Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 13:06   Mesaj No:5

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1173
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Yeniçağ Felsefesi Tüm Haftalar

5. Hafta

Thomas Hobbes
Thomas Hobbes, (1588-1679) on yedinci asırda, özellikle siyaset ve etik alanında etkili eserler bırakarak modern düşüncenin oluşumuna önemli katkılarda bulunmuş bir İngiliz filozofudur. 1588 yılında İngiltere’de bir köy râhibinin oğlu olarak dünyaya gelen Hobbes, Oxford üniversitesinde okumuş ve burada skolastik felsefe eğitimi almıştır. Ancak bu felsefe onun ilgi ve sorularına cevap vermekten uzak kalmıştır. Eğitimi sonrasında Fransa ve İtalya’yı gezen Hobbes burada yeni düşüncelerin temsilcileri ile karşılaştı ve Gailileo ile şahsen tanışma imkânı buldu. İngiltere’ye döndüğünde ise Francis Bacon ile tanıştı ve onun uzun süre onun fikirlerinin etkisi altında kaldı. Ayrıca Hobbes Gassendi ve Mersenne gibi filozoflarla da tanışmış, geleneksel felsefeye yönelttiği güçlü eleştirilerin nüvelerini bu geniş filozoflar çevresi içerisinde bulabilmiştir. Böylece onun felsefesi Kopernikus, Kepler, Galileo ve Harvey tarafından kurulan yeni bilim ile insan merkezci bilimsel felsefe taraftarı olarak ortaya çıkmıştır. Hobbes’un belli başlı yapıtları arasında şu eserler yer alır: Felsefenin Öğeleri (bu eser üç bölümden oluşur: Cisim üzerine, İnsan Üzerine ve Yurttaş Üzerine), Doğal ve Politik Yasanın İlkeleri ve Leviathan (Gökberk, 1999, s. 248-249; Vorlander, 2004, s. 389-391).

Hobbes’un felsefesi geleneksel antik düşünceye karşı oldukça güçlü bir tepki biçiminde kendisini gösterir. Bu çerçevede Hobbes insan ve doğa bilimlerini, on altıncı asırda temelleri atılan bilimsel yöntem dahilinde soruşturma konusu eder. Özellikle Galileo ve Newton tarafından temsil edilen bu yeni bilimsel yöntemin en temel özelliği; âlemdeki şeyleri tümel mahiyetler ve niteliklerle tasnif ederek tümdengelimsel bir mantık içerisinde bilmeye çalışan Aristotelesçi bilimsel yöntemin tam aksine, şeylere dair bilginin niceliksel bir bağlam dahilinde ancak matematiksel bir yöntemle elde edilebileceğini ortaya koymasıdır. Thomas Hobbes Orta Çağ boyunca hakimiyetini sürdüren Aristotelesçi felsefenin, bu yeni bilimsel dünya görüşü tarafından saf dışı bırakılmasının önde gelen destekçilerinden biri olarak, söz konusu doğa ve insan kavrayışına sert eleştiriler yöneltmiştir. Bu çerçevede gaye merkezli klasik evren tasavvurunun yıkılarak, bunun yerine, kendisini yönlendiren harici hiçbir gayeye bağlı olmayan, hareketi kendisinden menkul mekanik bir doğa tasarımının geçirilmesine öncülük etmiştir.

Bu materyalist ve mekanik doğa tasarımı, Hobbes’un sadece doğa bilimleriyle ilgili düşüncelerine değil aynı zamanda siyaset ve ahlak teorilerine de etkide bulunmuştur. Hobbes’un doğal haklar, doğal durum, doğa yasaları, toplumsal sözleşme, psikolojik egoizm, duyguculuk gibi modern ahlak ve siyaset düşüncesinin oluşumunda büyük tesir sahibi olan düşünceleri bu yeni doğa tasarımının izlerini taşır. Hobbes’un bu yeni doğası; tayin edici hiçbir harici güçle ilişkisi olmayan, kendi içinde hiçbir amaç taşımayan, yine harici bir engelle karşılaşmadığı müddetçe sınırsızca hareket eden şeylerden müteşekkil mekanik bir doğadır. Bu doğa anlayışı geleneksel düşünceyi bütünüyle dışlamaktadır. Çünkü geleneksel düşünceye gore; tek tek şeylere özgü doğa Tanrı’nın tayin edici fiiliyle oluşmakta ve Tanrı tarafından belirlenmiş bu doğa şeylere gayelerini bahşetmekteydi. Böylece bütün bir âlem Tanrı’nın işaretleri haline gelmekte ve âlemdeki her şey Tanrı’nın bahşettiği doğa vasıtasıyla anlamlı bir gaye içinde hareket etmekteydi. Oysa bu haliyle Hobbes’un dünyası; anlamdan arındırılmış, yaradılıştan gelen muhtevalı hiçbir mahiyet kabul etmeyen, doğal olanın ahlaki olana yabacı hatta düşmanca olduğu, nihayet hiçbir şeyin doğa bakımından bir başkasına üstün olmadığı bir varlık alanıdır.

Thomas Hobbes’un fikir dünyasını oluşturan yenilikler sadece bilimsel dünya görüşü alanındaki devrimlerden ibaret değildi. Hobbes aynı zamanda yaşadığı çağ boyunca gerçekleşen sosyal ve siyasi devrimlere de şahit olmuştu. Ancak Hobbes’un yükselen yeni sınıfın mutlak monarşi iktidarını sınırlayıcı tavrının neticesi olarak ortaya çıkan parlamenter demokrasi fikrine karşı tavrı, geleneksel bilimlere karşı geliştirdiği tavır kadar net olmamıştır. Çünkü Hobbes’un kurguladığı siyasi iktidar, mutlak ve başka herhangi bir merciye karşı sorumsuz egemenlik fikrine dayalıdır. Öte yandan Hobbes’un feodaliteye ve kiliseye karşı geliştirdiği eleştirel tutum, onu kiliseye karşı kişi hak ve özgürlüklerinin savunucusu konumuna taşır. Böylece Hobbes’un liberal siyaset düşüncesinin temellerini atan bu devrimlere karşı ikircikli bir tavır geliştirdiği görülür. Aslında bu çift yönlü siyasal tavır, dolaylı bir yoldan, bizatihi liberal siyaset ve ahlak düşüncesinin taşıdığı çift yönlü karakteri de ifşâ eder niteliktedir.

Çağındaki yenilikçi siyasal devrimler karşısındaki tartışmalı konumu bir tarafa, Hobbes’un siyaset felsefesi tarihi içerisindeki yeri tartışmaya mahal bırakmayacak denli önemlidir. Bu önem iki nedenden kaynaklanmaktadır: 1) Hobbes siyaset düşüncesini modern çağın yeni bilim ve ahlak anlayışıyla birleştirerek ona bilimsel bir yüz kazandırma teşebbüsünde bulunmuştur. 2) İktidarın temelini teşkil eden toplum sözleşesinin zemini olarak “doğa durumu” kavramının önemli kurucularından biridir.

Siyaset düşüncesindeki bu önemli konumuyla birlikte Hobbes, Platon, Aristoteles, Farabi, Cicero yahut daha sonra Thomas Aquinas gibi gibi geleneksel filozoflardan tamamen ayrışır. Hatta bu filozofların siyaset düşüncesinin merkezi teması ve amaçlarını belirleme noktasında kesinlikle hatalı ve başarısız olduğunu düşünür. Bunun nedeni, söz konusu antik filozofların ahlakı da siyaseti de, insan doğasını onun tabiatı yoluyla belirleyen ve yönlendiren bir regnum gratie yani kutsal yasa içerisinde belirleme çabası içerisinde olmalarıdır.

Oysa tıpkı Machiavelli için olduğu gibi Hobbes için de bunlar artık terkedilmesi gereken kandırmacalardan ibarettir. Zaten antik siyaset felsefecilerinin temel başarısızlık nedeni Machaiavelli’yle birlikte Hobbes’a göre de, onların çok yüce hedefleri amaçlamalarıydı.
Bu realist ve faydacı siyaset filozofunu takiben Hobbes da politik hayatın gayelerini “olana” indirgeyerek, erdemli bir hayatı veya yetkinliğini amaçlayan bir siyasi iktidar yerine insanların ve toplumların hemen tamamının fiilen peşinden koştukları amaçlarla tanımlanan bir siyasi iktidar önermiştir.

Hobbes’un Bilgi, Bilim ve Varlık Anlayışı
Thomas Hobbes’un bilgi anlayışı genel olarak “sonuçların sebeplerle ve sebeplerin de sonuçlarıyla muhakeme edilerek bilinmesi” şeklinde tanımlanabilir (Weber, 1964, 210). Bu çerçevede felsefe de söz konusu bilme tarzı tanımı içerisinde anlam kazanır. Çünkü Hobbes’a göre akıl yürütmenin anlamı hesaplamaktır: hesaplamak ise toplamak ve çıkarmaktır. Kabaca felsefe yapmak akıl yürütmek, akıl yürütmek hesaplamak, hesaplamak da toplamak ve çıkarmak ise o zaman felsefe bir toplama ve çıkarma yahut bir birleştirme ve ayrıştırmadır. Bu tanımdan çıkan en önemli sonuç felsefe ile doğa biliminin özdeşleşmesidir. Böylece felsefe, maddî ve cisimsel olanlar dışındaki hiçbir şeyi konu edinemez. Zira filozofa göre, varolan şeylerin ilk nedenleri cisim yahut madde ve harekettir. Bu yüzden, geometrik yönteme göre, işe fiziğin yasalarıyla başlamak, onlardan sonra bireylerin ya da insanların davranışlarının nedenlerini yani tutkuları belirlemek, tutkulardan yola çıkarak da politik hayatın yasalarını çıkarsamak gerekir.
Hobbes’un bilgilenme sürecinin temeline duyuları ve fiziğin yasalarını koymasından da anlaşılacağı gibi, filozof varlık görüşü açısından bir maddecidir.

Ona göre akıl antik filozofların sandığı gibi mücerred ilahi bir cevher değil, sırf duyum ve düşüncelerin toplamından ibarettir. Duyum ve düşünceler ise nihai kertede hareket halindeki maddeye indirgenir.

Filozofa göre akıl bizi bilime götürür. Bilim ise özde tecrübî yöntemlerle tümdengelimsel yöntemlerin bir bileşimi olup, sonuçların ve bir olgunun başka bir olguya bağımlılığını bildirir. Bilim, mantıksal ve sıra düzeni dahilinde şu şekilde ilerler: Olgular gözlem yoluyla bilinir ve hafızada saklanır. Yanı olgular daha sonra isimlerle adlandırılır ve bunlardan olgular arası ilişkilerin doğru kayıtlarını ifade eden önermeler oluşturulur. Önermeler arasındaki ilişkiler de akıl yoluyla keşf edilir. O zaman Hobbes’a göre, bilimi iki unsurla veya iki şekilde tanımlamak gerekir: Bilim neden ve sonuçların bilgisi olması dışında, olgularla ilgili doğru önermelerin mantıksal sonuçlarının bilgisidir.

Hobbes’un Ahlak ve Siyaset Felsefesi
Hobbes’un modern batı düşüncesinin ana damarlarına nüfuz eden en önemli fikirleri, ahlak ve siyaset düşüncesi alanındadır. Zira Hobbes doğa durumu kavramı üzerinden geliştirdiği bir istekler ahlakının kurucusu sayılabilir. Bu ahlakın temelini duyguculuk oluşturur. Basit olarak duyguculuk, iyi nedir sorusuna istediğimdir cevabını veren bir ahlak telakkisinin adıdır.

Buna göre iyinin ne olduğunu belirleme noktasında subjektif duygu ve arzuları temele alan duygucu tavır; bütün değerlendirici yargıların ve özellikle de bütün ahlakî önermelerin; tercih, tutum ve duyguların dile getirilişinden başka bir şey olmadığını öne süren öğretidir (McIntyre, 2001, s. 28). Psikolojik bir egoizmden türeyen ve insanın doğal durumda yani hayvani güdüleri içerisinde sahip olduğu tutkuları merkeze alan bu tavrın yitirdiği en önemli şey telos yani gaye fikrinin yanısıra değişmez erdem kavrayışıdır. Hobbes’un savunuculuğunu yaptığı ve modernliğin tanımlayıcı unsurlarından biri haline gelen bu yeni ahlak anlayışını daha iyi kavrayabilmek için geleneksel ahlak düşüncesiyle en önemli farkını ortaya koymak gerekir.

Geleneksel ahlak anlayışı bütün bir insan yaşamını belirli bir gayeye dönük olarak tanımlamakta ve ancak belirli erdemlere sahip olan bir insanın iyi bir insan olarak anılabileceğini söylemekteydi. Bu ahlak anlayışı içerisinde, henüz olgunlaşmamış insan ile bütün erdemleri kazanıp da yetkinleşmiş insan arasında temel bir farklılık vardır. Ahlak, insanların ilk aşamadan yani henüz ham oldukları bir noktadan ikinci aşamaya nasıl geçebileceklerini anlatan bir bilimdir. Bu ahlaka göre, bizim yetkin/kâmil bir insan olmamızı mümkün kılan şey, bizim mahiyetimizdir. Sonuç olarak , bu genel ahlaki çerçevede mutluluk; ancak, henüz olgunlaşmamış, ham insanın tutku ve taleplerini dizginleyerek onu insanın gerçek gayesine ulaştırmakla elde edilir.

Geleneksel ahlak düşüncesinin ahlaki ilkeleri tanımsal ve metafizik bir üst düzleme atıfla tanımlama anlayışının aksine; Hobbes’a göre ahlak geleneğe, dinsel bir dünya görüşüne yahut kilisenin otoritesine değil de psikoloji ve biyolojinin nesnel yasalarına dayanmak durumundadır. Ancak insanın beşer halini ifade eden doğa durumu içerisinde, bu yasaları yönlendiren tek şey duygu ve arzuların öznel ifadeleridir.
Hobbes’un bu yeni ahlak düşüncesinin merkezinde hiç kuşkusuz yeni insan tasarımı yatar. Bu yeni insan klasik dünya görüşünde olduğu gibi teomorfik bir yapıda değildir. Yani onun değeri, Tanrı’nın onu kendi suretince yaratmasından ileri gelmez.

Hobbes, Galileo’nun matematiksel fiziğine bağlı olarak; gayeden, ahlaki değerlerden, ve düzenlilikten arındırılmış olan fizik dünyayı etik alanına taşır. Böylece Galileo’nun Fizik’teki eylemsizlik ilkesinin karşılığını Etikte doğa durumu olarak bulur ve doğa durumunu kendi varlığını koruma ve devam ettirme arzusu olarak açıklar. Hobbes’un bu biyolojik ilkesi bütün ahlaki kural, yasa ve yükümlülüklerin kaynağı olacaktır. Böyle bir yola bilerek ve isteyerek giren Hobbes’un aslında yapabileceği başka bir şey de yoktu. Mekanik materyalizmiyle eski zamanların gayeli âlem tasavvurunu yıkarken, dünyayı sadece değer ve amaca değil aynı zamanda ahlakî olana da yabancı hatta düşmanca hale getirmiştir.

Hobbes’a göre insanda iki temel duyum vardır ve diğer duygu yahut tutkular bu iki temel duyumdan türer: arzu ve nefret. İnsan, Hobbes’un anlayışına göre her zaman haz peşinde koşan ve acıdan kaçan bencil bir varlıktır. Bu peşinde koşma ve kaçma duyumlarının temelinde ise içgüdü yatar: Kendini koruma ya da yaşamını sürdürme içgüdüsü. Temelde böyle bir içgüdü olduğu için, yaşamın sürdürülmesine yönelik olan her şey iyi, tersi olan her şey kötüdür. Bu nedenle doğal halde, Hobbes’un deyişiyle ortaya çıkacak tek durum vardır: “Homo hominu lipus: insan insanın kurdudur”. İşte bu akla göre, insanların ortak tutku ve arzu nesneleri üzerinde çatışmasının muhtemel sonucu kaçınılmaz bir yıkım ve savaştır. Toplum sözleşmesi ise bu yıkımdan kurtulmanın tek yoludur.

Toplum sözleşmesi doğa durumunun eşitlik ve çatışma mantığının yerine toplumsal bir rasyonaliteyi geçirir. Bu yeni rasyonalitenin tesisini ve toplum sözleşmesini mümkün kılan şey, doğa durumu ile sivil toplum durumu arasındaki ortak terim olarak doğal hak kavramıdır. Doğal hak “insanın kendi doğasını yani kendi hayatını korumak için kendi gücünü dilediği gibi kullanması ve kendi aklı ile bu amaca ulaşmaya yönelik en uygun yöntem olarak kabul ettiği herşeyi yapma özgürlüğünü” ifade eder. Hobbes’a göre bütün doğa yasaları tüm sosyal ödev ve politik yükümlükükler doğal hakka tabi olup, bireyin kendi varlığını koruma hakkından türetilir.

Doğa durumunun yıkıcı zemininden kurtularak barış içerisinde ortak yaşamanın imkânını doğal hakları korumaya alan bir toplum sözleşmesinde bulan Hobbes, bu barışın temellerini belirleyecek şeyin de doğa yasası olduğunu söyler. Doğa yasaları Hobbes’a göre, sonsuz, tümel, değişmez ve yazılmamış olan yasalardır. Hobbes bu yasaları şöyle tanımlar: “Doğa yasası, bir insanın kendi yaşamı için yıkıcı olan şeyi veya yaşamını koruma araçlarını yok eden şeylerini yapmasını yasaklayan ve bir insanın, sayesinde, yaşamını en iyi şekilde koruyabileceğini düşündüğü şeyi bertaraf etmesini yasaklayan, akıl ile bulunmuş bir buyruk veya genel kuraldır” Bu doğa yasaları on dokuz tanedir ve geri kalan on yedisi şu iki temel yasaya dayanır:

1) “Her insan, barışı elde etme umuduna sahip olduğu sürece, barış için çaba sarfetmelidir ve barışı elde edemediği zaman savaşın bütün yardımlarını ve avantajlarını kullanabilir”. Bu yasa doğal hakkı içerir; yani barışın olmadığı ortamda her türlü yoldan hayatını koruma hakkını vurgular. Bu ilk yasadan ikinci temel yasa çıkar: 2) “Bir insan, diğer insanlar da aynısını düşündüğü zaman, barışı ve kendini korumayı istiyorsa, her şeyi yapma hakkını bırakmasının zorunlu olduğunu düşünecek ve diğer insanlara karşı kendisine ne kadar özgürlük veriliyorsa o kadarı ile yetinecektir”. Yani gücünün yettiği ölçüde herkesin herşeyi yapma hakkını elinde tutması savaşa yol açtığı için, tüm diğerleriyle anlaşıp bu hakkı bırakmak gerekir. Ayrıca diğer insanların bana karşı ne kadar özgür olmalarına izin veriyorsam, kendim de onlara karşı o kadar özgürlükle yetinmeliyim. Daha doğrusu bu hakkı, onu benim yerime doğru bir şekilde kullanacak bir merciye devretmeliyim.

Doğa yasasının gerektirdiği şekilde herkesin, barış için haklarını bir merkeze devretmesi neticesinde bir egemen, güce sahib olur. Böylece herkesin herkesle savaş içinde olduğu doğa durumundan, hayatlarımızı güvenle sürdürebileceğimiz sivil toplum haline geçeriz. Herkesin kendi öz varlığını koruma amacıyla haklarını devrettiği bu egemen gücün, yani devletin görevi; kadim filozofların düşündüğü anlamda erdemli hayatın inşası değil fakat herkesin doğal hakkının korunması ve kalıcı bir biçimde teminat altına alınmasıdır. Yani politik düzen “iyi yaşam” için değil, “yaşamın kendisi için” vardır ve onun kurucu kavramı ödev değil haktır (Cevizci, s. 477). Hobbes insanların, haklarını devrettikleri bu devleti, mutlak iktidar ve kudret sahibi, yalnızca kendisine karşı sorumlu sınırsız güçlü bir yapı olarak tasvir eder. Leviathan adını verdiği bu yapı, tek tek her yurttaşın hakkını kendisinde toplayan ve onların bütününü kuşatan mutlak bir güç sahibidir.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla