Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 12:53   Mesaj No:5

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1172
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Türk İslam Edebiyatı Tüm haftalar(Sakarya İlitam)


10. Hafta
TÜRK İSLÂM EDEBİYATINDA DÎNÎ KONULAR ve NAZIM ŞEKİLLERİ
Fıkıh ve Akâid Kitapları
İslâm Dini’nin esaslarını öğretmek maksadıyla yazılan eserlerdir. Genelde manzum olarak yazılmıştır; mensur olarak yazılanları da vardır.

Fıkıh Kitapları
Fıkıh (İslâm Hukuku) nazariyeleri ve uygulama ile ilgili tercüme ve telif olarak yüzyıllar boyunca, bu alanda, bir hayli eser yazılmıştır. Bunların, edebiyat tarihi açısından, en önemlileri fetvalardır. Şeyhu'l-İslâm'a sorulan hukukî meseleler üzerine verilmiş cevaplardan ibaret olan fetvalar, sadece fetvayı verenin değil, çoğu zaman dönemin zihniyet ve anlayışını göstermek bakımından da önem arz etmektedir.
Manzum Fıkıh Kitabı'na örnek olarak da, Devletoğlu Yusuf (ö. 828/1424)'un Vikâye-nâme isimli mesnevisini verebiliriz. Bu eser, Arapça manzum bir fıkıh kitabının Türkçe'ye tercümesidir. Vikâye-nâme (telif: 1423-1424) (Vikâye, Vikâye Tercümesi, Manzum Fıkıh, Hidâye ve Vikaye Tercümesi, Kitâb-ı Manzume, Kitâbü'l-Beyân, Tuhfe-i Mürâdî, Murâd-nâme) adıyla daha çok şöhret bulan bu eser, Devletoğlu Yûsuf tarafından sultan II. Murad'a sunulmuştur. (Topkapı Saray Müzesi Ktp., Yeni Yazmalar, nr. 254).

Akâid Kitapları
Akâid kitaplarına örnek olarak şunları verebiliriz. Yazan belli olmayan Anonim bir İlmihâl (Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Revan Böl., nr. 630 (XÖ. yy.); Ahmed-i Dâ'î, Sirâcü'l-
kulûb (İ. H. Ertaylan, Ahmed-i Dâ'î, İstanbul 1952, Faksimile); Aynı yazara âit Miftâhu'l-cenne (İ. H. Ertaylan, Ahmed-i Dâ'î, İstanbul 1952, Faksimile); Hısnü'l-Hasîn Tercümesi (Ankara Ü. DTCF. Ktp., İ. Sâip Yaz., nr.3331); İmâm Birgivî, Vasıyyet (İstanbul Ü. Ktp., T.Y. 870).

Gazavâtnâmeler
Gazâ: Arapça olan bu kelime, din ve vatan uğruna yapılan savaş ve kazanılan zafer, din düşmanlarına galip gelme, demektir. Çoğulu ise: Gazavâttır. Gazavât ile Farsça mektup demek olan nâme kelimesi terkip yapıldığında ortaya, izâfet-i maktu' olarak Ga-zevâtnâme çıkar ki bu da, Hz. Peygamber ve Hz. Ali’nin yaptığı savaşları anlatan eserler, demek olur.

Gazavâtnâme'lere örnek eser olarak şunları verebiliriz: Dursun Fakıh, Gazavât-t Rasûlullah (Mukaffa Cengi) (İstanbul-Millet Ktp., Emîrî Böl., nr. 1222); Beypazarlı Mu'âzoğlu Hasan, Gazavât-ı Emîru'l-mü'minîn Ali (Feth-i Kal'a-i Selâsil) (İstanbul-Millet Ktp., Emîrî, nr. 1222); Aynı yazarın Cenâdil Kal'ası Manzumesi (İstanbul Ü. Ktp., Ty. nr. 311); Anonim, Aremrem b. Musallat (İstanbul Ü. Ktp., Ty. nr. 311); Anonim, Gazavât-t Kıssa-i Mukaffa (Hz. Ali Cengi) (İstanbul Ü. Ktp. Ty. nr. 311); Anonim, Kıssa-i Kahkaha (Hz. Ali Cengi) (İstanbul Ü. Ktp.,Ty.,nr. 311).

Dînî-Destâni Eserler
Dînî-Destânî eserler, Türklerin İslâm'ı kabulünden sonra Anadolu'da oluşturulmuş Anadolu Destanları mâhiyetinde olup, cihâd ve savaşlarda başarı kazanmış kahramanları anlatırlar. Anadolu'nun Türkleşmesinde büyük rol oynayan bu kahramanlar Şeyyid Battal Gâzî ve Dânişmend Gâzî gibi şahsiyetlerdir. Bu nevi destanlara Battâlnâme ve Dânîşmendnâme adı verilmiştir. Silâhdâr Mehmed Paşa'ya sunulmak üzere 1183/1769'da kaleme alınmıştır ki bunlara Battâl-nâme denilmektedir. Dârendeli Bakâî (Kâtib-zâde) (ö. 1200/1785), Battâlnâme, 6600 beyit) (Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, 1, 127). Battal Gâzî'nin torunu Melik Dânişmend Ahmed'in gazâ ve savaşlarını anlatan Dânişmendnâme'lerin ilki, Selçuk Sultanı Melik İzzeddin Keykâvüs b. Gıyâseddin emriyle İbn Alâ tarafından 643/1245'de kaleme alınmışsa da, bu eser ele geçmemiştir. Elde olan ise, Molla Arif Ali'nin İbn Alâ'nın eserini yeniden mensur ve manzum olarak kaleme aldığı Dânişmendnâme (telif: 762/1360)'dir. (İstanbul-Millet Ktp., Emîrî, Tarih,nr. 571). Gelibolulu Âlî, Mikâtü'l-cihâd (Siy. Ktp., Reşid Ef. Böl., nr. 678). Hamzavî, Hamza-nâme (mensur, İstanbul-Millet Ktp. Emîrî Böl., nr. 1204).

Ahlâkî- Nasîhata Dâir Eserler
İslâm ahlâkını telkin etmek maksadıyla yazılmış, nasıhatları ihtiva eden eserlerdir. Mensur ve manzum olarak yazılmışlardır.
Ümmet çağında ahlâkın kaynağı dindir. Din, hayır ve şerrin Allah'tan olduğunu bildirir ve Öğretir. İrâde-i cüz'iyye sahibi olan insan, bu iradesiyle hayrı (iyilik) işleyecek, serden (kötülük) kaçınacaktır. Hayrın amacı "hayr-ı a'lâ" dır. İnsan, kendisine ve başkalarına karşı yükümlü olduğu ahlâkî görevleri bilip yerine getirmek, İslâm'ın emirleri doğrultusunda
güzel huylar edinip iyilik etmekle buna erişebilir. Bu yüzden de ahlâkî eserler, dînî kaynaklardan (Kur'an ve Hadis) esinlenmiş, ilham almıştır. XV. yüzyıl yazarlarından Amasyalı Ali b. Hüseyin'in Tâcü'l-Edeb isimli eseri, XVI. yüzyıl bilginlerinden Kınalızâde Ali'nin Ahlâk-ı Alâî ve XVII. yüzyıl şâiri Nâbî’nin, oğlu Ebü'l-Hayr Mehmed'e yazdığı Hayriyenâme'si bu sahanın tanınmış eserleridir.

Pendnâmeler
Pendnâmeler ahlâk ve nasîhata ait eserler içerisinde önemli bir yere sahiptir. Dilimizde öğüt anlamına gelen Farsça pend kelimesinin Arapça'daki karşılığı nasîha(t)'dır. Bu kelimeler, sonlarına gelen "nâme" ekiyle, genel anlamıyla İslâmî edebiyatta ahlakî eserlere verilen bir isim haline gelmiştir. Yazılış amacı insanlara yol göstermek ve öğüt vermek olan ve Nasîhatnâme, Pendnâme gibi isimlerle de anılan bu eserler, İslâm ahlâkını telkin etmek maksadıyla yazılmış, nasîhatları ihtiva eden eserlerdir. Bilgi vermek gayesi de güden bu eserler genelde mesnevi tarzındadır. Kasîde ve musammat şeklinde yazılanları olduğu gibi mensur olarak yazılanları da bulunmaktadır.

Pendnâme adıyla yazılan nasîhatnâmelerde dînî, sosyal ve ahlakî bir takım öğütler verilerek çağın gereğine göre yaşamın bütün evreleri için hazırlamak ve yetiştirmek esastır. Bundan dolayı pendnâmeler "nazma çekilmiş" âyet, hadis, hikmet, kelâm-ı kibar ve atasözleriyle doludur.
Nasîhatnâme türündeki eserlerin bir kısmı özel adlara sahipse de, büyük bir çoğunluğu Feridüddin Attar'a ait olarak gösterilen pendnâme adıyla yazılmışlardır.

Edebiyatımızda nasîhatnâme geleneğinin, ister Feridüddin Attar, isterse Attar-ı Tûnî veya bu ad ya da mahlası kullanan başka bir şaire ait olsun, özellikle Pendnâme isimli bu eserin tesiriyle başladığı söylenebilir. Medreselerde ders kitabı olarak da okutulmuş olan bu eser, Türkçe dışında Almanca, Fransızca, Latince ve Hintçe'ye de çevrilmiştir. Bu eserin tesiriyle birçok Türk şairi tarafından pendnâmeler kaleme alınmıştır. Daha sonra bu yolda yazılan eserlere örneklik etmiş olan Pendnâme'nin pek çok taklidi olduğu gibi, tercüme ve şerhleri de oldukça fazladır. Aynı adla anılan eserlerin bir kısmı söz konusu eserin tercümeleri şeklinde olmasına rağmen, bir kısmı tamamen teliftir.
Sabâyî Hayreddin Çelebi (XV. yy.), Edirneli Nazmî (ö. 1559), Emri Emrullah (ö. 1575), Livâyî (I. Ahmed dönemi), Hasan Şuûrî (ö. 1694,), İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1724) ve M. Nuri Gençosman'm tercümeleri; İsmet Mehmed (ö. 1747), İsmail Müfid (ö. 1802), Erzincanlı
Hacı Feyzul-lah Sa'adetnâme adıyla), Şeyh Mehmed Murad (ö. 1847, Kitâb-ı mâ-hazar şerh-i alâ Pend-i Attar adıyla) gibi müelliflerin de şerhleri vardır.

Sad Kelimeler
Bir düşünceyi, bir duyguyu en az kelimeyle, en özlü şekilde anlatan sözlere "vecize" denilmektedir. Vecizeler, kısa ve özlü oluşları bakımından atasözlerine benzer, fakat adı bilinen bir kişi tarafından söylenmiş olmaları yönünden onlardan ayrılır.
Çeşitli kütüphanelerde "Sad-Kelimât-ı Çâr-Yâr-ı Güzîn, Terceme-i Sad-Kelimât-ı Çihâr Yâr-i Güzîn, Sad Kelime-i Alî bin Ebî Tâlib, Nesrü'l-le'âlî min Kelâmi Emîri'l-Mü'minîn Alî, Mie Kelime fi'l-Hikme, Hikemiyyât, Nazmu'l-cevâhir..." gibi isimler altında, Hz. Ali'ye daha çok miktarda olmak üzere, Hz. Peygamberin Dört Halife'sine nispet edilen Arapça, Farsça, Türkçe vecize derlemeleri, Müslüman milletlerin edebiyatında kırk, yetmiş, yüz, beş yüz, bin.;, gibi muhtelif sayılardaki hadis derleme geleneğinin bir benzeri olarak Hulefâ-i
Râşidîn'in sözlerinin de toplandığını göstermektedir. İlk üç halifeye nispet edilenlere nazaran Hz. Ali'nin vecizelerini içine alan eserlerin daha fazla olmasının sebebi, onun on beş sene kadar Hz. Peygamber'in evinde ve daha sonra da hayatı boyunca umumiyetle yakınında bulunmasından başka, Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın hilâfetleri sırasında ilimle uğraşmaya daha çok zaman bulabilmesiyle ilgilidir.

Hz. Ali'ye isnad edilen bazı sözlerin, bir kısım eserlerde hadis olarak veya başka şahsiyetlere atfen yahut Arap atasözü kaydıyla nakledildiği de görülür. Meselâ: "Kendini bilen Rabbini bilir", "Bahtiyar, başkasından ibret alan kimsedir", "Hikmet müminin yitiğidir" gibi sözler bazı kaynaklarda hadis olarak nakledilir.

Çocukluk çağından itibaren Hz. Muhammed'in terbiyesi altında büyüyen, ona ilk inananlardan, onun en yakınlarından ve en çok sevdiği insanlardan biri olan Hz. Ali'nin bütün dinî bilgilerinin kaynağı Hz. Peygamberdir. Bu itibarla onun hikmetli sözlerinde Hz. Peygamberin hadislerinin tesirinin belirgin olarak görülmesi gayet tabiîdir. Hz. Peygamber olmadan Hz. Ali'nin Hz. Ali olması düşünülemez. Çünkü onun dinî, ahlâkî, hikemî bütün ilim, irfan ve faziletinin birinci kaynağı Kur'an, ikincisi ise Hz. Peygamber'in sünnetidir. Hz. Peygamber ve onun râşid halifelerinden sonra ki-taplaşhrılan hadis, fıkıh, tefsir gibi İslâmî ilimleri en iyi bilen saha-bilerden olan Hz. Ali'nin hutbe ve nasihatlerinde de daima hadislerden istifade ettiği, o kıstaslara dayanarak söz söylediği muhakkaktır. Pek çok insanî, ahlâkî meseleyle ilgili görüşler ifade eden bu vecizelerin en belirgin özelliği İslâmî esaslara bağlı olarak söylenmiş olmasıdır.

Hz. Ali'ye isnad edilen ve günümüze intikal eden bazı manzum ve mensur sözler, onun büyük bir âlim, kâmil bir insan ve devlet adamı olduğu kadar, büyük bir edip ve hatip olduğunu da gösterir. Meselâ Mısır'a vali olarak tayin ettiği Mâlik el-Eşter'e gönderdiği Ahd-nâme, ki siyasetnâme türünün İslâmî edebiyat içindeki ilk ve en güzel örneklerinden biridir, asırlar boyunca pek çok dile çevrildiği gibi, Türkçe'ye de defalarca tercüme edilmiştir. Hz. Ali torunlarından Seyyid Radî (ö. 1015), onun bazı hutbe, söz, öğüt, vasiyet, mektup ve vecizelerini "Nehcu'l-belâga" adıyla derlemiş; Ra-dî'nin kardeşi Şerif Murtaza
(ö. 1044) ise Hz. Ali'ye nispet edilen şiirleri toplayıp kitaplaştırmıştır. Bazı şiir ve dua mecmualarında Celcelûtiyye gibi Hz. Ali'ye ait olduğu söylenen şiirler de yer almaktadır.

Hz. Ali'nin 40, 100, 1000 gibi belirli sayıdaki vecizesinin derlenmesi Müslüman müellifleri Hz. Peygamber'in 40, 100, 1000... hadisini derlemeye sevkeden sebeplerin benzeridir. Yani insanlar "Allah'ın aslanı, Hz. Peygamber'in amcasının oğlu, onun terbiyesi altında büyümüş, en çok sevdiği arkadaşlarından biri, damadı ve dördüncü halifesi, ilim şehrinin kapısı..." olan Hz. Ali'nin şefaatine mazhar olmak, cehennem azabından korunmak, hayır dua almak, rahmetle anılmaya vesile kazanmak, Hz. Ali'nin ruhaniyetinden yardım ummak, sıkıntıları unutmak, faydasız geçen zamanı telâfi etmek, din kardeşlerine bilgi ve öğüt vererek Allah'ın rızasını kazanmak, geçmişlere uymak, dost ve talebe ricasını yerine getirmek, ilim ve sanattan nasibi olduğunu göstermek, âlimler arasında üstün görünmek, derslerde istifade edilmek, şahsî görüşleri anlatmaya imkân bulmak... gibi sebeplerle bu vecizeleri toplamış, tercüme ve şerh etmişlerdir.

Hz. Ali vecizelerinden kırkını ihtiva eden eserlerin, gerek Arap ve Fars, gerekse Türk Edebiyatı'nda yüz ve iki yüz küsur gibi bundan daha çok sayıda sözleriyle ilgili olanlara nazaran az miktarda bulunduğunu, istisna teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Bu türden eserler için bir örnek olarak Mehmed Alî Fethî (ö. 1857)'nin Tercüme-i Kelâm-ı Erbaîn-i Hazreti Ali isimli kitapçığını anabiliriz.

Dört Halife'nin sözlerini derleme, tercüme ve şerh etme geleneğinde çoklukla görülen "yüz" sayısının tercih edilmesinin "Esmâ-i Hüsnâ" ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in "Allah'ın 99 ismi vardır. Bunları ezberleyip benimseyen cennet'e girer. (O tektir, tek olanı sever)" mealinde bir hadisi rivayet edilir. İbn Mâce'nin rivayet ettiği listede esmaü'l-hüsnânın sayısı "Ahad" ismiyle 100'e çıkarılmıştır. Mezkûr hadiste geçen 99 sayısı, Müslüman şair ve yazarları Hz. Peygamber'in yüz veya yüz bir hadisini derleme ve tercümeye sevk ettiği gibi, bu geleneğin bir benzeri yahut devamı olarak onun Dört Halife'sinin yüzer sözünün toplanma, çevrilme ve açıklanmasında da tesirli olmuştur.
Yine Hz. Peygamber'in ümmetine namazlardan sonra yekûn olarak 99 veya 100 kere okumalarını tavsiye ettiği teşbih, tahmid ve tekbir de Dört Halife'ye ait "yüz söz"ün derlenmesinde, tercüme ve şerh edilmesinde müessir olmuştur, denilebilir.

Hz. Peygamber'in yüz hadisi veya raşit halifelerinin "sad kelimesinin derlenme, çevrilme ve açıklanmasına tesir eden amillerden olabileceği için, bu sayının Kur'an-ı Kerim'de nasıl ve kaç kere geçtiğine bakılırsa, beş altı ayet içinde "mie" (yüz) kelimesinin bulunduğu görülür.
Hz. Peygamber'in Dört Halife'sinden Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman'ın vecizeleriyle birlikte veya onlardan ayrı olarak Hz. Ali'nin sözlerinin ilk defa ne zaman ve kimin tarafından derlendiği konusunda kesin bir şey söylemek kolay değilse de, Hz. Ali'nin yaşadığı yıllarda sözlü ve yazılı olarak nakledildiği muhakkak olan hutbe, hitabe, şiir ve vecizelerinin daha sonraki yüzyıllarda kaybolmasını önlemek için sevenleri ve torunları tarafından tespit edilebildiği kadarıyla kayda geçirildiği bilinmektedir. Arap ve Fars Edebiyatı'nda Dört Halife'nin vecizelerini derlemek ve/veya tercüme etmek suretiyle meydana getirilen eserlerden bazıları şunlardır:

Hz. Ali'nin bazı kısa sözlerini, vecizelerini meşhur Arap yazarlarından ve Mu'tezile kelâmcılanndan Câhiz (ö. 869) "Mie Kelime" (Yüz Söz) adıyla toplamıştır.

Nâsıhuddîn Abdülvâhid b. Muhammed-i Temîmiyy-i Âmidî (ö. 1155?) Hz. Ali'nin kısa sözlerini "Gurerü'l-hikem ve Dürerü'l-kilem" adıyla ve elifba sırasına göre derleyip kitaplaştırmıştır. Mehmed Halis, Amidî'nin mezkûr kitabını okurken, bu eserin en fazla ahlâkı güzelleştirme, zat ve sıfatı süslemeyle alâkalı kısımlarını, mümkün olduğu kadar Osmanlı lisanı elbisesi içinde görünmesi arzusuyla seçip tercüme etmiştir.
Reşîdüddîn Muhammed b, Muhammedi'l-Vatvat (ö. 1182) "Tuhfetü's-Sıddîk, Faslü'l-Hitâb, Unsü'l-Lehfan" adlarıyla ilk üç halifenin yüzer sözünü topladığı gibi, "Matlûbu Külli Tâlib" adıyla Hz.Ali'nin de yüz vecizesini toplamış, her birisini Arapça ve Farsça olarak izah ve tercüme etmiştir. Reşîd-i Vatvat’in bu eserleri, bilhassa "Matlûb Küll Tâlib" Türk Edebiyatı'nda da çok rağbet görmüş; Kastamonulu müderris Mustafa bin Mehmed (ö.
1590), Edâyî (16 veya 17.asır), Hocazâde Kazasker Abdülazîz Efendi (ö. 1618), Manastırlı Mehmed Rifat Bey (ö. 1907) gibi isim veya mahlaslarını bildiren şahsiyetlerden başka, adları belirlenemeyen bazı Türk şair ve yazarları tarafından dilimize çevrilmiştir. Hz. Ali'nin Câhız tarafından seçilen, Vatvat tarafından tercüme ve şerh edilen yüz sözünden birkaçı şöyledir:

“İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar. Kendi değerini bilen kimse helak olmaz. Kendini bilen Rabbini bilir.
Kişi dilinin altında gizlidir. Dili tatlı olanın dostu çok olur. Söyleyene bakma, söylenene bak. Kötü ahlâkla şeref olmaz.
Takvadan daha yüce bir soyluluk, ululuk yoktur.
İslâm'dan üstün şeref yoktur.
Haramdan kaçınmaktan daha güzel sığmak yoktur.
Dilini neye alıştırırsan onu söyler.
Kişi bilmediğine düşmandır.

Allah rahmet etsin değer ve derecesini bilip de haddini aşmayana.
Kalabalık arasında öğüt vermek azarlamak, (rezil etmektir).”
Hz. Ali'nin yüzden çok sayıdaki sözünü harf sırasına göre ihtiva eden eserler, umumiyetle Neşrü't-teâtî'nin tercümeleridir. İmâmiyye Şîasından Ebû Aliyy Tabersî (ö. 1153), Hz. Ali'nin 250-300 civarındaki bazı veciz sözlerini harf sırasına göre otuz baba ayırmış ve bu derlemenin adını "Nesrü'l-leâlî" koymuştur. Nesrü'l-leâlî, 15. asırdan XX. asra kadar Türkçe'ye defalarca tercüme edilmiş; bu derlemenin şerhleri de yazılmıştır. Nesrü'l-leâlîyi Türkçe manzum veya mensur olarak tercüme ve şerh eden tanınmış şahsiyetler şunlardır: Ali Şir Nevâî (Tercüme tarihi: 890/1485), Latîfî (ö. 1546), Nesîb Yusuf Dede (ö. 1711), Osman Salâhaddin el-Mevlevî (ö. 1879), Akşehirlizâde Ali Haydar Bey (ö. 1881), Muallim Nâcî (ö. 1885).

Nesrü'l-leâlî tercümeleri dışında yüzden fazla vecizenin çevirisini ihtiva eden eserlerin kaynakları ise, Nehcü'l-belâga, Dîvânu Alî ve Gureru’l-hikem'dir.

Arap, Fars, Türk ve diğer Müslüman kavimlerin edebiyatında Dört Halife'nin vecibeleriyle ilgili eserler vücuda getirmek, M. IX, X. Asırdan zamanımıza kadar devam eden edebî bir gelenektir. Hz. Ali'nin sözlerine, sadece onun belirli sayıdaki vecizesini derlemek, çevirmek amacıyla meydana getirilen eserlerde değil, tarihî ve edebî başka kaynaklarda da, meselâ nasihatnamelerde rastlamak mümkündür.

Değerlendirme Soruları
1.Fıkıh ve Akâid Kitaplarının Türk İslam edebiyatı açısından önemi nedir? Belirtiniz.
2. Gazavâtnâmeler hakkında bilgiler veriniz?
3. Dînî-Destâni Eserler nedir? Değerlendiriz?
4.Ahlâkî- Nasîhata Dâir Eserler hakkında bilgiler veriniz?
5.Pendnâmeler nelerdir? Bilgiler veriniz?
6.Sad Kelime ne demektir? Daha çok kimlerin sad kelimeleri bir araya getirilmiştir?


11. Hafta
TÜRK İSLÂM EDEBİYATINDA DÎNÎ KONULAR ve NAZIM ŞEKİLLERİ
Nazım Türleri
Eski edebiyatımızın Divan Edebiyatı dönemini oluşturan dönemde dînî konularda, oldukça çeşitli eserler vücûda getirilmiş olmasına mukabil, Türk İslâm edebiyatı alanında dînî manzumelerin çeşidi oldukça azdır. Bunlar da İlâhîler, Nefesler, Devriyeler ve Şathiyelerdir.

İlâhîler
"Ve İlâhüküm İlâhün Vâhid. Lâ-İlâhe illâ Hüve'r-Ramânü'r-Ra-hîm = Tanrınız bir tek Tanrıdır, O'ndan başka tanrı yoktur, O, Rahmân'dır, Rahîm'dir." Âyette de görüldüğü gibi "İlâh" kelimesi "Allah" anlamında gelmektedir. Buradan hareketle "İlâhi" "Allah'a âit, Allah'a mahsus" demektir. İlâhî, aynı zamanda "(Ey) Allahım, (ey) Rabbım! anlamlarına da gelmektedir. İlâhî nisbesi, terkip olarak kullanıldığında: Emr-i İlâhî (Allah'ın emri ve işi); evâmir-i İlâhiyye (Allah'a mahsus emirler ve işler); Sun'-ı İlâhî (Allah'ın yaratması ve yapısı,
İlâhî yapı); eltâf-ı İlâhiyye (İlâhî lûtuflar, ni'met, şefkat ve merhametler), anlamlarına gelmektedir.

İlâhinin edebiyattaki tarifleri ise şu şekildedir: "Allah (c.c.)'a münâcât ve yalvarmayı içeren kasideler" demektir ki, Divan edebiyatı'nda "Tevhîd"in karşılığıdır. Bundan başka "İlâhî, Allah'ın vahdaniyetini, azamet ve kudretini anlatan şiirlerdir."; "İlâhî, Allah'ı medh etmek ve övmek, O'na yalvarmak için yazılan şiirlerdir."; "İlâhî, mutasavvıf şâirler tarafından dînî konularda ve Allah'ı övmek, O'na yalvarmak için yazılan şiirlere denir.", "Mutasavvıf şâirler tarafından dînî ve İlâhî fikirleri hâvî olmak üzere yazılmış olan şiirler" şeklinde tarifler de yapılmaktadır. Daha çok tekkelerde gelişen ve özel bir ezgiyle okunan İlâhîler, tarikatlara göre çeşitli isimler alırlar: Mevleviler'de "âyin", Bektâşîler de "nefes", Gülşenîlerde "tabuğ", Halvetîlerde "durak", diğer tarikatlarda "cumhur, İlâhi', Alevîlerde "deme", Yesevîler'de "hikmet.
İlâhîler hakkında şu teknik bilgiler verilmektedir: İlâhîler, genel olarak "hece" vezniyle yazılmışlarsa da, aruz ile yazılmış ilâhîler de vardır. Hece ile yazılan İlâhîler, daha çok, 3-7 dörtlükten oluşur. Hece savılan ise 8 ve 11’li olarak yoğunlaşır. Bunun yanında 7'li, 14'lü, 16'lı hece ölçüsüyle yazılmış olan ilâhîler de vardır. İlâhîler'de Kâfiye düzeni, dörtlükten kurulu olanlarda "Koşma"; beyitlerle kurulu olanlarda ise "Gazel" şeklindedir.

İlâhîler, Dînî Türk Mûsikîsinde en çok kullanılan şekildir. İlâhîler, bestelenirken: Zemin / nakarat / miyân / nakarat şemasına göre bestelenir. Bestelenecek İlâhîlerin güfteleri murabba' (dörtlü), muhammes (beşli), müseddes (altılı), bazen da müsemmen (sekizli) olabilir. Bestelenecek İlâhîler, özellikle (Yunus Emre, Osman Şems, Eşrefoğlu Rûmî, Aziz Mahmûd Hüdâî, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi) ünlü tarikat müntesiplerinin şiirlerinden seçilir. İlâhîler, tarikatlarda olduğu kadar, eskiden mekteplerde de, tek veya koro hâlinde, okunurdu. Camilerde okunan İlâhîler, ramazan, bayram, kandil gibi belirli ve mübarek günlerde okunur. Hicrî yılın {Muharrem, Safer, Rebiu'l-evvel, Rebiu'l-âhire, Cumâde'l-ûlâ, Cümâde'l-âhire, Receb, Şa'bân, Ramazân, Şevval, Zi'l-ka'de, Zi'l-hicce) her belirli ayı için okunan İlâhîler de vardır. Kadir Gecesi'ne mahsus İlâhîler, Muharrem ve Ramazan İlâhileri oldukça meşhurdur. İlâhîler, koro hâlinde okunmak üzere bestelenmişse cumhur ilâhî
adını alır. İlâhîleri toplayan bazı Mecmû'a-i İlahiyatlar bulunmaktadır. Bu mecmu'alar, mûsikî tarihimizin değerli kaynaklan arasındadır. Bunların en başta geleni Müstakîmzâde Süleyman Sa'deddîn Efendi (1719-1788)'nin mecmu'asıdır.

Nefesler
Nefes, Bektaşî tekkelerinde "Âyîn-i cem"lerde özel bestelerle okunan nükteli, zarif, az çok lâubâlî ve müstehzi (alaycı) şiirlerdir. Bunlar incelendiğinde bize, Anadolu'da yaşamış ve yaşayan inançları, tarikat telkinlerinin izlerini gösterir. Nefeslerde, çoğunlukla Bektaşîlik felsefesi çerçevesinde "vahdet-i vücûd" nazariyesi anlatılır. Bir de bunun yanında Hz. Peygamber ve Hz. Ali için medhiye ve övgüler de söylenir. Nefeslerde, kalenderâne ve alaycı bir üslup dikkati çeker. Bu nevi şiirlere nefes denilmesinin sebebi, iç bilgisinden ve gerçeklerden söz edip kutsal bir ilham ile söylenmiş olmalarıdır. Diğer tasavvuf
kollarındaki İlâhîlerin zıddı olarak kabul edilir. Nefeslerde daha çok lirik bir üslup göze çarpar. Melâmî anlatımların çoğu nefesler yoluyla anlatılır. Bu yüzden Alevî-Bektâşî şâirlerin şiirlerine de nefes denilmiştir. Nefeslerde dil oldukça sâde ve yalındır. Kâfiye düzeni ise, daha çok Koşma'ya benzer. Genel olarak 7’li, 8’li ve 11'li hece ölçüleriyle söylenirler. Aruz ölçüsüyle yazılmış nefesler de vardır. Hece ile yazılan nefeslerde dörtlük sayısı 3-7 arasında değişir. Yedi kıt'adan uzun olan nefesler, Devriye özelliği taşır.

Nefesler'in Bektâşî törenlerinde (Âyîni-cem, ikrar ye kurban âyîni) saz eşliğinde ve makamla okunması bir gelenektir. Kaygusuz Abdal ile Pîr Sultan Abdal'ın bestelenmiş nefesleri oldukça meşhurdur. Hatâyî, Cemâlî Baba, Mehmed Ali Hilmi Dedebaba'nın söyledikleri nefesler de güzeldir. Nefes okunurken Bektaşiler arasında yemek, içmek, konuşmak, sigara içmek iyi ve makbul sayılmaz. Nefes okunması bitince okuyana "Aşk olsun" veya "Nefesiniz var olsun" denir. Şayet nefes okuyan mürşid (dede) ise "Nutkunuz var olsun" demek âdettir.

Devriyeler
Kök itibariyle Arapça olan Devr kelimesi, "dönme, bir şeyin kendi ekseni üzerine hareket etmesi, dönmesi" anlamına gelmektedir. Bazı tarikata mensup dervişlerin dönerek yaptıkları zikir ve sema’a da devr denilmektedir. Devr kelimesinin sonuna nisbet yâ'sı getirilerek oluşturulan Devriye ise "dönmeğe mahsus" anlamını taşımaktadır. Edebiyatta ise, "Devir nazariyesini anlatan şiirler"e denir. Başka tarifler de yapılmaktadır. "Tasavvuf felsefesindeki ruhun âlemi dolaşmasını konu edinen şiir.", "Mebde' ve Me'âd'dan bahseden harekete "devir", buna dâir yazılan şiirlere de "devriye" derler" gibi.

Konuya tasavvufî açıdan bakıldığında, tasavvufta "tekvin" (yaratılış) veya "sudur" (çıkış) ve "tecellî" meselesi devir telâkkîsiyle açıklanır. Devir, yaratılış (mebde'), son buluş (me'âd) ve bu ikisi arasıdaki aşamaların (safahat) tasavvufî izahıdır. Ehl-i tasavvuf, bu aşamaları bir dâireye benzeterek açıkladıkları için "devir" adını vermişlerdir. Bu dâire, "kavs-i nüzûl” ve "kavs-i urûc" diye ikiye ayrılmıştır. Bu husus, şu şekilde özetlenebilir. Vücûd-ı Mutlak (Allah)'dan ayrılan Nûr-ı İlâhî sırasıyla Akl-ı kül'den ukûl-i tis'a'ya, nüfûs-ı tis'a'ya, eflâk-i tis'a'ya, tabâyi'-ı erba'a'ya, onlardan anâsır-ı erba'a'ya ve toprağa geçer. Buna "mebde" veya "kavs-i nüzul" denir. Bu şekilde var olan âlemlerin en süflisi olan âleme (dünya) düşen varlık, önce "cemâd" (cansız), sonra "nebat" (bitki), sonra hayvan şeklinde tecellî eder. Bu tecellîlerle insanın yaşayabilmesi için gerekli ortam hazırlanmış olur. Bundan sonra Nûr-ı İlâhinin son tecellîsi, eşref-i mahlûkât (yaratıkların en şereflisi ve üstünü) olan insan şeklinde olur. İnsandan "İnsan-ı kâmil"e geçen Nûr-ı İlâhî, ondan da tekrar aslına, Allah'a döner. Bu aşama ve safhaya "me'âd, kavs-i urûc, kavs-i su'ûd" denilir. Böylece (Minhü bede’el-emrü ileyhi ya'ûdu. Her şey O'ndan başlar ve O'na döner.) sırrı tecellî etmiş olur. Böylece, "kavs-i nüzul" ve "kavs-i urûc"dan oluşan devir dâiresi tamamlanmış olur. Ancak, burada dikkatten kaçırılmaması gereken bir husus vardır ki o da, bu devir meselesinin "tenasüh = rûh göçü" ile karıştırılmamasıdır.
Devir telâkki ve anlayışı, edebiyatımızda Mevlana Celâleddîn Rûmî'den başlayarak şâirlerin pek çoğu, özellikle Bektaşî şâirleri tarafından işlenmiş ve "Devriye" adı verilen bir edebî tür meydana gelmiştir.

Divan Edebiyatı'nda daha çok devir "zaman" anlamında kullanılmıştır. Bundan hareketle felek, talih, kader, dünya anlamında da kullanılmıştır. Bundan başka devr-i kamer, devr-i gül, devr-i Âdem gibi terim ve tabirler de, Divan edebiyatında kelimenin bu anlamda kullanılışından meydana gelmiştir.

Devriye nazariyesinde, her şeyin aslı olan Nûr-ı Muhammedi'den kopan varlık, sonunda oraya dönmüş olur. Bu da karşılıklı iki yay (kavs) vasıtasıyla olur. İniş yayına "kavs-i nüzul" (mebde'); çıkış yayına da "kavs-i urûc" (me'âd) denir. Bu devrin tamamlanmasının elli bin yıllık bir zaman diliminde gerçekleştiğine inanılır. İnsan bu devri tamamlayabilirse ölünce "Hak ile Hak" olur.

Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780)'nın, Devr ve Devriye'nin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için şematik hâle getirdiği, iki yarım dâireden (kavs-i nüzul, kavs-i urûc) oluşan bir bütün dâirenin, muhtevasının nelerden ibaret olduğu hakkında bilgi vermenin faydalı olacağı kanaatindeyim.

Büyük dâirenin dışında şu cümleler yer almaktadır: "Bu nısf-ı dâire kavs-i nüzuldür ki tarîk-ı mebde' vücûd-ı âmdır."; "Ve bu nısf-ı dâire kavs-i urûcdur ki tarîk-ı me'âd vücûd-ı âmdır." Kavs-i nüzûl'ü oluşturan yarım dâirenin iç kısmında şunlar yazılıdır: "Akl-ı evvel, ukûl-i tis'a, nüfûs-ı tis'a, felek-i a'zam, felek-i sevâbit, felek-i zühal, felek-i müşteri, felek-i mirrîh, felek-i şems, felek-i zühre, felek-i utârid, felek-i kamer, keyfiyyet-i hararet, keyfiyyet-i bürûdet, keyfiyyet-i rutubet keyfiyyet-i yübûset, küre-i inâ, kürre-i hevâ, kürre-i mâ, kürre-i hâk." Kavs-i urûcu oluşturan yarım dâirenin içinde de şu bilgiler mevcuttur: "Tîn-i lezec, ma'âdin-i münkatıra, ma'âdin-i ahcâr, cevher-i mercan, tohumsuz nebâtât, tohumlu nebatat, eşcâr-ı müsmire, nahl-i hurma, envâ'-ı hayvanât, nesnâs ve maymun, mertebe-i İnsan, insân-ı kâmil." İçteki kavs-i nüzul yarım dâire içinde yazılı olan: "Bu nısf-ı dâre mümkinü'l-vücûddan ibaret olan kavsdir" cümlesinden sonra şu bilgiler vardır.

"Gayb-ı hüviyet ki lâ-halâ ve lâ-melâ ve lâ-ta'ayyündür"; "Mertebe-i Ehadiyyet ki ancak ta'ayyün-i Zât-ı Hak'dan ibarettir"; "Mertebe-i vâhıdiyyet ki câmi'-i cemî-i ta'ayyünât-ı esma ve sıfattır." Dâireyi ortadan bölen mevhum çizginin iki tarafında: "Bu kutr-ı dâiredir ki hatt-ı mevhûdan ibarettir." cümlesi yazılıdır. Kavs-ı urûcu oluşturan yarım dâirenin iç kısmında "Bu nısf-ı dâire Vâcibul-vücûd'dan ibaret olan kavsdir" cümlesi yazılıdır. Bundan sonraki yarım dâire içinde ise: "Akl-ı evvel, ukûl-i tis'a, nüfüs-ı tis'a, eflâk-i tis'a, keyfiyyât-ı erba'a, anâsır-ı erba'a, mevâlîd-i se-lâse, İnsân-ı kâmil" terkipleri yazılıdır.
Burada şunu kaydedelim ki, devir nazariyyesinin iyi anlaşılabilmesi için "Vahdet-i vücûd" felsefe ve nazariyesinin iyi bilinmesi şarttır. Aksi takdirde bunlardan bir şey anlamanın mümkün olamıyacağı gibi, tasavvufun zevkini ve tadını alamayanların da hoşlanmayacakları tabiîdir.

Devriyeler, konularına göre birkaç kısma ayrılabilir. Bir kısmı yaratılışı (mebde', kavs-i nüzul) anlatır. Buna devr-i ferşiye 'de denir. Bir kısmı da son bulmayı (me'âd, Kavs-ı urûc, kavs-i suûd) anlatır, bunlara da devr-i arşiye denir. Niyâzî-i Mısrî'nin Devre-i Arşiye'si oldukça meşhurdur Ancak, konunun nezaketi sebebiyle, bu alanda az eser verilmiştir. Edebiyatımızda devriyeler, daha çok Bektaşî şâirleri tarafından yazılmıştır. Ehl-i sünnet doğrultusunda olan tarikat müntesibi şâirler, konunun nezâketi sebebiyle pek iltifat etmemiş ve onlar daha ziyâde insanın ana rahmine düşüşü anından başlayarak hayatı, ölümü ve kabir hayatını anlatan devriyeler yazmakla yetinmişlerdir. Buna mukabil Bektaşî devriyeleri, Bektâşîlerin "tenasüh, hulul ve ittihâd"a inanmaları nedeniyle mâhiyet itibariyle de diğerlerinden farklıdır.

Devr nazariye ve felsefesinin dayandığı temelin, Hz. Peygamberdin: "Küntü nebiyyen ve Âdemü beyne’l-mâi ve't-tîn = Ben nebi iken, Âdem su ile çamur arasında idi." anlamındaki hadis esâs alıyorlarsa da, devir nazariyesinin asıl kaynağı "Ki onlara bir (ve musibet) eriştiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." anlamındaki âyet olmalıdır. Çünkü, metnini verdiğimiz için İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, hadis bu lafzıyla bulunamamıştır, ancak, Alkamî'nin el-Câmi'u's-sağîr şerhinde buna "sahih hadis" dediğini nakletmektedir. Halbuki,
verdiğimiz âyette zerrece şüphe yoktur. Bir nazariyenin dayanağı, şüpheli olanlar değil, doğruluğu kesin olan deliller olmalıdır.
Devriyeler, destan, koşma, nefes, ilâhî tarzında yazılmışlardır.

Şathiyeler (Şathiyât-ı Sofiyane)
Arapça kökenli olan "şth" kelimesi "yürüyüşte ve sözde ölçüyü kaçırma, kuralın dışına çıkma" anlamına gelmektedir. Edebiyatta ise şathiye: "Türk tasavvuf edebiyatında ciddi bir düşünce veya duyguyu, iğneleyici ve alaylı bir şekilde anlatan şiir." şeklinde tarif edilmektedir. Tasavvufî bir terim ve ıstılah olarak da: "Dıştan (zâhiren) ve normal bilgilerle bakıldığı zaman dîne aykırı imiş gibi gözüken fakat, tasavvuf, (bâtınî) anlamda bir hakikat ve gerçeği ifade eden söz ve deyişler" diye tanımlanmaktadır. Bir başka tarif de şöyledir: "Sekir hâlinin galip gelmesiyle uygunsuz söylemek, Ehl-i Hak'tan ıztırar ve ıztırab ile sâdır olan ve zahiren te'vîli (yorum) mümkün olmayan sözler." Ehl-i tasavvuf bunun için: "İnne'llâhe lâ-yuâhizü'l-'uşşâke bi-mâ yasduru anhum = Allah, âşıkları kusurlarından dolayı muâhaze etmez, sîgaya çekmez." anlamında da bir hadis naklederler. Muhyiddîn-i Arabi'nin: "Sizin Allahınız benim ayağımın altındadır", Hallâc-ı Mansûr'un: "Enel-Hak", Bâyezîd-i Bistâmî'nin. "Sübhânî mâ-A'zama şânî" demeleri sathiye kabilinden söylenmiş sözlerdir. Ehl-i tasavvuf, bazı meczupların sözlerini taklid etmek suretiyle yazılmış, zahirde saçma görünen, fakat şerh ve tahlil edildiğinde derin anlamlar ifâde eden manzumelere "Şathiyyât-ı Sofiyane" adını vermişlerdir. Bektaşî şâirlerin söyledikleri şathiyeler, zahir ulema tarafından pek hoş karşılanmaz. Şathiyelerin yaygın hâle gelmesi, "vahdet-i vücûd" nazariyesinin yaygınlık kazanmasıyla paralellik arz etmektedir.

Genel olarak Bektaşî şâirlerinde tesadüf edilen şathiyeler ya gazel gibi aa / xa / xa.. şeklinde; veya semâ'î, koşma gibi abab / cccb / dddb.; xaxa / bbba/ ccca.. şeklinde kâfiyelenirler. Şathiyeler, çoğunlukla 7+ 7 =14; 6 + 5 = 11 veya 4 + 4 + 3 = 11; 4 + 4 = 8'li hece vezinleriyle yazılırlar.

Değerlendirme Soruları
1. Türk İslam Edebiyatında nazım türleri nelerdir? Bilgi veriniz?
2. İlahiler hakkında bilgiler veriniz?
3. Nefes nedir? Daha çok hangi tarikat mensupları nefes söylemiştir? Bilgi verihiz?
4. Devriye ne demektir? Devriye-Vahdet-i Vücud ilişkisini değerlendiriniz?
5. Şathiyeler hakkında bilgiler veriniz?





12. Hafta
DİVAN EDEBİYATI DÖNEMİ
Türk Edebiyatı'nın umûmî gelişimi içinde, nazarî ve estetik esaslarını İslâmî kültürden alarak meydana gelen ve özellikle örnek kabul ettiği Fars edebiyatının her yönden kuvvetli ve sürekli tesiri altında şekillenip belirgin örneklerini vermeye başladığı XIII. yüzyıl sonlarından XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar, bünyesini sarsıcı ve zayıflatıcı bir tepki ve değişikliğe uğramadan Arapça-Farsça kelimelerin geniş ölçüde yer aldığı bir dil ile varlığım altı yüzyıl sürdürmüş bir edebiyat geleneğidir.

Divan Edebiyatı, Türklerin İslâm'ı kabul etmelerinden sonra İslâm medeniyetinin bilim, inanç ve kuralları etkisinde ortaya çıkan bir edebiyat türüdür. Bu edebiyata "İslâmî Edebiyat, Yüksek Zümre Edebiyatı, Havas Edebiyatı, Osmanlı Edebiyatı, Saray Edebiyatı, Enderun Edebiyatı, Klâsik Türk Edebiyatı, Eski Edebiyat" gibi isimler veriliyordu. Ancak, bu isimlerin, Divan edebiyatı dönemi göz önüne alındığında, eksik oldukları görülecektir. Ne var ki 1900’lerden itibaren Divan Edebiyatı adı daha yaygın hâle gelmiş, bu alanla meşgul olan her müellif bu adı kullanır olmuştur.

Bir de "Divan" kelimesinin etimolojik yapısına bakalım. Bu kelime aslen Farsça olup, Arapçaya buradan geçmiştir. Ancak, Arapça sözlüklerde, alçak, yakın, gayrı anlamlarına gelen "=Dûn" kökünden "=Dâne-Yedûnü-Dûnen" şeklinde çekimi yapılarak, "=Dîvân" kelimesinin buradan geldiği ileri sürülmekte, çoğulu "Devâvîn" olan Dîvân'nın" sayfaların toplandığı Mecmû'a" anlamına geldiği belirtilmektedir. Buna göre, Dîvân kelimesinin ıstılah anlamı ise: "Bir Şâirin şiirlerinin toplandığı kitap", veya: "Bir şâirin şiirlerini, kâfiyelerine göre, alfabetik (hurûf-ı hecâ) tertibiyle içine alan mecmû'a" demektir. Bu kelime ile, başka anlamlara gelen terkipler de yapılmıştır: "Dî-vân-ı temyiz=Temyiz mahkemesi; Dîvân-t muhasebat = Sayıştay" gibi. "Divan şâirinin şiirlerini, kâfiyelerine göre, alfabetik olarak içine alan mecmû'a" diye tarifini verdiğimiz Dîvân'm nasıl tertip edildiği üzerinde durmayacağız.

Divan Edebiyatında Kurallar
Divan edebiyatının bazı kural ve kalıplan vardır. Bir divan şâiri bu kural ve kalıpların dışına çıkamaz. Bunların başında aşk-âşık-maşûk üçgeni gelmektedir. Bu üçe, bazen rakîb (düşman, âşikâ ortak olan) de ilâve edilebilir. Divan şiirinde eksen aşktır. Hem İlâhî hem de beşerî aşkı andıran platonik (amour platonique-Eflâtunî, kuru ve gayr-i şehevî aşk) aşk, hemen hemen birçok beytin temelini oluşturur. Divan şâiri bir âşık gibidir. Buna mukabil sevgili ise her zaman vefasız ve cefakârdır, âşıka cevr ü cefâ etmekten hoşlanır. Maşuk tek, âşık ise yüzlercedir. Bütün âşıklar birbirinin terkibidirler. Aşk, ilacı ve çâresi bulunmayan bir derttir. Esasen buna dert demek doğru değil, çünkü âşık bu dert ve ıztırabın bitmesini istemez. Aşkın ne olduğunu çok iyi bilen Fuzûlî (ö. 1556) aşk derdini şöyle tarif eder:

Divan edebiyatında sevgili (ma'şûk, ma'şûka), bazan ay parçası, bazan da güneşe benzetilir. Boyu ise Tûbâ ağacı, ya da servi, saçları, dağınıklığı nedeniyle sünbül, kokusu nedeniyle de misk gibidir. Yanakları, kırmızı oluşu nedeniyle gül veya lâleyi andırır. Baygın bakışlı olması nedeniyle gözler nergis, kaşları yay, kirpikleri ok gibidir. Gamzesi kılıç veya hançer gibi olup âşıkın bağrına saplanır. Dudaklar hokka veya mücevher kutusu olup dişleri ise bu kutu içindeki incilerdir. Dudak bir nokta kadar küçük, hatta hiç yok gibidir. Bu dudak âşıka âb-ı hayat bahşeder. Ondan bir defa içen ölümsüz olur fakat, bengisu da denilen âb-ı hayatı, Hızır (a.)'dan ve İlyas (a.)'dan başka da içen olmamıştır. Sevgili, dâima nazlanır, söz verir fakat va'dinde durmaz, örnekleri daha da çoğaltılabilecek bu kurallar, hemen her şâir tarafından bilinir, uygulanır. Ancak, bu kuralların dışına şâir de yok gibidir.

Divan edebiyatında kelime oldukça önemlidir. Hemen her kelime, tam anlamında ve yerli yerinde kullanılmalıdır. Yeri geldikçe kelimenin bir başka anlamı da beyte uygun düşebilir. Divan edebiyatının iç güzelliğini de kelime oyunları ve edebî sanatlar oluşturur. Anlamı beyitte yoğunlaştıran şâir, bütün güzelliği yerine parça güzelliğine önem verir. Diğer edebiyatlarda uzunca anlatılan konular, Divan edebiyatında bir beyitte anlatılmıştır.

Divan edebiyatı, genel yapısı itibariyle, şiir ağırlıklı bir edebiyat olmakla beraber, nesir alanında da varlığını hissettirmiştir. Bu edebiyatta nesir (düzyazı), süslü ve sâde bir şekilde kendini gösterir. Yüksek seviyedeki birkaç ilmî, felsefî, dînî ve edebî eser ile mektup ve yazışmalarda süslü nesir hâkim ise de, birkaç yazar dışında bu tür yazılara fazla önem verilmemiştir. Çoğu tercüme olan men sur eserlerin büyük çoğunluğu öğretici (didactique), bilgilendirici ve yol gösterici özelliklere sahiptir. Dîn, ahlâk, tasavvuf, eğitim ve terbiye, kültür, menkıbe, tıp, tabiat ve benzeri konularda yazılmış olan eserlerde kullanılan dil, şiirde kullanılan dilden daha sâde ve yalındır. Sâde bir üslûpla kaleme alman eserlerde cümleler tabîî ve oldukça kısadır. Noktalama işaretlerinin kullanılmadığı bu düzyazı eserlerin birkaçı, fazlaca süslü ve sanatkârâne ise de, genel olarak halkın okuyup anlayabileceği bir dil yapısına sahiptirler. Arapça ve Farsça ile de eserler veren sanatkar ve
ilim adamları, çoğu zaman orta nesir diyebileceğimiz bir dil ile öğretici ve tarihî eserler de yazmışlardır. Divan edebiyatında şiirde olduğu gibi, nesirde de hiçbir zaman kurallara kesin ve katî olarak bağlı kalınmamıştır. Şunu da unutmamalıdır ki bu edebiyatta nesir, hiçbir zaman şiir kadar edebî kabul edilmemiştir.

Divan Edebiyatında Kaynaklar
Divan edebiyatı, şekil itibariyle, mahdut bir yapıya sahip gibi ise de, muhteva yönünden fevkalâde zengin ve çok çeşitli kaynaklardan beslenmiştir. Bütün dînî ve felsefî eserler, Kur’an-ı Kerim, Hadisler. Kıssalar, mu'cizeler, tarih, esatir (fables), esâtîr-i evvelîn (mythologie), tabiat, kozmoğrofya, dil ve benzeri pek çok alanda bir şâirin sahip olduğu her türlü kültür ve birikim, bu edebiyatta vezne dökülür, kâfiyeye vurulur.

Kur’an ve Hadis
İslâm'ın çağları kucaklayan İlâhî emir ve yasakları muhtevî Kur'an ve Kâinatın Efendisi Hz. Peygamberin sahih ve doğruluğunda şüphe olmayan hadisleri, divan şâirlerinin çokça istifâde ettikleri birer hazîne ve ilham kaynağıdır. İnanç ve düşünce sistemlerini şiir ve eserlerine yansıtmaları onların en tabîî sanat anlayışlarıdır. Telmih yoluyla ya da meâlen veya olduğu gibi bir şâirin âyet ve hadislerden iktibas ve alıntı yapmakla, şâir şiirlerini öğretici bir çehreye de büründürmüş olur. Böylece âyetlerin, özellikle iman, ibadetler, beşerî-ahlâkî hükümleri içeren değişik şekillerde şiire konu olmuş olur.
Sünnet'i oluşturan hadisler ise, âyetler kadar olmasa da, divan şâirinin inanç sistemi kadar, ifâde ve üslûbunu da yönlendiren esaslar olarak şiirde yerini alır.

Dînî İlimler
Kur'an ve Hadis'in çizdiği çerçeveyi taşımayan fikir ve düşünce yapısı, bazı dînî ilimlerle de beslenir ve desteklenir. İslâm Hukûku'nun sınırlan içerisinde düşünülerek mütâlâa edilen Ehl-i Sünnet inanç ve akideleri yanında, bazı bâtınî mezhep görüş ve düşünceleri de bu edebiyatta fazlaca söz edilerek yer verilir. Özellikle Tevhîd, Münâcât ve Na't ve benzeri türlerde bu ilimlere dayalı fikir ve düşüncelere sıkça yer verilir.

Kur'an âyetlerinin yorumu olan Tefsir, Allah'ın birliğinden, zatî ve sübûtî sıfatlarından bahseden İlm-i Kelâm, İslâm Dîni'nin usûl ve hükümlerini inceleyen Fıkıh gibi dînî ilim ve bilgiler de şâirin kullandığı kaynaklar arasında önemli bir yer tutar. İslâm kozmogonisi (cosmogonie-Evren Bilimi, İlmü'l-kâinât), felsefî düşünce ve görüşler, mezheplerin görüş ve yorumları, yer yer de Tasavvufî düşünce ve görüşler ve benzeri daha bazı konular bu arada sayılabilir.

İslâm Tarihi ve Peygamber Kıssaları
Divan şâiri nazarında, bir milletin ferdi olmaktan daha çok, bir dîne ümmet olmak önemlidir. Bu da, haliyle, İslâm Tarihi'ni bilmeyi gerektirir. Divan şâirlerinin hemen hemen çoğu medrese eğitimi aldıklarından, dolayısıyla bu ilmi de almış olmaktadırlar. Bu neenle şâir, bu birikiminden de faydalanır. Bu yüzden, ilk insan ve ilk peygamber olan Ebü'l-beşer Hz. Âdem'den, son peygamber olan Kâinatın Efendisi Hz. Peygamber’e kadar hemen her peygamberin, Kur’an'a dayalı kıssalarını bilmek her müslümanm bilmesi gerektiği düşünülür.
İslâm Tarihi, öncelikle, ilk insan Hz. Âdem ile başlar, tarihin en hayırlı nesli olan Ashâb-ı kirâm'm dönemi Asr-ı Sa'âdet'le zirveye ulaşır ve kemâl bulur. Daha sonra Dört Halîfe devri (Hulfâ-i Râşidîn) ve sonraki İslâm devletleriyle şâirin dönemine ulaşılır. Şâire gerekli olan malzeme, bu tarihte yer alan önemli kişiler, olaylar ve değişimlerdir. Hem çeşitli tasavvufî fikir akımları, hem de önemli savaş ve hâdiseler, kahramanlarıyla birlikte beyitlere konu olurlar. En başta Hz. Peygamber olmak üzere, diğer peygamberler, Hulefâ-i râşidîn, ashâb-ı kiram ve ileri gelen İslâm büyükleri, aksiyon olarak ele alınır ve çağın toplumuna örnek olarak gösterilirler. Hem Siyer, megâzî gibi türlerde, hem İslâm veya Osmanlı tarih yazarlarında İslâm tarihini yakından ilgilendiren ikinci derecede olan olaylara (episodes) tesadüf edilir.



Mu'cizeler, Kerametler
Başta Hz. Peygamber olmak üzere, diğer peygamberlerin gösterdikleri mu'cizeler ve evliyâullahın kerametleri, İslâmî toplumlara yol gösteren, yön veren ahlâkî ve eğitici
gerçeklerdir. Şâirler, zaman zaman telmih yoluyla mu'cize ve kerametlere yer vermekle, şiire bir inanç ve hayal zenginliği katar. Hz. Peygamberin Şakku'l-kamer (Ayın iki eşit parçaya ayrılması), güneşi geri döndürmesi (ihtibâsu'ş-şems), parmağından su akıtması, taşların dile gelmesi ve benzeri pekçok mu'cizeleri yanında; Hz. İsa'nın ölüleri diriltmesi, Hz. Musa'nın asasının yılan oluşu, Hz. İbrahim'i ateşin yakmaması, bıçağın Hz. İsmail'i kesmemesi, Yûsuf (a.)'un köle iken sultan oluşu, Hz. Süleyman'ın kuş dilini (mantıku't-tayr) bilmesi ve benzeri pekçok mu'cizeler ve yine birçok benzetme ve ifâdeleri süsler. Aynı şekilde Hulefâ-i râşidîn ile evliyâullahtan pek çoğunun kerâ-metlerine de bu arada yer verilir ve anılır.

Tarihî ve Efsânevî Kişilerin Maceraları
Tarihte, her hangi bir yönüyle, meşhur olmuş, isim yapmış şahıslarla esâtîr (hitoires fabuleuses) denilen hayal-gerçek karışımı olaylar da Divan edebiyatının malzeme ve kaynakları arasında yer alır. Telmih yoluyla anılan bu şahıslar ve özellikleri, şâirlerin yaşadıkları çağda halk arasında canlı bir şekilde anlatılmakta ve okunmaktadır. Olağan-üstü bir hayal dünyasına sahip olan Divan şiiri de bu kaynaktan nasibini almıştır. Esasen pekçok ilmî ve dînî kaynaklarda da bu tip kahramanlardan söz edilmektedir.

Divan edebiyatında sıkça anılan tarihî şahsiyetlerden bir kaçını, şu şekilde, sıralamak mümkündür: Hızır (a.), evliyâullahtan İbrahim Edhem, Senâî, Hallâc-ı Mansûr, Behlül Dânâ, Cüneyd-i Bağdâdî, İbn Sînâ, Hulâgû, Hâmân, Kârûn, Nûşirevân, Hâtem-i Tâî, Eflâtun, Aristo, Batlamyus, Cemşîd, Dârâ, Feridun, Dahhâk, Efrâsi-yâb, Keykubâd, İskender (Makedonyalı İskender-i kebîr), Hüsrev, Hürmüz, Zal-oğlu Rüstem, Bazâd, Mani. Ünlü aşk kahramanlarını da burada anmak gerekir. Leylâ-Mecnûn, Hüsrev-Şîrîn, Vâmık-Azrâ, Yûsuf-Zelîhâ gibi.

Çağın İlimleri
Divan şâirlerinin hemen hepsi bilgili, kültürlü ve medresede eğitim görmüş insanlardı. Medreselerde, içinde yaşanan çağın hemen hemen pek çok ilim dalında eğitim-öğretim görülmekte, özellikle de Arapça-Farsça dilleri öğretiliyordu. O devir insanını, gerek pozitif (müsbet) ilimler, gerekse felsefî veya bâtıl kabul edilen ilimler, dünyanın neresinde
olurlarsa olsunlar, yakından ilgilendirmekte idi. Şâirler de, Doğu kültürüyle beslenmiş bu ilimlere yönelik faaliyetlerini veya halkın bildiği yaygın konuları şiirlerinde söz konusu etmişlerdir. Bu tür ilimlerin başında şunlar sayılabilir: Felsefe, hikmet, mantık, tıp, eczacılık, kimya, simya, heyet, astronomi, astroloji, sosyoloji, mûsikî, riyaziye, geometri, tecvîd, remil, zâyirçe, ilm-i nücûm, büyücülük, kıyafet ilmi, rûyâ tabiri gibi. Şâir, gerek ilgi alanı, gerekse birikiminin imkanları nisbetinde bu ilimlerle ilgili terim ve deyimleri, herkesin bilebileceği bazı gerçekleri, doğruluğu kanıtlanmış konulan ele alıp sanatla işler.

Türk Millî Kültürü ve Yerli Malzeme
Şâirler, gelenek ve töreyi gerektiği şekilde yaşayan, günlük olaylarla tecrübelerini zenginleştirmiş, öyle ki pek çoğu bilge kabul edilen kültürlü şahsiyetlerdir. Toplum düzenini, hükmet etme usûlünü, sosyal değişmeleri ve çevrelerinde olup-bitenleri değerlendirebilme yeteneğine sahiptirler. Yaşadıkları hayat ile edebiyatı yoğururken Ramazan bayramı, düğünü, merasimi, mektebi, medreseyi, eğlenceyi, bezm ve rezmi, bâde ve câmı, silah ve sporu, zamaneden şikâyeti tarih perspektifinden görür ve öylece şiirlerine nakşeder, işlerler. Başka bir deyişle şâirler de insandır ve insanî duygularını dolduran günlük hâdiseleri şiirlerde nakletmekten çekinmez, aksine zevk duyarlar.
Şunu unutmamalıdır ki her edebiyat, kendi çağının aynasıdır. Şâir ve sanatkâr, farkında olsun olmasın, içinde bulunduğu, yaşadığı hayatın ve çevrenin etkisinde kalacaktır.

Dil
Edebiyatın ana malzemesi Dil'dir. Diğer sanatkârlar gibi, Divan şâiri de dilin inceliklerinde faydalanarak sanat yapar, kendine münhasır bir tarz ve üslup edinir ve eserine cazibe ve çekicilik kazandırır. Yalnız, şâir için bir de dilin sağladığı diğer imkanlardan faydalanması söz konusudur. Darb-ı meseller, vecîzeler, tabirler, deyimler ve benzeri ile zenginleşen bir şiir, anlatımda engin ufuklar yakalayıp hayâlde sonsuza kanat açar.

Ayet ve hadislerde olduğu gibi, şâir tarafından atasözleri de yarım veya tam olarak iktibas yapılır, mana ve anlam, çağrışımlarıyla birlikte hatırlatılır. Çoğu zaman irsâl-i mesel (örnek getirme) edebî sanatı ile de gündeme gelir. Hem Arapça ve Farsça'da mevcut olan darb-ı meseller, hem de halkın dilinde dolaşan anlamlı söz ve deyimler, anlatıma canlılık kazandırdığı için de tercih edilir.

Değerlendirme Soruları
1. Divan edebiyatında kurallar nelerdir?
2. Divan Edebiyatında kaynaklar nelerdir?
3. Divan edebiyatı kaynaklarından Kur’an, Hadıs vedini ilimler hakkında bilgi veriniz?
4. Divan edebiyatı kaynaklarından mucize, keramet ve dil hakkında bilgiler veriniz?

13. Hafta
DİVAN EDEBİYATINDA GELİŞİM
XII. yüzyıldan XIX. yüzyıla gelinceye kadar geçen 6 yüzyıl içinde Divan edebiyatını, yaklaşık tarihler vermek suretiyle, şu şekilde devrelere ayırmak mümkündür.

Kuruluş Dönemi
Türkçe kelimelerin daha çok kullanıldığı ve İran edebiyatı tesirinin yavaş yavaş hissettirdiği dönemdir ki, Fâtih Sultan Mehmet dönemine kadar (1451) devam eder.

Geçiş Dönemi
Türk Dili'nin Osmanlıca özellikleri gösterdiği ve şâirlerin edebiyatta köklü değişiklikler yaptıkları dönemdir ki, Yavuz Sultan Selim zamanına kadar (1512) uzanır.

Klâsik Dönem
Divan edebiyatı'nın "Altun çağı" dönemidir ki yaklaşık bir asır devam etmiş ve I. Ahmet dönemine kadar (1603) uzanır.

Sebk-i Hindî Dönemi
Bir yandan klâsik şiir devam ederken, diğer yandan da şiirimizde Sebk-i Hindi (Hind üslûbu) adı verilen bir akım kendini gösterir. Hindistan'da Bâbürlü Türk-Hind hükümdârlarının saraylarında gelişerek ortaya çıkmış bir tür olan Sebk-i Hindide aşın süs ve sanata, fikri ve düşünceyi gizlemeye, ardarda dizilen zincirleme tamlamalara ve ince hayâllere önem verilmiştir. Şeyh Gâlib dışta bırakılırsa, bu dönem IÖ. Mehmet zamanına kadar (1748) devam eder.

Divan edebiyatı içinde yer alan ve bir adı da Sebk-i Isfahanı olan Sebk-i Hindî akımı, XVII. yüzyılda İran şâirlerinin etkisiyle edebiyatımıza girmiştir. İran edebiyatına da Hindistan.'dan.geçmiştir.
Sebk-i Hindî tarzının İran edebiyatındaki başlıca temsilcileri, Hindistan'da yaşayan Türk asıllı şâir, tarihçi ve mutasavvıf Emîr Hüsrev-i Dihlevî (ö.725/1325), Orfî-i Şîrâzî (ö.1591), Feyzî-i Hindî (ö.1595), Sâib-i Tebrîzî (ö.1671), Şevket-i Buharî (ö.1695), Bî-dil (ö.1720) gibi şâirlerdir.

Edebiyatımızdaki en önemli temsilcileri ise Nef'î (ö.1635), İsmeti (ö.1665), Nâilî-i Kadîm (ö. 1666), Nedîm-i Kadîm (ö. 1670), Neşâtî (ö.1674), Nâbî (ö.1712), ve Şeyh Gâlib (ö.1799)'dir.
13.2. DİVAN EDEBİYATINDA KRONOLOJİ
Divan edebiyatı döneminde yüzlerce şâir yetişmiştir. Bu dönem şâir ve yazarlarından başta gelenleri, kronolojik olarak, şu şekilde sıralamak mümkündür:

XIII. Yüzyıl
Orta-Asya'da Türk Dili'yle XI yüzyılda başlayan ve XII. yüzyılda Çağatay lehçesiyle edebî mahsûllerini veren Divan edebiyatının Anadolu'da ilk eserlerine, XIII.yüzyılda tesadüf ediyoruz. Bu gecikmenin en başta gelen sebebi, Anadolu Selçuklu Devleti'nin resmî dil olarak Farsça'yı kabul etmiş olmalarıdır. Türk Dili'nin resmî dil hâline gelişi ise, 1278 Konya'ya giren Cimrinin Karamanoğlu Mehmet Bey'i kendine vezir yapmış ve Karamanoğlu Mehmet Bey'in Türkçe'yi resmî dil ilan etmesiyle, devlet işlerinin görüldüğü resmî makamların ve sarayın dili, Farsça'dan Türkçe'ye çevrilmişti. Ancak, şunu hemen belirtelim ki, Karamanoğlu Mehmet Bey'in, her yerde Türkçe'nin dil olma kararı, bir müddet sonra Cimri hareketinin bozguna uğramasıyla, uzun sürmese de, Anadolu'da Türk Dili'nin en güzel ürünleri verilmeye başlanmıştı,

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin çağdaşı Yunus Emre, ana dili Türkçe ile, içli ve kendine has heyecâniyle şiirler söylüyordu. Mevlânâ tesiriyle Yunus Emre musammat tarzında aruz ve heceyle şiirler vücûda getirmiş, Risâîetü'n-nushiyye isimli mesnevi tarzındaki risalesini de 1308'de dilimize kazandırmıştı.
Yunus Emre, bir halk şâiri olmaktan çok bir divan, daha doğrusu bir mutasavvıf şâir olmakla birlikte, özellikle hece vezniyle yazdığı şiirlerle halka hitabettiği için halkın şâiri gibiydi. Yunus Emre, bir geçiş dönemi şâiri olması nedeniyle, aruz kalıbını kendi döneminde ustaca kullandığı hâlde, hece vezniyle de yazmış Allah, Azrail, cennet, cehennem, gassal, düşmen diye kullandığı kelimelerin yerine sırayla, aynı kelimelerin karşılığını Türkçe olarak Çalap ve Tanrı, Can alıcı, uçmak, tamu, yuyucu, yağı şeklinde
söylemiş, yeri geldikçe ilim karşılığı bili, demiş, fakat bütün bu duyguları inancından kaynaklanan bu güçlü şâir, şiirinin dokusunu oluşturan unsurları, dünyadan, çevresinden ve halktan almış, onda İran edebiyatının unsurları, hatta dînî unsurlar bu yerli maya ile yoğrulmuş gibiydi. Esasen, Yunus'un halka mal oluşu da buradan kaynaklanıyordu.

Aynı dönemde yaşamış olan Mevlânâ'nın büyük oğlu Sultan Veled de, babası gibi eserlerini Farsça olarak yazmış, Mevlevîliğin temelini atan Sultan Veled, aynı zamanda halka halkın diliyle hitabedilmesi gereğini duymuş, babasını Türkçe konuşan Anadolu halkına babası Mevlânâ'yı ve fikirlerini anlatabilmek İçin toplam 367 kadar türkçe şiir söylemişti. Anadolu'da doğup büyümüş olan Sultan Veled, eski Anadolu Türkçesi'ni kullanmakta da zorlanmamıştı. Ancak, onun eski Anadolu Türkçesi ile yazdığı şiirler, Yunus Emre'nin şiirleri gibi, halka mal olunamamış, belli bir zümreye inhisar etmiştir. Bilinmesi gereken bir şey daha var ki o da, hem dînî ve didaktik, hem de lâik diyebileceğimiz Sultan Veled'in bu şiirleri, Anadolu'da divan edebiyatının ilk mahsûlleri olduğu gerçeğidir.
XIII. ve XIV yüzyıllarda bir taraftan Yunus Emre'nin izinden giden, diğer yandan İran şairlerini örnek alan, özellikle Şehnâme yazarı Firdevs-i Tûsî gibi bir destan şâirinin veya Ferîdüddîn-i Attâr gibi bir sufi şairin ve Mevlânâ ile Sultan Veled'in yolunda giden şâirlere tesadüf ediyoruz.

Yunus Emre'nin yolunda gidenlerden Şeyhoğlu Satu, onun yolunda gittiğini söyleyen bir başka Yunus, İsmâil Ümmî, Hacı Bektâş-ı Velî'nin Makâlât'ını mensur olarak Türkçeye çeviren ve Yunus Emre’ye nazireler yazan Sa'îd Emre gibi şâirlerdir. Mevlânâ ve Sultan Veled'in yolunu izleyenler ise Âşık Paşa, Ahmed-i Gülşehrî ve Mes'ûd Gülşehrî'dir Bunlardan Âşık Paşa, mesnevi tarzında yazdığı Türkçe büyük bir tasavvufî eser olan Garîbnâme isimli eserini vermekle kalmamış, aynı zaman da Yunus tarzında ve musammat şeklinde şiirler de yazmıştır. Denilebilir ki Âşık Paşa, Garîbnâme isimli tasavvufî mesnevisi ile Mevlânanın yazdığı diğer şiirleri ile de Yunus'un yolunu tutmuştur. Öte yandan Ahmed-i Gülşehrî (ö. 1317) Felek-nâme ve Mantiku't-tayr isimli eserleriyle divan edebiyatına iki büyük eser kazandırmıştır.

Ahmed-i Gülşehrî, Mantiku't-tayr isimli eserinin konusunu Feridüddin Attar'dân almakla beraber onun eserinin tam tercümesi olmayıp, Mesneviden de bazı hikâyeleri alarak ortaya değişik ve orijinal bir Mantıku't-Tayr çıkarmıştır. Mes'ûd Gülşehrî ise, Farsçadan manzum olarak Türkçeye çevirdiği Süheyl ü Nevbahâr ve Ferheng-nâme-i Sa'dî ile şöhret kazanmıştır.

Bunlardan başka XIII. ve XIV. yüzyıllarda, Anadolu sahasında Divan edebiyatının kuruluşunda Ahmed Fakih (ö.618/1221), Şeyyad Hamza (XIII.-XIV/1), Hoca Dehhânî ve Dursun Fakıh (ö.1326) gibi şâirlerin de yer aldıklarını görüyoruz.

XIV. Yüzyıl
Dînî-tasavvufî, tarihî, ahlâkî ve hamasî eserlerin verildiği yüzyıl olan XIV. yüzyıl, oldukça farklılık arzeden bir yüzyıldır. Ahmedî (ö. 1413) başta olmak üzere bu yüzyılda Âşık Paşa (ö. 1332), Said Emre, Hoca Mesud, Yûsuf-ı Meddah, Sulı Fakıh, Şeyhoğlu Mustafa, Erzurumlu Mustafa Darîr (ö. 1393), Elvan Çelebi (ö. 1358'den sonra) gibi isimler sayılabilir. Azerî Türkçesi ile eserler vermiş olan Kadı Burhâneddin (ö. 1398) ile Seyyid Nesîmî (ö. 1404) Divan edebiyatının Osmanlı sahası dışındaki '"güçlü" temsilcileridir. Bunlar arasında en güçlü şâir kabul edilen Seyyid Nesîmî, hurûfîliğin kurucusu Fazlullah el-Hurûfî'ye intisab etmiş, şiirlerinde hurûfîliğin ana prensiplerini vermeye çalışmış, bu yüzden Halep'te derisi yüzülerek öldürüldüğünden, ikinci mansur olarak kabul edilmiş, Alevîlerce ise yedi büyük eren şâirden biri sayılmıştır. XV. yüzyılda Habîbî, XVI. yüzyılda da Fuzûlî, bu güçlü Azerî şâiri Nesîmî'nin tesiri altında kalmışlardır.

XV. Yüzyıl
Bu yüzyılda karşımıza çıkan ilk isim, hiç şüphesiz, Ahmed-i Dâî'dir. Bunun peşinden de, elbette, bu yüzyılın Şeyhü'ş-şu'arâsı olan Germiyanlı Şeyhî gelmektedir. Daha sonra yetişecek olan Ahmed Paşa (ö. 1496), yer yer Şeyhî'yi de geçecektir. Çağ içinde Necati (ö. 1509)'nin ayrı bir yeri vardır. Çünkü O, Türk şiirinde dil ve öz bakımından yeni bir merhaledir. Bu yüzyılda Avnî (Fâtih), Adlî (II. Bayezid), Cem Sultan gibi padişah şâirleri, Şehzade Korkut (Harimî)'u unutmamalıdır. Bunlardan ayrı Hümâmî, Cemâlî, Nişânî, Meliki, Mührî ve usta bir şâir olan Mesîhî de bu yüzyıl şairlerindendir. Mesnevi sahasında isim yapmış Hamdullah Hamdi, Behiştî ve Revânî de bu yüzyılın mesnevi şâirleri olarak sayılabilir. Tâcîzâde Cafer Çelebi ise, hem şiirde hem nesirde bu yüzyılın ustalarındandır. Bu çağa, nesir alanında damgasını vuran yazarlar ise Sinan Paşa, Mercimek Ahmed, Ahmed-i Bîcân, Firdevsî-i Tavîl (Uzun Fir-devsî) ve büyük tarihçi Âşıkpaşazâde gibi kişilerdir. Çağatay sahası ise Ali Şîr Nevâî’nin güçlü şiirleriyle kendini gösterir.

Gelişmekte olan XV. yüzyıl Divan edebiyatında, bunlardan başka, Hacı BayramVelî (ö. 1430) Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1470) İbrahim Tennûrî (ö.1482) gibi hece veznini de kullanan ve, aruzla yazdıkları şiirlerde bile Yunus tesirinde kalan şâirler de yetişmiş, bir yandan Mevlid yazan Süleyman Çelebi (ö. 1422) ve Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 1451) gibi tamamiyle dînî eserler yazan şâirler ile Akşemşeddin (ö. 1459), Kemal Ümmî (ö. 1475), Emir Sullan. (ö. 1429) ve Dede Ömer Rûşenî (ö. 1487) de bu yüzyıl içinde yetişen mutasavvıf şâirlerdendir.

Öte yandan halk edebiyatında da Kaygusuz Abdal, Yunus tarzında fakat, baştan sona orijinal ve çoğu hece vezniyle yazılmış şiirleriyle bugün
Alevî-Bektâşî edebiyatı denilen ve halk edebiyatın bütünüyle karakteristik bir kolunu oluşturan Halk edebiyatım kurmuştur.
XV. yüzyıl şâirleri arasında yetişen şâirler arasında, Germiyanlı Şeyhî ve Ahmed Paşa (ö. 1497) gibi tamamen İran şâirlerinin tesiri altında kalan şâirlere mukabil, Kemâl-ı Ümmî (ö. 1475), Necatî (ö. 1509) ve Ahî (ö. 1517) gibi yerli unsurları, atasözlerini, orijinal ve tabiattan alınma
mecazları kullanan şâirler de vardır ki, en çok hoşlanılanlar da bunlardır.

Değerlendirme Soruları
1. Divan edebiyatının dönemleri hakkında tarih zikrederek bilgiler veriniz?
2. Sebk-e Hindi dönemi ve temsilcilerini belirtiniz?
3. Divan Edebiyatı kronolojisinde XIII. Yüzyıl temsilcileri kimlerdir?
4. Divan Edebiyatı kronolojisinde XIV. Yüzyılda hangi isimler zikredilmektidir?
5. Divan Edebiyatı kronolojisinde XV. Yüzyıl temsilcileri kimlerdir?




14. Hafta
DİVAN EDEBİYATINDA KRONOLOJİ
14.1. XVI. Yüzyıl
Divan edebiyatı ve şiiri için XVI. yüzyıl bir ihtişam dönemi, bir "altın çağı" mesabesindedir. Bu yüzyıl, aynı zamanda Divan şâirlerinin istiklâllerine kavuştukları bir yüzyıldır. Bu yüzyılın başta gelen şâirleri, başta Azerî lehçesiyle şiir yazmakla beraber, yüzyıllar boyunca bütün Türk ülkesinde tanınan, sevilen ve okunan, şiirdeki kudret ve şöhretleriyle yaşadıkları çağı aşan Fuzûlî (ö. 1556) ve gazelde ileri giden ve İstanbul Türkçesini genel bir şiir dili hâline getirerek yüzyıllar boyunca unutulmayan Bakî (ö. 1600) olmak üzere, geniş hayal gücüne sahip olan Zatî (ö. 1546), aşk ve rindâne hayatın usta sözcüsü Hayalî (ö. 1557), sâde diliyle Nev'î (ö. 1599), insan ruhunu tahlilde gerçekden başarılı olan tenkitçi ve terkîb-i bendleriyle isim yapmış olan Rûhî-i Bağdadî (ö. 1605) bu yüzyılın usta şâirleridir.

Mesnevi alanında ise, yine Fuzûlî, hamse alanında bir orijinalite gösteren Taşlıcalı Yahya (ö. 1582), Câmî-i Rûm lakabıyla anılan Lâmi'î Çelebi (ö. 1532) ve Kara Fazlı (ö. 1564) başta gelmektedirler. Bu yüzyılın diğer önemli şâirleri olarak Emri (ö. 1575), Figânî (ö. 1532), Hayretî (ö. 1534) ve büyük bir aşkın mahsûlü olan ve Hz. Peygamberdin fizikî yapısı, tavrı
ve ahlâkı hakkında hadislerden derlediği esasları genişleterek mesnevi tarzında kaleme aldığı Hilye' siyle Hâkânî Mehmed Bey (ö.1606) sayılmalıdır. Bu yüzyıl, nesir alanında da önemli temsilcileri olan bir yüzyıldır. Tezkire alanında Sehî Bey (ö. 1548), Lâtîfî (ö. 1582), Âşık Çelebi (ö. 1572), Kınalızâde Hasan Çelebi (ö. 1603), Beyânî (ö. 1597) ve Ahdî (ö. 1593); tarih alanında Lütfi Paşa, Hoca Sa'deddîn (ö. 1599), Gelibolulu Mustafa Âlî (ö. 1600) ve Kemâlpaşazâde (ö. 1534); denizcilik alanında Şeydi Ali Reis (ö. 1562) ve Pîrî Reis (ö. 1554); münşeat alanında Feridun Bey (ö. 1583) Osmanlılarda nesrin birdenbire gelişmesinde yardımcı olmuşlardır.

Bu yüzyılda, Edirneli Nazmî (ö. 1555) ve Tatavlalı Mahremi (ö. 1535), Arapça ve Farsçanın dil ve edebiyatımıza en çok girdiği bir sırada, yepyeni bir iddia ortaya atmışlardır. Bu iki şâir, aruzla yazdıkları bazı şiirlerde Arapça ve Farsça kelime ve terkip kullanmayarak Türkî-i basit adını verdikleri yeni bir tarz oluşturmuş ve sâde Türkçe ile şiir yazmışlardır. Bu iki şâir, dil açısından oldukça önemli olan bu Türkî-i basit hareketini, bir yandan aruzla öztürkçe şiir yazmanın güçlüğü ve bu veznin Türkçeye uygulanabilmesinin mümkün olmayışı, diğer yandan, şairlik yönlerinin zayıf olması nedeniyle, bu Türkî-i basit hareketini bir fantazi (Heves, merak, hayal) olmaktan öte götürememişlerdir.

M. Fuat Köprülü'nün "Millî Edebiyatın İlk Mübeşşirleri" diye vasıflandırdığı ve haklarında makale yazdığı bu iki şâirden biri olan Tatavlalı şâir Mahremi, Türkî-i basit hareketinin öncüsü kabul edilmektedir. Âşık Çelebi, Mahreminin biyografisi hakkında bilgi verirken, onun Türkî-i basit tarzında şiir yazmasını hiç önemsemeden, şöyle diyor: "...ve bir Basit-nâmesi vardır ki elfâz ve teşbîhât ve temsîlâtı Türkî'dir; içlerinde lâfz-ı Arabî ve Acemî yoktur. Bu uslûbla bir iki gazel dahi dere eylemişti. Bu dahi andandır: "Gördüm seğirdir ol ala gözlü geyik gibi / Düştüm saçı tuzağına bön üveyik gibi". Görüldüğü gibi Âşık Çelebi, Mahreminin Basitnâme isimli bir eserinden ve manzum veya mensur mu olduğu bile anlaşılamayan bu eserin "elfâz ve teşbîhât ve temsîlâtı Türkî" olduğundan söz edilmekte ve hiçbir önem atfedilmemektedir. M. Fuat Köprülü, Mahremi ile ilgili Âşık Çelebi'nin söylediklerini naklettikten sonra, Tatavlalı Mahremî için, millî edebiyat tarihinde ona ayrı bir yer verilmeninin gerektiğini vurgulayarak şöyle demektedir: "Her nereden
mülhem olursa olsun, önce Türkî-i basit ile şiirler yazdığından, millî lisan ve edebiyat cereyanının âdeta ilk müjdecisi sayabileceğimiz bu şâir için, Millî Edebiyat tarihimizde çok mühim bir yer ayırmak mecburiyetindeyiz."

Durum böyle olmakla beraber, sonradan bazı şâirler, Türkî-i basit çeşidi de bulunsun diye Türkî-i basit tarzında da birkaç şiir yazmışlardır.
İbrahim Gülşenî (ö. 1534), Ahmed Sârbân (ö. 1546), Muhyiddin Üftâde (ö. 1580), Şah Hatâyî (ö. 1524), Vâhib Ümmî (ö. 1595), Pir Sultan Abdal (ö. 1590), Hâşimî Emir Osman (ö. 1595), Şemseddin Sivâsî (ö. 1597), Kul Himmet ve Muhiddin Abdal bu dönemin mutasavvıf şairlerindendir.

14.2. XVII. Yüzyıl
Avrupa’ya tamamen kapalı, İran edebiyatına ise kapılan ardına kadar açık olan ve İran edebiyatını örnek alan bir edebiyattan ne beklenirse XVII. yüzyıl divan şâirlerinden de o beklenebilir. Esasen bu edebiyat, İran klâsik edebiyatını örnek edinerek gelişmiş, teknik ve estetik açıdan aynı yolu takip etmişti. Böyle olmakla beraber, yavaş yavaş yerli olaylarla, atasözleriyle, şâirin içinde yaşadığı topluluğa âit his ve duygularıyla ayrı güzellik kazanmıştı.

XV. yüzyılda Necâtî ile birlikte tercümeden kurtulmuş olan Divan şiiri, daha sonra Ahî gibi kendi nev-i şâhsına münhasır şâirle gelişmiş, XVI. yüzyılda Bakî, dil birliğini sağlamış ve bu yüzyılda divan şiirinin en büyük şâirleri yetişmiştir.

XVII. yüzyılda İran'da Câmî (ö. 1492) ile klâsik devir kapanmış, fakat, bu defa Sebk-i Hindî adı verilen yeni bir tarzla, yeni klâsikler dönemi başlamıştı. Feyzî-i Hindî (ö. 1595) ve Örfî-i Şîrâzî (ö. 1590)'den itibaren başlayan bu dönem, özellikle Zuhuri (ö. 1615), Tâlib (ö. 1626), Sâib (ö. 1655) ve Kelîm (ö. 1651) gibi çok güçlü temsilciler yetiştirmişti. XVII.
yüzyılda da Osmanlı divan şâirlerine, İran şâirleri ve bu arada kendi içlerinden yetişen şâirler örnek oldular.

Divan şâirleri XVII. yüzyılda Hâfız-ı Şîrâzî, Sa'dî-i Şîrâzî, Enve-rî gibi klâsik dönemin üstad şâirlerini unutmayıp gerektikçe onları anmakta beraber, Nef'î'den itibaren Örfî'nin etkisi görülür. Nef'î, kendisini Örfî ve Muhteşem (ö. 1587)'den de üstün olduğunu söylerken, Hâfız-ı Şîrâzî'nin üstün olduğunu da teslim eder. Nef'î, bu düşüncelerini şu beyitlerle ifâde eder:

Neşâtî ve Nailî, özellikle İran şâiri Kelîm'ın yolunu tutmakla beraber, Şeyhu'l-İslâm Yahya, Riyâzî, Şeyhu'l-İslâm Bahâyî, Cevrî (ö.1654), Fehîm-i. Kadîm (ö.1648), Vecdî ö.1660), Nedîm-i Kadîm (ö.1670), Neşâtî, Nailî ve Fasîh (ö.1699) XVII. yüzyılın mazmun meydana getirmekte en ileri ve üslup akıcılığında en usta şairlerindendir. Bu çığır, XVIII. yüzyılda bir taraftan Nedim'in yetişmesine, öte yandan da Kelîm, Sâib ve Şevket-i Buhârî etkisiyle Şeyh Gâlib'in ortaya çıkmasına zemîn hazırlamıştır.

Bu yüzyılda Divan şiiri, XVI. yüzyılda sağlam temeller üzerine oturmuş olan divan şiiri üzerine gelişir. Bu yüzyılın temsilcileri olarak Kasîde ustası Nef'î (ö. 1635)'yi, hikemiyât şâiri Nâbî (ö. 1712)'yi, samimî edâh Şeyhu'l-İslâm Yahya (ö. 1644) ve Sebk-i Hindî akımının ilk temsilcileri olan Nailî (ö. 1666) ile Neşâtî (ö. 1674) bu yüzyılın usta şâirleridir. Bunlardan ayrı Bahâî (ö. 1654), Fehîm-i Kadîm (ö. 1648), Sabit (ö. 1712) ve Nâdiri (ö. 1626) de ilk akla gelen diğer şâirlerdir.
Nesir alanında sâde ve süslü eserler verilmiştir. Bu yüzyılın nesir ürünleri olarak bir tarafda Evliya Çelebi (ö. 1682)'nin Seyâhat-nâme'si, diğer yanda ise Veysî (ö. 1628)'nin Siyer-i Veysî’si vardır. Kâtip Çelebi (ö. 1657)'nin, başta Keşfü'z-zunûn olmak üzere, çeşitli alanlarda yazdığı ilmî eserlerle, Naîmâ (ö. 1716) ve Peçevî (ö. 1649) tarihleri; Koçi Bey'in
Risâle'si (telifi: 1631) bu yüzyılın önemli çalışmalarıdır. Nergisi (ö. 1635) ile Veysî'nin süslü nesirleri bu yüzyıla ayrı bir çeşni katmaktadır.
Tezkireci olarak da Sâdıkî, Yümnî (ö. 1662), Riyâzî (ö. 1644), Kafzâde Fâizî (ö. 1622), Rızâ (ö. 1671), Âsım (ö. 1675) ve Güftî (ö. 1677) anılması gereken isimlerdendir.

Hüseyin Lâmekânî (ö. 1624), Aziz Mahmud Hüdâyî (ö. 1628), Ankaravî İsmail Efendi (ö. 1631), Abdülmecid Sivâsî (ö. 1639), Abdülahad Nuri (ö. 1650), Akkirmanlı Nakşî (ö. 1651), Oğlan Şeyh İbrahim (ö. 1655), Elmalılı Ümmî Sinan (ö. 1657), Sarı Abdullah Efendi (ö. 1660), Fenâyî (ö. 1665), Sun'ullah Gaybî (ö. 1676), Niyazi Mısrî (ö. 1693) de bu asırda yaşayan önemli mutasavvıf şairlerdendir.
Fenâyî mücrime hiç çâre olmaz senden olmazsa
Me'âsîde ki zîrâ müntehâdır yâ Rasûlallah
Odabaşı Şeyhi Fenâyî (ö. 1703)

14.3. XVIII. Yüzyıl
Her yüzyılın, bir önceki yüzyıldan farklı tarafları olacağı şüphesizdir. Teknik ve estetik açıdan aynı temel ve esaslara dayanmakla beraber, birbirinden bazı fark ve Özellilerle ayrılan XVII. yüzyıl divan edebiyatı, XVIII. yüzyılda her alanda usta şâirlerini vermiştir. Bu yüzden XVII. yüzyıl bir hazırlanma ve geçiş devri, XVIII. yüzyıl ise verim devridir.
Bu yüzyılda Divan edebiyatı, İran edebiyatının tesirinden kurtularak kendi benliğine kavuşur, mahallileşir. İstanbul Türkçesi'nin başta gelen temsilcisi ve büyük şâiri Nedîm (ö. 1730), kendi döneminin orijinal şâiri olduğu gibi, Divan edebiyatı döneminin de nev'-i şahsına münhasır şâiri sayılır. Şeyh Gâlib (ö. 1799) ise Sebk-i Hindi akımının ve bu dönemin en güçlü temsilcisi ve şâiridir. Bu yüzyılda anılması gereken diğer şâirler ise Nazîm Yahya (ö. 1727), Sünbülzâde Seyyid Vehbî (ö. 1736), Nahîfî Süleyman (ö. 1738), Koca Râğıb Paşa (ö. 1763), Haşmet (ö. 1768), Fıtnat Hanım (ö. 1780), Esrar Dede (ö. 1796), Enderunlu Fâzıl (ö. 1810), Sürûrî (ö. 1814), gibi şâirlerdir.
Nesir alanında tarihçilerden Silahdârzâde ve Râşid (ö. 1735), tezkirecilerden Salim (ö. 1743), Safâyî (ö. 1725), Belîğ (ö. 1729), Râmiz (ö. 1785), ve Esrar Dede'dir. Değişik konularıyla Kâmî (ö. 1723), bu yüzyılda dikkat çeken diğer yazarlardandır.
Dönemin önemli mutasavvıf şairlerinden ikisi Bursalı İsmail Hakkı (ö. 1724) ve Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö. 1772)'dır. Nasûhî (ö. 1717), Neccarzâde Şeyh Rızâ, Cemâlî (ö. 1750) Salâhaddîn Uşşâkî (ö. 1782) ve Üsküdarlı Haşim (ö. 1782) de bu dönemde yaşayan diğer mutasavvıf şairlerden bazılarıdır.

14.4. XIX. Yüzyıl
XVIII. yüzyılda divan edebiyatı en büyük üstadlarını vermişti. Şeyh Gâlib, İran'ın neo-klâsik şiirini Türkçe'de örneği görülmemiş bir tarzda kullanmış ve başarıya da ulaşmıştır. Kaside, gazel, mesnevi nazım şekilleri bütünüyle işlenmişti. Nedîm ise, daha önce en ince hayalleri örmüş, en şuh şarkıları söylemişti.

Artık Türk divan edebiyatının ekseni İran değil, Batı dünyası veya Fransız edebiyatı idi. Türk edebiyatı, İran edebiyatından nasibini aldığı kadar, bu edebiyattan, Fransız edebiyatından da alacaktı.
Bu yüzyılın başında Arapçadan Fîrûzâbâdî (ö. 817/1414)'nin el-Kâmûsu'l-muhît'ini, Farsçadan Burhân-ı Kâtı' isimli lügatleri dilimize çeviren Mütercim Âsim (ö. 1819)'ı görüyoruz. Bu yüzyılda, gözden kaçırılmaması gereken bir şey vardı ki o da, mahallîleşme cereyanının hızla ilerlemiş ve gelişmiş olmasıydı. Fakat, bu yerlileşme ve ilerleyiş, Nedim'de olduğu gibi estetik incelikte olmasa da, eskiyi istediği kullanamayan Enderunlu Vâsıf (ö. 1824), örnek alıp taklit ettiği eskiyi giyim-kuşama, kadın konuşmalarına, mahallî tabirlere varıncaya kadar yerlileştirerek döneminin özelliklerini tesbit ediyordu. Keçecizâde İzzet Molla (ö. 1829) da, divanında, güçlü bir divan şiiri temsilcisi olmakla beraber, Mihnet-keşân isimli mesnevisinde İstanbul'lu ile taşralının görüş, düşünüş, anlayış, hatta anlatış özelliklerini belirtmiş, bize, henüz sosyal hayatımızda ele alınıp incelenmemiş fakat, incelenmeye hazır bir belge vermişti.

Bu yüzyılda, Şeyhu'l-İslâm Arif Hikmet (ö. 1859), divan şiirinde ustaca eserler veren şâirlerle birlikte, Âkif Paşa (ö. 1845) gibi bazı nesirlerinde sâde dil kullanan, hatta hece vezniyle bir de şiir yazan, sonradan yanlış bir hükümle Avrupai edebiyatın müjdecisi sayılan, veya Sa'dullah Paşa (ö. 1891) gibi divan şiiri tekniğine uyarak, içinde bulunduğu yüzyılın keşif ve kâtlarını dile getiren şâirler de vardır.
Bu yüzyıl, Batı tesirindeki Türk edebiyatı karşısında Divan edebiyatının gerilemeye yüz tuttuğu dönemdir. Artık, önceki yüzyıllar gibi usta şâir ve yazarlar yetişmemekte, son demlerini yaşamaktadır. Ancak, eskinin tekrarı gibi de olsa, Enderunlu Vâsıf (ö. 1824), Keçecizâde İzzet Molla (ö. 1829), Âkif Paşa (ö. 1845), Şeyhu'l-İslâm Arif Hikmet (ö. 1859),

Leskofçalı Gâlib (ö. 1864), Yenişehirli Avnî (ö. 1883), Osman Nevres (ö. 1876), Âdile Sultan (ö. 1899) ve Kâzım Paşa (ö. 1889) bu edebiyat ve bu yüzyılın son temsilcileridir. Ayrıca, Ahmed Sûzî (ö. 1830), Müştak Baba (ö. 1832) ve Turâbî (ö. 1868) dönemin önemli mutasavvıf şairlerindendir.
Daha sonra yetişecek ve Tanzimat dönemini temsil edecek olan Şinâsî (ö. 1871), Ziya Paşa (ö. 1880), Nâmık Kemâl (ö. 1888) gibi şâirler ise, Divan edebiyatını çok iyi bilen ve o kültürle yetişen kişiler olmakla beraber, yüzyıllarca devam eden Divan edebiyatının yıkılışına zemîn hazırlayan ve yardımcı olan kişilerdir. Bu dönemin nesir yazarları ise Şânîzâde Atâullah (ö. 1826) ile Mütercim Âsim (ö. 1819), tarihçi Es'ad Efendi (ö. 1848) anılması gereken isimlerdir. Bu dönemin tezkirecileri olarak da Fatîn (ö. 1867) ve Mehmed Emin Bey (ö. 1874) sayılmaya değer isimlerdir.

Değerlendirme Soruları
1. XVI. Yüzyıl divan edebiyatının özellikleri nelerdir?
2. XVII. Yüzyıl divan edebiyatı temsilcilerinden en önemlileri kimlerdir?
3. XVIII. Yüzyıl divan edebiyatı hakkında bilgi veriniz?
4. XIX. Yüzyıl divan edebiyatı hangi yönüyle ön plana çıkmaktadır? Belirtiniz?
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla