen her Divan şâiri, Hz. Peygamber'e âit konuların heyecanla anlatıldığı Na't türünde en az bir şiir kaleme almıştır. Şayet şâir, mesnevi tarzında bir eser yazmışsa o mesnevisinin başına mesnevi tarzında bir Na't yazıp koymayı da ihmâl etmemiştir.

Na't'lerde Hz. Peygambere karşı duyulan muhabbet, sevgi ve saygı dile getirilir. O, beşeriyetin en hayırlısıdır, âlem O'nun nuru ile aydınlanmıştır. Allah'a kurbiyyet (yaklaşma) konusunda O'nun ulaştığı makama (makâm-ı mahmûd) hiç kimse ulaşamamıştır. İnsan-ların ruhlarına yükseklik bahşeden O'dur. O, her hastalığın devası, cennet yolunun kılvuzu, Hakkın Habîb'idir. Allah (c.c), O'nun ismini kendi ismine yakın kılmıştır. Süleyman Çelebi, bu hususu: "Zâtuma mir’at idindüm zâtunı/Bile yazdum adum ile adunı" şeklinde ifâde etmiştir.

Hz. Peygamberin çeşitli meziyetleri, bütün güzel sıfatları anlatıldıktan sonra, doğduğu sırada meydana gelen olağan üstü olaylardan da söz edilir. Hz. Peygamber'in peygamber olduktan sonraki hayatı, Mekke ve Medine"de müşriklerle (Allah'a ortak koşan putperestler) yaptığı mücâdele, bu süre içerisinde gösterdiği mu'cizeler anlatılır. Uzunca yazılmış olan Na’tlerin hemen hepisinde ortak olarak anlatılan mu'cize "Şakku'l-kamer" mu'cizesidir.

Edebiyatımızda, yazdıkları Na't'leriyle ün kazanmış olan şairlerimizden Fuzûlî'nin (Su kasidesi), Nazîm (ö. 1726)'in (küçük bir divan oluşturacak kadar çok sayıda 755 kadar na'ti), Nâbî'nin (137 beyitlik na'ti), Şeyh Gâlib'in (müseddes nazım şekliyle yazdığı na'ti) vardır. Bunlardan başka, Na'tî mahlasını kullanacak kadar çok sayıda Nfl'tyazan şâirler de yardır. Na'tî Mehmed (ö. 1679), Na'tî Ah-med Paşa (XVII. yy.), Na'tî Mustafa (ö. 1718) bunlardandır. Bazı kişiler tarafından Na't'ler bir araya getirilerek Nu'ût-ı Ne-beviyye Mecmuaları oluşturmak, eskiden yaygın bir gelenek hâlinde idi.


Siyerler (Sîretü'n-Nebî
Hz. Peygamber'in hâl tercümesini (biyografik hayatını) anlatan eserlerdir. Siyer, "siret" kelimesinin çoğulu olup: "Yürümek, yönelmek, gitmek, seyahat etmek" anlamlarına gelen "seyr" kelimesinden türemiştir. Sîret "hâl ve hareket, hayat tarzı" demektir. Bu kelime, ilk defa Arap müelliflerinden İbn İshak (ö. 150/767) ve îbn Hişâm tarafından kullanılmıştır. İbn İshak'm eserinin adı Sîretü İbn İshak, İbn Hişâm'ın ise Hazâ Kitâbu Sîreti Rasûlillâh'dır. İbn İshak'ın eseri, daha sonra yazılan Siyer kitaplarına kaynaklık etmiştir.

Türk Edebiyatı'nda siyer konusunda ilk eser veren şâir, XIV. yüzyılda yaşamış olan Erzurumlu Mustafa Darîr (Mustafa b. Yusuf b. Ömer)'di. Terceme-i Sîretü'n-Nebî isimli eserini 1388'de tamamlamıştır. Eserin aslı İbn İshak'ın Kitâbu Sîreti Rasûlillâh'tır. Türkçe'de ilk Mevlid metni olarak kabul edilir. Mensur olan ve yer yer manzum parçalar da içeren ve Terceme-i Sîretü'n-Nebî adını taşıyan eserde yer alan "Velâdet'le ilgili manzume, Süleyman Çelebi'nin yazdığı Mevlid'e, büyük ölçüde etki etmiştir.

Lâmi'î Çelebi (1472-1532)'nin Şevâhidü'n-Nübüvve (Abdurrahnan Câmî 'nin aynı isimdeki eserinin tercümesi), Bakî (1526-1600)'ın Me'âlimü'l-Yakîn fî Sîreti Seyyidi'l-Mürselîn (Kastalânî 'nin Mevâhi-bü'l-Ledünniye'sinden yapılan ilaveli tercüme) ve Veysı (1561-1628)-'nin Dürretü't-Tâc fî Sîreti Sahibi'l-Mi'râc (Siyer-i Veysî - mensur) isimli eserleri eski edebiyatımızın Siyer ile ilgili eserleridir.

Siyer veya Sîretü'n-Nebî adı verilen eserlerde, konu olarak, Hz. Peygamber'm dünyaya gelişi "Velâdet", peygamberliği "Risâlet", Mi'râc'ı, Hicret'i, savaşları "gazavât, seriyye" vevefatı, derin bir heyecanla anlatılır. Siyer kitapları mensur ve manzum olarak yazılmış-lardır. Manzum olanlar mesnevi şeklindedir.

Mevlidler
Manzum Siyere Türkçe'de, genel olarak, "Mevlid" denmiştir. Mevlid (çoğulu: Mevâlid, Mevâlîd) kelimesi, kök itibariyle, "v l d " kökünden masdar, ism-i zaman, ism-i mekân olur. Anlamı ise "Doğma, velâdet, doğum yeri, doğum zamanı, meskat-ı re's" demektir. Istılâhî anlamı ise, Hz. Peygamberin doğumu başta olmak üzere hayatı, mu'cizeleri, gazaları, ahlâkı, vefatı ve hilye'sini anlatan eserler, demektir.

Mevlid'ler, çoğunlukla mesnevi tarzında yazılmışlardır. Hz. Peygamberin doğum günü dolayısıyla yapılan şenlik ve merasimlerde okunma amacıyla kaleme alınmışlardır. Konu bakımından küçük değişikliler gösterirlerse de, daha ziyâde klâsik mesnevi "âdet ve gelenekline uygun olarak başta Münâcât, sonda da duâ bölümlerini içerirler. Yazılan Mevlid'lerde, genel olarak, ele alınan ve işlenen ortak konular; Hz. Peygamber in doğumu "velâdet", peygamberliğin gelişi "risâlet", göğe yükselişi "mi'râc", vefatı "rihlet" bölümleridir.

Didaktik ve lirik bir anlatımın hâkim olduğu Mevlid'ler, halka yönelik dînî eserler olup, genelde, sâde ve yalın dille yazılmışlardır. Bunların başlıca sebebi, canlı bir dînî hayatın içinden gelen şâirlerin, çoğu zaman, bu ilk ve son şiir denemeleri ile halkı aydınlatabilme ve hayırla yâdedilme amacı gütmelerindendir.

Türkler arasında Mevlid'in ayrı bir yeri ve önemi vardır. Türk edebiyatında da pek çok Mevlid yazılmış olduğu hâlde, Divan şâirlerinin ileri gelenlerinden pek çoğu, bu konuya uzak durmuş, yanaşmamışlardır. Mevlid yazarları, daha çok, din adamları arasından çıkmıştır. Nitekim, bazı Mevlid metinleri arasına tasavvufî ilâhîler karışmışsa da, gerçekte Mevlid'ler tamamıyla Dînî Edebiyat ürünleridir. Bundan dolayı da, birçok mevlid eserleri dil, sekil, üslûp ve benzeri yönlerden, fazla başarılı edebî metinler sayılamaz.

Mevlid’in Tarihçesi:
İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren yazılmaya başlanmış olan Siyer, Megâzî ve Şemail türü (ör. İmâm Tirmizî (ö. 279/892)'nin Şemaili, Muhammed b. İshâk el-Musayyabî (ö. 236/850)'nin Siyer'i) eserlerde Mevlid içerikli bölümlere yer verilmişse de bu konuda ilk özgün (original) eser Ebü'l-Cevzî (ö. 597/1201)'nin Mevlidü'n-Nebî (el-Arûs)'sidir. Aynı dönemlerde Muhyiddin İbnü'l-Arabî (ö. 638/ 1240) Mevlidü'l-Cismânî ve'r-Rûhânî; Ebü'l-Kâsım es-Sebtî (ö. 600/ 1203) Dürrü'l-Mu'azzam fi Mevlidi n-Nebiyyi'l-Mu'azzam; İbn Dihye (ö. 633/ 1235) Kitâbü't-Tenvîr fi Mevlidi s-Sirâcil-Münîr; Zemlekânî (ö. 1227) Mevlidü'n-Nebî isimli eserlerini yazarlar. Bunları el-Bekrî (ö. 1295) ve İbnü'l-Cezerî Muhammed Şemsüddin Ebü'l-Hayr (ö. 833/1249)'nin Mevlid'leri takibeder. Arapça yazılmış Mevlidlerden başka, Farsça, Arnavutça, Kürtçe, Cava dilinde, Boşnakça, Rumca, Çerkesçe, Urdu dilinde, Sevâhilî dilinde, Alhnmyado (Arap harfleri ile yazılmış İspanya ve civarında konuşulan dil), Tatarca yazılmış Mev-lid'ler de vardır.

İran edebiyatında, belki de Şî'îlik etkisiyle olsa gerek, Mevlid türüne pek itibar edilmemiştir. Hz. Peygamber'in doğumu münâsebetiyle yapılan merasimlerin ilki, edinilen bilgilere göre, X.-XI. yüzyıllarda, ilk önceleri Mısır’da Şî'îliğin İsmâiliyye kolundan olan Fâtımîler devrinde (910-1171) yapılmıştır. Herkesin ortaklaşa katıldığı mevlid merasiminin ilk olarak 1207 tarihinde Erbil'de Selçuklu Atabek’i Ebû Sa'îd Muzafferüddîn Gökbörü (v.1233) zamanında olduğu görülmektedir.

Osmanlılada ise, resmî olarak ilk mevlid merasimi, III. Murâd devrinde, 1588'de tertib edilmiştir. Her ne kadar ilk zamanlarda İslâm bilginleri, mevlid merasimlerine karşı çıkmışlarsa da, daha sonraları halkın benimsemesi üzerine, bid'at-i hasene olarak kabul edilmiştir.
Türk Edebiyatında da, aksine, Mevlid türüne, İslâmî bütün edebiyatlardan fazla önem verilmiş, genişletilmiş ve geliştirilmiştir. Bunun başta gelen nedeni, Türkçe ilk Mevlid metni olan Vesîletü'n-Necât'ın (telif: 812/1409) çok beğenilmiş olması, sevilmesi ve fazlaca meşhur olmasındandır. Süleyman Çelebi’nin Hz. Peygamber'in diğer peygamberlerden üstün olduğunu isbat etmek amacıyla yazdığı Vesîletü'n-Necât (Kurtuluş vesilesi) baştan sona bir "sehl-i mümteni' " (kolay ve sâde göründüğü hâlde söylenmesi zor olan sözdür.

Açık ve sâde bir Eski Anadolu Türkçesi ile yazılmış olan eser, mesnevi nazım şekliyle yazılmış olup Arapça mensur bir Önsöz'le başlar. Süleyman Çelebinin yazdığı Mevlid (Vesîletü'n-necât)'in sâde bir dili, etkili bir üslûbu vardır. Bu nedenledir ki, ondan sonra pek çok Mevlid metni kaleme alınmış olmakla birlikte, bu Mevlid metinlerinden hiç biri Süleyman Çelebinin Mevlid'ini geçememiştir. Bundan dolayı Vesîletü'n-necât "sehl-i mümteni" kabul edilmiştir. Mesnevi tarzında ve aruzun Remel bahrinde fâ'ilâtün / fâ'ilâtün / fâ'ilün vezninde yazılmıştır. Vesîletü'n-necât, içinde bulunan edebî san'atlardan dolayı da ayrı bir değer taşımaktadır. Edebî san'atlardan isti'âre ve cinaslar geniş bir yer tutmaktadır. Manâ, çoğunlukla beyitler içinde tamamlanmakta, beyit bütünlüğünü ise bozmamaktadır.

Her ne kadar, ilk Türkçe Mevlid metni olarak Süleyman Çelebi'nin yazdığı Vesîletü'n-necât'ın ilk sırayı aldığı ittifakla kabul ediliyorsa da, ondan önce de Mevlid'e benzer eserler yazılmıştır. Bunlar arasında Ahmed Fakîh (ö. 1250)'in adı geçmektedir. Öyle ki, Vesîletü'n-necât'ın "hatime" kısmında Ahmed Fakîh'in Çarh-nâmesi'ne benzer ifâdelerin bulunması tesadüfi olmasa gerek. Önce de işaret edildiği gibi, Erzurumlu Mustafa Darîr’in yazdığı Terceme-i Siyer-i Nebî isimli eser de ilk yazılan mevlidlerden sayılmaktadır.

Türk edebiyatında Mevlid ve onunla ilgili Risale sayısı 200'den fazladır. Mevlid nüshaları üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir ki, bunlardan bir kısmı Süleyman Çelebi'nineserine aynen benzemekte, bir kısmı bazı motifler yönünden farklılık göstermekte, bunların dışında kalanlar ise oldukça farklı bir mâhiyet arzetmektedir.

Mevlid'le ilgili şimdiye kadar yapılan araştırmalar sonunda 63 şâire âit Mevlid nüshası tesbit edilmiştir. Yazılan Mevlid'ler arasında başta Süleyman Çelebi'nin Ve-sîletü'n-necât'ı, Akşemseddinzâde Hamdullah Hamdî'nin Ahmediyye'si (telifi: 900/1484) ve Şemseddin Sivâsî (ö. 1597)'nin Mevlid'i en meşhurlarındandır.

Süleyman Çelebi'nin 1409'da yazdığı Mevlid’in asıl metni ile okunan Mevlid metinleri arasında bir hayli değişiklik göze çarpmaktadır. Matbu Mevlid metinlerinde de farklı şekiller görülmektedir. Bu da Mevlid metnine yapılan ilâve veya kısaltmalardan ileri gelmektedir. Asıl metin 730 (N. Pekolcay'a göre 768) beyit olduğu hâlde, ilâve ve çıkarmaların yanında, Vefât-ı Fâtıma, Hikâye-i deve, Hikâye-i geyik, Hikâye-i güvercin, Dâsitân-ı İbrahim, Dâsitân-ı İsmail, Hikâye-i Kesikbaş gibi bazı anonim hikâyeler de mevcuttur. Vesîletü'n-necat yazarı Süleyman Çelebi'nin, hayatı hakkında çok fazla bilgiye sahip olmamakla birlikte, H. 825 (1422)'te vefat ettiği, vefatına düşürülen "Râhat-ı ervah = 825" tarihiyle kesinlik kazanmıştır.


Hilyeler
Hilye, Arapça olup "h 1 y" kökünden: "Süs, zînet, cevher, bezek, güzel sıfatlar, güzel yüz, güzellikler manzumesi" anlamlarına gelmektedir.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla