Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 13:06   Mesaj No:4

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1173
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Yeniçağ Felsefesi Tüm Haftalar

4. Hafta


Devlet ve hukuk felsefesinin başlangıcı
Rönesans döneminde önemli değişimlerin yaşandığı ve yeni bir politik kavrayışın ortaya çıktığı bir alan da siyaset felsefesidir. Sosyo-ekonomik yapılar değişmekteydi. Bu değişimler siyaset felsefesinde de karşılığını buldu. Bu açıdan bakıldığında, 15. ve 16. yüzyıllarda politik mutlakçılığın güçlendi. Söz konusu tarihsel değişme siyaset felsefesine de yansıdı.

Buna göre İngiltere'de Kral VII. Henry'nin (1485–1509) saltanatıyla başlamış olan Tudor mutlakçılığına tanık olunur. İspanya'da Kral Ferdinand ile Prenses Isabelda'nın evliliği, Aragon ve Castillo krallıklarını birleştirirken, 1520 yılında taç giyen V. Charles'in krallığı döneminde emperyal gücünün doruk noktasına erişen İspanyol mutlakçılığının temellerini atmıştı. Fransa'da ise meşhur yüzyıl savaşları ulusal birliğin tesisi ile merkezi iktidarın oluşumuna uzun bir süre engel oluşturduysa da savaşın ardından kurulan mutlak monarşi Fransız İhtilali'ne kadar devam edecekti.

Mutlakçılığın yükselişi, başka her şey bir yana feodal toplumun güçten düşmesi veya sona ermesi anlamına gelmekteydi. Mutlakçılığın yükselişi bir yandan da Ortaçağın devlet ve egemenlik anlayışlarıyla modern devlet ve egemenlik anlayışları arasında kalan bir geçiş döneminin başlangıcına işaret ediyordu.

Machivelli
Niccolo Machiavelli (1469–1527). Devlet memuru, politika teorisyeni, doğduğu kent olan Floransa'nın tarihini ve birkaç komedi yazmış olan Machiavelli, özellikle İtalya ve Floransa'yı sarsan yoğun siyasi çalkantılar döneminde yaşamıştır. Sürgündeyken yazdığı (1513) Hükümdar ile ünlenmiş; Discorsi (Titus Livius'un ilk On Yılı) başlıklı bilimsel incelemeleri (1513–1519) onun Rousseau'dan daha önce hümanist bir cumhuriyetçi olarak saygın bir yer edinmesini sağlamıştır.

Her iki politik yazısında da aynı temel soruyu irdelemiştir: Düşman bir siyasi ortamda nasıl başarılı, daha doğrusu nasıl iktidar ve güç sahibi olunur? O dönemim İtalya’sı diğer Avrupa devletlerinin gerisinde kalmış, siyasal olarak bölünmüş ve geri kalmış bir haldedir. Makyavelli’nin temel sorunu siyasal gücün nasıl temerküz ettirileceğidir.
Machiavelli, ideal toplumun örneği olarak Roma İmparatorluğu’nu görür; bunun en önemli nedeni ise Roma İmparatorluğu’nun kuruluşunda bireysel etkinliğin oynadığı roldür. Buna göre, toplumun ve egemenliğin kaynağı sorusunu en açık şekliyle ve bir daha çıkmamak üzere siyaset felsefesinin tarihine gömen Machiavelli toplumun kaynağı sorusunu, toplumun kurucusu sorusunun oluşturduğu genel çerçeve içinde ele alır ve bu kurucunun kendi bireysel hırsı ve çıkarlarına dayalı edimlerini ahlakın ve politikanın temeli olarak sunar. Onun siyaset teorisi aslında devleti konu edinen bir kuramdır; toplumu bütünlüğünde, yani yurttaşlarıyla ve kurumlarıyla ele alan filozof, mutlak yasa koyucu ya da prense iktidarının kaynağını ve bu iktidarı nasıl kullanması gerektiğini göstermeyi amaçlar.

Machiavelli güçlü bir devletin oluşumunda etkilendiği diğer bir unsur da 16 yüzyıldaki güçlü Osmanlı devleti ve hükümdarlarıdır. Hükümdar kitabında buna açıkça atıfta bulunur. Dinin Katolik kilisesi gibi güçlü ayrı bir erkin olmadığı tam tersine devletin yönetiminde güçlü hükümdarların etkin olduğu Osmanlı yönetimi Makyavelli için örneklik teşkil etmiştir. İtalya’nın siyasal birliği sorununu aklında tutarak etkilendiği önemli bir siyasal aktör de Cesare Borgia (d. 1475/76-1507) dır. Borgia'nın yetkin ve profesyonel bir katil olmasını sağlayan fırsatcılığını, acımasızlığını, tüm ahlaki değerleri, gelenekleri, dinin yasaklarını çiğnemedeki soğukkanlılığı ve yok ederken ve öldürürken davranışlarındaki hız ve kararlılık, Machiavelli'nin kafasındaki problemin çözümü için gerekli gözlemleri sağladı. Cesare Borgia, Machiavelli 'nin tarih felsefesinde geliştirdiği tezlerin ilham kaynağı oldu.

Meşruiiyet
Makyavelli daha güçlü ve zengin bir İtalya için hükümdarın yetkilerini güçlendirmeyi savunur. Bundan dolayı yasa koyma fiilinde hükümdarın iradesini serbest bırakır. Doğal yasa veya hukuk kavramını da tamamen reddeder. Ahlaki ilkelerin siyasal değerlendirmelerden sonra geldiğini savunur. Machiavelli’ye göre, yasa hükümdarın ifadesi olup, adaletin kendisi de bu yasa ile ilişki içinde tanımlanır. Bundan böyle adaletin yasaya uygunluk dışında hiçbir ölçütü olmadığı gibi, yasanın da uymak durumunda olduğu hiçbir rasyonel ölçüt yoktur. O, hükümdarın ortak iyiyi veya genel çıkarı gerçekleştirmek amacı güttüğünü, bu ortak iyinin kriter ya da ölçüsünün de yine hükümdarın kendisi olduğunu söyler.

Siyasal dağınıklığın ve ahlaki bozulmuşluğun hâkim olduğu bir ortamda, Machiavelli merkezkaç eğilimleri olabildiğince azaltarak, güçlü ve birlik içerisinde bir toplum yaratacak yegâne gücün mutlak hükümdar olduğunu ileri sürüyordu. İtalyan filozof bozuk bir toplumda reformun ancak mutlak güce sahip bir yasa koyucu hükümdarla gerçekleştirilebileceğini savunur. Buna göre güçlü ve birliği olan bir devlet için ihtiyaç duyulan erdemi ortak yarar çerçevesinde yaratan şey hukuktur, hukukun ortaya konması ise bir yasa koyucuyu gerektirir. Machiavelli buradan mutlak yasa koyucunun bu amaca ulaşmak için her yolu kullanabileceği sonucunu çıkarır; o, hukukun da ahlakın da nedeni veya yaratıcısı olduğu için politik işlevini yerine getirirken, kendisini bunlardan hiçbiriyle bağlamaz.

Buna rağmen Machiavelli açısından özgür bir cumhuriyet mutlak monarşiden daha üstün ve iyi bir yöntemdi. 0, anayasal hukukun saglanması ve halkın yönetime belli ölçülerde katılması durumunda devletin, hanedanların mutlak krallarının devletinden daha istikrarlı olacagını öne sürer. Bu yüzden gücün artmasından, imparatorluktan ve özgürlüklerin korunmasından meydana gelen ortak iyiye, ona göre mutlak hükümdar genellikle salt kendi kişisel çıkarlarını gözettiği için cumhuriyette rastlanır.

Machiavelli siyaseti anlayışını oluştururken bireyi ciddi olarak analiz eder. Ona göre insan özü gereği bencildir. Bireyin çıkarları peşinde koşan bir varlık olmasından hareketle siyaset anlayışını temellendirir. O, bu yüzden ahlak ve ahlaklılığı yarar temeli üzerinde açıklar. İşte bu, şimdiye kadar açık bir şekilde veya zimnen devam edegelmiş olan bir anlayışın toptan reddedilmesi anlamma gelir. Bunu yaparken de farklı bir yöntemi, tarihsel yöntemi kullanır. Böylece Machiavelli, kendisini yepyeni bir bilimin yaratıcısı olarak görür. Siyasal öğretisini bir din ve ahlak eleştirisi üzerine oturtur ve politikaya ahlaktan bütünüyle bağımsız, özerk bir varlık alanı olarak tasavvur eder. Machiavelli, ahlaki bir bakış açısıyla olması gereken üzerinde yoğunlaşmak yerine, tanık olduğu veya gördüğü şekliyle fiili politik hayatı konu almış ve politik olguları incelemiştir. İdeal devletleri betimleme gibi bir amacı olmadığını her fırsatta ifade eden filozof, bir insanın politik hayatın ahlaki ilkelerine göre eylemde bulunduğu takdirde yok olup gidecegini ve bir yöneticinin de aynı şekilde devletin güvenliğini ve refahını temin edemeyecegini söylemişti.

Tarih felsefesi
Machiavelli'nin Tarih Felsefesi, onun 'İnsan nedir?' sorusuna yaklaşımında temelini bulur: insan, Hıristiyan ideolojisinin bir ilk günahla yabancılaşmış, doğuştan kirli ve kötü olan 'Sanal insan'ı, değildir. 'insan' potansiyel olarak yaratıcı bir enerji kümesidir. Bu varlığın, insanın, ana içgüdüsü, temel belirleyici değeri 'egemen olma' arzusunu koşulsuz olarak yaşama geçirme iradesidir. İnsan, dinlere, politik sistemlere ve çağlara göre değişmez, her zaman aynı kalmıştır. "Dünya her zaman, hep aynı ihtiraslara sahip insanlarla dolu olmuştur." İnsan doğuştan kirlenmemiştir, kötü değildir, ama kötüye karşı hep bir zaafı, eğilimi vardır. Devletin varlık nedeni, işte insanların bu yandır.

Tüm eleştirilere karşı Hıristiyan ideolojisinin 'sanal yabancılaşmış insan'ın karşısmda 'Machiavelli'nin insanı' ürkütücüdür; ama ne varki 'insan' budur. Machiavelli ancak 'insan' gerçeğini eksik gösterdiği, ona karşı yeterince acımasız olmadığı için elestirilebiiir. O yalnizca 'insan'i ideolojilerin süslerinden boyalarından temizleyip çıplak olarak ortaya koymaya çalıştı; ama yeterince soyamadı. Çünkü kendisi bir Hmstiyandı ve İtalya'da Roma'ya çok yakın yaşamak zorunda idi.

Machiavelli'nin tarih görüşü bütünüyle naturalisttir. Tarih ona, düzen, güç, serserilik, düzensizlik, perişanlık ve bunlardan-tekrar güç ve düzene dönen sürekli bir devir gibi gözüküyor.

Siyaset ve Ahlak İlişkisi
Hükümdar kitabı, görece en kötü koşullar altında dahi görevini görece iyi yapan bir hükümdarı anlatır. Ahlak kurallarına aykırı davranması da bir amaca hizmet etmektedir. Devletin ve devletin çıkarlanın korunması ve gelişmesi uğruna kuralların dışına çıkmanın da ahlaki bir dayanağı vardır. Hükümdar iktidarını sürdürmek ve şöhret kazanmak gibi kendi kişisel menfaatlerini de gözetmek hakkına sahiptir. Aristoteles kamu yararına ve hükümdarın yararına yönelik anayasalar arasında ayrım yapmıştır. Machiavelli bu ayrımı kabul etmeyerek, hükümdarın çıkarlarının daima devletin yararı ile örtüştüğünü, hatta her bir yurttaşın yararı ile birleştiğini iddia eder. Bunun dışında politika ile ahlakı asla birbirinden ayrı tutmamıştır, aksine devletin yararını gözeten ahlakla dürüstlük ve hoşgörü gibi kişisel ahlak kurallarının birbirine ters düştüğünü ve yapısal karmaşaya yol açmasının mümkün olduğunu bildirmiştir. Yalmzca acil durumlarda hükümdar hiç tereddüt etmeden kendi ahlak anlayışını bir kenara atmalı ve devletin çıkarları uğruna "siyasi ahlaka" öncelik tanıyıp ne pahasına olursa olşun devletin refahı ve bekası için uğraşarak görevini yapmalıdır.

Machiavelli'nin bütün ahlaki normlardan kopmak suretiyle tam bağımsızlığına kavuşan bir siyaseti savunduğunu söyleyemeyiz; o, kişisel ahlakın siyasal ahlak üzerinde kurduğu baskıdan politikayı soyutlamak suretiyle daha küçük bir bağımsızlığı savunmaktadır. Bu bağımsızlık da, örneğin hasmın sözünde durmayacağı ihtimalinin bulunması gibi acil bir durum söz konusu olduğu zaman geçerlidir.

Machiavelli cumhuriyetin ayakta kalmasi için üç yol önermektedir: Dinin kullanılması, yurttaşlık erdemlerininkorunması ve cumhuriyetin başlangıç dönemlerine geri dönmek suretiyle periyodik olarak yenilenmesi. Devletin de üç amacı olduğunu ileri sürer: Yurttaşların özgürlüğünü (liberta), devletin onurunu(grandezza) ve kamunun esenliğiyle refahını (bene commune) sağlamak.

Makyavelli siyasi nedenlerden dolayı dine önem vererek, bu salt güç politikacısı, dinin manevî içeriğini bütünüyle kötü yorumlamıştır. Sükûnet içerisinde etkili olan ekonomik güçleri de gözünden kaçırmıştır. Siyaset bilimi ona göre, özellikle entrika ve güç mücadelesinden ibaret kalır. Machiavelli, tek yanlı ve soğuk, fakat keskin ve açıktır.

Thomas More
Hümanist ve siyaset adamı olan Thomas More (Latince Morus, 1478-1535) politik felsefede yeni bir tür yaratmış ve adını da koymuştur Utopia (Hiçbir Yer). 1516'da yazılan "Utopya", ideal siyasi koşulların hüküm sürdüğü bir adayı anlatan seyahatname olarak edebiyat alanında da bir yeniliktir ve birçok diğer seyahatnameye model olmuştur.

Eflatun'dan beri ilk kez tekrarlanan ideal" bir devletin tasviri, çoğunlukla sanıldığı gibi, boş bir zamanın muhayyel bir sonucu olmayıp ciddi bir amaçla düşünülmüştür. Bu ise en azından, İngiltere'deki fakir halkın acı talihini çok açık bir biçimde tasvir eden ve bütünüyle tarihe dayanan girişinden anlaşılır. Kişiselmülkiyet yerine ekonomik bir komünizmin konulması, işbölümü, kadın sorunu ve nüfusun haddinden fazla artması sorunu gibi bir dizi sosyal sorunu kitabına konu edinmiştir. Morus mülkiyet hakkının kaldırılmasını savunuyor, çalışma hakkı ve altı saatlik mesai günü belirliyor, sosyalizm düşüncesinin uygulanması aleyhine ortaya atılan bilgisizce deliller çürütüyor. 16. yüzyılın pratik bir devlet adamı için özellikle dikkat çekici olan, Morus'un savaşa karşı açık nefretidir. Morus, bu düşünceleriyle zamanını çok aşmıştır. Morus'un söylediği gibi, "eğer insanlar iyi ve olgun olmazlarsa, hiçbir şey iyi ve olgun olamaz"

Siyasetin heyecanı içinde yolunu şaşırmak yerine More, kitabına savaşlar, amansız ceza yasaları, giderek ağırlaşan vergi yükü, küçük burjuvanın ve çiftçinin yoksullaşması ve suçların artması gibi o dönemin İngilteresi'nde hüküm süren toplumsal ve siyasi olumsuzlukları eleştirerek başlar. Bu eleştiriye eklemlenen, ideal ve mükemmel düzenlenmiş, refah içinde yaşayan toplum tasarısı Aristoteles, Epikuros ve özellikle Platon'dan esinlenmişse de eser bir bütün olarak yenidir. More, Platon'un yalnız devlet görevlileri için öngördüğü düzenlemeleri tüm topluma yaymıştır:

More, Ütopya adlı eserinin birinci bölümünde bu yüzden eski tarıma dayalı iktisadi sistemin, topraklarının zengin mülk sahipleri tarafından kapatılması suretiyle yıkılmasına tepki gösterir. Yoksullara hayatlarının idamesi için gerekli koşulların sağlanması gerektiğini, zira insanları suça iten şeyin esas itibariyle ihtiyaç olduğunu savunan More'a göre, söz konusu ağır cezalar da bir işe yaramamıştır. Koşulların her geçen gün daha da bozulduğu İngiltere’de, More'un noktayı nazarından hükümet de diplomasiyle uğraşmak ve savaşa girmek dışında hiçbir şey yapmamaktadır. Savaş, harcamaları artırılması ve dolayısıyla vergilerin yükselmesi anlamına gelir; savaş bittiği zaman, askerlerin kendi kendini beslemekten aciz bir topluma atıldığını söyleyen More, şu halde güç politikasının iktisadi ve toplumsal bozukluk ve kötülükleri artırdığını öne sürer.

More, Ütopyanın birinci bölümünde bu şekilde eleştirdiği ticaret veya kazanç toplumunun yerine, ailenin temel birim olduğu bir tarım toplumu öne sürer. Bu yeni, ideal toplumda özel mülkiyet ortadan kaldırılmış olup, bir mübadele aracı olarak para kullanılmaz. Bütün bu düşünce ve önerilere rağmen, onun Ütopya adasında kurduğu ideal devleti, eğitimsiz köylülerin cumhuriyeti olarak tasarlamadığına dikkat etmek gerekir. Herkese asgari hayat koşullarının sağlandığı söz konusu Ütopya adasında çalışma saatleri günde altı saate indirilmiş olup, insanların kalan zamanlarda kültüre, kendilerini entelektüel yönden geliştirecek çalışma ve araştırmalara yönelmeleri teşvik edilir.

Adalet anlayışları kesin bir eşitliği öngördüğü için Ütopya sakinlerinin özel mülkiyeti ve paraya gereksinimleri yoktur. İşte sırf bu sayede uyum içinde yaşayan ve kamu yararını düşünen toplumun bireyleri arasında ne yoksullar ne de dilenciler vardır.

More Marx'ın sınıfsız toplum düşüncesinin öncüsü olmuştur. Bu adanın sakinleri tarım ve el sanatları ile uğraşır; halka açık konferanslarla eğitim verilen adalılar antik bilimi tanımadan müzik, diyalektik ve matematik gibi aynı bilgileri edinir. Din konusunda insanın aklına güvenilir ve o çağda sürdürülen din savaşlarında olmayan bir şey mevcuttur adada: Dinsel hoşgörü. Aile içinde ataerkil düzen hâkimdir, ancak resmi makamların görevlileri sıkı demokratik kurallara göre seçilir. Çok az sayıda olan yasaların anlaşılması ve yorumlanması da kolaydır.

More'un düşünce tarihinde dini hoşgörü idealini ilk kez ifade eden kişi olduğu söylenebilir. Ütopyasının temellerini oluştururken, Hrıstiyan vahyinden ayrılarak doğal bir din anlayışı geliştiren More'a göre, farklı görüşlere, kanaat ve inançlara saygı gösterilmesi ve teolojik ihtilaflardan sakınılması gerekir. O, yine de Tanrının var oluşu ile inayetini, ruhun ölümsüzlüğünü ve ahiret hayatına ait ödülleri reddeden insanlara resmi görevler verilmemesi gerektiğini söyler. Bir insan kişisel olarak her ne düşünürse düşünsün, devletin ve toplumun esenliği söz konusu inançların kabulüne bağlı olduğu için doğal din ve ahlakın doğrularının sorgulanmasına, mezhep çatışmalarının ve din savaşlarının dehşetini yaşamış olan More, hiçbir şekilde izin vermez.

More, Machiavelli'den farklı olarak, ahlakın politikadan ayrılmasına da olumlu bir gözle bakmadı; biraz da bundan güç alarak kendi çıkarları peşinden koşan yöneticileri şiddetle eleştirdi. Düşüncelerinin önemli bir kısmı, sözgelimi ceza hukukuyla ilgili düşünceleri alabildiğine makul ve ileriydi, aynı şekilde herkes için güvenlik ve dini hoşgörü ideali çağın oldukça ilerisindeydi. Politik idealleri pek çok bakımdan aydınlanmış ve pratik idealler olmakla birlikte, onun esas politik ideali geçmişin organik, işbirliğine dayalı modern öncesi toplumunun bir tür idealleştirilmesi olarak görülebilir. Onun karşı çıktığı güçlerin ve eğilimlerin, kendi gelişme seyirleri içinde, kapitalist gelişme sürecinin tarım olarak eşiğinde bulunan bir hümanistin ütopyası tarafından engellenebilir veya tersine çevrilebilir nitelikte olmadığı, kısa bir sure içinde ortaya çıkacaktır.

More, Ütopya'da kişisel bir meseleyi de tartışır: Filozoflar siyasete atılmalı mıdır? Hükümdarların felsefe ile ilgilenmeleri gerektiğini ileri süren düşünceye karşı çıkar. "Okul felsefesi her şeyin kendisine uyacağını sanır" fikrini yadsıyarak devam eder, "ama daha becerikli bir felsefe vardır ki, o sahneyi iyi tanır, ona uyum sağlar ve o sırada oynanan oyunda rolünü sanatkârane bir biçimde ve edeple oynar."

Hümanist bir öğretim görevlisi ve halk tarafından sevilen bir yargıç olan More, önce Avam Kamarası'na seçilir, sonra özel danışmanlığa getirilir. Kilise dışından Lordlar Kamarası Başkanlığı’na seçilen ilk kişi olan More, VIII. Henry'nin Kilise politikasına karşı çıktığı için idam edilir. Rönesans filozofları içinde ilk şehit olan More 1935 yılında aziz ilan edilmiştir.

Johannes Althusius (1557-1638)
Alman Johannes Althusius (1557-1638) Stoacılar ve Skolastik okulun bir kısmı tarafından savunulan insan doğasından kaynaklanan hakkı savundu. Doğal hak kavramı onun tarafından yeniden güncellendi. 1507 yılında Sigan yöresinde doğmuş ve önce Nassau'daki küçük Herborn yüksek okulunda profesörlük ettikten sonra, 1604'ten 1608'e kadar Emden şehrinin hukukî murahhaslığında (Syndikus) bulunmuştur. Althusius yaşamda ve teori bakımından halk egemenliği ilkesini savunmuştur. Zâdegâna karşı Doğu Firizya köylü ve vatandaşlarının haklarını cesurca savunduğu gibi, Hollanda'nın İspanya baskısına karşı özgürlük için savaşını da hararetle izledi. Volitica (1603) adındaki eserinde hakkın kaynağı olarak (doğal olarak sırf düşünsel sayılan ve tarihî anlamda kastedilmeyen) toplumsal sözleşmeyi kabul eder. Althusius insanlardan meydana gelen bütün cemaat ya da toplumların temeline sözleşmeyi koyar. Bu yüzden onda, devletin kökeninde bir sözleşme ediminin, bir toplum sözleşmesinin bulunduğu söylenebilir (Vorlander, s. 342).

Böylece 17. yy'ın başından itibaren siyaset teorisinin ilahîyattan ayrışma sürecini gözlemleriz. Althusius’un dinle değil de sözleşme teorisiyle sosyal ve siyasal yapıları açıklaması bunu destekler. O sözleşme fikri ile hem toplumsal grupları hem de hükümdar/tebaa ilişkisini açıklamak üzere kullanmıştır.

Çeşitli grupların -aile, şirket, yerel cemaat, ulus- farklı görevleri vardır ve farklı sözleşmelerle oluşturulurlar. Egemenlik daima halktadır, yani, bireylerde değil ama toplumda hiyerarşik biçimde, aileden devlete, dizilen organik gruplardadır. Halk kral ve memurlarına sözleşmeye sadık kalmaları koşuluyla iktidarı verir.

Althusius, bu yolla, kral ve bürokrasinin egemenlik daima halkta olmak kaydıyla nasıl belirli bir gücü muhafaza ettiğini açıklayabilmiştir. Bu rıza ile, gruplar arasındaki sözleşme ile açıklanır, belirli dini kavramlarla değil (Vorlander, s. 342).
Althusius, her şeyden önce çeşitli topluluk biçimlerini, sözgelimi aileyi, loncayı, yerel cemaatleri, eyaleti ve devleti birbirinden ayırır. Ona göre bu topluluklardan her biri insandaki belli bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıkar. Bununla birlikte her topluluk bir anlaşma ya da sözleşmeye dayanır; bu sözleşme, insanların ortak iyiyi hayata geçirmek adına özgül amaçlara saygı gösterecek bir topluluk meydana getirme noktasında fikir ve eylem birliği içinde olmaları olgusunu ifade eder.

Onlar böylelikle ortak bir menfaatin paydaşları olarak birlikte yaşayan uyruklar, yurttaşlar veya cemaat üyeleri haline gelirler. Sözgelimi aile, insandaki doğal bir ihtiyaca tekabül eder; ama ailenin de kuruluşu ya da temeli bir anlaşma veya sözleşmeye dayanır. Aynı durum devlet için de geçerlidir. Bununla birlikte bir topluluğun amacına erişmesi için ortak bir otoriteye sahip olması gerekir. Dolayısıyla, toplulukla yönetici otorite arasında, tek tek her bir tarafa ait olan yükümlülükleri ortaya koyan ikinci bir sözleşmenin yapılması zorunluluğu vardır. Devleti meydana getiren toplum sözleşmesinin diğer topluluk biçimlerini oluşturan sözleşmeler karşısında mutlak bir üstünlüğü olmakla birlikte, bu ana sözleşmenin aile, yerel cemaat veya eyalet benzeri diğer toplulukları oluşturan sözleşmeleri geçersiz kılması söz konusu olamaz.

Devlet de farklı beşeri topluluklardan biriyse eğer, onun ayırt edici, kendine özgü özelliği nedir? Althusius'ta devletin ayırt edici özelliği egemenlik olarak ortaya çıkar ve egemenliğin her zaman devredilemezcesine veya zorunlulukla halkta olduğunu öne sürer. Egemenlik bir bütündür, bölünemez ve bir başkasına devredilemez. Althusius'a göre, egemenlik ancak halkın elinde bulunabilir; devlet bir sözleşmeden doğmuş olduğu, egemenlik doğrudan doğruya halktan çıkmış olduğu için sadece halka aittir (Cevizci, 430-32). Bu, "halk egemenliği" düşüncesini ilk ve olabilecek en açık bir biçimde ortaya koyan Althusius'un halkın doğrudan yönetimini öngördüğü anlamına gelmez. Onda iktidar, yine sözleşmeye dayanan bir yasa yoluyla devletin yönetici güçlerine aktarır. Althusius yönetme yetkisinin kendisine devredileceği yönetici güç olarak, kral da olabilen, bir yüksek kamu görevlisi tasarlar. Buna rağmen onun siyaset teorisi halk egemenliği düşüncesini açıkça olumlar.

Althusius bununla da kalmayıp, aynı temel üzerinde isyan hakkını da tanır; çünkü yöneticinin iktidarı sözleşmeye dayandığı için o güvene sadakat göstermediği veya sözleşmeyi ihlal ettiği takdirde halka geri döner. Böyle bir şey söz konusu olduğu zaman, halk, anayasaya uygun bir biçimde iktidarı bir başka yöneticiye verir

Althusius bireyle devlet arasında aile, lonca, belde ve eyalet gibi aracı unsurlara çok önem veriyor. Buna karşılık siyasî özgürlüğün bu hararetli savunucusu, dindar bir Calvinist olması dolayısıyla, din özgürlüğüne karşıdır. Ahlâkî düşüncelerinde de -erdemler hakkındaki bir kitabı dışında- Protestan ve ilâhiyat bakış açısı güçlü bir şekilde hissedilmektedir. Genellikle Althusius, yeni bir zamanı açmaktan çok, önceleyen bir zamanın tamamlanmasını oluşturur. Fakat hak ve devlet felsefesine ait çalışmalarını İncil tarihinden örneklerle desteklerse de, ilâhiyata ait kanıtlarla sorunları çözmeye kalkmaz. Örneği, Eforların gücü, Allah'tan yalnız dolaylı ve halktan dolaysız kaynaklanır.

Hugo Grotius
Hugo de Grotius, 1583 yılında Delft şehrinde doğmuştur. Grotius, Otuz Yıl Savaşları sırasında (1618-48) yaşamıştır. Henüz 16 yaşındayken hukuk doktoru oluyor ve ülkesinde çok çabuk yüksek mevkiler elde ediyor. Fakat daha sonra Oranjisüer tarafından, kendisinin de içinde olduğu Cumhuriyet partisinin düşürülmesi sürecinde ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Yalnız sadık eşinin kurnazlığı sayesinde müebbet hapisten kurtuldu. Diğer faaliyetlerinin yanı sıra diplomat olarak İsveç'in hizmetine girdi (1634). Ancak Kraliçe Christina, O'nu İsveç'e bir emirle davet edince sert iklim ve zayıf bedeni ölümünü getirdi. (Skirbek, s. 236-7)1635'te, bir gezi sırasında Rostock'ta öldü

Grotius bir çok alanda bilgi sahibiydi. O zeki bir hukuk bilgini olması dolayısıyla, De mari libero (1609) adındaki eserinde, ülkesinin yararı için İngiltere'ye karşı ticaretin serbest olmasını savundu. O, bilgin bir filozof ve aynı zamanda mükemmel bir hümanist (Latince bazı şiirler ve iki dramın yazarı), tarihçi ve hatta ilâhiyatçıydı. Birçok şeyler arasında, Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid'e ayrıntılı bir tefsir ve birçok yabancı dillere çevrilen Hıristiyanlığın Savunması'nı (De veritate religionis Christianae, Leiden, 1622) yazdı.

Doğal Hak
Grotius doğal hak kavramını işler. Bunun köklerine Stoacılarda, Roma hukukunda ve Hrıstiyan İlahiyatının önemli ismi Aziz Thomas’ta rastlarız. Grotius, doğal hakkın ilk bulucusu değilse bile, ünlü Savaş ve Barış De jure belli ac paris (1622) adındaki eserinde bunu ilk esaslı ve derin bir biçimde işlemiştir. Uluslar arası hukuku bu kavram üzerinden temellendirmiştir. Fakat hukuk ilminin bağımsızlaşması ancak akla dayanan insani hukuk yanında bir de vahye dayanan "ilâhî" hakkın ayrılmasıyla mümkün olmuştur. Artık bu iki alan kesinlikle birbirinden ayrılmıştır.

Doğal hak aklın, insanın doğasına uygun olmak üzere bulduğu veya onun bir sonucu olarak bildiği şeylerden ibarettir. Bütün hak, sözleşmelerin ve vaatlerin tutulmak için var olduğu şartına dayalıdır. Bu şart ise, tekrar, her ne kadar suskun geçilirse de, aslî bir sözleşmeye dayanır.

Böylece Grotius, bağlayıcılığı Tanrı anlayışı olmadığı zaman dahi koruyacak olan bir doğal hukuk öğretisi geliştirmeye çalışır. (Cevizci, s. 432). Onun sisteminde elbette Tanrı’ya da yer vardır. Fakat Grotius Tanrının iyinin kötü olmasının nedeni olmayacağı düşüncesiyle Tanrının bile artık doğal hukukun ilkelerini değiştirmesinin mümkün olmadığını ileri sürerken, artık tıpkı matematiğin kavramları gibi apriori olan bu ilkelerin değiştirilemeyeceğini ve dolayısıyla insan aklıyla keşfedilebilen değişmez bir doğal yasa olduğunu söyler.

Sözleşme
O halde devlet bu çerçevede nasıl ortaya çıkar. Grotius’a göre devlet, bireylerin iradesiyle ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı birey toplum karşısındaki hakkı hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Nitekim Grotius için bütün hukukî düzen, esas itibarıyla bireysel yararların korunmasına yardım eder.

Grotius da şöyle bir sınırlamayla halkın aslî egemenliğini sürekli bir şekilde bir tek hükümdara veya bir sınıfa devredebilir. Araştırmaları sırasında uluslar arası hukukun (lus gentium) esasları şu sorudan doğmuştur: Savaş ne zaman haklıdır ve ne şekilde olmalıdır? Savaş, tek tek kişiler arasında nefs savunmasıyla sınırlı kalmak ve bireyin devlete karşı savaşı isyan diye bastırılmalıdır. Devletin bireye karşı savaşı, yani ceza, suç olduğu için değil, suç işlenmesin diye uygulanırsa, hak ve faydalıdır. Nihayet devletler arasındaki savaş, insanlık ilkelerine göre olanaklıdır. O yalnız açık ilâhî ve doğal hak rencide edildiği zaman haklıdır. Sadakat ve doğruluk en iyi siyasettir. Grotius'un söyledikleri, zamanında güçlü bir izlenim bırakmış ve uzun süre bütün hukuk felsefesine egemen olmuştur.

Uluslar arası ilişki
Görüldüğü kadarıyla uluslar arası bir düzen ihtiyacı Grotius üzerinde oldukça etkili olmuştur. Nitekim ulusal devletler kurulduğu zaman bu bağımsız devletlerin arasındaki ilişkiler sorusu gündeme geldi. Artık aralarındaki ilişkiyi düzenleyecek Katolik kilisesi gibi herhangi bir kurum kalmamıştı; ayrıca, ulusal devletlerdeki yasal anlayışlar kanunların ulusal bir kral tarafından yapılması ve bundan dolayı sadece kendi devletinde uygulanabilir olduğu kanaatine dayanıyordu. Grotius bu bağlamda doğal hukuk fikrine geri dönerek ikileme hukuki bir çözüm sağlayabildi: Tekil ulusal devletlerden üstün olan ve aralarındaki ilişkileri düzenleyen belirli kanunlar vardır. Grotius doğal hukuk fikrini geliştirerek belirli devletlerin hukukundan üstün olan uluslararası bir hukuk için temel temin etmiş oldu. Bu noktadaki çabası takdir topladı ve Milletler Cemiyeti, Nuremberg Duruşmaları ve Birleşmiş Milletler ile sonuçlanan uluslararası hukuk kavramına dâhil olmuş oldu.

Açıkçası Otuz Yıl Savaşları anlaşmazlığa düşen devletlerin tabi olacağı bir hukuk sistemini kamçılamıştır. Bu savaş ayrıca kamusal olan siyasî ve yasal meseleler ile özel olan dinî sorular arasında bir ayrıma yol açmıştır. Grotius tüm bu fikirleri ifade etmiştir. Stoacılıkla gelişen ve Hıristiyan ilahiyatına kadar gelen doğal hukuk fikri Grotius tarafından teolojik ve dini törensel tabanından arındırılmış bir biçimde uyarlanmıştır. Bu Hıristiyan karşıtı bir görüşün ifadesi değil, fakat doğal hukukun siyasî ve yasal tarafların dini olandan daha ayrışmış bulunduğu yeni bir duruma uyarlanmasıydı. Eğer uluslararası hukuk herkese uygulanacaksa doğal hukukun esasları Hıristiyan ilahiyatından da bağımsız olmak zorundaydı. Böylece devletler arasında ve devletlerin kendi içinde siyasî ve yasal anlaşma için daha seküler bir temel aranıyordu. Bu anlamda Grotius, yeni bir durum için doğal hukuk fikrini güncellemiş oldu.

Grotius'un en bilinen çalışması Law of War and Peace'tir (Savaş ve Barış Hukuku, "De jure belli ac pacis").Başlıktan da anlaşılacağı üzere Grotius, burada savaş da dahil olmak kaydıyla tüm koşullara uyarlanabilecek bir hukuk fikri üzerinde durur: Tanrı tüm insanlara dostluğu doğal bir ihtiyaç olarak bahşetmiştir (appetites societatis) ve bu vahiy veya ilahiyattan bağımsız olarak tüm insanlarca farkına varılabilir bir durumdur. Huzurlu bir birlikte yaşam ihtiyacı temeldir ve bunun gerçekleşmesi için herkesin belirli kanunlara saygı duyması zorunludur. Örnek verirsek, vaatler tutulmalı, eşitlik uygulanmalıdır. Bu doğal hukuk teorisi Tanrı’nın Yaratıcı ve normların vericisi olarak kabul edildiği iradeci görüşün reddini gerektiriyordu. İşler iradecilerin iddia ettiği gibi değildir, yani, Tanrının tüm zamanlarda irade buyurduğu şey tanım olarak doğru değildir; bilakis, Tanrı doğruyu irade buyurur zira O, zaten doğrudur. Sonuç olarak doğru sürekli ve evrenseldir ve herkes tarafından tanınabilir. (Skirbek, s. 236-7).

Grotius bir devletin uluslararası cemiyetin eşit bir üyesi olabilmesi için yerine getirilmesi gereken bazı koşullardan bahseder: Devletin, geniş mi küçük mü olduğu değil istikrarlı olması ve antlaşmaların gereğini yerine getirmesi önemlidir. Bunlar bugün de kullanılan kriterlerdir. Elbette, bu uluslararası hukuku uygulayacak bir kurumun olmaması problemi vardır. Böyle bir kurum, belirli ölçüde Orta Çağ'da Kilisede mevcuttu. Fakat Reformdan sonra Kilise bölündü ve büyük ölçüde belli devletlerle bütünleşti.

Hoşgörü
Grotius’a göre kendiliğinden açık ve zorunlu gözüken dinî gerçeklikler, Allah'ın varlığı ve üstünlüğüdür. Bunları inkâr eden, düşüncesini ifade etmekten yasaklanmalıdır. Grotius, diğer konularda, Hollandalık kaynağına sadık kalarak hoşgörülü davranılmasını ve hiçbir milletin, hatta müşriklerin bile, iman ayrılığından dolayı ezilmemesini arzu ediyor. Çünkü tarihî ve doğaüstündeki gerçeklere iman etmeye hiç kimse zorlanamaz.

__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla