Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 13:07   Mesaj No:6

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1173
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Yeniçağ Felsefesi Tüm Haftalar

6. Hafta


Rene Descartes, Pascal ve Vico

RENÈ DESCARTES
Fransız filozof René Descartes (1596-1650) sadece on yedinci asrın değil bütün bir modern düşüncenin en etkili ve önemli filozoflarından biridir. Hegel onu modern düşüncenin öncüsü olarak selamlamakta ve modernliğin kurucu babalığı rolünü ona atfetmektedir. Descartes’ın modern düşüncenin kuruluşunda bu kadar etkili olmasının birkaç nedeni vardır. Bunlardan en önemlisi, modern düşüncenin tanımlayıcı niteliklerinden biri olan matematiksel düşünce yöntemini felsefesine temel almasıdır. Kuşkusuz matematiksel yöntem Descartes’tan önce özellikle Galileo ve Newton gibi fizikçiler tarafından da kullanılmıştı. Ancak Descartes, Galileo ve Newton’un doğa bilimleri sahasında kullandıkları bu yeni yöntemi bütün bir felsefî ilimler sahasına taşıyarak, onu, felsefî düşüncenin temeli haline getirmiştir. Descartes’ı önemli kılan hususlardan ikincisi, felsefe tarihinin en kadim ayrımlarından biri olan zihin-beden yahut ruh-madde ayrımına yeni bir yorum getirmesidir. Kartezyen dualizm olarak bilininen ve insan zihni ile âlemin geri kalanı arasında keskin bir ayrım yaparak arada hiçbir geçişliliğe izin vermeyen bu ayrım, Descartes sonrası Batı felsefesi üzerinde büyük bir tesir sahibi olmuştur.

Bilgi ve Yöntem Anlayışı
Desscartes’ın felsefesinin hareket noktası en açık bir şekilde Aklın İdaresi İçin Kurallar adlı eserinde görülür. Descartes’ın ilk eserlerinden biri olan bu metinde soruşturulan şey, her türlü otoriteden bağımsız bir bilgi için dayanaktır. Bu dayanağa ve temele ulaşabimek için Descartes, öncelikle bilginin ne olduğunu ve sınırlarını soruşturur. Filozof bu soruların cevabını felsefe tarihinden çıkarmaz. Bunun yerine insan zihninin özgür araştırması içerisinde, başka hiçbir merciden yardım almaksızın bu soruşturm faaliyetini yürütür. İnsan zihnine böyle bir cesaret bahşeden şey, farklılık arz eden birçok mesele ve konuya rağmen bütün bu konu ve meselelerin bilgisinin aklî bilgide içerilmiş olmasıdır. Descartes, akla büyük ve derin bir imanla bağlanmıştır. Onun bilimsel yöntemi, eşyayı “zeka tarafından kavranıldığı tarzda belirli düzenlere” koyan ve karmaşık bir konuyu analiz ederek onu yalın parçalarına indirgedikten sonra bu yalın parçalar arasındaki genel bağlantıları keşfeden bir yöntemden ibarettir. Bu yöntem sayesinde Descartes’in varmak istediği bilgi türü açık ve seçik bilgi türüdür.

Descartes Matematiksel bilimleri en kesin bilimler olarak değerlendirir ve felsefenin de bu kesinlikte bir doğruluk elde edebilmesi için matematiksel bir yöntem kullanması gerektiğini ifade eder. Şu halde bir filozof düşünmeye başlamak için, üzerinde hiçbir kuşku bulunmayan ve doğrudan doğruya kavrayabildiğimiz apaçık bir bir nokta bulmalıdır. Ancak böyle bir temel bulduktan sonra filozof, doğru bir şekilde düşünerek kesin bilgilere ulaşabilir.

Descartes’ın felsefeye taşıdığı bu analitik yöntem, onun başına bütün bilgilerimizden şüphelenmek gibi bir dert açmıştır. Çünkü düşünmeye başlayabilmek için, üzerinde hiçbir tartışma bulunmayan ve doğrudan doğruya kavradığımız kesin ve apaçık bir noktaya ihtiyacımız varsa, aslında kesin sandığımız birçok şeyin kesin olmadığını görebiliriz. İşte Descartes bu noktada, sahip olduğu tüm bilgilerden şüphelenmiş ve bu şüpheyi sonuna kadar götürmüştür. İşte Descartes’ın bu şüphesine metodik şüphe adı verilir. Metodik şüpheyi, Septik filozofların şüpheciliğinden ayıran şey; bu şüphenin, Descartes için bir amaç değil, kesin bilgiye ulaşma yolunda bir araç olmasıdır.

Descartes’ın, nihayetinde meşhur cogito ergo sum (düşünüyorum, öyleyse varım) önermesine varacak şüphesi kabaca şu şekilde ilerler: Filozof evvela çevremizdeki nesneler hakkında ileri sürdüğümüz bilgilerden şüphe eder. Ya diyor Tanrı, gerçekte bizi aldatan yalan söyleyen kötü niyetli bir ruhtan ibaretse. Yani Descartes, bize gerçek diye gösterdiği dünyanın aslında bir tür aldatmacadan başka bir şey olmayabileceği ihtimali üzerinde düşünüyor. Tanrı düşüncesinde de, demir atacağı sağlam bir zemin bulamayınca, Descartes şu noktaya ulaşıyor: Şüphe edilmeyecek tek bilgi, şüphe ettiğimi bilişimdir. Şüphe ettiğimi bilmekle, şüphe eden bir “ben”in varlığını idrak ediyorum. Şüphe etme ise bir tür düşünmedir, şu halde kendi benimin varlığını ancak şüphe ederek, yani düşünerek bilebilmekteyim. Şu halde; düşünüyorum o halde varım. İşte bu önerme, Descartes’ın aradığı ve felsefesinin temeline yerleştirdiği en kesin ve en doğrudan, açık-seçik bilgidir.

Tanrı Görüşü
Descartes metodik şüphe yöntemi dahilinde Tanrı’nın varlığı hakkında da kuşkuya düşmüş ve ona dair bir sorgulamaya girişmişti. Fakat bu şüpheyi bir kez aştıktan sonra, Tanrı’nın varlığını kanıtlamak üzere bazı deliller getirir. Bu delillerden en önemlisi daha sonra ontolojik delil olarak adlandırılan delildir. Ontolojik delilin en önemli özelliği, Tanrı kavramından yola çıkarak Tanrı’nın varlığı düşüncesine ulaşmasıdır. Bu delil kısaca şöyle ifade edilebilir:
1. Benim yetkin olmayan ve eksik bir varlık oluşum, benim zihnimde, yetkin ve tam bir varlık tasavvurunu doğurur.
2. Bu en yetkin olan şey ancak Tanrı olabilir. Çünkü benim gibi yetkin olmayan bir varlık, ancak Tanrı onun düşüncesine zerkederse bir Tanrı fikrine sahip olabilir.
3. Yetkin olmak, var olmayı gerektirir.
4. Şu halde (en yetkin olma özelliğine sahip olan) Tanrı, vardır.
Descartes bu ispattan sonra Tanrı’nın aldatma özelliğine sahip olmadığını, çünkü böyle bir özelliğin, onun yetkinliğiyle bağdaşmayacağını ifade eder. Böylece sahip olduğumuz açık seçik bilgilerin temeli aynı zamanda Tanrı olmuş olur.

Descartes Tanrı düşüncesini ahlak ve siyaset alanından ziyade doğa bilimleri alanında kullanır. Ona göre doğa bilimlerinin incelediği şey, Tanrı’nın, yarattığı eşyaya koyduğu düzenden başka bir şey değildir. Ancak selefi Newton gibi Descartes da Tanrı’nın doğa kitabını matematiksel bir dille yazdığına inanır. Gerçekte bu, tekrar bilimsel dığa görüşüne dönüş demektir.

KARTEZYEN DUALİZM: TANRI-DOĞA VE RUH-BEDEN İKİCİLİĞİ
Descartes’a göre varlık üç temel tözden teşekkül eder: Tanrı, ruh ve madde. Tanrı sonsuz bir töz olup, varlığı başka bir şeye bağlı değildir, O’nun nedeni yoktur. Ancak Tanrı dışındaki her şeyin varlığı Tanrı’ya bağlıdır. Ruh sonlu bir cevherdir ve en temel niteliği “düşünme”dir (res cogitans). Duyusal idrak ruhun, düşünmeye bağlı olarak ortaya çıkan bir niteliğidir. Filozofa göre madde de sonlu bir cevherdir ve en temel niteliği yer kaplamadır (res extensa). Maddenin yer kaplama dışındaki bütün diğer nitelikleri mutlak bir değişkenlik arz eder. Onun aldığı şekillerin tamamı arazidir, bütün bu arazi niteliklerinden tecrid edildiği zaman geriye kalacak tek özelliği yer kaplamadır. Descartes maddenin bu özelliğinden yola çıkarak, antik dönemden beri felsefenin en önemli tartışma konularından biri olan “boşluk” meselesiyle ilgili bir hükme varır: Maddenin içinde hareket etmesi için bir boşluğa ihtiyaç yoktur, boşluk mevcut değildir.

Descartes’ın bu üç temel cevherinden Tanrı’yı dışta tutacak olursak, bütün bir varlık alanı, birbiriyle hiçbir şekilde ilişkisi olmayan tamamen farklı iki cevherden oluşur: Ruh ve madde. Ne ruh maddede bulunabilir ve ne de madde ruhla ilişki kurabilecek bir niteliğe sahip olabilir. Ruh ve beden arasındaki bu mutlak ilişkisizlik durumu, felsefe tarihinde Descartes’çı ikicilik anlamında Kartezyen dualizm olarak bilinir. Ancak daha çok ruh-beden alanında gündeme gelen bu dualizmin temelinde, Tanrı ve doğa arasındaki bir dualizm yatar. Çünkü Descartes, her ne kadar Tanrı’yı da varlığı oluşturan tözlerden biri olarak düşünmüş olsa bile, onun Tanrı’sı âleme müdahale etmeyen, madde ve ruhla doğrudan ilişkisi olmayan bir Tanrı’dır. Böyle bir Tanrı tasavvuru çerçevesinde Descartes bir deist olarak görülebilir. Bu deizm, onu mekanik bir evren
tasavvuruna götürmüştür.

Bu evren tasavvuru, Tanrı merkezli canlı bir organizma şeklinde düşünülen klasik evren tasavvuruyla büyük bir ayrılık gösterir. Zira klasik evren tasavvurunda Tanrı, ruh ve madde birbiriyle kopmaz bir ilişki içerisindedir. Bu büyük varlık zincirinde Tanrı, âlemdeki her şeyi yaratan, onlara verdiği özlerle ne olduklarını ve ne olmaları gerektiğini tayin eden, doğrudan ve dolaylı olarak onlarla sürekli ilişkide bulunan bir varlık olarak anlaşılır. Gayr-ı maddî bir varlık olarak Tanrı’nın nasıl maddî dünyayla bir ilişkisi yoksa ve tamamen yabancıysa, yine gayr-ı maddî bir şey olarak ruhun da maddeyle hiçbir ilişkisi yoktur ve ona tamamen yabancıdır. Ruhun en temel özelliği yukarıda zikrediği gibi düşünmedir ve ancak insanda bulunabilir. İnsan dışındaki organik yahut inorganik bütün varlıklar ruhsuzdurlar ve tamamen bir makina gibi mekanik bir işleyişe sahiptirler. Bu açıdan denilebilir ki, Descartes’ın atları, kedileri, balıkları, çicekleri ve böcekleri canlı değildir, onları bir canı ve ruhu yoktur. Bütün bu diğer varlıklar, en temel niteliği yer kaplama olan maddenin, geometrinin yasaları uyarınca şekil, büyüklük ve harekete göre farklı yapılanmalar sayesinde oluşmuştur. Bu bakımdan Descartes’a göre bir ağacın gövdesi ile insan bedeni arasında temelde hiçbir farklılık yoktur, onlar arasındaki ayrım ancak geometrik bir ayrımdır, yani ölçü veya şekille ilgili bir ayrımdır.

BLAİSE PASCAL
Blaise Pascal Auvergne’de 1623’te doğmuştur. İyi bir skolastik felsefe eğitimi almış ayrıca erken yaşlarda Geometri, Matematik ve Fizik bilimlerinde büyük başarılar göstermesini sağlayacak güçlü bir tahsil sürecinden geçmiştir. Kimi yazarlar onda Fransız filozofların en büyüğünü görürken, başkaları ise onu bir filozof olarak adlandırmayı bile kabul edememiştir. Bu yargıların kaynağında, Geometri ve Matematik alanındaki büyük başarılarına rağmen Pascal’ın Descartes tarzı rasyonalist bir felsefe yapma biçiminden vazgeçmesi, düşüncesinin merkezine Tanrı-insan ilişkilerini yerleştirmesi ve bunu yaparken bütünüyle Hıristiyan inancından beslenmesi bulunmaktadır.

Pascal hayatının belirli bir döneminde bir tür hesap makinesi geliştirmiş, ayrıca Toricelli’nin boşluğu buluşunu deneysel olarak kanıtlamak için bir dizi önemli deney yapmıştır. Yanısıra olasılık matematiğinin de temellerini atmıştır. Ancak Pascal 1654 yılında, Pensees’te de kaydettiği bir ruhi tecrübe yaşadı ve bu tarihten sonra felsefesi, insan yaşamının Tanrı ile ilişkisi sorunu etrafında şekillenmeye başladı. Bu, aynı zamanda, Pascal’ı aynı zamanda Katolik bir filozof olarak felsefe tarihinin merkezine yerleştiren ve Rasyonalizm eleştirisine götüren sürecin başlangıcıydı.

Akıl ve Kalp
Pascal’ın yazılarında kalple ilgili olarak akılda kalıcı şu oldukça önemli cümleye yer verir: “”Kalbin, aklın hiçbir zaman anlayamayacağı kendisine özgü gerekçeleri vardır”. Bu cümle kalbi bir tür bilgi kaynağı olduğu kadar, kişisel yaşamı yönlendiren bir rehber olarak da göstermektedir. Bu anlamıyla kalp, insani sezgilerimizin menşei olarak bizi anlamlı bir yaşama götürecek yegane merkez şeklinde değerlendirilir. Ancak Pascal’ın kalbe yönelik bu vurgusu, aklı bütünüyle ihmal ettiği ve akıl ile kalp arasında bir karşıtlık gördüğü anlamına gelmez. Aynı zamanda bir bilim adamı olarak Pascal, aklın ve aklî istidlalin taşıdığı önemin farkındaydı. Onun dikkat çekmek istediği nokta şudur: Sahip olduğumuz düşüncelerin yegane ve tek kaynağı akıl olmadığı gibi, kişisel yaşamımızı yönlendiren temel sezgilere de akıl vasıtasıyla sahip olmayız. Pascal kalp kelimesini sırf belirli bir duygusal zemini ifade etmek vebelki onu inancın menşei olarak görmek için kullanmıyordu. Ona göre kalbin epistemolojik bir değeri de vardı. Katolik filozofumuz, bu durumu şöyle açıklar: Akıl kıyasa dayalı ve çıkarımsal bilgiler üzerinde işlem yapar. Ancak bütün kıyaslarımızın temelinde yer alan ilk ilkeler ve bedihi/apaçık bilgiler akıl değil kalp yoluyla, sezgisel bir şekilde bilinir. Demek ki Pascal kalbi, aklî düşüncenin en temel ilkelerini sağlayan bir merkez olarak da görmektedir. Böylece kalp sırf bir inanç menşeiyahut duygusalyaşantının odağı olarak değil, aynı zamanda aklî düşünceyi yönlendiren bir şey olarak görülmektedir.

Pascal’ın kalple ilgili vurgusu, rasyonel Tanrı kavrayışı ve tanıtlamalarına karşı bir tutum almasına da neden olmuştur. Pascal’a göre biz sonsuz bir varlığın varoluşunu biliriz ama doğası hakkında bilgimiz olamaz. Çünkü bizim mekansal, sınırlı varlıklar olduğumuz halde Tanrı’nın bir sınırından yahut mekanından söz etmek mümkün değildir. Pascal, Tanrı’nın varoluşunu da inanç yoluyla bildiğimizi söyler. Böyle olunca aklın Tanrı’yı kanıtlama yönünde belirli bir acz içerisinde olduğu düşüncesi ortaya çıkar. Filozof şu ifadelere yer verir: “Tanrının metafiziksel/aklî ispatları o kadar karışıktır ki çok az etkileri vardır. Ve kimi insanlar için yararlı olsalar bile, yalnızca bu insanların ispatları anladığı ölçüde böyledir. Ama aynı insanlar bir saat sonra bu kanıtın doğruluğundan şüpheye düşecek ve aldanmış olduklarından korkacaklardır” . Peki Pascal’ın Tanrı’ya dair bilgide merkeze aldığı ve en çok güvendiği kaynak nedir? Bunun cevabı onun Tanrı’nın karşısında insanın bulunduğu durumla ilgili düşüncelerinde yatar.

Tanrı Karşısında İnsan
Pascal insanı Tanrı’nın karşısında iki türlü düşünür. İnsan bir yandan doğadaki en sefil ve en zavallı varlıktır. Diğer canlıların tamamıyla karşılaştırıldığında insanın doğa itibarıyla büyük bir acz içerisinde olduğu ve kendine hiçbir zaman yetemeyeceği görülür.

Pascal daha sonra bu düşüncelerden yola çıkarak Büyük Kefaretçi’nin İsa Mesih’in önemini ortaya çıkaracak bir fikre ulaşır. Ona göre İsa Mesih insanların acz ve sefaletinin kefaretini üstüne alan ve onları sefaletten şerefli ve yüce bir varlık mertebesine ulaştıran varlıktır. Pascal’a göre Tanrı’yı bilen ama aczinin ve sefaletinin idrakinde olmayan filozof, hiçbir zaman Tanrı’ya dair gerçek bir idrake ulaşamayacaktır. Bu ifadeyle birlikte Pascal oldukça önemli bir ayrıma ulaştığını düşünür. Onun açısından, Filozofların tanrısı ile İbrahim, İshak ve Yakub’un Tanrı’sı arasında fark vardır. Filozofların tanrısı daha çok bir kavramdır ve rasyonel açıdan kullanışlı bir felsefi sistem aygıtı olarak gözükür. Ancak Peygamberlerin Tanrısı kesinlikle bir kavram değildir. O, bir zat ve şahıstır. Kendisine dua edilir, inayetiyle insanlara merhamet eder ve insan yaşamı üzerinde sürekli tesir sahibidir.

Descartes’ın tanrısı rasyonel bir şekilde tanımlanan ve daha çok insan düşüncesi merkezinde ulaşılan bir kavram olarak gözükür. Bu tanrı’nın görevi Descartes’ın şüphelerini gidermek ve felsefi düşünceye bir temel oluşturmaktadır. Bu nedenle Kartezyen metod dahilinde tanrı’ya insani şüphelerden yola çıkılarak ulaşılmış ve o çerçevede tanımlanılmıştır. Burada bir nevi insan düşüncesinin yarattığı bir tanrı söz konusudur. Oysa Pascal’ın Tanrı’sını insani düşünce yaratmaz, dahası Pascal böyle bir şeye şiddetle karşı çıkar. Ona göre Tanrı bizatihi varlığın, insanın ve insani düşüncenin yegane kaynağıdır. O olmasaydı ve insan kendi başına bırakılsaydı geriye ya karşı konulamaz bir acziyet yahut insanın her şeyi canavarca yok eden şiddet arzusu temelinde bir tahripkarlıkla karşılaşırdık. Pascal yegane rehberin ve inayetin kaynağının Tanrısal kayra olduğunu düşünür ve insan yaşamını bu inayeti elde etmeye çalıştığı müddetçe anlamlı bulur.

Pascal’ın görüş açısından, bunun yerine (ahlaki yetkinlik ve siyasi idarenin mükemmeliyeti sırf insani gayretler içerisinde elde edilebilir) ilahi inayetin ve büyük kefaretçi İsa Mesih’in rehberliğinde insanın önce acziyetini idrak etmesi sonrasında bu acziyetiyle eşdeğer olarak kendi yüceliğini fark ederek ilahi rehberliği takip etmesi gerekir. Ancak bu durumda yetkin bir ahlaki ve siyasi düzen inşası mümkün olabilir.

Giambattista Vico
Giovanni Battista Vico (1668-1744) İtalyan filozof, tarihçi ve hukukçudur. Vico daha çok tarihsel bilince yaptığı vurgu ve insan fiillerinin yaratıcılığı çerçevesindeki düşüncelerle kurduğu tarih felsefesiyle tanınır. Onun Yeni Bilim adlı eseri yaşadığı çağda çok az bilinmiş olmasına rağmen, sonraki dönemlerde güçlü bir tesir bırakmıştır. Bu eserin ana fikri şudur: “Biz sadece kendi yarattıklarımız hakkında açık ve kesin bilgi sahibi olabiliriz”. Bu cümle Vico’nun felsefesini anlama noktasında bizim için bir anahtar vazifesi görecektir. Şimdi buradan yola çıkarak Vico’nun doğabilimlerine dayalı rasyonalizm eleştirisini ve tarihsel bilinçle hakikat arasında kurduğu ilişkiyi tahlil edebiliriz.


Descartes’ın Karşısında: Kartezyen Metod Eleştirisi
Hatırlanacağı üzere Kartezyen rasyonalizm bütün bir varlığı madde ve ruh, beden ve zihin olarak ikiye ayırmaktaydı. Bu su geçirmez ayrımın madde ve beden tarafı doğa bilimlerini, zihin ve ruh tarafı ise kültür bilimlerini temsil edecek şekilde değerlendirildi. Doğa bilimleri, doğal varlık alanını inceler. Kültür bilimleri ise beşeri varlık alanını konu edinir. Bilindiği gibi doğa alanı, insani yaratıcılığa konu olmaz. Bir ağacın varlığı, hareket yasasının işleyişi, gök cisimlerinin dönüşü ve diğer doğal hadiseler insan fiillerinin neticesi olarak ortaya çıkmazlar. Onların tabi olduğu bir doğa yasası vardır ve bu yasayı vaz eden insan olmadığı gibi, onun işleyişi de insana bağlı değildir. İnsan olmasaydı da doğa bu minvalde varlığını sürdürecekti. İşte bu varlık alanını doğa bilimleri inceler. Ancak bunun aksine, bir de insan fiilleriyle ortaya çıkan bir varlık alanından bahsedebiliriz. Bütün bir beşeri tarih bu varlık alanının teşekkülüne tanıklık eder. İnsan coğrafyayı şekillendirir, toplum kurar, yargı ve siyaset kurumları teşkil eder. Birbirleriyle ilişkileri dahilinde insanlar doğa alanından farklı olarak, kendi fiillerine tabi ve ondan doğan bir varlık alanı yaratırlar. İşte bu varlık sahası, tarihi toplumsal varlık alanı adını alır. Bu seviyede tezahür eden varlık kategorisini ise kültür bilimleri konu edinir.

Kartezyen zihin-beden dualizmi, Batı felsefesi tarihi boyunca doğa ve kültür bilimleri arasında da bir çekişmeye ve ayrıma yol açmıştır. Descartes sonrası felsefe ve bilim, büyük ölçüde matematiksel fizik yöntemini benimsemiş ve bu metotla doğayı incelemeye koyulmuştu. Ancak doğa bilimlerine ve doğal varlık alanına özgü bu yöntem, kültür bilimlerine ve tarihi toplumsal varlık alanına da uygulanmak istenmiştir. Yani Yeni Çağ ve Aydınlanma filozofları doğa bilimlerinin yöntemini kültür bilimlerine taşımak istemişler ve insani varlık alanını da matematiksel bir yöntemle anlamaya çalışmışlardır. Örneğin Spinoza’nın ahlakı konu edinen Etika’sı tamamıyla geometrik bir yöntem dahilinde kaleme alınmış ve bu temelde kesinlik iddiasında bulunmuştur. İşte bu anlayışa ilk defa karşı çıkan filozof, Giambattista Vico’dur. Vico, Kartezyen matematiksel fizik yöntemine tamamen karşıdır ve doğa bilimlerine karşı büyük bir güvensizlik sergilemiştir.

Yukarıda ifade edildiği üzer Vico’ya göre, bir varlık ancak yine kendisinin yaratmış olduğu şeyi kavrayabilir. Dolayısıyla doğayı ancak yaratıcısı yani Tanrı bilir. İnsanın gerçekten yapmış olduğu şey tarihtir. Kendisi için yaptığı için de bu tarihsel varlık sahasını anlayabilir. Filozof açısından tarih, kökleri Tanrı’da olan bir planın gerçekleşmesidir ve bu planın gerçekleştiricisi insandır. Bu süreçte uluslar üç dönemden geçerler: Tanrılar dönemi, Kahramanlar dönemi ve insanlar dönemi. Bu her dönemde töreler, devlet biçimi, dil gibi kültürün çeşitli yönleri hep birbiriyle bağlantılıdır. Yani devlet, ahlak ve dil gibi kültür varlıkları, içinde teşekkül ettikleri dönemin rengini alırlar. Böylece Vico’ya göre insanların içinden geçtiği çağların her birini kendi bağlamı içerisinde anlam zorunluluğu ortaya çıkar.

İnsan Fiilleriyle Oluşan Hakikat ve Dünya: Yeni Bilim
Yukarıda görüldüğü üzere Vico’ya göre toplum, kültür ve tarihi insan fiillerinin oluşturduğu bir varlık alanını teşkil eder. Bu varlık alanını inceleyen beşeri bilimler ile, doğa bilimleri arasında sadece metot açısından bir fark yoktur. Söz konusu iki disiplin arasında aynı zamanda bilinen nesne ile bilen özne arasındaki ilişkiler açısından da bir farklılık söz konusudur. Beşeri varlık alanı insan fiillerinin ürünü olduğundan dolayı, Yeni Bilim’de araştırmacı, toplum ve kültürü insani niyet, arzu ve güdülerin bir ifadesi olarak anlamaya çalışır. Burada, incelenen nesne ile inceleyen özne arasında, doğa bilimlerinde olduğu gibi kesin bir ayrımdan bahsetmek mümkün değildir. Beşeri bilimlerde araştırmacı salt bir gözlemci değildir. O, incelediği şeye aynı zamanda katılır. İşte bu durum, beşeri bilimlerle doğa bilimleri arasındaki metodun farklılaşmasını gerektiren arka plandır.

Vico’nun Yeni Bilim adlı eseri; filoloji, sosyoloji ve tarih yazıcılığının bir sentezidir. Burada geliştirdiği tarih anlayışında Vico, üç devre halinde gelişen tarihin her devresinde kendisine özgü bir yol izlediğini ifade etmiştir. Bütün uluslar bu üç devreyi geçmiştir. Bu ideal sonsuz tarih, tamamıyla bireylerin niyetleriyle belirlenemez. Tarih içerisinde belirli benzer kategoriler ve ideal tipler bulunur. Tarih bilimi aynı zamanda bu ideal tiplerin ve süreçlerin tespiti ve yorumlanmasıyla ilgilenir.

Vico bu ideal tipler belirleme eğiliminden ayrı olarak aynı zamanda, tarihte her devre ait özgülükler gören bireysel tarihselci ilkenin de kurucusudur. Yani ona göre her kültür ve devir kendine has ve eşsizdir. Yeni yaşam tarzları öncekilerden ne daha iyi ne de daha kötüdür. Dolayısıyla mutlak estetik standartlar yoktur. Her devrin kendi ifade biçimi vardır. Vico’nun bu ilkesi, tarihsel devirleri bir ölçüye kadar objektif bir şekilde anlama noktasında öncü bir yaklaşımı temsil etmiştir.
Milletlerin Ortak Niteliği Hakkında Yeni Bir ilmin ilkeleri adındaki ana eserinin temel düşüncesi şudur: Üstünlüğün egemen olmasına rağmen insanlar, kendi doğalarının niteliğini ve toplumsal ihtiyaçlarım izleyerek kendi tarihlerini bizzat kendileri oluştururlar ve milletlerin evrimi genel yasa gereğince doğal biçimde ilerler. Örneği eski zamanda olduğu gibi, yeni zamanda da mitolojik-teokratik-patriyarkal dönemi aristokratik-feodal dönem ve bunu da burjuva (halkçı veya kralcı) dönemi izler. Vico'nun buna oranla daha az çağdaş olan metafiziği, Descartes'ın aleyhine yönelik olup Eflatun-Augustinusvârî düşünceleri bir tür monad teorisiyle birleşir.

__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla