Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 13:09   Mesaj No:9

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1173
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Yeniçağ Felsefesi Tüm Haftalar

9. Hafta

9. Berkeley
Locke'un felsefesinin etki çevresi geniş olmuştur. Yalnız, bu öğretinin içindeki tam bir açıklık ve tutarlığa vardırılmamış düşünceler, birbirine çok aykırı çığırlara da yol açmıştır. Bu öğreti bir yandan materyalizme doğru geliştirilebilmiş, öbür yandan bunun tam tersi olan bir spritualizme götürülebilmiştir. Bu gelişmedeki spritualizmin temsilcisi de George Berkeley'dir. Berkeley ile 18. yüzyıl İngiliz felsefesi yeni bir tutum kazanmıştır. O, Locke'un problemlerini çıkış-noktası olarak almış, ama sistemini kendi düşünceleri üzerine kurmuştur. Bu sistemde dini-metafizik bir renk ağır basar. Locke’un empirizminden kalkan Berkeley, onu idealist bir temele dayatmış, bu temel üzerinde yükselen düşünce yapısı sonunda bir immaterializm, bir spritualizm olmuştur. Locke'un öğretisinde "dış dünyanın varlığı ve bilgisi sorunu" tam olarak çözülememişti: Loeke'a göre, biz ancak tasarımların kendi aralarındaki bağlantılarının uygun olup olmadıklarını biliyor, ama bunların bilincin dışındaki şeylerle olan uygunluğunu bilemiyorduk. Bu anlayış, bir cisimler dünyasının varlığını ortadan kaldırmak düşüncesini hazılamistı. İşte Berkeley’nin de yaptığı bu düşünceyi tutarlı olarak sonuna kadar götürmek olmuştur. İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine İnceleme adlı yapıtında Berkeley, immaterialist bir görüşü geliştirerek "maddi olan bir dış dünyayı" kabul etmenin yanlış ve haksız bir "soyut düşünce", bir “hypostase” olacağını göstermeye çalışır. Bizim "dış dünya" ve nesnelerin real nitelikleri dediğimiz bütün şeyler, hepsi deneyden türemiş olan ideler ile bunların arasındaki bağlantılara geri götürülebilir. Nesnelerin bilincimiz dışında bağımsız bir varlıkları olduğunu kabul etmek bir çelişmedir, çünkü böyle bir kabul, objelerin tasarımlanmadan, düşünülmeden de var olduklarını ileri sürmek demektir. Dışarıdaki objelerin varoluşlarını düşünmeye ne kadar uğraşırsak uğraşalım, incelediğimiz hep kendi idelerimizdir. Bundan dolayı, Berkeley'e göre, varlık bir "algılamaktır"; Gerçek olan, yalnız algılardır, dolayısıyla ideleri algılayan ruhlar ile ayrı ayrı ruhlar dili duyumları birbirine bağlayarak objeler haline getiren, böylelikle düzenli ve yasalı bir doğa tasarımını oluşturan "Evrensel ruh"tur, Tanrı'dır. Fenomenler bize doğayı bildirmezler; her şeyi yasalara ve ereklere bağlayan, her şeyi hareket ettirip düzenleyen Tanrısal istencin varlığını, doğrudan doğruya olan etkisini ancak gösterirler. Locke'unempirizmini çıkış noktası olarak alan Berkeley, böylece, sonunda tam bir idealist dünya görüşüne varmıştır.

George Berkeley (1685- 1753) İrlandalıdır. Öğrenimini önce Dublin, sonra Londra' da yaptı. Birkaç yıl İtalya ile Fransa'da dolaştı, bir misyoner kurulunun başkanı olarak (kendisi rahip) Amerika'ya gitti. Buradaki çalışmaları başarılı olamayınca memleketine döndüğünde Clayne Piskoposu oldu.

Eserleri: Yeni Bir Görme Teorisi bu eserde uzayı görme incelenir; bu görme teorisi psikolojide bir çığır açmıştır; burada uzay algısının dokunma ve görme duyumlarında nasıl meydana geldiği deneysel (experimented) olarak gösterilir. Görme ve dokunma duyumlarının bağlantıları mantıki bir zorunluluk olmayıp yalnızca alışkanlıktan ileri gelmektedir. Bununla da Locke’un ilk ve ikinci nitelikler ayırması sarsılmış oluyordu, çünkü Locke'ta uzay ilintileri real niteliklerdendir; sübjektif değildirler. İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine İnceleme, felsefi ana eseri olan bu kitabında Berkeley, maddi bir dış dünyayı ortadan kaldırır; ona göre bir "maddi dış dünya" kavramı yanlış olan bir soyut iddiadır. Hylas ile Philanous Arasında Üç Konuşma, bu eser, Berkeley'nin öğretisini kolay kavranılır bir biçimde anlatır. Berkeley’in kendi deyişiyle:"İnsan bilgisinin gergekliği ile yetkinliğini, ruhun maddi olmadığını ve Tanrı'nın öngörüsünü açik olarak tanıtlamak için, septiklere ve atheistlere (Tanrı tanımazlara) karşı yazılmıştır"- “Alciphron” adlı bir diyalogda da Berkeley, hiçbir dine bağlanmayıp "özgür düşünenlerin" ahlak ve din görüşlerini eleştirir. "Siris" adını taşıyan garip yapıtında önce tıp ile ilgili bir bölüm var; burada katran suyunun şifa verici hassalarından uzun uzun söz açılır; buradan doğa felsefesine geçilir, sonra ruh konusu ele alınır. Bu son yapıtında Berkeley’nin fenomenalizmi Platon’unkine benzeyen bir metafiziğe dönüşür.

Locke'un bilgi teorisinde sonuna kadar çözülememiş, açık bırakılmış bazı noktalar kalmıştı ve bunların şöyle ya da böyle yorumlanmasından çeşitli çığırlar ortaya çıkmıştı. Locke deneyi, iç ve dış deney diye ikiye ayırmış, ama bunu sonuna kadar götürememişti. Onda iç deneyi (reflection) uyarıp harekete getiren dış deneydir (sensation); iç deney diş deneyin sağladığı gereçleri işler. Böyle olunca, denmiştir, deneyin bu iki çeşidi arasında ilkece bir ayrılık yoktur, ancak bir derece ayrılığı vardır; o zaman da dış deneyin en aşağı formları ile iç deneyin bunlardan oluşturduğu en ince, en yüksek formlar arasında, olsa olsa, sürekli bir bağlantı olabilir. Bu yorumla da, Locke'un kendisinin birbirinden ilkece ayırmaya çalıştığı bu iki deney alanı arasındaki nitelik ayrılığı ortadan kalkmış oluyordu; bunlar artık aynı bir temel etkinliğin iki ayrı biçiminden başka bir şey değillerdi.Locke'unbilgi teorisi,kendisinden sonra gerçekten de bu doğrultuda geliştirilmiştir. "Sensation" ile "reflection" arasındaki duvarlar kaldırıla kaldırıla duyumlar (sensus) bütün tasarım hayatının tek temeli yapılarak Locke’un öğretisi tam bir sensualizme çevrilmiştir. Dış deney ile iç deney aynı çizginin üzerine konunca, yani bunlar aynı sürekli bağlantının iki ucu yapılınca da, bu uçlardan birinin ya da ötekisinin doğrultusunda ilerlemek artık kolaydı. Yalnız, şu ya da bu ucu ele almanın bilgi teorisi ve metafizik bakımından büyük önemi vardır. Bu uçlardan birinden dış duyu sensualizmine varılır. Bu anlayışta soyutlamalar duyumların yalnız izleridir; ruhi hayatın, hatta bütün insanın temeli duyarlıktır (sensualitas). Öbür uçtan da iç duyu sensualizmine ulaşılır. Burada dışarıdan duyularla edinilen duyumlar, iç duyunun (kendimizi yaşamamızın) en aşağı basamaklarıdır; maddi dünya ruhun tasarımlarından başka bir şey değildir. Dış duyu sensualizmi kolaylıkla materializme vardırabilir; iç duyu sensualizmi de spritualizme yol açabilir. Bu doğrultulardan ilkinin tipik temsilcisi Condillac’tır, ikincisininki de Berkeley' dir.

Berkeley'nin sensualizmini aşırı nominalizminde açık olarak görebiliriz. İnsan Bilgisinin İlkeleri adlı yapıtının girişinde Berkeley, Locke'un "soyutlama" (abstraction) teorisini eleştirir. Locke insan ruhunda "tümel kavramlar" kurmak için, birçok nesnelerin ortak ayrımlarım içine alan tasarımlar meydana getirmek için özel bir edim (soyutlama aktı) bulunduğunu ileri sürmüştü. Örneğin biri yeşil, öteki kırmızı, bir başkası sarı olan, üç şeyin tasarımından bir genel renk (ne yeşil, ne kırmızı, ne sarı olan) tasarımını; "soyutlayabiliriz". Ancak, Locke tümel tasarımların objektif realitesini, yani bunların zihin dışında ayrıca bir gerçeklikleri olduğunu reddediyordu. Berkeley nominalizmde büsbütün ileri giderek, tümel tasarımların insanın zihninde bile bulunduğunu kabul etmek istemez. Bu ileri nominalizm, Berkeley'nin öğretisinin ana çizgisidir. Ona göre, tümel nitelikteki nesnelerin ve tasarımların olduğu düşüncesi, birtakım felsefe okullarının bir kuruntusudur. Gerçi biz bir tasarımı bölebiliriz, bütün ötekilerini bir yana bırakarak nesnenin tek bir parçasını tasarımlayabiliriz; ama birçok nitelik arasında "ortak olanı" kapsayan yeni bir tasarım kuramayız; bu "ortak olanı" gösteren işaretlerimiz, yani sözcükler var, ancak "ortak olan" için tasarımlarımız yok. Biz bir tümel kavramı düşünürken, hep bu kavramı belli, tek bir bireyin somut biçimiyle onu duyumladığımız haliyle göz önüne getiririz; örneğin "ağaç”ın sözünü ederken, hep duyumlamış olduğumuz tek bir ağacı göz önünde bulundururuz. Dolayısıyla "ağaç kavramı" soyut bir tasarım olmayıp, ancak bütün ağaçları temsil eden bir tasarımdır. Demek ki, sözcüklerle anlattığımız tümel kavramlar - Locke’un anladığı gibi - duyumlanmış öğelerden arındırılarak elde edilmiş olan soyutlamalar değildirler, başka tasarımları temsil edebilmek özelliği olan duyusal tasarımlardır; çünkü bütün tasarımlarımızın (idelerimizin, kavramlarımızın) kökü, temeli duyumdur.

Yine bu anlayışına dayanarak Berkeley, Descartes ile Locke’un ileri sürmüş oldukları objelerin genel ve soyut niteliklerini de (objeye bağlı olan "ilk nitellikleri") reddeder. Ona göre soyut bir "yer kaplama", yani uzay yoktur; büyüklük, şekil durum gibi genel nitelikler de yoktur; her şeyden önce de filozofların “madde” adını verdikleri, şimdiye değin kimsenin görmediği, yalnızca soyut niteliklerin bir araya getirilmesiyle uydurulmuş olan o "genel nesne" de yoktur. Nesnelerin bütün maddi nitelikleri, ancak birtakım ilintilerdir; bunları Locke'un "ikinci nitelikler" dediklerine biz kendimiz düşüncede ekleriz. Buna göre, duyumun gerçekten içinde bulunanlar, ancak ikinci niteliklerdir. Nesneleri biz belli bir "büyüklükte", "uzaklıkta", belli bir "şekilde" duyumlamayız; büyüklük, şekil vb. duyumlanmış öğeleri düşünme ile bir araya getirip birleştirerek kurarız. Bizim "nesneler" dediğimiz, yalnız tasarım bağlamlarıdır; nesnelerin tasarım bağlamlarından başka bir şey, bunlardan ayrı, başlı başına şeyler olduğunu kabule kalkışırsak, olmayacak bir şey yapmış oluruz. Örneğin bir kirazı alalım; onun bütün ikinci niteliklerini, yani ayrı ayrı duyularımız üzerine yaptığı izlenimleri - görme, dokunma, koklama, tatma... izlenimlerini - birer birer ortadan kaldıralım. Geriye ne kalır? Berkeley'ye göre bir hiç. Kokusu, tadı, rengi, sertliği vb. dışında kiraz bir hiçtir. Lacke bu soruya cevap verseydi: Kirazın "kapladığı yer" ile niteliklerinin taşıyıcısı olan o bilinmeyen "töz" geriye kalır derdi. Nominalist sensualizminde sonuna kadar giden Berkeley için, Locke'un objenin kendisiyle ilgili saydığı uzay nitelikleri de (büyüklük, şekil, uzaklık vb.) yalnızca soyut bir iddiadır; biz bunları da yalnız başlarına duyumlanmış nitelikler dışında kalan şeyler diye düşünemeyiz. Tözü ise Berkeley, pek doğal olarak, bir kuruntu (fiction) sayar. Bizim "nesne" ve onun "nitelikleri" dediğimiz şeyler, ancak duyum kompleksleridir; bizim dış dünyada var diye saydığımız şeyler tasarım hallerimizin bağlantılarıdır; varlık duyumlamadan, algılamadan başka bir şey değildir, Bu aşırı nominalizmi ile Berkeley, filozofların kılı kırk yaran spekülasyonları karşısında “sağduyu” anlayışını dile getirdiğini ileri sürer. Çünkü ona göre, içgüdüleri insanı algılarının içindekileri var diye anlamaya götürürler; doğal bir insan için algılanan şey, var olan bir şeydir. Gördüğümüz duyduğumuz, dokunduğumuz vb. şeylerin biz var olduklarına da inanırız. Algılar ile bunlara karşılık olan objeler arasındaki ayrılığı uyduran filozoflar olmuştur; ,bununla da, "nesnelerin varoluşu" ile onların “algılanmış olmasının” başka başka şeyler olduğu yanlış anlayışı ortaya çıkmıştır.

Berkeley için algılamanın dışında bir cisimler dünyası yok ama algının olması için algılayan bir varlığın da olması gerektir. Nesneler yalnız tasarımlar ise, bu tasarımların kendisinde bulunduğu bir varlığın da olması gerektir. Tasarımlara (idelere) sahip olan varlık da ancak bir ruh olabilir. Berkeley'nin cisimleri tasarımlar içinde eritmesi, onu zorunlu olarak "yalnız tasarımlayan, düşünen tözlerin, yani ancak ruhi tözlerin varılabileceği" anlayışına vardırmıştır. "Gerçek varlığı olanlar ancak ruhlar ile bunların ideleridir" demek de bir spritualizmdir.

Ancak, Berkeley'in spritualizmi, tözlüğünü reddettiği cisimler dünyasını yalnız bir görüntü ve kuruntu da saymaya kalkışmaz. Tasarımlarımızın bir dış nedeni de olacaktır, çünkü bu tasarımları biz kendimiz yaratamayız. Bu neden maddi olamayacağına göre, manevidir, ruhidir; sonlu ruhlardaki tasarımları düzenli bir şekilde meydana getiren "sonsuz ruh"tur, Tanrı'dır. Bazı tasarımlarımızın canlılığı, düzenliliği ve direnilemezliği bunların nedeninin bizim dışımızda olduğunu gösterir. Tanrı'nın yaratmış olduğu tasarımlar - gerçek algılar, gerçek nesneler dediklerimiz - rüyalar ile yanılsamalardaki tasarımlardan bu nitelikleriyle ayrılırlar. Bizim doğa yasası dediğimiz şey, gerçekte tasarımların art arda gelişlerinin düzeninden başka bir şey değildir. Berkeley dış dünyanın objektifliğinin garantisini Tanrı'da bulmaktadır: İdelerin kimisinde bulduğumuz gerçekçilik, bunları Tanrı’nın tasarımlamasından ileri gelir ve bu çeşit tasarımlar doğrudurlar. Doğru tasarımlar, Tanrı'nın tasarımlarına uygun olanlardır; yanılmalar ile kuruntular, yalnız "sonlu ruhlar"da meydana gelen tasarımlardan doğarlar; Tanrı'nın doğru ve gerçek idelerinin sonlu ruhlarda uygun olmayan şekillerde düzenlenişlerinden meydana gelirler. Doğa ve doğa bilgisi problemini de Berkeley bu açıdan çözer. Cisimler birer tasarım bağlamı (complex) ise, onların arasında bir nedensellik (causality) ilgisi de olamaz. Her cismin zaman içinde geçirdiği değişikliğin kökü, Tanrı'nın tasarımlarındadır; cisimler dünyasındaki hareketlerin akışı, Tanrı'nın tasarımlarının sıralanışını yansıtır. Bundan dolayı doğa bilgisinin görevi, Tanrısal tasarımların düzenini anlamaya çalışmaktır. Bir "doğa yasası", Tanrı'nın oluşturduğu bir "tasarımlar düzeni"dir. Berkeley'in doğa anlayışı, o sıralarda Newton ile klasik anlatımını bulan mekanist doğa görüşü ile tam bir karşıtlık halindedir. Mekanist doğa görüşünde, doğa çerçevesinde bütün olup bitenler sıkı bir determinizme bağlanır, bütün doğa olayları kesiksiz, sürekli, bir "nedenler zinciri" içinde yer alırlar.

Oysa Berkeley mucizeye de yer verir: Tanrı özgür olduğundan ve herşeye gücü yettiğinden, gerekli olan yerde, tasarımların alışılmış sırasını bozabilir, bu sıranın dışına da çıkabilir.

9. Hume Yeniçağın bilim alanında ilk ve en büyük başarısı olan mekanist doğa biliminin başlıca dayanağı olan “nedensellik ilkesi”nin -"Her etkinin zorunlu olarak bir nedeni vardır" önermesinin - geçerliğinden Berkeley şüphe etmişti. Bu şüphe, David Hume'da en derin sistematik anlatımını bulacaktır. Locke'un açtığı çığır Hume'un felsefesi ile en yüksek noktasına erişecektir; Locke ile başlayan İngiliz Aydınlanması Hume ile sona erecektir. İngiltere’de Bacon ile başlamış olan empirizm Hume’da en büyük temsilcisini bulmuştur denilebilir; onun öğretisi empirizmin son büyük sözüdür, kendisi de İngiltere’nin yetiştirmiş olduğu düşünürlerin en açığı, filozof olarak en derini, düşüncelerin de hiç çekinmeden tutarlı olarak en sonuna kadar gidenidir. İngiliz felsefesinin önemi, bu felsefenin empirik yöntemi ile yalnız spekülatif filozofların kurduğu binanın değil, bilim-öncesi düşüncenin ve özellikle bilimlerin bilerek-bilmeyerek dayandıkları tanıtlanmamış temellerin hesabını çıkarmasında, bunu sistemli olarak araştırmasındadır. Bu doğrultuda Locke tasarımlarımızın (idelerimizin) kaynaklarının tam bir hesabını aramış; bu hesabı ciddiye alırsak "maddi dünya" tasarımlarımızın ne olabileceğini Berkeley göstermeye çalışmıştı. Bilginin böyle bir eleştirmeden geçirilmesi, David Hume'un felsefesinde doruğuna ulaşacaktır. Hume, kendisinden önceki felsefenin temeli olan ve Locke ile Berkeley'nin büsbütün sarsamadıkları iki kavramın "töz" (substantia) kavramı ile "nedensellik" (causalüas) kavramlarının hesabını çıkaracaktır.
David Hume (1711-1776) Edinburgh'da soylu bir çiftlik sahibinin oğlu olarak dünyaya geldi. Buranın üniversitesinde klasik diller ile felsefe okudu. Ailesinin iyi olmayan mali durumu yüzünden bir aralık ticaretle uğraşmak zorunda kaldı. Bundan sonra Fransa'ya gidip burada dört yıl kaldı. Memleketine dönerken hem ilk hem de felsefe konusunda ana eseri olan İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’nin müsveddelerini de getirdi, sonra Londra'da bastırdığı bu yapıt hiç etki yapmadı. Üstelik bazı çevrelerce düşünceleri din bakımından şüpheli görüldüğünden, Hume'un Edinburgh üniversitesinde istekli olduğu ahlak profesörlügüne alınmasına engel oldu. Hume ancak bundan sonra çıkan Ahlak, Siyaset ve Edebiyat Denemeleri adlı eseri ile adını duyurdu, ününü kurdu. Ama yine de bir generalin sekreteri olarak onunla Hollanda, Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya'da dolaşmakzorunda kaldı. Bu yolculuğunda, başarı kazanamamış olan ilk yapıtını yeni baştan işleyerek bir kısmını “En Enquiry concerning human understanding” adı altında yayımladı. Memleketine döndüğünde Edinburg üniversitesi Hukuk Fakültesi Kütüphanecisi oldu, burada elinin altında bulunan zengin gereçlerden yararlanarak, görüşlerinin genişliği, anlatışının güzelliği dolayısıyla klasik tarih kitapları arasında yer alan ünlü “İngiltere Tarihi” (History of England) ni yazdı. Bu arada Dinin Doğal Tarihi (Natural history of religion) adlı yapıtı da çıktı. 1763 yılında bir elçinin sekreteri olarak gittiği Fransa' da parlak bir kabul gördü, burada Enclopediste'ler ve J. J. Rousseau ile yakın ilişkiler kurdu. İngiltere'ye dönerken, o zaman ne Fransa' da ne de yurdu İsviçre'de tutunamayan Rousseau’yu da birlikte götürdü; ama Rousseau'nun geçimsizliği yüzünden az zaman sonra ayrıldılar. Bir aralık yaptığı Dışişleri Bakanlığı müsteşar yardımcılığından çekildikten sonra sakin bir hayat yaşayıp 1776 yılı Ağustosunda öldü. Ölümünden sonra bir de Doğal Din Üzerine Konuşmalar (Dialogues concerning natural religion) adlı bir yapıtı yayımlandı.

İngiliz empirizmini sonuna kadar götürmüş olan Hume'un araştırmalarını, Berkeley'in sensualizm ile nominalizmi ulaştırdığı noktadan başlayarak gözden geçirelim. Hume, Berkeley'in "soyut kavramların insan zihninde bile bulunmadığı" düşüncesini çok doğru bulur; hatta bu düşünceyi o zamana kadar felsefede başarılmış olan işlerin en büyüklerinden biri sayar. O da, Locke'un dış deney (sensation) ile iç deney (reflection) arasında yapmış olduğu ayırmanın ilkece bir ayrılığı belirtemediği, bunların birbirinden büsbütün ayrı olan iki deney alanı sayılamayacağı kanısındadır. Hume da ilkin “tasarımların kaynağı” sorusunu ortaya koyar; o da bilincin içindekileri ikiye ayırır: “izlenimler” ile “ideler”e. “İzlenimler” deyince Hume, işitirken, görürken ya da sever ve nefret ederken, arzularken, isterken duyduğumuz canlı izlenimleri, yani duyumları, duygulanımları (affections) anlar. "İdeler" ise, izlenimlerden daha az canlı, olan hatırlama ve hayal gücü tasarımlarıdır; bunların bilincine, ancak herhangi bir izlenime yönelip onun üzerinde durduğumuzda varırız. Düşünmenin yapıcı gücü, duyumlarla edindiğimiz gereçleri birleştirmek, değiştirmek, genişletmek ya da daraltabilmekten ileri geçemez; düşünmenin bütün gerecini dış deney ile iç deney sağlar; zihnin gördüğü iş, yalnız bu gereçleri bağlamak ve birleştirmektir. Bütün "idelerimiz", "izlenimler"in (impression) temeli üzerinde meydana gelir ve canlı izlenimlerin soluklaşmış yansılarıdır. İlk bakışta kaynaklarından çok uzaklaşmış gibi görünen idelerimizin bile, iyice araştırıldığında, bu kaynaktan çıkmış oldukları görülür. "Tanrı idesi" de böyledir: Zihin bu ideyi "bilgelik", "iyilik" gibi insanın birtakım niteliklerini sınırlarının dışına yayıp genişletmekte elde eder. Tasarımları birbirine bağlayan da, bir çağrışım (association) mekanizmasıdır. Demek ki, süjede bulunan her şeyin kökü mutlaka deneydedir; süjedeki bilgilerin hiç olmazsa temeli, hammaddesi objeden gelir; süjenin yaptığı, bu hammaddeyi, işleyip düzene sokmaktır.

İmdi idea’lar izlenimlerin yansıları ise, kökü izlenimlerde olmayan hiçbir idemiz olamaz. Ama o zaman da bütün tasarımlarımızın az ya da çok doğru olmaları gerekirdi, dolayısıyla da yanılma olamazdı. Hume "yanılma problemini" şöyle çözer. İzlenimlerin ideler haline geçmesi, birinci planda bellekte olur. Hatırlama, eskiden edinilmiş olan izlenimlerin yeniden ortaya konmalarıdır. Bu arada da izlenimlerin ilk güçleri, canlılıkları kaybolmuştur. (Hume’da "canlılık" izlenimlerin, "solukluk" idea'ların özelliğidir). Yanlış bir hatırlama, herhangi bir idenin, gerçekte hiçbir ilgisi olmadığı bir izlenimle bağlanmasından ya da tersine olarak, bir izlenimi başka bir izlenimin idesine bağlamaktan doğar. Başka bir deyişle: Yanılma, izlenimlere aykırı ideleri, idelere de aykırı izlenimleri bağlamaktan ileri gelir. İdea'larla izlenimlerin aralarındaki ilgilerin birbirine karıştırmasında asıl rolü olan hayal gücüdür (imagination). Yalnız, hayal gücü deyince Hume, uluorta çalışan, idelerle izlenimler arasında istediği gibi ilgiler kuran bir yetiyi anlamaz; hayal gücü de, ruhtaki bütün öteki reproduction etkinlikleri gibi, birtakım yasalara bağlıdır ve bilgi teorisinin başlıca işi, bu etkinliklerin mekanizmasını aydınlatmaktır. Bu anlayışla da Hume - Locke ile Berkeley'de olduğu gibi - çağrışım psikolojisini bilgi teorisine temel olarak almaktadır. Onun bu psikolojinin gelişmesine gerçekten de büyük hizmetleri dokunmuştur. Hume çağrışımın ana yasalarını bulmuş olduğu kanısındadır; ona göre bunlar: "benzerlik", "aykırılık", "uzay ve zaman bakımından yakınlık (contiguity)", bir de "neden-etki bağlılığı" yasalarıdır.

Locke ile Berkeley için olduğu gibi, Hume için de, doğruluk, "tasarımlar" ile bunların dışında bulunan bir "nesneler dünyası" arasındaki uygunluk olamaz. Ona göre de, "cisimler dünyasının" varlığını bile, ancak bir olasılık olarak kabul edebiliriz. Hayal gücü buna inanabilir, ama akıl böyle bir dünyanın var olduğunu hiçbir zaman tanıtlayamaz. Cisimler dünyasının varoluşu, olsa olsa, nedensellik (causality) ile tanıtlanabilir; ama bu yol da, Hume’a göre, pek öyle güvenilir değil, çok şüpheli. Bundan dolayı, Berkeley gibi Hume için de, "var olma" algılanmış olma" ile aynı şeydir, "var olma", algılanmanın ve yalnız onun bize vermiş olduğu bir kanıdır, bir inançtır (belief). Doğruluk, ancak algılar arasında doğru olan bağlantıların kurulmasıdır; bu bağlantılar da çağrışım yasalarına göre kurulurlar. Çağrışım mekanizmasının Hume için ne türlü önemli olduğu burada görülüyor; bu mekanizmayı bilmek, doğruya ulaştıran yolu bilmek demektir.

İşte Hume, Descartes’ten beri felsefenin baş problemlerinden biri olan “töz kavramı”nı bu anlayış çerçevesinde ele alıp eleştirmiştir. Descartes sonsuz tözün de, sonlutözlerin (ruh ile maddenin) de metafizik olarak bilinebileceğini öne sürmüştü. Locke tözlerin varlığını kabul etmiş, yalnız bilinemeyeceklerini söylemişti, bu görüşü ile metafiziği kaldırmıştı. Berkeley, Locke'un bu düşüncesini tek doğrultuda, dış deney doğrultusunda ileri götürüp maddi tözleri tasarım bağlamlarına (complex) geri götürmüş, bununla maddi tözü ortadan kaldırmış, ama öbür yandan tasarımların temeli olarak ruhi tözü bırakmıştı; onu tek, asıl gerçek saymıştı. Hume ise, Berkeley'in yarım yaptığı işi tamamlayarak ruhun töz oluşunu da kaldırır. O da Berkeley'in maddi töze karşı kullandığı kanıtları alır, bunları ruha uygulayarak ruhun da bir töz olamayacağı kanısına varır. Hume bunu yapmakla hem spritualizmden kurtulmuş, hem de Locke'un kaçınmaya çalıştığı materyalizmden sıyrılmıştır. Hume'un "töz kavramını eleştirmesi kısaca şöyle: "Ben" ya da "ruh" dediğimiz de bir tasarımlar bağlamıdır (complex); bu bağlamın altına bir dayanak sürmeye, bir töz yerleştirmeye hakkımız yok. Çünkü bizim ancak algılarımız için açık tasarımlarımız var; “töz” dediğimiz de bu algılardan büsbütün başka olan bir şeydir; dolayısıyla töz üzerine bir bilgimiz olamaz. Töz kavramı, duyumlarımızı birçok defalar hep aynı biçimde birleştirmemizden, bağlamamızdan meydana gelmiştir. İşte bu biteviye aynı biçimde bağlamanın yarattığı izlenim, bizi töz kavramına götürmüştür. Biz nitelikleri (qualities) algılarken, onlara düşüncede - haksız olmakla birlikte - hep bir de töz ekleriz. Bu alışkanlık bizi her niteliğin bilinmeyen bir töze bağlı oldugunu kabule vardırır. Cisimlerin var olduğu, bütün düşüncelerimizde varsaydığımız ve kabul etmemiz gereken bir şeydir. Ama dış dünyaya inanmayı sağlayan ne duyulardır, ne akıldır, yalnız hayal gücüdür bu inanma da, izlenimlerin biteviye bir arada görülmelerine dayanır ve çelişmelerden kaçınmak için gereklidir. Görülüyor ki, burada Hume, Berkeley’nin maddi töz için yapmış olduğunun aynını yapıyor, ona göre de, duyumlar (izlenim'ler) bize yalnızca nitelikleri, durumları ve etkinlikleri gösterirler. Bunları ortadan kaldırırsak, Berkeley’nin kiraz örneğinde gösterdiği gibi, geriye bir şey kalmaz. Yalnız Hume Berkeley'den ayrılarak, bu ruh için de böyledir diyor.

David Hume'un bir de nedensellik ilkesini eleştirmesi çok dikkati çekmiştir. Bunun iki nedeni var: 1. Bu eleştirme, deney bilimlerinin dayandığı ana temeli yıkma tehlikesini gösteriyordu. Ta Renaissance'tan beri en güvenilir bilgi örneği sayılan matematik doğa biliminin, nedensellik ilkesi başlıca dayanaklarından biri idi. 2. Kant bu eleştirmeye büyük değer vermiş, "kendisini dogmatik uykulardan uyandıran" bu eleştirmenin kendi felsefesine yol açan görüşlerden biri olduğunu söylemiştir. Hume'un nedensellik sorununu inceleyişi, töz sorununu ele alışına paraleldir. Her iki sorun için de aynı kanıtlar kullanılmıştır. Hume’a göre, töz yoktur, çünkü "töz idesi"ne karşılık olan bir izlenim (izlenim) yok; belli bir izlenimbulamıyoruz ki, yansısı töz idesi olsun. İşte bunun gibi, "neden-etki bağlantısı idesi”nin kaynağı sayabileceğimiz bir izlenim de gösteremiyoruz. Örneğin a olayını b olayınm nedeni saymaya kalkarsak, ne a'nın algısında ne de b'nin algısında bir nedensellik bağlantısı bulamayız; burada nedeni de, etkiyi de ne görebilir, ne de duyabiliriz; bizim burada algılayabildiğimiz, ancak bu iki olayın birbirinin ardından geldikleridir; ama aralarındaki "neden-etki bağlılığı" denilen zorunlu ilgiyi algılayamıyoruz. Nedensellik de, töz gibi, hiçbir zaman algılanamaz, ancak düşünülebilir; bir sonuç olarak da çıkarılmaz (inference) dolayısıyla tanıtlanması da olamaz. Demek ki, nedensellik ne doğrudan doğruya bilinir (intuitif), ne de araçlı olarak, tanıtlamalarla bilinir (demonstratif), kısaca: hiç bilinemez. Töz kavramında olduğu gibi, burada da şu soru ile karşılaşırız: Nasıl oluyor da bizde böyle bir tasarım (idea) var ve onu bildiğimizi sanıyoruz? Bu sorunun da yanıtı, yine töz sorusuna verilen gibidir: Aynı b olayının a olayının ardından geldiğini birçok kereler görünce bizde bir alışkanlık duygusu uyanıp yerleşir. Bu yüzden, böyle bir izlenimden doğan bir ideyi, bir zorunluluğu kavradığımızı sanarak, a ve b olayları arasındaki ilgiye mal ederiz. Başka bir deyişle: Bilincimizde birbiri ardından gelen tasarımlar arasındaki bir ilgiyi, yani sübjektif bir bağlantıyı olaylar, nesneler arasındaki bir ilgi haline sokarız; sırf sübjektif olan bir şeyi objektifleştiririz; o, objede de olup bitiyormuş sanırız. Oysa tasarımların bilincimizde art arda gelişlerine bakarak, bundan olayların kendi aralarındaki zorunlu bağlılıklarını çıkaramayız, tanıtlayamayız buna ancak inanabiliriz.

Bu düşüncesiyle de Hume'un empirizmi, deney bilimleri bakımından, bir şüpheciliğe (spectisism) varmış oluyordu. Bu anlayışta, deney bilimleri olguları saptama ile yetinecek, bunun dışına çıkıp zorunlu bağlantıları kavramak isteyen bir teoriye gitmeyecektir; çünkü böyle bir şey bilimsel bir tanıtlamanın değil de, ancak alışkanlığa dayanan bir inanmanın ürünü olur. Hume'un bilgiyi "olguların saptanmasından" ileriye götürmemek istemesi pozitivist bir anlayıştır da. Yalnız, Hume bu öğretisi ile empirik bilimlerin çalışmaları: boşunadır demek istemiyor. Gerçi nedensellik ilgileri hiçbir zaman kesin olarak tanıtlanamazlar, ama bunlara inanmalıdır, çünkü bu inanma pratik hayat bakımından gereklidir. Yaşadığımız ya da kendimizin harekete getirdiğimiz olayların ardından belli birtakım olayların geleceğini beklememiz, pratik hayatın güvenliği bakımından gereklidir. Bu "art arda geliş" ne kadar sık oluyorsa, onun tekrarlanacağı da o kadar olası olur. Deney bilimleri bu olasılığı (probability) saptama ve matematik olarak belirleme ile yetinirlerse, tanıtı olmayan nedensellik kavramından pekâlâ vazgeçebilirler; bununla da, en olası olarak neyi beklememiz gerektiğini bize göstermiş olurlar. Doğa yasası, olgular arasındaki tekrarlanmaları çok olası olan ilişkiler kavramıdır; "doğa yasası" derken, bunu değil de, olaylar arasındaki "reel" bir bağlılığı anlarsak, bilme gücümüzün dışına çıkmış oluruz.

Hume'un bilgi öğretisi, Bacon'den başlayıp Locke üzerinden geçen bir gelişmenin, İngiliz empirizmi denilen çığırın en büyük ve son başarısıdır. Hume'dan sonra bu çığır İngiltere'de anmaya değer bir şey ortaya koymamış, buna karşılık Fransa ile Almanya' da kendisine daha elverişli ortamlar bulmuştur. Hume'da en yaratıcı olgunluğa erişmekle son sözünü de söylemiş olan empirizm, İngiliz Aydınlanmasının teorik temelidir; 18. yüzyıl İngiliz felsefesinin ana bilgi çığırıdır.

__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla