Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 12:53   Mesaj No:4

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1172
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Türk İslam Edebiyatı Tüm haftalar(Sakarya İlitam)

Istılah anlamı ise: "Hz. Peygamber'in güzel vasıflarını, fizikî ve ruhî portresini konu alan ve anlatan manzum ve mensur eser." demektir. Hüseyin Kâzım Kadri (1870-1934)'ye göre Hilye-i şerîfe: "Cenâb-ı Nebî-yi muhteremin evsâf ve secâyâ-yı hâriciyesini havî kitap ve levha." demektir.

Hilye kelimesi, zamanla sözlük anlamının dışına çıkmış ve bir terim anlamı kazanmıştır. Buna göre Hilye, Hz. Peygamberin yaratılışını, vücudunun dış görünüşünü, şeklini ve ruhî özellikleriyle güzel sıfatlarını anlatmak için kullanılan bir deyim hâline gelmiştir. Bunu biraz daha açmak gerekirse Hilyeler'de Hz. Peygamberin göz ve saç rengi, şekli, boyunun uzunluğu, konuşması, sesinin tonu, belli başlı tavrı, bedeni ve diğer maddî özellikleri, tasvir edilir, anlatılır.

Hilyeler, daha geniş anlam ifâde eden "şemâil"lerden doğmuştur. Şemailler, Hz. Peygamberin vücut yapısını, güzel ahlâkını, hâl ve hareket tarzını, tavır ve davranışlarını, bir bütün hâlinde ele alır ve anlatır. Şemaillere göre Hilyeler'in konuları daha dar olmakla birlikte, her ikisinin de kaynağını hadis kitapları oluşturmaktadır. Gerek Kütüb-i
Sitte'de, gerekse diğer sahih kabul edilen hadis kaynaklarında, konuyla ilgili, bir hayli hadis bulunmaktadır.

Hilye türünün ve Şemail kitaplarının yazılmasına, gelişmesine ve yaygınlaşmasına sebep olan hâdise, Hz. Peygamber'in vefatından kısa bir süre önce kızı Hz. Fatıma: "- Yâ Rasûlellâh! Senin yüzünü bundan sonra göremeyeceğim" diye ağladığında Hz. Peygamber Hz. Ali'yi çağırtmış ve ona: "- Yâ Ali! Hilyemi yaz ki vasıflarımı görmek beni görmek gibidir." buyurmuş olmasıdır.

Hilye-i Şerîfe terkibi Şemâil-i Şerîfe terkibini hatırlatıyorsa da, aslına bakılırsa edebiyattaki Hilyeler, şemaillerden doğmuş, daha sonraları gelişerek, husûsî bir "Edebî tür" hâline gelmişlerdir.

Şemâil, daha geniş kapsamlı olup Hz. Peygamberin vücut yapılarını, güzel ahlâkını, hâl ve hareketlerini, tavır ve davranışlarını bir bütün olarak ele alır ve anlatır. Hilye ise, Şemâil'in bir bölümü olup Hz. Peygamberin dış ve iç vasıflarını yazı ile anlatan bir çeşit fizikî ve ruhî portreleridir.

Hilyeler, Türk İslâm edebiyatı'nda Mevlid, Mi'râciye ve Na'tler gibi çok husûsi bir yer tutarlar. Osmanlı dönemine bakıldığında ise, Hilye türünde bir hayli orijinal (özgün) eserler verilmiştir. Bunlar arasında en yaygını ve isim yapmış olanı, Mehmed Hâkânî Bey (ö. 1015/1608)'in H. 1007 (1598)'de yazılmış olan ve Hüye-i Hâkânî adını taşıyan hilyesidir.

Şemail ve Hilyeler'in esasını, çoğu Hz. Ali, Hz. Âişe, Hz. Hasan'dan, İbn Ebî Hâle, Enes b. Mâlik, Ebû Hüreyre, Ebû Tufeyl… gibi tanınmış ve güvenilir hadis râvîlerinden nakledilen hadisler oluşturur. Bu konuda en sağlam ve muteber kabul edilen kaynak eserin ilki, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ et-Tirmizî (ö. 279/892)'nin eş-Şemâ-ilü'n-Nebeviyye ve Hasâisu'l-Mustafaviyye isimli eseridir. İkinci olarak da Kâdî Ebü'l-Fazl İyâz el-Ya'sûbî (ö. 544/1149)'nin Kitâbü'ş-şifâ fî Ta'rîfi Hukuki'l-Mustafâ adındaki eseridir.

Hilye-i Şerîfe ve Şemâil-i Nebevilere bütün İslâm dünyasında olduğu gibi, müslüman Türk toplumlarında da büyük değer verilmiştir. Gerek Türk Dînî Edebiyatı'nın, gerek Türk yazı san'atının şaheserleri olan Hilye'lerin metin olarak taşıdıkları kudsî anlam etrafında birtakım halk inanç ve gelenekleri doğmuş, Hilye levhalarının evlere bereket, huzur, sa'âdet ve mutluluk getireceğine bulundukları yeri âfetlerden, özellikle de yangınlardan koruyacaklarına inanılmıştır.

Yaklaşık 300 senelik bir maziye sahip olan ve tamamen Osmanlı Türkü'ne has bir san'at ürünü olan Hilye-i Şerîfe, Hilye-i Sa'âdet ve Hilye-i Nebevi terkipleriyle isimlenen Hilye, belli bir plâna göre, şu kısımlardan oluşmaktadır: 1. Baş makam (Besmele), 2. Göbek (Hilye metni), 3. Hilâl 4. Hz. Ebû Bekr'in ismi, 5. Hz. Ömer'in ismi, 6. Hz. Osman'ın ismi, 7. Hz. Ali'nin ismi, 8. Âyet yeri, 9. Etek (Hilye metninin devamı), 10. Koltuk (tezyini motifler), 11. Ara suyu (tezyînî motifler), 12. Kenar suyu (tezyînî motifler).

Hilye-i Şerife yazan başlıca hattatlar şunlardır: Hafız Osman (ö. 1110/1698), İsmail Zühdü (ö. 1806), Mahmûd Ce-lâleddîn (ö. 1829), Mustafa İzzet, Yesârîzâde (ö. 1849), Kazasker Mustafa İzzet (18014876), Mehmed Şefîk (1820-1880), Mehmed Şevki (1829-1887), Bakkal Hacı Arif (ö. 1830-1909), Hasan Rıza (1849-1920), Azîz (1871-1934), Kâmil Akdik (1861-1941), Esma İbret Hanım (XIX. yy.).

Hâkânî Mehmed Beyin Türk edebiyatında açtığı bu çığırı, Çevri Çelebi (ö. 1065/1654) dört İslâm halifesinin (Hulefâ-i Râşidîn) evsâf ve ahlâkını anlatan Hilye-i Çihâr-yâr-ı Güzîn isimli hilyesiyle, Neşâtî Ahmed Dede (ö. 1085/1674) Hihye-ı Enbiyâ adını taşıyan hilyesiyle, Nahîfî Süleyman Efendi (ö. 1738) Hüyetü'l-Envâr isimli mesnevisi ile devam ettirmişlerdir.

Hilye konusunu, Muhtasar Şemâil-i Şerîf yazarı Mehmed Râif Efendinin Şemâil'in ilk babına (Bâb-ı evvel) başlarken söylediği şu sözleri ile, bunu takiben yazdığı şiiriyle bitirelim.
"Mervîdir ki Rasûl-i Ekrem Hazretlerinin beden-i mübârekinde müctemi' mehâsin-i bâtınıyyeye dâl olan mehâsin-i zahire hiç bir ferdin bedeninde müctemi' olmamışdır. Hattâ İmâm Kurtubî rivayet eder ki Nebiyy-i Muhterem Hazretlerinin hüsn-i cemâli tamamen zahir olmamışdır. Eğer cemî'-i mehâsin-i zahirelerinin tamâmı zahir ve nümâyân olsa idi Sahâbe-i Kiram Ona nazar etmeğe takat getiremezlerdi."

Mi'râciyeler
Hz. Peygamber'in hayatının bir bölümünü oluşturan Mi'râc hâdisesi de, Dînî edebiyat konuları arasında yer aldığı gibi, konusu doğrudan dînî olmayan şiirlerde de söz edildiği görülmektedir. Divan ve Mesnevîlerde baş tarafta müstakil Mi'râciyeler olduğu gibi, bazı Mevlid, Hilye ve benzeri eserlerde bir bölüm olarak da görülmektedir. Divanlarda Mi'râciye türünden bir gazel bulunabileceği gibi, hece vezniyle yazılmış Mi'râc İlâleri de bulmak mümkündür.

Yazılış tarihi bilinen en eski Mi'râcnâme, Sultan Çelebi Mehmed (1413-1421 )'e ithaf edilmiş, 556 beyitten oluşan Abdül-Vâsi' Çelebi (ö. 817/1414)'nin Mi'râcnâme'sidir

Çoğulu "ma'âric, ma'ârîc" olan Mi'râc kelimesi, Arapça olup "urûc" kökünden, ism-i âlet ve ism-i mekân olarak: "Yukarı çıkma âleti, merdiven, çıkılacak, yükselecek yer, göğe çıkma, 'urûc, mi'râcu'n-nebî' anlamlarına gelmektedir. Istılah anlamı ise: "Hz. Peygamber'in göğe yükselip çıkması" demektir. Edebiyattaki anlamı da, Arapça "mi'râc kelimesi ile; Farsça mektup anlamına gelen "nâme" kelimesiyle birlikte oluşturulan Mi'râcnâme, veya mi'râc kelimesine nisbet yo'sı getirilerek yapılan Mi'râciye: "Hz. Peygamber'in mi'râcını konu alan, mi'râc hâdisesini anlatan kasîde ve manzumeler."dir.

Mi'râc hâdisesi, Hz. Peygamber'in mîlâdî 621 yılı Receb ayının 27. veya Ramazan ayının 17. gecesi Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'deki Mescid-i Aksa'ya gelmesi; oradan da Sidre-i Müntehâya yükselerek yaptığı yolculuktur. Mekke'den Kudüs'e kadar olan yolculuğa, gece yolculuk yapılması nedeniyle, "İsrâ", Kudüs'ten gökyüzüne, Sidretü'l-müntehâ'ya yapılan yolculuğa da "Mi'râc" denilmektedir.

Edebiyatta, özellikle Dînî edebiyatta Hz. Peygamber'in Mi'râc hâdisesini konu olarak ele alan ve anlatan manzumelere Mi'râciye veya Mi'râcnâme adı verilir. Mi'râciyeler, daha çok Kaside tarzında yazılır. Bu tür şiirleri ezgili ve besteli okuyanlara Mîrâc-hân denir.

İslâmî edebiyatlarda Mi'râc mu'cizesini anlatan birçok şiir ve yazı yazılmış. Öyle ki "Mi'râcnâme" adıyla bilinen mensur ve manzum müstakil eserler ortaya konulmuştur. Konu aynı, anlatımda farklılık göze çarpan bu eserlerde, daha çok menkıbeyi anlatım hâkimdir.
Şâirlerin coşkulu bir söyleyiş ve yer yer didaktik özelliklerle dolu olarak kaleme aldıkları mi'râciyeler, Mi'râc mu'çizesini anlatmaları nedeniyle, çoğu zaman san'atkârâne bir üslûp ile yazılmışlardır. Eski edebiyatta Divan ve mesneviler içinde, Mi'râc'ı anlatan bir bölümün bulundurulması bir gelenek hâline gelmiş, Na't'ler ile medhiyeler arasında mi'râciyelere de yer verilmiştir.

Türk edebiyatında manzum Mi'râciye yazan meşhur şâirlerden birkaçı şunlardır:
Süleyman Nahifi (ö. 1738, 1142 beyit, mesnevi), Ganî-zâde Nâdiri (ö. 1626, 73 beyit), Nev'î-zâde Atâyî (ö. 1635, 84 beyit), Neşâtî (ö. 1634, 53 beyit), Sabit (ö. 1712, 54 beyit), Nazîm (ö. 1726, 81 beyit), Seyyid Vehbî (ö. 1736, 66 beyit), Halimi (ö. 1824, 31 beyit), İzzet Molla (ö. 1829,36 beyit). Bunlardan başka müstakil kitaplar hâlinde yazılmış mi'râcnâmeler de vardır. Melik Bahşî tarafından Uygur harfleriyle kopye edilen (1436) bir Mi'râcnâme (Paris 1882), Seyyid Nizâmed-din Seyfullah (ö. 1601)'ın Mi'râcü'l-Mü'minîn'i (1871), Kerküklü Seyyid Abdüssettâr'ın Mi'râciye Divanı isimli eseri (1910), Cumhuriyet döneminde yazılmış olan (1936) Abdullah Azmi Yaman'ın Mi'râciyesi (1948), bunlardandır.

Mi'râc hâdisesi, her müslüman milletin şâir ve yazarlarına konu olmuş, Arap, İran ve Türk edebiyatlarında, özellikle Anadolu sahasında ve onun dışındaki Türk coğrafyalarında manzum ve mensur eserler yazıldığı gibi, Sıret, Mevlid, Hilye ve Mu'cizâtnâme gibi eserlerde de Mi'râciyeler birer bölüm olarak yer almıştır. Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 855/1451)'in Muhammediye'si, Amasyalı Münîrî Çelebi (ö. 927/1520)'nin Siyer-i Nebisi, Mehmed Rifat'ın Sîre-i Muhammediye'si ve Hacı Hasanoğlu'nun Sîretü'n-Nebisi, Sîret olarak yazılmış birer eser oldukları hâlde, Mi'râc konusunu işleyen örnek eserlerdir.


Değerlendirme Soruları
1.Na’t nedir? Fuzuli’nin Su Kaside’si hakkında bilgi veriniz?
2. Nabi’nin Na’t’ını izah ediniz?
3. Siyerler hakkında bilgi veriniz?
4. Mevlid nedir, Vesiletü’n-necat hakkında bilgi veriniz?
5. Hilyeler hakkında bilgiler veriniz?
6.Mi'râciyeler hakkında bilgiler veriniz?


8. Hafta


TÜRK İSLÂM EDEBİYATINDA DÎNÎ KONULAR ve NAZIM ŞEKİLLERİ
Kırk Hadîs (Hadîs-i Erba'în)
İlk ürününü H. II. yüzyılın ikinci yansında vermeye başlayan Arba'ûn Hadîs (Hadîs-i Erba'în, Kırk Hadîs) türü, müslüman milletlerin hayat felsefesi ve gelişimleri ile genel olarak ilgili ve ona paralel bir gelişme göstererek dînî, didaktik, ahlâkî, sosyal ve edebî hüviyette meydana getirilen yüzlerce Risale ile Arap, İran ve Türk edebiyatlarında etkisi ve alanı geniş, zengin bir Dînî Edebiyat sahası olmuştur. Müslüman milletlerin ahlâk ve edebiyatlarında ortak bir konu olarak işlenen ve yüzyılları içine alan dînî ve dünyevî hayatın her yönüyle teması olan, koruyan, aynı zamanda müellif ve sarihlerin şahsî ve manevî temayüllerini de yer yer yansıtan bu çok verimli edebî kategorinin kuruluş ve gelişmesinin ana sebepleri nelerdir? Önce bunun üzerinde duralım.

Hadîs-i Erba'în yazma geleneğinin doğmasında en başta gelen sebep, Hz. Peygamber'den çeşitli yollarla rivayet edilen şu hadistir: “Ümmetimden her kim hadislerimden kırk hadis beller (ezberler) başkalarına öğretirse Allah onu kıyamet günüfakîhler ve bilginlerle birlikte hasreder." Bu hadis, her ne kadar, bazı değişik ibare ve lâfızlarla rivâyet edilmişse de, asıl manâyı bozacak mâhiyette değildir. Hadisin ilk râvîlerin bazıları şunlardır: Ali b. Ebî Tâlib (ö. 40/660), Mu'âz b. Cebel (ö.18/639), Abdullah b. Mes'ûd (ö.32/ 652), Ebü'd-Derdâ (ö.32/ 652), Ebû Hüreyre (ö.57-59/676-678), Abdullah b. Abbâs (ö.68/687), Abdullah b. Ömer (ö.73/692), Ebû Sa'îd el-Hudrî (ö.74/693), Enes b. Mâlik (ö. 92-93/ 710-711).

Her ne kadar, bazı hadis bilginleri, çeşitli senedleri olmasına rağmen, bu hadisin zayıf olduğunda görüş birliğinde iseler de, Kırk Hadis külliyatının oluşmasında, birinci derecede bu hadis rol oynamış, bir de "kıyamette fakih ve ilim adamlarıyla birlikte haşrolma" va'di dikkate alınarak, bu va'de nail olabilmek için, çeşitli sınıflara mensup kişilerin, Özellikle de edebiyatçıların, mensur veya manzum Hadîs-i Erba'în'ler yazmalarında hareket noktası olmuştur.

Kırk Hadis mecmu'alarının oluşturulmasında, ikinci derecede rol oynayan âmilin 40 adedi olduğu ileri sürülmektedir. Biz, 40 adedi ile ilgili bilgi verirken, tarihte yer alan milletlerde 40 sayısının ne anlama geldiği üzerinde değil, İslâm'da ve müslüman milletlerde 40 rakamının ne ifâde ettiğini, Kur'an'da ve Sünnet'te nasıl geçtiğini açıklamaya çalışacağız.

Kur'an'da "erba'în" kelimesi 4 yerde geçmektedir. Bunlardan ilk üçü Hz. Mûsâ ile ilgili olup, dördüncü olarak geçen "erba'în" kelimesi ise "insanın 40 yaşında olgun hâle geldiğine" işaret ermektedir. Hz. Mûsâ ile ilgili üç âyetten ilki şu anlamdadır: "Mûsâ ile kırk gece için sözleşmiştik, sonra siz, onun ardından buzağıyı (tanrı) edinmişsiniz, (kendinize böylece) zulmediyorsunuz.” İkincisi: "(Allah) buyurdu ki: Orası onlara kırk yıl yasaklandı. O yerde şaşkın şaşkın dolaşacaklar, Sen, yoldan çıkmış o toplum için üzülme.” Üçüncüsü: "Mûsâ ile oluz gece (bana ibâdet etmesi için) sözleştik ve buna on gece daha kattık. Böylece Rabb'inin tayin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı." Dördüncüsü: "Anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. (Ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü. Nihayet (insan) güçlü çağına erip kırk yaşına varınca:'Yâ Rabb'i, dedi, beni, bana ve anama, babama verdiğin nimete şükretmeğe, razı olacağın yararlı işler yapmağa sevk eyle..."

Hadislerde geçen 40 adedine gelince, Abdülkâdir Karahan (1913-2000), İslâm Türk Edebiyatinda Kırk Hadis isimli eserinde, 40 adedi geçen 18 hadisin, kaynaklarını göstererek, metnini veriyor. Kırk sayısını esas alarak Hadîs-i Erba'în kolleksiyonu oluşturanların yanında, yine 40 sayısına istinaden Kur’an'dan 40 âyet seçerek 40 âyetten oluşan risaleler de vücûda getirilmiştir. Okçuzâde Mehmed'in en-Nazmu'l-Mubîn fi'l-Âyâti'l-Erba'în isimli eseri bu tür eserlerin örneklerindendir. Kırk Hadîs mecmu'aları'nın hemen hemen bir çoğunun önsözlerinde 40 sayısı ile ilgili ve ona uygun âyetlerle işaret edilmesi sanki âdet hâline getirilmiştir. Bazı Kırk Hadîs yazarları da, İmâm Nevevî (676/1277)'nin Hadîs-i Erba'în isimli eserine şerh yazan Aliyyü'l-Kârî (ö. 1014/1605) gibi, Önsöz'de, hamd ü sena, salât ü selâm'a 40 ile ilgili âyet ve hadislere işaret ederek başlamakta olduğu görülmektedir.

Allah'ın güzel isimlerinden (el-Esmâü'î-Hüsnâ) 40 isim seçilerek bunların havâssı anlatılırken de 40 adedi kullanılmış, öyle ki Şerhu Havâssı Esmâi'ilâhi'l-Erba'în isimli risaleler bile kaleme alınmıştır. Bunun yanında, ayrıca Hz. Peygamberin 40 yaşında peygamber oluşu, İslâm'ın ilk yıllarında müslümanların sayılarının 40'ı buluşu, Hulefâ-i Râşidîn, özellikle Hz. Ali'nin 40 sözünü bir araya getirerek, Hüseyin b. Seyfeddin el-Herevfnin Terceme-i Çihl Kelâm-ı İmâm Ali gibi, eserler bile yazılmıştır.

40 adedi ile ilgili daha pek çok inanışlar mevcut olmakla beraber, ehl-i tasavvuf arasında çile (çihl, erba'în) çıkarmanın meşakkate dayanma, sabretme, nefsi terbiye ve tasfiye (tasfiye-i nefs) ile bağlantısı bulunduğunu da söylemeliyiz. Germiyanlı Şeyhî (ö. 832/1429'dan sonra) ile, Nev'î (ö. 1007/ 1598)'nin, tasavvufta "erba'în" e işaret eden birer beytini veriyoruz.

Yine tasavvufî bir yanı olan ve dünyanın "manevî idarecileri" olarak kabul edilen ve Ricâlü'l-gayb adı verilen velîlerin de sayılarının 40 olduğu belirtilmektedir. Bir de 40 makamdan söz edilir ki bunlar: "Şerî'at, Tarîkat, Hakikat, Ma'rifet" adı verilen 4 kapı olup, her kapıda onardan 40 makam vardır.

İnsan yaratılacağı sırada, dünyanın dört köşesinden Cebrail'in getirdiği çeşitli topraktan karılmış olan çamurun "40 gün müddetle rahmet yağmuru" ile yoğrulduğu inancı, Fuzûlî (ö. 963/ 1556)'nin Hadîkatü's-su'adâ isimli Maktel'inde belirtildiği gibi, Seyyid Nesîmî (1370-1404) de bir Tevhîd'inde, Hz. Âdem'in yaratılışına işaret ederek, şöyle diyor: Kâf ile nûn'dan yaratdın on sekiz bin âlemi Kudretinden "erba'în" gün'de tamâm oldı cesed Kısaca söylemek gerekirse, İslâm ülkeleri ve diğer milletlerde, İslâm öncesi ve sonrası 40 adedi etrafında inanış ve âdetler geliştirilmiş, eserler yazılmıştır.

Kırk Hadîs toplayıp tasnif etmenin sebeplerinden biri de, Hz. Peygamber'in şefaatine nail olmak, cehennem azabından korunma temayülüdür. Bir çok Kırk Hadis mecmû'alarının önsöz veya giriş kısmında "Men hafıza alâ ümmeti.." hadisinden söz edilirken, Hz. Peygamberin şefaatine nail olma arzu ve iştiyakı, cehennem azabından da kurtulma ümîdi hemen göze çarpar.

Kırk Hadîs'lerin tertibine sebep âmillerden biri de, "hayır duâ almak, rahmetle yâd edilmek" olduğu ileri sürülmektedir. Hadîs-i Erba'in'lerin yine mukaddimelerine bakıldığında, bunların te'lîfine Hz. Peygamberdin şefâ'atine nâıl olma arzusu olduğu gibi, okuyucuların hayır dualarını alma ve rahmette yâdedilme arzuları olduğu da hemen hissedilir.

Kırk Hadis'lerin te'lif sebepleri arasında, Hz. Peygamber'in rûhâniyyetinden istimdâd, sıkıntıları gidermek, geçen boş zamanları telâfî etmek, dîne ve müslüman halka hizmet etmek; önceki yazarların yolunu takibetmek, dostların rica ve arzularını yerine getir mek, hadis ilminde ve edebiyatta "ben de varım" demek; bilginler arasında mevki sahibi olmak, derslerde eserinden faydalanılmak, şahsî görüşlerini eserinde açıklama fırsatını bulmak; birtakım maddî sebepler, ekâbir ve devlet ricaline hoş görünmek, gibi sebepler de sayılmaktadır. Osmanzâde Tâib'in 1120 (1708)'de tercüme ettiği Sıhhat-âbâd isimli Kırk Hadis'ini, Ahmed III'ün 1120 (1708)'de hastalandığı sırada, herkes bir nezirde bulunurken, o da bu eserini (Sıhhat-âbâd) takdim etmesi bu kabildendir.

Kırk Hadîs'ler, şekil olarak, Arap, İran ve Türk edebiyatlarında ya mensur, ya mensûr-manzûm karışık, ya da sâdece manzum olarak kaleme alınmışlardır.
Arap edebiyatında pek fazla manzum Hadîs-i Erba'în'e tesadüf edilmemesine karşılık, Farsça ve özellikle Türk edebiyatında hayli eser verildiğini görüyoruz.

Farsça ve Türkçe manzum Kırk Hadis tercümelerinde kullanılan vezin "aruz", nazım şekilleri, çoğunluğun tercihine göre, şu iki kalıptır: "Fâ'ilâtün / fâ'ilâtün / fâ'ilün"; "Fe'ilâtün / mefâ'ilün / fe'ilün".

Kıt'alar hâlinde manzum "Çihl Hadîs" tercümelerinin en meşhur olanı Farsça'da Abdurrahman Câmî (1414-1492)'nin Terceme-i Erba'în Hadîs'idir. Fakat, müslüman milletlerin hiç birinde, büyük san'atkârlar, Türkçe'de olduğu kadar, manzum Kırk Hadis tercümeleriyle uğraşmamış ve o kadar da bol eser vermemişlerdir. Ali Şîr Nevâî (1441-1501)'den Fuzûlî (ö.963/1556)'ye, Nâbî (ö. 1124/ 1712)-'ye kadar, ileri gelen şâirler, Cami’nin seçtiği Kırk Hadîs'in aynı vezinle ve yine kıt'alar hâlindeki tercümeleri; bunun yanında bir de Hazînî ve Hâkânî gibi usta sanatkârların mesnevi tarzındaki Kırk Hadis tercümeleri, Türkçe'de şekil bakımından Kırk Hadis'lerin hangi alanda daha geniş gelişme ve yayılma imkânlarına sahip olduklarını ortaya koyan belirtilerdir.

Türk edebiyatında Kırk Hadîs türü, her yönden büyük bir gelişme göstermiştir. Tesbit edilebilen 90 kadar Hadîs-i Erba'în içinde Arapça'dan 8; Câmî 'den 6, Kâşifi 'den 2 olmak üzere Farsça'dan 8 (8+8= 16) çevirisi olan Türkçe Kırk Hadis tercümeleri bulunmaktadır.
Bu tür eserler, Osmanlı medreselerinde yardımcı ders niteliği taşıması nedeniyle, daha çok Arapça yazılmışlardır.

Türkçe'de yapılan Kırk Hadis terceme ve derlemelerini yüzyıllara göre şöyle sıralamak mümkündür. Muhammed b. Ali, Nehcü'l-ferâdis (1358, XIV.yy, Orta-Asya edebî Türkçesi ile); Kemâl Ümmî (ö. 1475), Kırk Armağan (XV.yy, terc. 1412); Ali Şîr Nevâî (1441-1601), Hadîs-i Erba'în (XV. yy, Çağatayca).

Kırk Hadis kitaplarının sayıları XVI. yüzyılda 15'den fazladır. Bu yüzyılda, önemli Kırk Hadis yazarları şunlardır: Hazînî (terc. 1524), Usûlî (terc. 1538), Emîr Muhaddis Mukaddes (ö. 1544), Merdümî (ö. 1564), Nev'î (1533-1600), Abdülmecid b. Nasûh (telif. 1570), Âşık Çelebi (telif. 1571), Lâtîfî (ö. 1583), Mecdî (ö. 1587), Âlî (1541-1600)'dir. Bunlardan Fuzûlî, Nev'î, Usûlî, Âlî gibi şâirlerin manzum Kırk Hadis'leri oldukça dikkat çekicidir.

Yapılan tesbite göre, XVII. yüzyılda 13 adet Kırk Hadis derleme ve tercümesi vardır. Türk İslâm edebiyatı açısından en önemlileri ise Hâkânî (ö. 1606), Feyzî (ö. 1614, 2 adet) ve Nâbî 'nin manzum Kırk Hadis'leridir. XVII. yüzyılda, bu alanda, bir duraklama göze çarparsa da, Osmanzâde Tâib (ö. 1724), İsmâil Hakkı Bursevî (1645-1725), Münîf (ö. 1742), Müstakîmzâde Sa'deddîn (ö. 1787) gibi müelliflerin Kırk Hadis'leri oldukça başarılıdır.

XIX. yüzyıla bakıldığında, bu alanda, orijinal kabul edilen birkaç Kırk Hadis karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, atıcılıkla ilgili İbrahim Hanîf’in, ok ve yayla ilgili Abdullah b. İsmail'in, tıpla ilgili Dr. Miralay Hüseyin Remzi'nin derledikleri eserler mevcuttur. Çağımızda, bu geleneği devam ettiren müelliflerimiz ise Ömer Ziyâeddin (bas. 1920), Ahmed Naîm (1979, 3.bas.), A. Hamdi Akseki (bas. 1928), Hasan Basri Çantay (bas. 1958), Hasan Hüsnü Erdem (bas. 1963), Abdülkâdir Karahan (bas. 1977)'dır.

Makteller – Mersiyele
Maktel: Kelime anlamı olarak, Arapça "kt1" kökünden ism-i mekân olup, "katl olunan, öldürülen yer, mahall-i katl, meşhed" demektir. Istılâhî ve edebî anlamı ise, "Hz. Peygamber'in torunu ve Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edilmesi konusunda yazılmış olan eserler"dir.

Mersiye: Kelime anlamı olarak, Arapça "risâ" kökünden mimli masdar olup, "ağlamak, ölenin güzel vasıflarını saymak, onun hakkında şiir söylemek, medh-i mevta" demektir. Istılâhî ve edebî anlamı ise, "Ölmüş bir adamın güzel vasıflarını (evsâf-ı cemile) saymakla, ölümünden dolayı üzüntü ve teessüfü içeren şiir veya bu konuda söylenmiş olan nutuk (sagu); bu maksatla yazılmış olan manzumeler"dir.

Muhammed Rifat (1851-1907)'a göre Mersiye: "Vefat edenlere ibrâz-ı teessür sadedinde yazılan Kasidelere Mersiye denir ki, yalınız "Mersiye" ta'biri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn haklarında söylenenlere mahsûs olduğundan, diğerleri için söylenen mersiyelere ismine izafetle "Felân hakkında Mersiye" denilmesi lâzımdır." Bir ölünün cenazesi veya mezarı başında mersiye okuyan ve söyleyene de, vasf-ı terkîbî olarak "Mersiye-hân" denilmektedir. Bir başka deyişle, Muharrem ayında tekkelerde ve diğer münâsip yerlerde Kerbelâ şehidleri (Şühedâ-i Kerbelâ) için mersiye okuyana da "Mersiye-hân" denir.

Makteller, hem manzum, hem de mensur olarak yazılmıştır. Manzum olanlar Kaside, Gazel, Mesnevi, Terkib-i bend, Tercî'-i bend gibi nazım şekilleriyle yazılmıştır. Manzum-mensur karışık tarzda yazılmış olanları da vardır. Lirik-didaktik bir anlatım ve trajik bir üslûba sahip olan makteller, genel olarak, bir toplantıda dramatik bir şekilde okunur. En çok okunan Maktel, özellikle Muharrem ayının onunda, 10 gün süresince Bektâşiler tarafından okunan Fuzûlî’nin, en güzel Maktel Örneği olan, Hadikatü's-Su'adâ isimli maktelidir. Maktellerin okunduğu meclislere İran'da Meclis-i Ravza-hânî, dramatikal biçimde okuyanlara da Ravze-hâni (Rûze-hâni) denilmektedir.

Maktellerin dili oldukça sâdedir. Bunların yazarları, genelde, Şeyh veya tarîkat mensubu olduklarından, bir bakıma Şî'î propogandası hüviyetini taşır. Maktel, konu olarak, İslâm edebiyatında, ilk olarak Arap yazarları tarafından ele alınmış ve işlenmiştir. Ebû Mihnef (ö. 774), Kitâbü Makteli Hüseyn, İsfahânî (ö. 966) Makâüilü’t-tâlibîn gibi… İran edebiyatında en önemli kabul edilen Maktel, Hüseyin Vâ'iz Kâşifi (ö. 1505)'nin Ravzatü'ş-şühedâ isimli eseridir.

Eserin tertibi 10 bâb ve hatime üzere olduğundan, daha sonra yazılmış olan maktellerde bu eser, örnek alınmıştır. Ravzatü'ş-şühedâ, Gelibolulu Câmî (-i Rûmî veya Mısrî) tarafından sâde bir dil ile Sa'âdet-nâme adıyla tercüme edilerek Kânûnî Sultan Süleyman'a ithaf edilmiştir. Fuzûlî'nin Hadikatü's-Su'adâ (telif: 1549-52) isimli Maktel'i de, Hüseyin Vâ'iz Kâşifî’nin eseri örnek alınarakyazılmıştır. Ancak, samîmi üslûbu ve akıcılığı yönünden, Kâşifî’nin eserinden daha üstün kabul edilmektedir.

On bölümden oluşan Hadîkatü's-Su'adâ, özellikle Bektâşîler ve Anadolu yürükleri arasında adetâ bir kutsal kitap gibi kabul edilir ve okunur. XIV. yüzyıldan sonra yazılan en önemli makteller, Kastamonulu Sadî'nin Destân-ı Maktel-i Hüseyin'i (telif: 1362), Lâmi'î Çelebi'nin manzum Maktel-i Âl-i Resulü'dür. Makteller-Mersiyeter konusunu, Mustafa İsen'in Acıyı Bal Eylemek-Türk Edebiyatında Mersiye isimli eserinden alıntılar yaparak bitiriyoruz.

"Ölüm, insanlığın hep gündeminde yer alan korkulu ve saygılı bir kavram olagelmiştir. İnsan varlığının karşılaşabileceği en dramatik sahnelerden biri olan bu hâdise karşısında insanoğlu başlangıçtan beri tepkisiz kalmamış, olumlu yada olumsuz bir tavır alarak bazı sorular sorma ihtiyacını hissetmiş, bunlara cevaplar aramıştır. En ilkel topluluklardan en gelişmişine kadar yaşayan bir şeyin, bir anda ortalıktan çekilivermesi kolay kabullenilecek bir iş değildir. Bu nedenledir ki böyle bir manzara karşısında, çağlar boyunca, insanlar, formu ve şekli değişmekle birlikte, gamlı ve yaslı hâllerine tercüman olacak, dile getirecek şeyler söyleme ihtiyacı duymuşlar ve bu özellikleri onların değişmeyen yanlarından biri olarak kalmıştır. Bu tavır ve davranışın edebî dildeki ifâdesi ve adı Mersiye, Ağıt veya Tazarru'lardır.

Dînî-Tasavvufî edebiyatımızda, özellikle de Alevî-Bektâşî edebiyatında Ehl-i Beyt sevgisini ve Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da maruz kaldığı üzücü hâdiseyi dile getiren şiirlere de Mersiye, Kerbelâ Mersiyesi, Âl-i Abâ Mersiyesi isimleri verilmiştir."

Kısas-ıEnbiyâlar
Kısas-ı Enbiyâ: İki kelimeden oluşan bir izafet tamlaması olup Kıssa: Kelime yapısı itibariyle Arapça olup "kss" kökünden gelmektedir ki "Nakl olunan sahîh veya uydurma vak'a, hikâye, rivayet, ser-güzeşt" anlamlarına gelmektedir, Yûsuf (a.) Kıssası (Kıssa-i Yûsuf), meşhur Ferhâd u Şîrîn kıssası gibi. Bütün hikâyelerin bi-hakkın en güzeli olan Hz. Yûsuf un hikâyesi'dir ki Kur’an'da bu hikâye, "hikâyelerin en güzeli ve doğrusu" anlamına "Ahsenü'l-Kasas" diye adlandırılmıştır. Terkibin ikinci kelimesi olan Enbiyâ: Nebî kelimesinin çoğulu olup "peygamberler" anlamına gelmektedir. Buna göre, Kısas-ı Enbiyâ terkibinin anlamı: "Peygamber kıssaları, peygamberlerin hayat, menkıbe ve kutsal kişiliklerini anlatan kitap" demektir. Bu kıssa ve hikâyeleri nakleden, rivayet edip anlatana "Kıssa-hân" denir.

İslâm edebiyatları içinde yer alan bütün Kısas-ı Enbiyâların ilk kaynağı Kur'an'dır. Aynı konuların, bazı detay farklılıklarıyla, Tevrat ve İncil 'de yer almış olması, kıssaların doğruluk derecelerini artırır. Ne yazık ki, bazı tarih kitapları gibi, Kısas-ı Enbiyâ'lar da İsrâiliyyât'la doludur. Bir de İslâm'ın yaygın olduğu bölgelerde yaşayan halkın İslâm öncesi inançlarından kalma hurafe ve efsâneleri de büyük ölçüde yanılgılara sebep olmuştur.

Kur'an'da âyetlerle doğrulanıp açıklanan kıssalardan birçoğu, Âdem (Âdem-Havvâ, Âdem-oğulları, Hâbil-Kâbil v.b.); Nûh (Nûh-Eşi, Nûh-gemi, Nûh-oğlu, Nûh-Tûfân v.b.); Yûsuf (Ya'kûb-Yûsuf, Yûsuf-rû-yâ, Yûsuf-Zelîhâ, Yûsuf-kardeşleri v.b.); Mûsâ (Mûsâ-Firavn, Mûsâ-Hârun, Mûsâ-İsrâiloğulları, Mûsâ-Hızır v.b.); Süleyman (Süleyman-yüzük, Süleyman-Belkıs, Süleyman-karınca, Süleyman-Hüdhüd v.b.) ve İsâ (Meryem-İsâ, göğe çekilme v.b.) peygamberlere aittir.

Bunlardan başka, bazı peygamberlerin de (İdrîs, Üzeyr, Hûd, Salih, İbrahim, İsmail, Lût, İshâk, Eyyüb, Şu'ayb, Dâvûd, Yûnus, Zekeriyâ, Yahya) en az birer yönleriyle, kıssaları Kur'an'da anlatılır. Peygamberlikleri şüpheli olan Zül'l-Karneyn, Zü'l-Kifl, Lokman gibi kişiler ile Kâ'be'nin inşâı, Ashâb-ı Kehf, Fil vak'ası yanında Hz. Peygamberin Mi'râc, hicret, savaşları ve diğer olaylar da kıssa şeklinde anlatılmaktadır.

İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren peygamber kıssaları ile ilgili bilgiler, birçok dînî-didaktik eserler ile tefsirlerde bölümler hâlinde yer almışsa da, ilk müstakil Kısas-ı Enbiya, Arapça olarak IX. yüzyılda Kısâî’nin yazdığı eserdir. Kitâbu Kısası'l-Enbiyâ adını taşıyan bu didaktik eserde kıssalar anlatılırken, ahlâkî öğütlere elverişli olanları seçilmiştir. Bu alanda yazılan ikinci eser, daha çok Sa'lebî diye tanınan Ebû İshâk Ahmed b. Muhammed b. İbrahim (ö. 427/1035)'in Kısasu'l-Enbiyâ (Arâisü'l-Mecâlis) (Mısır 1374/ 1954) isimli eseridir. Bu eser, Sa'lebî'nin el-Keşfü ve'l-Beyân an Tefsîri'l-Kur'ân isimli tefsirinden derleme ve genişletmek suretiyle meydana getirilmiştir.

Sa'lebî'nin çeşitli dînî bilgi ve şiirlerle zenginleştirilen bu eser, ilk olarak XIÖ. yüzyılda, kimliği bilinemeyen biri tarafından Aydınoğlu Mehmed Bey adına; sonra da Mehmed b. Çerkez tarafından (İstanbul 1865) Anadolu Türkçesine; Muhammed Amr b. Abdullah Ya'kûbî tarafından da Kazan Türkçesi'ne (Kazan 1903) çevrilmiştir. İslâm dünyasında daha sonra yazılmış olan birçok Kısas-ı Enbiyâ, ya Kisâî'nin veya Sa'lebî'nin eserlerinden faydalanılarak kaleme alınmıştır.

Türkçe yazılmış olan Kısas-ı Enbiyâ'lar arasında önemli olan iki eser vardır. Birisi Râbgûzî Nâsıruddîn (XIII.y. sonu-XIV.y. başı)'nin Kısas-ı Râbgûzî (Kısasü’l-enbiyâ-yı Râbgûzî) isimli eseridir. Bu eser, yeni müslüman olmuş olan Moğol emirlerinden Nâsıruddîn Tokbuğa'nın isteği üzerine yazılmıştır (telif: 710/1311). Eserde yer alan 72 kıssanın kaynağı, çoğunlukla, Kur'an'dır. Kıssalarla ilgili geniş bilgi, Araisü'l-Mecâlis veya başka dînî kaynaklardan alınmıştır. Sâde ve akıcı bir dil ile yazılmış olan Kısas-ı Râbgûzî, kimine göre, Oğuz unsurlarının sızdığı Harezm lehçesi, kimine göre de, Çağatay lehçesinin ilk dönemlerine âit bir eserdir. İlminsky tarafından, bir araştırma ile birlikte, yayınlanmıştır (Kazan 1859).

Günümüz Türkçesiyle yazılmış Kısas-ı Enbiyâ'lar arasında en Önemli, sâde ve güzel olan Kısas-ı Enbiyâ, Ahmed Cevdet Paşa'nm 12 cüzden oluşan Kısas-t Enbiyâ vetevârîh-i Hulefâ isimli eseridir.

Kısas-ı Enbiyâ'lar arasında sâdece bir peygamberin kıssalarını anlatan eserler de vardır. Özellikle Yûsuf *a.) ile Süleyman (a.) hakkında yazılan bu tür eserlerin edebî yönleri daha ağır basar. Son zamanlarda, daha çok, çocuklara yönelik, resimli ve hikâye anlatımı hâkim olan Kısas-ı Enbiyâ'lar yayınlanmış bulunmaktadır.

Tezkiretü'l-Evliyâlar
Türk İslâm Edebiyatı konulan arasında yer alan türlerden biri de Tezkiretü'l-Evliyâ'lardır. Allah dostlarının (evliyâu'llâh) hâl tercümelerinden, biyografik hayatlarından ve menkıbelerinden bahseden eserlere Tezkiretü'l-Evliya adı verilmiştir. Bu konuda ilk akla gelen Tezkire, hiç şüphesiz, İran mutasavvıf ve şâirlerinden Ferîdüddîn-i Attâr’ın 1219'da yazdığı Tezkiretü'l-Evliyâ isimli eseridir.

Ferîdüddîn-i Attâr'ın yegâne mensur eseri olan Tezkiretü'l-Evliyâ'da, Sûfîlerin biyografileri, menkıbeleri, kıssaları anlatılmaktadır. Evliya menkıbeleri açısından en zengin ve önemli eserlerden biridir. Bundan önce, bu vâdîde Sülemî, Tabakâtu's-Sûfiyye; Ebû Nu'aym, Hilyetü'l-Ev-liyâ isimli eserlerini yazmışlarsa da, Attâr'ın Tezkiresi Anadolu sahasında, özellikle de Sûfî çevrelerinde fazlaca ilgi görmüştür. Attâr'ın bu eseriyle Tabakât kitapları alanında yeni bir çığır açılmış, daha sonra bu çığır takıbedilmiştir. Sülemî ve Ebû Nu'aym'ın tezkirelerinde yer almayan pek çok menkıbe Attâr'ın eserinde bulunmaktadır.

Ferîdüddîn-i Attâr'ın Tezkiresi çok okunmuş, çok istinsah edilmiş bir eser olduğundan, yazmaları da oldukça çoktur. Uygur harfleriyle yapılan bir tercümesi Paris Millî Kütüphanesi (National Bibliothèque), nu: 100'de kayıtlıdır Aynı nüshanın Arap harfleriyle olan tercümesi ise Fâtih-Millet Ktp. nu; 2828'de kayıtlı olup, bu tercüme üzerinde Verdi Kankılıç tarafından Uygurca Tezkiretü'l-Evliya Tercümesi (1972) adında bir Doktora çalışması yapılmıştır.

Tezkire'nin Fransızca tercümesi Uygurca tercümesi ile birlikte Pavet de Courneille tarafından 1886'da Paris'te yayınlanmıştır. Tezkiretü'l-Evliyâ Sinan Paşa (Sinânüddîn Yûsuf b. Hızır Hasan Paşa) (ö. 1486) ve Ali Rızâ Karahisârî tarafından Anadolu Türkçesi ile tercüme edilmiştir. Her iki tercümenin de Süleymaniye Kütüphanesinde bir hayli yazmaları vardır. Tezkire'nin asıl metni 72 bölüm olmakla beraber, bazı yazmalarda ilâveler görülmektedir. "Mülhakât-ı Tezkiretü'l-Evliyâ" ve "Zikr-i Muahhirân" adı verilen bu ilâvelerin Ferîdüddîn-i Attâr tarafından yapılıp-yapılmadığı konusunda tereddütler vardır.

Tasavvuf tarihi açısından çok önemli, tasavvufî hayatın gelişmesini tesbit etme açısından önem arzeden bu eserin ilk tenkitli yayımı R. Nicholson tarafından 1907'de Leyden'de gerçekleşmiştir. Eserin başında Mirza Muhammed Kazvînî'nin uzunca bir Önsöz'ü bulunmaktadır. Hindistan'da birkaç baskısı yapılan Tezkire, Mirza Muhammed Kazvînî tarafından İran'da yayımlanmıştır. Türkiye'de son olarak Tezkiretü'l-Evliyâ adıyla Süleyman Uludağ tarafından uzun bir Önsöz, yazarın hayatı, eserleri, fikirleri ve eserin tercüme ve baskılarını ele alan bir çalışma ile birlikte basılmıştır (1984).

Değerlendirme Soruları
1. Kırk Hadîs nedir? Kırk hadislerin ortaya çıkış amilleri nelerdir?
2. Makteller – Mersiyeler hakkında bilgiler veriniz?
3. Kısas-ı Enbiyâlar hakkında bilgi vererek, A.Cevdet Paşanın eseri hakkında bilgi veriniz?
4. Tezkiretü'l-Evliyâlar hakkında bilgiler vererek bu tür içinde öne çıkmış olan eserleri belirtiniz?

9. Hafta

9. Menâkıbnâmeler
İslâm edebiyatlarında bir velînin, Allah dostunun hayatı etrafında oluşmuş olan menkıbe, ya da kerametleri anlatan dînî-tasavvufî eserlere Menâkıbnâme denilmektedir.

İslâm dünyasında yakın zamana kadar insanın kemâl ve hünerlerinden bahseden bir hayli kitap (hagiografie) yazılmıştır. Bunlar arasında ise en çok dikkat çeken Menâkıbnâmelerdir. Başlangıçtan itibaren iki tür menâkıbnâme yazılmıştır. Birincisi, dînî kahramanların, din uğruna savaşanların biyografik hayatları, maceraları, olağanüstü kuvvetlerden söz eden, Dânişmendnâme ve Battâlnâme gibi, destânî ve hamasî menâkıbnâmeler. İkincisi, zühd ve takvâsıyla şöhret bulmuş velîlerden (saint) bahseden menâkıbnâmeler. Menâkıbnâmeleri, işlenen konular itibariyle, üç kısma ayırmak mümkündür. 1. İbrahim Edhem (ö.161 /778) gibi aşın derecede zühd ve takva sahibi olanlar. 2. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273) gibi tarikat kurucusu olanlar. 3. Bedreddin Simâvî (ö.823/1420) gibi zühd ve takva adı altında siyâsî bir akımın savunucusu olanlar.

Menâkıbnâmelerin daha çok Tekke edebiyatı etrafında gelişmesi ve halka yönelik olması nedeniyle bu tür eserlerde sâde ve yalın bir dil kullanılmasına sebep olmuştur. Menâkıbnâmelerin diğer edebî eserlerden ayrılan yanları, te'lif veya derleme olsun, çoğunlukla kısa bölümler hâlinde tertip edilmiş, şekil, içerik, dil ve üslûp yönündendir. Halk zihninde iyice yer etmiş olan keramet nevinden olağanüstü olayların değişik tip ve zümrelere maledilmesiyle yer yer anonim birer nitelik kazandıkları menâkıbnâmelerin bir kısmı, olduğu gibi, tarihî gerçeklere uygunluk gösteren kronolojik eserlerdir. Konu edinilen velîler hakkında en güvenilir kaynak olan bu tür menâkıbnâmeler, rastgele derlenmiş menâkıbnâmelerden çok daha değerli kültür eserleridir. Bunlardan pek çoğunda, meşhur tekke şâirlerinin şiirlerine yer verilmiştir.

Tasavvufî akımların IX. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlamış olması nedeniyle yaygınlaşan menkıbelerin ilk örnekleri, büyük velîlerin yaşadıkları bölgelerde yazılmış olan tarih kitaplarında görülür. Tabakât kitaplarının yazılmaya başlandığı X. yüzyılda çeşitli Tasavvufî eserlerde menkıbelere oldukça geniş yer verilmiştir. Sülemî'nin Tabakâtu's-sûfiyye'si, Ebü'l-Kâsım Abdülkerim b. Hevâzin el-Kuşeyrî (ö.465/1703)'nin er-Risâle fî İlmi't-Tasavvufu, Ebû Nu'aym'ın Hüyetü'î-Evliyâ'sı, Ali b. Osman b. Ebû Ali Cüllâbî Hucviri (ö.470/1077)'nin Keşfü'l-Mahcûb'u, bu yönüyle, önemli eserlerdir.

İlk müstakil Menâkıbnâmelerin ortaya çıkışı XI. yüzyılda görülür. Arap edebiyatında görülen bu tür çalışmaların yoğunluğu, büyük velîler ile çevrelerindekilerin menkıbelerini didaktik bir içerik ve muhteva ile anlatır. Devhatü's-Safâ, Esrâru't-Tevhîd fî Makâmâti'ş-Şeyh Ebî Sa'îd bu türün örnekleridir. Bundan sonra, çerçeve daha da genişlediğinden, tarikat içinde önemli bir yeri olan her velî için menâkıbnâmeler yazılmaya başlanmıştır. Hele XIII. yüzyıldan sonra, İslâm dünyasının hemen her yerinde kuvvetli bir Menâkıbnâme edebiyatının ortaya çıktığı görülür. Arapça menâkıbnâmelerin yanında Farsça ve Türkçe olarak da menâkıbnâmeler yazılmıştır. Farsça olan menâkıbnâmelerde velîlerin hayat hikâyelerinin kısmen halk arasında oluşan rivayetler, kısmen de yazarların ilaveleriyle hacimleri büyütülmüştür. Menâkıbnâmeler, yazıldıkları dönemlerin bir bakıma dînî, siyâsî, psikolojik ve sosyal panoraması niteliğini taşır. Menâkıbnâmeler Hıristiyan edebiyatlarında
da önemli bir yer tutmuş ve XIX. yüzyıldan itibaren Avrupalı bilginler, bu tür batılı eserleri dînî, tarihî ve sosyolojik açıdan araştırmaya ve incelemeye başlamışlardır.

Menâkıbnâme geleneği Türkler arasında oldukça yaygındır. Karahanlı Devleti'nin ilk hükümdarı Satuk Buğra Han (Ebû Ali Hasan b. Arslan)'nm kişiliği etrafında yazılmış olan Tezkire-i Satuk Buğra Han (telifi: XI. yy. sonu)'dan itibaren Türk toplumlarında oldukça rağbet gören Alp-Eren hikâyeleri menkıbevî bir üslupla anlatılmıştır. İslâm'ı, daha çok tasavvuf yoluyla öğrenen ve yaşayan Orta-Asya Türkleri arasında Samanların ve Budist azizlerin gösterdikleri olağanüstü hâllerin hâlâ canlılıklarını korumuş olmaları menâkıbnâmeler için yeterli ortamı hazırlıyordu. Bu nedenledir ki, Orta-Asya'da ilk Türk tarikatı olan Yeseviyye tarikatını kuran "Pîr-i Türkistan" Ahmet Yesevî’nin menkıbeleri, bütün Türkler arasında kolayca yayılmıştı.

Gerek Selçuklular, gerekse Moğollardan kaçıp Anadolu'ya gelen İran asıllı mutasavvıflar arasında sözlü bir gelenek hâlinde gelişen menkıbeler, XIII. yüzyıldan sonra Anadolu’da canlanan tasavvufî hayatın da etkisiyle, sözlü menkıbeler yazıya geçirilmeye başlanmış, ancak, bu dönemde yazılan menâkıbnâmelerin çoğu Farsça olarak yazılmıştır. Bunun da sebebi, İran edebiyatının ve edebiyat dilinin Farsça olmasıdır. XIV.yüzyılda Abdalân-ı Rûm adı verilen savaşçı dervişlerin etkileri sâdece tarikat çevrelerinde değil, halkda ve asker arasında da geniş yankılar uyandırmıştı. XV.yüzyıl ve ondan sonra menâkıbnâme türü Osmanlı sahasında büyük bir gelişme gösterdi ve tekke ve zaviyelerin kapatılmalarına kadar yaygın bir şekilde devam etti.

Türk edebiyatında 100'den fazla menâkıbnâme kaleme alınmıştır. Bunlardan çoğu, edebiyat tarihi için de en iyi kaynak özelliği taşırlar. Bu eserler, muhteva olarak, Sâkıb Mustafa Dede'nin Sefîne-i Nefse fi'l-Menâktbı'l-Mevleviyye (Mısır 1866, III c.); Yusuf Sinan'ın Silsile-i Tarîkat-ı Sünbüliyye (Sül. Ktp. Halet Ef. Bl. nr. 264/2; Es'ad Ef. Bl. nr. 1372); Ebû Rıdvan Sâdık Vicdânî'nin Tomar-ı Turuk-ı Aliyye (İstanbul 1920-22, III c.) gibi, bir tarikata âit olurlar, ya da Müstakîmzâde Sa'deddîn'in Menâkıb-ı İmâm-ı A'zam (Sül. Ktp., Bağdadlı Vehbi Bl. nr. 1248, Es'ad Ef. Bl., nr. 2420/1, Pertev Paşa Bl., nr. 611/7); Şevkî-i Kadîm'in Menâkıb-ı Emîr Sultân (Sül. Ktp. Pertev Paşa Bl., nr. 265, Hasan Paşa Bl., nr. 831); Abdurrazzâk'ın Menâkıb-ı Şeyh Vefâ (Sül. Ktp., Es'ad Ef. Bl., nr. 3622/11); Şeyh Enîsî'nin Menâkıb-ı Akşemseddin (İstanbul 1972) gibi bir velîyi konu edinirler. Ancak, XIII. ve XIV.yüzyıllarda yazılmış olan Türk edebiyatındaki Mevlânâ ve silsilesi için Sipehsâlâr Mecdüddîn Feridun'un Menâkıb-ı Sipehsâlâr Mecdüddîn Feridun (terc. Mehmed Reşid Çelebi)(Millet Ktp., Emîrî, şer'iye nr.1118, Ankara-Genel Ktp., nr. 104); Ahmed Eflâkî Dede (ö.1360)'nin Menâkıbü'i-Ârifîn (tere. Tahsin Yazıcı, 1953-54) (İstanbul 1873,1953, Ankara 1976, II c.) gibi menâkıbnâmeler, özellikle Farsça yazılmıştır.

Türk edebiyatında manzum menâkıbnâmeler de oldukça önemlidir. Sünbül Sinan ve silsilesi için Muhammed Kayyimzâde ve Kürkçüzâde'nin Silsiletü'n-Nûr'u. (Sül. Ktp., Lala İsmail Bl. nr. 153); Lokmânî Dede'nin Menâkıb-ı Mevlânâ'sı (Sül. Ktp., Halet Ef. Bl. Ek nr. 48, Millet Ktp., Emîrî manzum, nr. 1319); Derviş Ahmed'in Me-nânâkıbnâme-i Kemâl Ümmî'si (Millet Ktp., Emîrî manzum, nr. 1184) manzum menâkıbnâme örnekleridir.
Türk edebiyatında, yazarı bilinmeyen Menâkıb-ı Abdülkâdir-i Geylânî (Sül. Ktp., Es'ad Ef. Bl., nr. 2426); Menâkıb-ı Seyyid Ahmed er-Rifâ'î (Sül. Ktp., Hacı Mahmud Bl., nr. 4658,5631); Velâyetnâme (1958) gibi önemli menâkıbnâmeler de vardır.

Örnek:
Müellifi Bilinmeyen "Ebû Eyyûb el-Ensârî Menâkıbından;:
Ebû Eyyûb Ensârî 'aleyhi rahmetu'l-bârî hazretleri diyâr-ı Rûm'a gelmesi ve bu fânî dünyâdan bakî ahiret sarayına intikalleri bu veçhile olmuşdur ki, ashâb-ı kiram rıdvânu'llâhi te'âlâ 'aleyhim ecma'în, Kostantin'e gazâ içün sefer itdiler. Ebî Eyyûb Ensârî radiya'llâhu te'âlâ 'anhu anlar ile bile idi. Ol gazada Yezîdü'bnü Mu'âviye ser-'asker idi.

Amma Ebû Eyyûb Ensârî radiya'llâhu 'anhu Kostantiniyye kurbına geldikde, bi-emrillâhi te'âlâ ol zühre-i dîne zahîr zahmeti 'ânz olup mizâc-ı şeriflerinde tamâm za'f ü ihtilâl müşahede eyledikde, ashaba hitâb edip dediler ki: benden Müslimîne selâm edin, eğer ben fevt olursam beni gâzîler atları ayağı altına defn edesiz deyi belki guzât-ı müslimîn küffâr-ı a'dâ-i dîne karşu saf bağlayıp durdukları yerde ve beni bu arada koman deyi vasiyyet eyledi. Ba'dehu Kostantiniyye'ye geldiler. Nice zaman 'adüvv karşısında oldılar.

Sonra emru'llâh erişip bu dâr-ı 'anadan ol dâr-ı safâya rihlet eylediler (Allah onun ruhunu canlı tutsun ve kevser şarabını onun içeceği kılsın). Ashâb-ı güzîn ve guzât-ı müslimîn, nihayet mertebe hazîn ve mütefecci'în olup, âhir ol şehîd-i saîdin vasiyyetin yerine getirip, gece ile burada defn eylediler. Küffâr karşıdan guzâtın ıztırâbın ve perişanlığın görüp sabah olıcak, bu gice size ne oldu, muhkem ıztırâbınız var idi deyi suâl eylediler. Guzât bir miktar cevâbında tereddüd edip âhir "Kurtuluş, doğruyu söylemektedir" masdûkı mucibince vâki' olanı beyân eylediler. Kâfirler eyitdiler: korkmazmısınız siz gitdikden sonra biz ona hakaret ederiz. Guzât-ı müslimîn cevâb verip buyurdular ki: biz dahi Beyti'l-Mukaddes'de ve şâir mevâdî'de medfûn olan mevtalarınızı yakarız dediler. Ba'dehu gâzîler gitdikden sonra ol kefere-i fecere begi 'adüvv-i dîn ol rûh-ı musavverin kalıb-ı mu'attarlarına kasd edicek, ba'zı 'alâmetler zahir olup, umûr-ı garibe âşîkâre olıcak, küffâr-ı füccârın endamlarına lerze düşüp cân-ı habisleri başlarına sıçrayıp 'ale'l-'acele mazca'-ı münevveresi üzerine binâ ihdas eyleyip, dört dâne kandîl asdılar. Hattâ kefere mesâlih-i mühimmatlarında dâima istimdâd ederler idi. Şârih-i 'Aynî rivayet eyler ki, ol ser-çeşme-i dînün mübarek kademi altında vâki' olan ayazma suyundan istişfâ edip şifâ bulurlar idi ve gayet ta'zîm ve tekrîm eylerler idi. Hattâ teberrüken aksâ-yı Frengistan'a armağan olarak gönderirler idi ve kaçan kahtlık olsa, ravza-i mutahharası üzerinde istiskâ ederler idi. Hak sübhânehu ve te'âlâ celle celâluhu bunlara yağmur virür idi.

Ramazâniyeler
Ramazan, kamerî ayların dokuzuncuyudur. Kamerî aylar: 1. Muharrem, 2. Safer, 3. Rebî'u'l-evvel, 4. Rebî'u'l-âhir, 5. Cemâziye'i-ev-vel, 6. Cemâziye'l-âhir, 7. Receb, 8. Şa'bân, 9. Ramazan, 10. Şevval, 11. Zi'l-ka'de, 12. Zi'l-hicce'dir. Ramazan ayı, müslümanlar nazarında en değerli ve mübarek bir aydır. Çünkü Kur’ân-ı Kerim bu ayda nazil olmaya başlamıştır. Müslümanlara da bu ayda, Ramazan ayında oruç tutmaları farz kılınmış ve emredilmiştir. En değerli gecelerden Kadir Gecesi bu aydadır. Orucu açmaya iftar, yatsı namazından sonra kılınan 20 rekat namaza teravih, gece kalkıp yenilen yemeğe sahur, oruca başlamaya imsak denmektedir. Bereket, rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazan, İslâm âleminde büyük bir saygı ile karşılanır.

Ramazan ve Ramazan ayı hakkında verilen bu kısa bilgiden sonra, edebiyatımızda Ramazan ve Ramazâniyelere geçiyoruz.
Kasidelerin giriş (nesîb, teşbîb) bölümünde Ramazandan bahsediliyorsa buna Ramazâniye adı verilmiştir. Bir başka deyişle Divan edebiyatı şâirlerinin Ramazan ayının gelişini tebrik için yazdıkları ve devlet büyüklerine takdim ettikleri kasidelere verilen isimdir. Bu maksatla yazılmış olan kasidelerin giriş bölümünde Ramazan ayından söz edilir. Kasidenin nesîb adı verilen bu bölümünde Ramazan ayının özellikleri, çeşitli faziletleri üzerinde durulur. Ramazâniye-lerin beyit sayıları değişmekle birlikte 10-15 beyit içinde konu ile ilgili âyet ve hadislerin anlamları zikredilir.

Türk şiirine gelinceye kadar Arap ve İran edebiyatlarında, çeşitli örnekleriyle karşılaştığımız dînî şiirlerin nicelik ve nitelikleri bakımından gözardı edilemeyecek kadar çok olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Şiirimizde Tevhîd, Münâcât ve Na'tler kadar olmasa da Ramazan ayı ve bu ayda yerine getirilen farz bir ibâdet olan Oruçla ilgili edebî metinler azımsanamayacak derecededir. Öyle ki deyimlerimizden günlük konuşmalarımıza, şiirimizden mûsikîmize kadar kültürümüzün hemen her alanında Ramazan ayı ve oruçla ilgili unsurlarla, kırıntılarla karşılaşırız. Ramazan münâsebetiyle toplum hayatındaki değişmeler o kadar renkli ve çeşitlidir ki Ahmet Süheyl Ünver (1898-1986), bütün bu gelenekleri Ramazan Medeniyeti olarak nitelendirmektedir.
Bu renklilik ve çeşitlilikle birlikte bu geleneği yaşatan ruh, klâsik şiirimizden tekke şiirine, mânî, türkü gibi anonim ürünlerden çağdaş edebiyatımıza uzanan kapsamlı ve geniş bir Ramazan Edebiyatı'nın doğmasına sebep olmuştur.

İslâm'ın beş şartı, hepsi bir arada veya ayrı ayrı olmak üzere manzum ve mensur eserlerde ele alınmış ve işlenmiştir. Ramazan ayı ve oruç tutmanın fazîletleriyle ilgili dînî-didaktik nitelikte yazılan eserlerin varlığı bilinmektedir. Mesneviyi nazmen dilimize çeviren Divan şâiri Süleyman Nahîfî (ö.1738)'nin Fazîlet-i Savm (Zuh-ru'l-Âhire) isimli mesnevisi bu niteliktedir. Devletoğlu Yûsuf un Kitâbü'l-beyân'h Hatiboğlu'nun Bahru'l-Hakâyık'ı, İbrahim Tennuri’nin Gülzâr-ı Ma'nevîsi, Nâbî'nin Hayriyye-i Nâbî'si de bu kabil eserlerdendir.

Bunlardan başka bir de Divan edebiyatında asıl edebî mâhiyet arzeden Ramazâniye'lerden de söz etmek gerekir. İlk örneklerini XV.yüzyıldan itibaren görmeye başladığımız Ramazâniye'ler'in XVIII. yüzyılda sayı olarak oldukça kabarık dînî-manzum bir tür oluşturacak boyutlara ulaştığını görüyoruz. Edebiyatımızda Ramazâniye denilince, bu mübarek ay münâsebetiyle şâirleri, dönemin pâdişâh, vezîr ve diğer ileri gelenlerine takdîm ettikleri kasideler ilk akla gelendir. Önce de kısmen belirtildiği gibi bu kasidelerin nesîb bölümlerinde Ramazan'ın gelişi, faziletleri, oruçlu insanların davranışları, Camilerin kandillerle, mahyalarla süslenişi, iftar ve sahur sofraları, edebî hususiyet arzedecek mâhiyette anlatılır. Medh edilen, övülen kişinin üstünlük ve meziyetleri, özellileri Ramazanla ilgi kurularak sıralanır, anlatılır. Bu tür kasidelerin Duâ bölümlerinde Ramazan, Kadir Gecesi ve Ramazan Bayramıyla ilgili çeşitli kavramların çağrışımlarından faydalanılır,

Kasîde nazım şekliyle yazılan Ramazâniye'lerin en tanınmışı Öziçeli Sabit (v.l712)'in Baltacı Mehmed Paşa'ya sunduğu kasidedir. Bundan başka Sürûrî (ö.1814), Kâmî (ö.1724), Nedîm (ö.1730), Arpa Emînizâde Sâmî (ö.1732), Seyyid Vehbî (ö.1736), Süleyman Nahîfî, Sünbülzâde Vehbî (ö.1809), Koca Râğıb Paşa (ö.1763), Haşmet (ö.1768), Vâsıf (ö.1824), Leylâ Hanım (ö.1936) ve edebiyatımızda en çok Ramnzâniye yazan Enderunlu Fâzıl (ö.1810)'ın kasideleri, türün kasîde şekliyle verilmiş önemli örnekleridir. İsimlerini verdiğimiz şâirlerin çoğu XVII. yüzyılın son çeyreği ile XVIII. yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan şâirlerdir.

Kasîde tarzında yazılmış olan Ramazâniye'lerin dışında, diğer nazım şekilleriyle yazılan Ramazan konulu şiirlerin de mevcut olduğunu biliyoruz. Bu geleneğin gazel tarzında yazılmış örneklerini XV.yüzyıldan itibaren başladığını görüyoruz. Bu geleneğin ilk örnekleri olarak Tâcîzâde Ca'fer Çelebi (ö.1514), Fuzûlî (ö.1556), Zatî (ö.1546) ve Bağdadlı Ruhî (ö.l605)'in yazdıkları Ramazan konulu gazellerini görüyoruz. Zâtî'nin, aynı çerçeveye dâhil edebileceğimiz, bir de Kadir Gecesi'ne âit gazeli vardır. Gazel tarzında Ramazâniye yazma eğilimi, daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Gazel tarzında yazılmış Ramazâniyelerin büyük çoğunluğu XVIII. yüzyıl şâirlerinin kaleminden çıkmıştır. Nedîm, Seyyid Vehbî ve Koca Râğıb Paşa'nın divanlarında Ramazan konusunu ele alan gazellermevcuttur. Ayrıca Şeref Hanım (ö.1861) ve Eşref Paşa (ö.1894)'nın da gazel tarzında Ramazâniyelerinin olduğu bilinmektedir. Gazel olarak doğrudan Ramazanla ilgili tek örnek diyebileceğimiz Koca Râğıb Paşa'nın İftariyesi'dir.

Klâsik edebiyatımızın oluşmasıyla birlikte beyit seviyesinde, değişik mazmun ve motiflerle iç-içe işlenen Ramazan ayı ve oruç ibâdetinin, daha sonraki yüzyıllarda manzume seviyesinde ele alındığını görüyoruz. Kasîde, gazel veya beyit tarzında yazılmış olan şiirlerde konunun ele alınışı ve işlenişinde, genel olarak, bir müştereklik göze çarpmaktadır. Dînî inanç ve düşüncenin şekillendirdiği Osmanlı toplumunda orucun algılanışı da, mâhiyet itibariyle farklı anlayışlara sebep olabilecek nitelikte değildir. Bununla beraber, zaman zaman diğer dinlerdeki "oruç" anlayışından hareket ederek söylenen beyitlerle, kavram ve ifâdelerle de karşılaşabiliriz. İşte Karamanlı Nizâmı (ö.1469)'nin şu beyti, hıristiyanlıkta "söz söylememe" esasına dayanan bir oruç anlayışının bir ürünüdür.

Vuslatın 'îdine erem deyü sen 'îsâ-demin
Yıllar olmuşdur ki gönlüm rûze-i Meryem dutar
Bu beyitte geçen "rûze-i Meryem (Meryem orucunun aslı şudur. Hz. Meryem'e hitaben Kur'an'da: "Ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen: 'Ben Rahman için (susma) oruc(u) adadım, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım' de."' buyrulmaktadır. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri'nde bu âyet, şu şekilde yorumlanmaktadır: "Meryem gebe kalır. Çoğunluğun görüşüne göre Meryem'in gebeliği, normal süre olan dokuz aydır. Meryem, karnındaki çocuk büyüyüp gebeliği belirmeye başlayınca durumu ailesinden gizlemek için uzak bir yere gider, onlara görünmemeye çalışır. Doğum yaklaşıp sancısı tutunca bir ağacın altına gelir. Başına gelenlere üzülen Meryem'e, üzülmemesi, Rabb'inin hemen yanı başında içecek bir su akıttığı, kuru ağacı silkelemekle de üzerine taze hurma döküleceği, yiyip içmesi ve sevinmesi, insanlardan birini görünce 'Rahman için susma orucu' adadığı, kimse ile konuşmayacağı, ifâdelerini taşıyan bir ses duyar. Bundan da, bu sesin, bu ünleyenin, Meryem'e çocuk üfleyen "Rûh" olduğu anlaşılır."

Görüldüğü gibi Rûze-i Meryem, Hz. Meryem'in Allah'a adadığı "susma orucu" demektir ki, âyette de, başına gelenlerden dolayı Meryem'in üzülmemesi, aksine sevinmesi için, "Ye, iç, gözün aydın olsun!" denilmekte ve böylece teselli edilmektedir. Çünkü Hz. Meryem Hz. İsa'ya, Rûhu'l-Emîn diye nitelendirilen Cebrail (a.)'in üflemesiyle hâmile kalmış, bu yüzden ailesinden ve çevresinden çekiniyor, bu hamilelik normal bir hamilelik olmadığından dolayı da üzülüyordu. İşte hıristiyanlıktaki "susma orucu"nun esası bundan ibarettir. Hz. Meryem, Allah'a nasıl "susma orucu" adamışsa, İmrân'ın eşi, Fakuz'un kızı, Hz. Meryem'in annesi olan Hanna da, karnındaki çocuğu Allah'a adamış ve şöyle demişti: "Rabb'im karnımda olanı tam hür olarak sana adadım, benden kabul buyur, şüphesiz sen işitensin, bilensin...Ona Meryem adını verdim."

Divan şiirinde oruç ve oruçla ilgili diğer unsurları her zaman dînî-didaktik mâhiyette ele alınmadıklarım görüyoruz. Oruç, toplum hayatına öylesine girmiştir ki, şâirler klâsik edebiyatın iki kapılı, oyuna oldukça elverişli olan sembol dünyasından faydalanılarak mecaz ve isti'ârelerle Ramazan'ı kimi zaman bir güzele, kimi zaman da zabıta memuruna, subaşı, gece bekçisi, ihtisâb Ağası'na, "Şahne" ye benzetirler.

Bilindiği gibi, Ramazan ayı, hilâlin görünmesiyle (rü'yet-i hilâl) başlar. Eskiden Şaban ayının son günlerinde Kadı tarafından görevlendirilen kişiler, özellikle yerleşim birimlerinde yüksek yerlerden hilâli gözetler, hilâli görünce de Kadıya haber verir. Kadı da hilâlin görüldüğünü, dolayısıyla Ramazan'ın başlayacağını halka duyurur, ilân ederdi. Bunun için de toplar atılır, kandiller ve mahyalar yakılırdı. Hava şartlarından dolayı hilâlin görülmediği zamanlarda Şaban ayı 30 gün olarak hesap edilmesi gerektiğinden, otuzuncu güne şüpheli gün anlamına (yevm-i şek) denilir. Bu şüpheli günde tiryakilerin, sâdece oruç tutan Ramazan sofularının ve diğer insanların tutum ve davranışları Divan şâirlerinin vazgeçemedikleri ironi (Ironie-alaylı üslûp, istihza) unsuru olarak Ramazâniyelere yansımıştır. Şu beyitlerde bu istihza tarzının işlendiğini görüyoruz.

Yevm-i şekk deyü boğaz çengin ederken yârân
Zahir oldı 'alem-i nusret-i şehr-i ramazân (Kâmı)
Yevm-i şekk sohbetine şîre sıkarken yârân
Sık boğaz itdi şahne-İ şehr-i ramazân (Sabit)
Baş kaldırmadılar öğleye dek uykudan
Yevm-i şekk zevkına hazırlanan ahbâb-ı kiram (Nedim)

Ramazâniyelerde sahur, iftar, imsak, oruç ve bayramla ilgili ifâdeler tabîî ve yoğundur. Şâirler, zaman zaman aşk, ayrılık, vuslat gibi duygularını anlatırken benzetme unsuru, kimi zaman da sevgili konumunda bir insanmış gibi Ramazan ve oruç kavramlarını şiirlerinde kullanırlar. Genel olarak şâirler, orucu ayrılığa, bayramı da vuslata denk görürler. Bu tutum adetâ geleneksel hâle getirilmiştir. Ancak, XVI. yüzyılın usta şâirlerinden Nev'î (ö.1599), bu geleneğin dışında ve dînî anlayışa daha uygun olarak, şu beytinde, farklı bir yaklaşımda bulunur.

Takarrub kesb eden 'arif temennâ-yı visal etmez
Ki hiç savm-i visal ehline fikr-i rûz-i îd olmaz
Osmanlı toplumunda Ramazan ve ardından kutlanan Bayram vesilesiyle düzenlenen eğlenceler, sohbetler, kandil ve mahyalarla süslenen camiler, önceden hazırlanmış olan reçeller, şuruplar ve tatlılar, bir coşkunluğun ifâdesi olarak edebî eserlere de yansımıştır. Ramazanda ve kandil gecelerinde minarelerin sanki bir renk cünbüşü oluşturacak şekilde kandillerle donatılıp süslenmesi, değişerek günümüze kadar devam eden bir gelenektir. Nazım Yahya (ö.1727)'nın şu beytindeki ifâdesine göre, minareler sanki nurdan yapılmış sütunlar gibi ışık saçmaktadırlar:
Bir sütûn-ı nurdur kim her minare tâ seher
Şu'le-i kandîl-i berk-efşân ile rahşân olur

Nev'î de minarelerin tâ uçlarını süsleyen kandillerin bayram gelince selvi boylu sevgililerin elinde adetâ birer kadeh olduğunu şu beytinde ifâde eder:
Câm oldı serv-kadler elinde gelince 'îd
Kandiller ki zeyn idi re's-i menârda
Ramazan ayı on bir ayın sultanı olduğu gibi, Kadir gecesi de Ramazan'ın sultanıdır. Çünkü Kur'ân, içinde kadir gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlı bir gecede, Kadir gecesinde nazil olmaya başlamıştır. Ramazâniyelerde ve diğer kasîde ve gazellerde Kadir gecesi ile ilgili geniş çağrışımlara müsait beyitler bulmak mümkündür. Nitekim XV.yüzyıl şâirlerinden Şeyhî (ö.1431), şu beytinde Kadir gecesinin bin aydan "yeğ" olduğunu söyler:

Divan şâirleri, genel olarak, rind kimliğiyle ortaya çıktıkları biliyoruz. Rind-meşreb şâirler hemen her fırsatta zâhid'e veya ham sofuya sataşmalarından tanıyoruz. Ramazan münâsebetiyle kendilerini rind olarak tanımlayan ve takdim eden şâirlerin "zâhid" e sataştıkları görülür. Zâtı, "ey zâhid, sen cennete girmek için devamlı oruç tut; Zâtinin maksadı ise sevgiliye kavuşması onun bayramıdır." diyerek zâhid'e şöyle sataşır:

Divan şiirinde daha çok günlük hayatın bir parçası, sosyal bir etkinlik, veya başka düşüncenin dînî literatürdeki yansıması olarak ele alınan Ramazan, tekke-tasavvuf erbabının şiirlerinde, nüanslarıyla da olsa kendi havasını hissettirir. Tekke-tarîkat mensuplarının özellikle Ramazan ayının güzelliklerini, hikmetlerini dile getirdikleri İlâhîler ve bu ay vesilesiyle halk şâirlerinin söylemiş oldukları şiirler, aynı geleneğin farklı ton ve üslûplarda uzantısı sayılabilir.

Celvetî tarikatının kurucularından XVI. yüzyılda yaşayan Üftâde (ö.1580)'nin Ramazan ayını karşılamak, istikbâl etmek için, hece ölçüsüyle söylediği şiir, türün en güzel örneklerindendir.

Niyâzî-i Mısrî (ö.1694)'nin, Ramazan ayının sona ermesiyle birlikte mü'minlerin samîmî hüzünlerinin bir ifâdesi olan şiiri, günümüzde bile
Klâsik şiirimizdeki Ramazâniye ve Ramazanla ilgili ürünlerle paralel olarak varlığını sürdüren anonim ürünlerin, halk arasında canlılığını sürdürdüğü bilinmektedir. Türkülerde, mânî ve bilmecelerde Ramazanla ilgili motif, kavram ve ifâdeleri buluruz, özellikle Ramazan bekçilerinin halka mahsus bir ifâde ve edâ ile söyledikleri manîler, dînî hoşgörünün sınırlan çerçevesinde zengin bir birikimi ve halk kültürünü yansıtır. İşte bir
Tanzimatla birlikte batı tesirinde kalan edebiyatımızla birlikte, Ramazan ayının değişik bakış açılarıyla edebî eserlere yansıdığını görüyoruz. Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944)'ın romanlarında, Ahmed Râsim (1865-1932)'in fıkralarında bu ayla ilgili çeşitli hayat sahnelerinin, eğlence ve oyunların anlatıldığı malumdur. Özellikle İstanbul eksenli bu
Ramazan edebiyatı, değişen toplum yapısıyla birlikte, dînî hayattaki sarsıntıların, sapmaların ele alındığı bir zeminin ince çizgilerini yansıtmaktadır. Bu konuda Mehmed Âkif (1873-1936), Tevfik Fikret (1867-1915), Arif Nihad Asya (1904-1975), Ahmed Remzi Akyürek (1872-1944), Şemseddîn-i Bursevî (1886-1965), Kemâl Edib Kürkçüoğlu (1902-1977) ve Necib Fâzıl (1905-1983) gibi yüzyılın başında yetişen şâirlerin yazdıkları şiirleri, taşıdıkları çizgilerle birlikte, Ramazâniyelerden ayırmak gerekir. Çünkü, bu şiirlerde artık müşterek unsurlardan ziyâde şahsî çizgilerin netleştiğini görüyoruz. Tevfik Fikret'in şiirindeki nostalji, Âkif deki tazarru', Ahmed Remzi'deki teslimiyet, bize yeni bir iklimin havasını getiriyor. Yahya Kemâl'in tavrı ise tamamen farklı. "Atik Valideden İnen Sokak" başlığını taşıyan şiiri Osmanlı aydınının, çelişkilerinden kaynaklanan hüznünü ve trajedisini dile getirmektedir.

Sofuzâde M. Tevfik Efendi (1873-1960), Fevzi Halıcı, Yavuz Bülent Bakîler, Ömer Lütfi Mete, Cemal Oğuz Öcal (1913-1971), Âşık Deryâmî, Hüseyin Yurdabak ve Abdullah Satoğlu gibi günümüz şâirleri de, yazdıkları Ramazâniye veya Ramazanla ilgili şiirleriyle, edebiyatımızdaki Ramazâniye yazma geleneğini günümüze taşıyarak bu geleneği devam ettirdiklerini görüyor ve bundan sonra da devam ettirileceğini umuyoruz.

Örnek:
Fenâyî (ö.1665), Divan'dan:
Dil-i mahzunumuzu eyledi şâd u handan
Geldi yümn ile yine şehr-i mübarek Ramazân
Oldu nûnyla ziyâ-bahş kamu iki cihan
Geldi 'izzetle yine şehr-i mübarek Ramazân
Etdi kullarına in'âmım Mevlâ-yı Kerîm
Bâb-ı fazlını açup eyledi ihsân-ı 'azîm

Tasavvufî Eserler
İ’d, Arapça olup "a v d" kökünden, "rucû' " etmek, dönmek, bayram, bayram günü, anlamlarına gelmektedir. Çoğulu "a'yâd" şeklindedir. Aynı kökten gelen 'iyâde "hasta ziyaret etmek" demektir. Istılahı ve edebî anlamı ise, Divan şâirlerinin Bayram vesilesiyle büyüklerin medhine dâir yazdıkları Kaside'ler demektir.

Bayram münâsebetiyle, büyüklere sunulan İ’diyye'lerde şâirler, kasidelerine bir başlangıç yaparlar ve bu Bayramiyye'lerini takdim ettikleri kişilerin bayramlarını kutlarlar.

İ’diyye'ler, kasidenin ilk bölümünü oluşturan "nesîb-teşbîb" kısmında yer alır. Bilindiği gibi, kasîde bir maksat için yazılır. Kaside'de asıl amaç, bir büyüğü övmek, medh etmektir. Ancak, şâir doğrudan doğruya övgüye başlamaz. Daha ziyâde "nesîb" bölümünde bir tasvir ile başlama geleneğine uyar. Nesîb bölümünde çok çeşitli konular işlenir. Genel olarak bahar, kış, gece, savaş alanı, at, bir güzelin tasviri gibi konulardır. Bu yüzden de kasideler, nesîb bölümünde işlenen konulara göre, adlandırılır. Bazan da redifli, redif yoksa kâfiyeye göre isim verilir.
Şâirin kasideyi yazmaktan maksadı, Allah'ın birliğini, zatî ve sübûtî sıfatlarını, kudretini anlatmaksa buna Tevhîd; Allah'a yalvarıp-yakarmak, kendisinin bağışlanmasını dilemekse Münâcât, Hz. Peygamber över veya O'nun ailesine mensup birini anlatırsa Na't; bir kimseyi överek üstünlüklerini sayarsa Medhiye; kötü huy ve tabiatlarını belirterek yerer, zemmederse Hicviye; bir kimsenin ölümünden duyduğu üzüntüyü belirtirse Mersiye isimlerini alır. Nesîb bölümünde Ramazan ayının gelişi, bayram, bahar, yaz, kış..gibi konular işlenmişse bu takdirde kasîde, Ramazâniyye, i’diyye (Bayrâmiyye), bahâriyye (rebî’yye), temmûziyye (sayfiyye), şitâiyye (berfiye), nevrûziyye, rahşiyye, hammâmiyye, dâriyye, cülûsiyye, kudûmiyye (istikbâliyye), fethiyye, sulhiyye, verdiyye (gül kasîdesî), sünbüliyye, şemsiyye, kelâmiye (sühan kasidesi), kalemiyye..isimlerini alır. Bunlardan başka bir de kasideler gül, nergis, güneş, lâ'l gibi rediflerine göre, veya kâfiye mısranın son harfine göre, hangi harfle bitiyorsa Râiyye, Mîmiyye.. gibi ona göre adlandırılır. Kasidenin, bu konuların işlendiği nesîb bölümü 15-20 beyit civarındadır.

Tasavvufî Eserler
Türk dünyasında Tasavvuf inançların gelişip yayılması ve çeşitli tarikatların kurulması, zengin bir tasavvuf edebiyatının oluşmasına sebep olmuştur. Tasavvuf felsefesi nazariyeleri, tarikat âdabı ve benzeri hakkında yazılmış olan pek çok eser arasında, yüzyıllarca halk tarafından sevilmiş, okunmuş ve edebî değer taşıyan eserler mevcuttur. Bunlardan başlıcaları şunlardır: Eşrefoğlu Abdullah Rûmî (ö. 374/1462), Müzekkin-nüfûs (Sül. Ktp., Âtıf Ef. Böl., nr. 1505); Gelibolulu Yazıcıoğlu Ahmed-i Bîcân, Envâru'l-âşıkîn (İstanbul, Selim Ağa Ktp., T.Y. 467); Kaygusuz, Risâle-i Kaygusuz (Ankara-Genel Ktp., nr. 169); Vahidî, Hâce-i Cihan; Sinan Paşa, ö.891/1486), Tazarru'-nâme (haz. A. M. Tulum), İstanbul 1971 (İstanbul Ü. Ktp., T. Y nr. 1818).

Tasavvuf esaslarını, hikâyelerle de süsleyerek, edebî bir üslûp içerisinde anlatan manzum ve mensur birçok eser vardır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî’si gibi bazı büyük eserlerin tercüme ve şerhleri de yapılmıştır.

Tasavvufî-ahlâkî manzum eserlerin ilki ve en mühimleri XIV. yüzyıl şâirlerinden Âşık Paşa'nın Garîbnâme isimli l2.000 beyitten oluşan mesnevisi ile, Ahmed-i Gülşehrî'nin Mantıku't-Tayr Tercümesi'dir. XVI. yüzyıl şâirlerinden Mu'înî Mustafa Çelebi (XV.yy.), Türkçe'de bilinen ilk Mesnevi mütercim ve sarihidir. Mesnevi'nin mensur şerhleri içerisinde en mühim ve meşhur olanlarını şöyle sıralamak mümkündür.

a) Farsça şerhler:
1. Kemâlüddin b. Hasan (v.1436), Künûzü'l-Hakâyık fî Rumûzi'l-Vakâyı'; 2. Muslihuddin b. Mustafa Surûrî (ö.1552), Şerhu'l-Mesnevî; 3. Veli Muhammed-i Ekberâbâdînin Farsça Şerhi,
b) Türkçe Tercüme ve şerhleri.
1. Şem'î (v.1590), Şerh-i Mesnevi; 2. İsmail Rusûhî Dede Ankaravî (ö.1631), Fûtihu'l-Ebyât; 3. Sarı Abdullah (ö.1661), Cevâhiru'l-Bevâhiri Mesnevi (I. cilde âit, Türkçe); 4. Bursalı İsmail Hakkı (ö.1137/1724), Rûhu'l-Mesnevî (I. cilde âit); 5. Abdülbâkî Gölpınarlı, Türkçe Mesnevi Şerhi (193, 6 cilt).
Örnek:
Yusuf Sinan Paşa (ö.1486), Tazarru'-nâme'den:
İlâhî! Biz yine geldik kendi derdimize; başlayalım ol âh-ı serdimize.
Ah ki dilden gelmeye, ol âh-ı sâdık olmaz, ve nâle ki ciğerden kopmaya, ol nâle-i âşık olmaz. Âh ki sâdık olmaya, bî-derd olur, ve nâle ki bî-derd ola, serd olur.

Değerlendirme Soruları
9.5.1. Menâkıbnâmeler hakkında bilgiler veriniz?
9.5.2. Ramazâniyeler nedir, Ramazan ile ilgili Türk edebiyatına yansımalar nasıl olmuştur?
9.5.3. Bayrâmiyeler (Îdiyye) hakkında bilgiler veriniz?
9.5.4. Tasavvufî Eserler’in edebi değerlerini izah ediniz?
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla