Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 13:12   Mesaj No:12

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1173
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Yeniçağ Felsefesi Tüm Haftalar

12. Hafta

12. KANT Bundan sonra Kant bir de karakter kavramını ele alır. İnsanın bir empirik, bir de intelligible(salt düşünce) karakteri vardır. Empirik karakteri insanınfenomenler içine örülmüştür. İnsan bütün hayatı boyunca dış dünyada olup-bitenler karşısında davranışlarda bulunurken, bunların arkasında hep intelligible karakteri vardır. "İntelligible karakter" deyine - tanımı gereği - uzay ve zamanla ilgisi olmayan bir şey anlaşılır. Öyle ise, nasıl oluyor da zaman dışında olan bu "intelligible karakter", zaman içinde olup bitenleri etkileyebiliyor? Kant da bu güçlüğü görmekte ve "”bu karakter bilinemez; ancak düşünülebilir” demektedir. Bununla da, artık salt düşüncenin dünyasına girmiş oluyoruz. Oysa Kant, bu dünyaya girmeyi şimdiye kadar hep yasak etmişti.

Kantin tutumundaki bu değişiklik, teorik aklı karşısına ahlak bilincinin çıkmasından olmuştur denebilir. Nedensellik yasası bütün evren çerçevesinde kayıtsız şartsız olarak geçiyorsa, o zaman doğanın bir çocuğu olan insanın da bu yasaya, artık hiçbir şekilde kendini kurtaramayacak gibi, sıkı sıkıya bağlanması gerekecektir. Burada Kant’ın gönlünde iki ilke çarpışmaktadır: Teorik yönü ile Kant, "doğanın sıkı bir nedensel bağlantısı olmalıdır, yoksa sağlam bir doğa bilimi olamaz" derken, ahlakçı yönü ile de "insan özgür olarak yaratılmıştır, doğaya bağlı olan bir yanı olsa bile yine özgürdür. Çünkü insanın karşısına bir gereklilik çıkıyor, ona birtakım ahlaki istekler yöneliyor; o bunları yerine getirecek durumda olmalıdır; bunun için de özgür olmalıdır, insana (şunu yapmalısın, bunu yapmalısın) derken elinin kolunun bağlı olmaması gerekir" demektedir. Görülüyor ki, doğaüstüne yükseliş, Kant’ta özgürlük ile oluyor. Burası Kant felsefesinin ekseni gibidir; salt "akılla kavranan"a (intelligible), numen'e açılan yol buradan başlamaktadır. Nitekim insanın özgürlüğe dayanan ahlaki yönü artık fenomenler dünyası içinde değildi. Özgürlük ile artık "akılla kavranan" bir dünyaya, dolayısıyla duyulur üstü olana, yani metafiziğin dünyasına girilmiştir.

"Salt Aklın Kritiği"nin göz önünde bulundurduğu başlıca bir iş, rasyonalist metafiziği eleştirmekti. Bu eleştirmenin sonunda Kant’ın metafizik karşısındaki durumunun ne olduğunu bilmek istersek, şunu söyleyebiliriz: Metafizik deyince, "duyulur-üstü"nün bilinmesini anlarsak, böyle bir şeyi düşünmek istemeyi Kant yersiz bulmaz. Ona göre, metafizik insan için doğal bir istidattır, bu yapısı insanı zorunlu olarak metafizik sorulara sürükler. Ancak, son sözü söylemeyi bu doğal metafiziğe bırakmamalı, bilim niteliğinde olanbir metafiziğe varmaya çalışmalıdır. Bilimsel bir metafiziğin olup olamayacağı konusunda, Kant’ın birbirleriyle tam olarak denkleştirilemeyen iki davranışı var: Bir yandan metafizik düşmanı bir anlayış, öbür yandan da pratik akıl temeli üzerinde, akıl bakımından zorunlu olan yeni bir metafizik kurmak denemesi. Metafizik düşmanlığı, numeni bilemeyeceğimizi ileri süren öğretiye tutarlı, olarak bağlı kalmak demektir. Biz ancak fenomenleri, deney çerçevesine girenleri biliriz; onun için bu çerçeveyi aşandan (transcendent) kaçınmaktır; "kritik"ten maksat da, "duyulur-üstü"ye geçmeyi önlemektir. "Salt Aklın Kritiği"nden çıkan başlıca bir sonuç budur. Buna karşılık Kant’ın, pratik akla dayanan yeni bir metafizik kurmak isteyişinden şüphe edilemez. Böylece o, teorik akıl ile bilimsel bir metafizik kurulamayacağını göstererek, zamanına kadar bu yolla geliştirilmiş olan metafiziği yıktıktan sonra, yeni metafiziği pratik akıl inancı üzerinde, duyguya değil de, akla dayandığı için zorunlu olan bir inanç üzerinde kurmayı denemiştir. Onun için "Kant metafiziği yıkmıştır" demek pek doğru olmaz; yıktığı bir metafizik yanında kurduğu bir metafizik de var demek daha doğru olur. Kant ahlak konusunu üç büyük yapıtında işlemiştir: "Törelerin Metafiziğine Temel Atma", "Pratik Aklın Kritiği" ve "Törelerin Metafiziği".

Kant’ın ahlak anlayışını burada, onun ahlak konusunda ana yapıtı olan "Pratik Aklın Kritiği"ndeki başlıca düşünceleri daha anlaşılır bir şekilde anlatan “Törelerin Metafiziğine Temel Atma” üzerinde belirtmeye çalışacağız.

Araştırmanın ana konusu, ahlakın apriori yönüdür. Nitekim yapıtın adındaki "metafizik" sözü ile de apriori kastedilmektedir. Bilgide de yalnız apriori olan ile ilgilenen Kant’ın ahlakta da a priori'yi araması, kesin olan bir ahlak bilgisine varmayı göz önünde bulundurmasındandır: Ahlak alanında da bir apriori varsa, ancak o zaman bilim niteliğinde bir ahlak öğretisi olabilir. Bilgide a priori olmasaydı, düzenli bir doğa tablosu yerine gelişi güzel tasarımlar olurdu. Bunun gibi, ahlak da gelişi güzel olan istekler ve eğilimlere bırakılırsa, tümel-geçerliği olan bir ahlak kurulamaz, o zaman ancak bir ahlak tarihi olabilir, ama uzay ve zamandan bağımsız bir ahlak olamaz. Ayrıca, "ahlaki dediğimiz, Kant’a göre, insanın apriori olan bir yönü, yani aklı ile ilgilidir; "ahlaki", içgüdülerde, eğilimlerde ve eylemlerimizin sonuçlarında değildir. Onun için Kant, fenomenler dünyasından gelen bütün etkilerin çok gerisinde bulunan “ahlaki öz”ümüze, “salt istenç”e kadar inmeyi dener.

Yapıtta başlıca üç kavram ele alınıp incelenmektedir: “İyi istenç”, “kategorik imperatif” ve "özgürlük" kavramları. Kant şöyle bir düşünce ile söze başlıyor: Doğa insanı bir ereğe göre yaratmıştır; bu erek ne olabilir? Birçok ahlak öğretilerinin ileri sürdükleri gibi, bu "mutluluğa erişmek" olsa, doğa insanı çok yanlış, çok ters yaratmış demek gerekirdi. Çünkü mutlu olması için insana yalnız itkileri (içgüdüleri, eğilimleri) pekâlâ yetişirdi. Nitekim hayvan bu bakımdan
pek rahat; içgüdüleri onu gidilecek yere kendiliklerinden götürüyorlar; bu yüzden hayvan ne günahı biliyor, ne de ölüm korkusunu. Ama, insanda içgüdülerden başka bir de akıl var; işte bu akıl denilen güç de, kılı kırk yaran bu yeti de, insanı hiç de mutluluğa götüren bir şey değil, mutluluğa ulaştırmada hiç de iyi bir kılavuz değil.1 Bu anlayışının mantıki sonucu olarak Kant, "bundan dolayı" diyor "doğa insan için mutluluktan başka bir şeyi göz önünde bulundurmuş olacaktır". İnsan fenomenler dünyasında mutlu olsun diye belirlenmiş olamaz; o, bütün yaratıklar arasında aklı olan tek yaratıktır. Akıl da insanı fenomenler dünyası üstüne yükseltip, ona bir değer, bir onur kazandırır; ona başka bir dünyadan gelen bir sesi işittirir; bu ses de “ahlak yasası”dır, "kategorik imperatif”tir. Kant’a göre, "dünyada, dünyanın dışında bile iyi istençten başka koşulsuz iyi sayılabilecek bir şey yoktur". Başka bir deyişle: dünyada ancak tek mutlak değer vardır, o da "iyi istenç” ya da "salt istenç"dir. "İyi istenç" ne demektir? İnsan yapısı gereği, yalnız mutluluğa yönelmiş olamayacağına göre, geriye ödev'den başka bir şey kalmamaktadır. Ödevde aklın sesi, dolayısıyla da insanın en yüksek değeri dile gelir. Ama insan, yalnız aklı olan bir yaratık değil, onda bir de doğal bir yön vardır, insanın içgüdüleri, edimleri de var. Aklın sesi olan ödev ile doğal eğilimler karşılaşınca, ya çatışabilirler, yani ödevin emrettiği ile içgüdülerin istediği arasında bir uyuşmazlık olur; ya da uyuşabilirler; yani ödev ile eğilim arasında bir uyum kurulmuş olabilir, her ikisi de aynı şeyi isteyebilir. Kant’a göre, ödev ile eğilimin bu uyuşmalarından doğan eyleme "iyi" diyemeyiz; bu, ancak bir rastlantıdır; oysa bir eylemin "iyi" olabilmesi için, hiç koşulsuz olarak ödevden çıkmış olması gerekir; ancak ödevin belirlemiş olduğu bir istenç "iyi"dir. Demek, "iyi istenç" kavramının birinci belirtisi, "eylemin salt ödevden doğmuş olmasıdır. Bu kavramın ikinci belirtisini de Kant şöyle formüller: "Ödevden doğan bir eylemin, ahlaki değeri kendisiyle varılmak istenen erekte değil, bu eylemin kararını verdiren maxime'dedir" (kural, ilke). Buradaki "erek" yerine, eylemin fenomenler dünyasında bulunan bir "sonucu" gözetmesi de diyebiliriz. İşte Kant’a göre, bir eylem dışarıda bulunan bir sonuç yüzünden değil, ancak kendisine dayandığı ilke (maxime) yüzünden "iyi" olur; eylemin iyi olmasının ölçüsü (kriterium), başardığı, gerçekleştirdiği şey olmayıp, dayanağı olan ilkedir. Ancak, bu ilke (maxime), a posteriari ya da a priori olabilir; kişi istencini ya apriori bir kurala, ya da doğal motiflere (duygular, itkiler, sonuçlara) göre belirleyebilir. Ama, bir eylemin "iyi" olabilmesi için, apriori bir motife göre, yani aklın buyruğuna, ödeve göre belirlenmiş olması gerekir; dolayısıyla burada sözü geçen maxim, ödev maximidir. Ödev de aklın buyruğu olduğundan, objektif zorunlu ve tümel-geçerdir.

Kant'ın aradığı, hep bu çeşitten yasa niteliği olan şeylerdir. Nitekim ödev de, yasaya karşı duyulan saygıdan doğar. Yalnız, Kant’a göre, bu dünya iki türlü yasalılık vardır: Bir yanda doğa yasaları var. Bunlar, bir zor niteliği taşıyan yasalardır. Doğa olayları karşısında, "şöyle ya da böyle olmaları gerekirdi" demenin yeri yoktur; doğa olayları öyle ya da böyle olmak zorundadırlar. Onun için, onların karşısına birtakım buyruklar ile çıkamayız, onlara "şöyle olman", "böyle davranman gerekir" diyemeyiz. Öbür yandan da ahlak yasaları vardır. Bunlar, gereklilik yasalarıdır; istenci olan bir kişiye, özgür bir süjeye seslenirler. Bundan dolayı insana "şöyle yapmalısın", "böyle davranmaman gerekir" gibi birtakım emirlerle yönelebiliyoruz. Bunu yapabiliyoruz, çünkü ahlak dünyasında, doğa dünyasında olduğu gibi, yalnız cansız bir zorunluluk, kör bir mekanizm yok; burası büsbütün başka türlü bir yasası olan bir dünyadır.

"Törelerin Metafiziğine Temel Atma”nın ikinci ana kavramı olan kategorik imperatifin (kesin emir) Kant, aynı şeyi türlü bakımlardan görülmüş olarak anlatan üç formülünü verir. Önce de emirleri, "hipotetik" ve "kategorik" diye ikiye ayırır. Hipotetik emirler, bir koşula bağlı olan emirlerdir. Bunları şöyle formüllere biliriz: "şöyle bir şeyi elde etmek istersen, şöyle davranmalısın". Dolayısıyla da, bu "şeyi" elde etmek istemeyeni bu emirler ilgilendirmez, buradaki koşula değer vermeyen bir kimse, bu emirleri yerine getirmeyebilir. Örneğin, bu dünyada herkes mutlu olmak ister; bu, herkes için gerçek bir amaçtır. Bu bakımdan şöyle bir soru ile karşılaşırız: "Mutlu olmak için nasıl yaşamalıyım?". Yanıt olarak bir sürü emir gösterilebilir: "Ayağını yorganına göre uzat", "ölçülü yaşa", "alçak gönüllü ol", "kimseyi incitme" vb. Bütün bu emirler hipotetiktirler, çünkü bir amaca - örneğimizde mutluluğa - ulaşmak için gerçekleştirilmesi gereken koşulları göstermektedirler. Buna karşılık kategorik emirler, hiçbir koşulu göz önünde bulundurmadan, hiçbir kayda bağlanmadan kesin, mutlak olarak emrederler. İşte Kant’ın asıl ahlaki saydığı emirler de bu ikincilerdir. Bundan dolayı hipotetik emirler - örneğin bizi mutluluğa vardıracak yolları, koşulları anlatan emirler - Kant'ı hiç ilgilendirmez. Kategorik emir (imperatif) için bir örnek: "Doğruyu söyle". Bu emir önce şöyle de anlaşılabilir: "Güç durumda kalmak istemiyorsan, doğruyu söyle, çünkü yalancının mumu yatsıya kadar yanar". Ancak, bu emrin bir de şu anlamı vardır: "Ne olursa olsun, sonu iyi olsun kötü olsun, doğruyu söyle". İşte Kan’ın göz önünde bulundurduğu ve anladığı da emrin bu ikinci anlamıdır; ancak bu anlam ve nitelikteki emirler ahlakidir. Buna göre, asıl ahlaki emir olan kategorik imperatif, tümel olarak geçen, zorunlu olan ve koşulsuz olarak gerekleyen bir emir olacaktır. Bu yüzden de ahlak yasası, içgüdülere, eğilimlere ilişkin olan ve deney dünyasındaki sonuçlara yönelmiş olan istekleri emredemez; çünkü bunlar fenomenler dünyasında bulunan empirik şeylerdir, dolayısıyla da apriori değildirler.

Kategorik imperatif bunları emredemediğine göre, geriye ne kalıyor? Diyebiliriz ki, geriye kendisi kalmakta, kategorik imperatif kendi kendisim emretmektedir. Buıada kategorik imperatifin birinci formülüne gelmiş oluyoruz: “Genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir ilkeye (maxime) göre eyle”. Bu formüldeki her ahlaktan beklediğimiz ve alıştığımız şeyler söylenmemekte, örneğin "Yakınlarına iyilik et", "Dostlarını sev", "Değerli işler gör", "Ulusuna, insanlığa hayırlı ol" denmemekte, yalnız eyleme temel olan istencin niteliği belirtilmekte, bu istencin belli bir nitelikte olması gerektiği ileri sürülmektedir. Başka bir deyişle: Eylemde kendimi, içgüdülerimin istediklerine ya da dış dünyadaki sonuçlara göre ayarlamayıp kendime hep şöyle soracağım: "Bu eylemine ölçü olarak aldığın kuralı başkaları da alırlar mıydı? Bu kura, herkes için geçen bir yasa olur muydu?" Buna göre, kategorik imperatif ancak bir genel yasanın formunu, şemasını vermekte, ama içeriğini belli etmemektedir; ancak bir yasaya göre, dolayısıyla bir düzeni sağlayacak gibi davranmamızı, emretmektedir. Onun için, burada istenç kendi kendisini erek bilmekte, kendi kendisini gereklendirmektedir. Kısaca: Akıl taşıyan kişi (Person), kendi kendisinin ereğidir. Bu düşünceyi kategorik imperatifin ikinci formülünde buluruz: “insanlığı, kendinde ve başkalarında, hiçbir zaman bir araç olarak değil, hep bir erek olarak görecek gibi eyle”. Kategorik imperatifin birinci formülü, yalnız kendi etrafında dönüp duruyordu. Bu ikinci formülde ise, bir çeşit içerik beliriyor gibidir; yalnız bu içerik, fenomenler dünyasından değil de numen dünyasından alınmıştır. İnsan hiçbir zaman araç yapılmamalıdır; insan akıllı bir kişidir; onun değer ve saygınlığı, kendisine karşi bir objeye olduğu gibi değil, hep bir süjeye olduğu gibi davranmayı emreder; kısaca: "Her insanda, insan onuruna saygı göster." Görülüyor ki, burada kategorik imperatif artık salt formel olarak kalmamakta, yalnız eylemin formunu emretmekle yetinmemekte, metafizik nitelikte de olsa, bir içerik vermektedir. Kategorik imperatifin üçüncü formülü kısaca şöyle: Autonomie (özerklik) idesine göre eyle”. İnsan ancak kendi yasasını kendisi koyabilirse (autonomie), özgür, dolayısıyla ahlaki bir kişi olabilir; akıl taşıyan kişinin özü asıl autonom (özerk) olmasında kendini gerçekleştirir. Akıl kendini genel bir yasa ile dile getirir; kendi aklımızdan çıkmakla da bu yasa, kendi yasamızdır (autonomie). Yalnız, bu yasanın bir de emir (imperatif) şeklini alması gerekir, çünkü insan doğa bağlantısının içine de örülmüştür, itkileri ile de belirlenmiş olan bir yaratıktır; oysa aklın yasası, insana kendisini dışarıdan belirlememeyi emreder. Bu son anlamıyla kategorik imperatif, itkilerine ve deney dünyasındaki ereklere bağlanmaktan kendini kurtarmış bir varlığın kendi istenci, dolayısıyla da çift yönlü olan insanın asıl değer ve onurunu belirten pratik aklın ifadesi olmaktadır. Kategorik imperatifi eylemlerimize ölçü olarak almakla, kendi varlığımızın intelligible özünü özgür olarak onamış oluruz.

Ancak, kategorik imperatifin gerçekleşebilmesi için, istencin özgür olması zorunlu bir koşuldur. Bununla da "Törelerin Metafiziğine Temel Atma"nın üçüncü ana kavramı olan özgürlük kavramına varmış oluyoruz. Kategorik imperatif ya da istencin özerkliği (autonomie), ancak özgürlüğü kabul etmekle mümkün olabilir. Çünkü istenç itkilerden (içgüdüler, içtepiler vb.) bağımsız olamıyorsa, o zaman insanın karşısına bir emirle (imperatif) çıkmanın yeri kalmaz; o zaman insan, tıpkı doğadaki bir eşya gibi, şunu ya da bunu yapmak zorunda kalırdı. Demek ki, kategorik imperatifin bir anlamı olacaksa, insanın itkiler karşısında özgür olabilmesi gerektir. Ancak, bir keyfilik diye anlaşılmaması gereken bu özgürlük, insanın nedensellik yasasından başka bir yasaya, kendi yasasına bağlı olması demektir. İşte insanın bu kendi yasası da kategorik imperatiftir, ahlak yasasıdır. Böylece de, "Salt Aklın Kritiği"nde problematik olan, mümkün bir şey diye ileri sürülen özgürlük kavramı, burada artık bir gerçek olmaktadır. Gerçi Kant, bu özgürlüğün ne olduğunu bilemeyiz diyor, ama bu ideye göre davranmamız gerekir ve bu da bize yetişir; çünkü bu ideden başkasına göre davranamadığı içindir ki, bir varlık özgür olur.
Kant’ın ahlak öğretisi, pratik felsefesinin öteki kolları için, hukuk, devlet ve tarih anlayışları için bir temel olmuştur. Ona göre, yurttaş yasanın hem süjesi, hem de objesidir, yani o kendisinin koymuş, kendisinin özgür olarak onamış olduğu bir yasaya kendisini bağlamalıdır.2 Bu, liberal-demokrat bir devlet anlayışıdır, hukuk devletinin kurulmasını ideal bilen bir görüştür. Bir toplum çerçevesinde gerçekleştirilmesi gereken hak düzeni, bütün uluslar arasında da kurulmalıdır; ulusların kendi özgür kararları ile içinde birleşecekleri bir "Uluslar Derneği", kendisine yönelinecek bir ide olmalıdır. Bu düşüncesi ile Kant, "Birleşmiş Milletler" idealini ortaya koyanların başında yer almıştır. Tarih için de Kant, yine ahlak yasasını değerleme ölçüsü olarak alır; tarihi gözden geçirirken, bu sürecin yığınlarla olayının kalabalığı içinde durup kalmaz, bu sürecin bütün inişleri, çıkışları ve çatışmaları ile bir ide'ye doğru geliştiğini tasarlar. Bu ide de, bütün insanlık ölçüsünde gerçekleştirilecek olan bir hak düzenidir; içinde her kişinin insanlık değer ve onuruna, hak alanına saygı gösterilen bir "dünya yurttaşlığı" durumudur. "İde" de Kant’a göre, kendisine yöneleceğimiz, eylemlerimizi kurallaştıran (regulatif) bir ilkedir, bizim için sonsuzlukta bulunan bir ödevdir.

Üçüncü büyük kritiği olan "Yargı Gücünün Kritiği" yayımlandığı zaman (1790), Kant 66 yaşındaydı. Buna rağmen bu kritik, öteki iki kritik'ten çok canlıdır ve devrinin dünya görüşü ile edebiyatı üzerinde en çok bunun etkisi olmuştur. Ayrıca, öteki kritiklerden çok daha atak adımlarla metafiziğe uzanmaktadır. Bu üçüncü kritiğinde Kant, şimdiye kadar sistematik bir bağlantı içinde ele alamadığı sorunları inceler. "Salt Aklın Kritiği"nde ruh yetilerinden "bilme", idelerden "doğruluk idesi", yasa çeşitlerinden "nedensellik yasası", bilgi çeşitlerinden "doğa bilgisi ve metafizik" incelenmişti. "Pratik Aklın Kritiği"nde de, "istenç" denilen ruh yetisi, "iyi idesi", "gereklilik yasası" ele alınmış ve "ahlak ülkesinin bilgi temelleri" araştırılmıştı. Geriye ruh yetilerinden "duygu", idelerden "güzel idesi", yasalardan "teoloji yasası" kalmaktadır. İşte Kant üçüncü kritiğinde bu kalan sorunlar üzerinde durur ve doğa ülkesi ile ahlak ülkesi arasına sıkıştırılan ve bir yandan güzel’i (estetik-olanı), öbür yanda da organik-olanı içine alan bir ara-ülkenin bilgi temellerini araştırır. Geriye kalan bu çok çeşitli etkenleri de Kant, aklın bir görevine, "yargı gücü" adını verdiği bir yetiye bağlamayı dener ve yargı gücünün de apriori ilkeleri olduğunu tasarlayıp bunları arar.

"Yargı Gücünün Kritiği", bir arada bulunmaları gerekli olmayan iki ana bölümden kurulmuştur. Birinci bölümde güzel ve güzelin bilgisi, ikinci bölümde de organik formlar ile bunların bilgisi gözden geçirilir. "Yargı gücü" deyimi ile Kant, anlık (inteliekt) ile akıl arasında bulunan bir yetimizi anlamaktadır. Bundan dolayı yargı gücü, doğa ülkesi ile ahlak ülkesi arasında aracılık eder. Kant'ın kendi tanımı ile: "Yargı gücü, özeli genelin altında bulunuyor diye düşünmek yetisidir". "Salt Aklın Kritiği"nde de yargı gücü incelenmişti. Ancak burada - anlıkta - yargı vermek demek "alta koymak" (subsumtion) demektir; burada özel, önceden bilinen genel'in - bir genel kavramın ya da bir genel yasanın - altına konmaktadır. Oysa "Yargı Gücünün Kritiği"nde sözü geçen "yargı gücü", anlığın yaptığından başka türlü davranır: burada, verilmiş bir özel'e uygun olan bir genel aranır; "elimizde bulunan özel, genellerden hangisine uygundur onu bunlardan hangisinin altına koyabiliriz?" diye araştırılır. Bu genel’i arama, bunun üzerinde durup düşünme işine de Kant, reflexion der. Anlık (intellekt) yargıda objeyi kurup belirler (konstitutif); yargı gücü ise yalnız reflexion'da bulunur, yani obje üzerinde düşünüp sadece arar. Yargı gücü de yasaları bulmak ister, elden gelirse en genel doğa yasalarına varmaya çalışır. Ama bunu bilme ile yapmaz, başka türlü yapar. İşte bu "başka türlü"nün ne olduğunu göstermek, üçüncü kritiğin konusudur. Yargı gücünün çalışma biçimini Kant şöyle açıklar: "Yargı gücü özel yasayı, sanki bir zekâ çeşitli empirik doğa yasalarının birliğinin temelini kendisinde bulunduruyormuş gibi inceler". Bu formülü şöyle aydınlatmaya çalışalım: Örneğin bir organizmada birçok çeşitli yasalar bir arada bulunurlar. Ancak, biz bu türlü türlü yasaların topunu ve sistemli bağlantısını bir bakışta kavrayamayız, ama bu organizmada birliği olan bir doğa yasasının bulunduğunu sezeriz. Başka bir deyişle: Genel'i arayan genel'e varmak için reflexion'da bulunan (durup düşünen) yargı gücü, doğada bir çeşit teleolojinin (ereklilik) olduğunu kabul eder.

Bunu yapmakla, doğa ile bilgi yetimiz arasında bir uyum meydana gelir. Çünkü doğa bize karmakarışık görünseydi, yalnız şaşkına 9
dönmekle kalmazdık, bir de böyle bir görünüşü, beğenmezdik, böyle bir görünüş bizde hoş olmayan bir duygu yaratırdı. Ama doğadaki birtakım görünüşler (fenomenler) içinden yasa öylesine bir parıldıyor ki, onu bilemezsek bile hiç olmazsa sezebiliyoruz. Doğa ile bilgi yetimiz arasındaki uyumun bir belirtisi doğadaki gizli bir düzenden duyulan estetik haz, estetik beğenidir. Doğanın kristallerinde olsun, bitkileri ve hayvanlarında olsun, çok düzgün, simetrik formlar bulur ve bunlarda birtakım yasaların varlığını sezinleriz. Gerçi bu yasaları bilemeyiz, ama onların var olduğunu bir haz ile duyarız. İşte bu haz duygusu, estetik hoşlanmadır. Doğanın bilgi yetimiz ile nasıl uyuşmakta olduğunu, ikinci olarak, organizmalar karşısındaki duruşumuzda bulabiliriz. Önce organizmalar karşısında şaşırıp kalırız; çünkü onları, doğanın bu özel formlarını yalnız nedensellik yasası ile açıklayamayız. Ama erekler koyan bir zekânın bu organizmaları tasarlayıp yaratmış olduğunu kabul edersek, şaşkınlığımız sona erer, böylece de organizmaların yapıları ile görevlerini kavramanın yolu bize açılmış olur.

Doğa ile bilgi yetimiz arasındaki uyuşmayı gösteren bu iki halden Kant, birbiriyle ilgisi olmayan iki ayrı bilimi türetir: Birinci halden estetiği, ikincisinden de organik doğa bilimini, daha doğrusu, "organizmayı bilme formlarımızın kritiği"ni çıkarır ve "Yargı Gücünün Kritiği"nin birinci kısmında estetiği ikinci kısmında da biyolojinin bilgi teorisini inceler. Estetikte yargı gücü sübjektif olarak reflexion' da bulunur; burada yargı gücü, duyguya bağlı kaldığı için sübjektiftir; çünkü bu dünyada estetik bağlantıların olduğunu bize sezdiren bir duygudur, haz duygusudur. Biyolojide ise, yargı gücünün reflexion'u objektiftir; burada yargı gücü sanki biliyor gibi davranır, yani organizmaları, bunları sanki ereklere göre yapılmışlar gibi inceler. Burada bir bilme var; ama bu hipatetik bir bilmedir. Buna karşılık estetikte "bilme"nin hiç yeri yok, çünkü bilme estetik davranışı zedeleyip bozar. Estetikte Kant, başlıca iki kavramı, "güzel" ve "yüce" kavramlarını incelemiştir. Burada "güzel"in ne olduğu 4 önermede özetlenmiştir. 1. Önerme: "Beğeni bir obje üzerine, hiçbir karşılık gözetmeden hoşlanma ve hoşlanmama ile yargı verme yetisidir, böyle bir hoşlanmanın konusuna da güzel deriz".3 Önermede ağırlık merkezi, "hiçbir karşılık gözetmeden" sözü üzerinde toplanmaktadır. Bununla Kant, "güzel''i, "hoş" ile "yararlı"dan ayırmak, bunların arasındaki sınırları çizmek istemiştir. "Yararlı olan" bir şeye karşı bir istek duyarız, onu elde etmek isteriz; burada isteme yetisine bağlıyızdır. Oysa bir sanat eserini böyle bir istekten sıyrılmış olarak, hiçbir karşılık beklemeden seyrederiz. Sanat eseri karşısındaki durumumuz, bir salt seyir durumdur.

Bir tablodaki elmayı yemeye kalkışmaz, yalnız elmanın güzel görünüşünden haz duymakla yetiniriz. Bunu yapmaz da, elmaya karşı bir istek duyarsak, estetik davranışıbozmuş oluruz. Bu anlayışı ile Kant, "güzel"i "iyi"den de ayırmış oluyor. Çünkü "iyi" de, isteme ile ilgilidir; bu bakımdan "iyi" karşısında "güzel" karşısında olduğu gibi ilgisiz kalamayız; "iyi"ye saygı duyarız ve onu gerçekleştirmemiz de gerekir; oysa "güzel", eylem yönümüze hiçbir şekilde seslenmez. 2. Önerme: "Güzel", kavramsız bir şekilde, genel olarak hoşa giden şeydir". Burada, "genel olarak" ve "kavramsız bir şekilde" sözlerinin altı çizilmelidir. "Genel olarak" derken Kant, beğeni (zevk) işinde bir keyiflilik olamayacağını söylemek ister; bu alanda da bir a priori vardır; bu apriori de bizi güzel formlar karşısında belli bir duruşa zorlar, çünkü apriori zorunludur, genel (tümel) niteliktedir. Yalnız, "Salt Aklın Kritiği"nde tümel geçerlik, ortaklaşa kavramlarımız yüzünden olabiliyordu. Estetikte ise işin içine kavram, kavramlı bir bilgi karışmayacaktır. Bir resim sergisine giden birisi, bir manzara resmi karşısında "Ben burasını biliyorum",bir portre karşısında "Bu kadını tanıyorum" derse, kavramlar ile yargı vermiş olur. Böyle bir davranışta da, estetik ilgi arka plana atılmış olur. Bu ikinci önermede "estetik yargı" ile "bilgi" - "güzel" ile "doğru" - arasındaki sınırlar çizilmektedir. 3. Önerme: "Güzellik, objede bir ereğin bulunduğu tasarımı olmaksızın bir objenin ereğe uygun olmasının formudur". Bu önermenin demek istediği şudur: Burada göz önünde bulundurulan, benim kavrayışım için olan bir erektir, benim bakımımdan olan bir "ereğe uygun olma"dır. Onun için, güzel bir tabloyu seyrederken, bu tablonun meydana gelmesinde ne gibi bir maksadın (ereğin) rolü olduğunu düşünmem, yalnız tablonun benim kavrayışıma uygun olduğunu duyarım. Bir kristalin düzgün formları, bir melodinin uyumlu sesleri, kavrayışımıza uygun ve elverişli oldukları için bizde bir haz duygusunu uyandırırlar; bunlarda saklı olan bir matematik, onları bir kavrayışımıza uygun yapar. 4. Önerme: "Güzel, kavramsız olan zorunlu bir hoşlanmanın konusu diye bilinen şeydir". Bu önermenin anlatmak istediği, "beğeni (zevk) yargıları"nın da zorunlu olduklarıdır. Bununla da Kant, "zevkler üzerinde tartışılmaz" anlayışını reddetmektedir. Ona göre, zevkler üzerinde pekâlâ tartışılabilir, çünkü bunların temelinde de bir apriori vardır. Yapıtın estetik bölümünde "güzel"den sonra ikinci ana kavram olarak ele alınan "yüce" kavramı için Kant'ın düşünceleri kısaca şunlardır:

Genel olarak çok büyük olan şeye yüce deriz. Her türlü ölçünün dışına çıkan çok büyük bir şeye duyular ile egemen olunamaz; ezici büyüklükte olan şey, duyulara aykırıdır. Bu da, yüce'yi seyredende bir karşı koymaya, bir direnmeye yol açar, bununla da onu duyular ile kavranan dünyanın üstüne yükseltip moral özünü hatırına getirir. Demek ki, "yüce" aslında seyredenin kendisinde bulunan bir şeydir; o, sonra bu kendisinde olanı dışarıya yansıtıp ona estetik; bir nitelik kazandırmakta, karşısındaki ezici büyüğe bundan dolayı "yüce" demektedir. Örneğin yıldızlı gök kubbesi karşısında, doğanın sonsuz gücü karşısında yüce'yi
yaşarız; bunlara "yüce" deriz, çünkü bunlar bizi duyular çevresinin üstüne çıkarıp bize Mali karakterimizi hatırlatırlar. Burada yüce izlenimi tam bir estetik duygu olmayıp ahlak bilinci ile estetik duygunun bir karışımıdır; burada ahlak ve estetik birbirine yaklaşmaktadır. Kant’a göre doğa ile sanatta bulduğumuz güzellik, intelligible olan idelerin duyulur içinde ışıldamalarıdır. Bundan dolayı, doğa ve sanatın yaratılarında kendisini gösteren bu "duyulur üstü" temele kadar geri gidilmezse, güzel" tam olarak anlaşılamaz. Burada Kant'ın metafiziğe nasıl iyiden iyiye uzanmakta olduğu açıkça görülmektedir.

Bir çeşit biyoloji felsefesi olan "Yargı Gücünün Kritiği”nin ikinci kısmında, "organizma" denilen fenomen, canlı doğa incelenmektedir. "Salt Aklın Kritiği"nde Kant, doğayı mekanizm ile bir saymıştı; Doğa, nedensellik yasasına göre oluşmuş olan bir fenomenler bağlamıdır. Burada bir soru ile karşılaşmaktayız: Erek (telos) düsuncesini işin içine hiç karıştırmadan doğayı tamamıyla açıklayabilir miyiz? Açıklayamıyoruz, çünkü doğa çerçevesinde "organizmalar" adını verdiğimiz özel fenomenler var; bunları açıklamak için ereksellik (teleologie) sorununu ele almak zorunda kalıyoruz. Kant’a göre bir organizmanın "erekli olması" demek, kendi amacını kendi içinde etkin bir neden olarak taşıması, kendi kendisinin son nedeni olması demektir. Modern bir deyişle söylersek: Organizmanın erekli olması, kendine göre bir "yapı planı", kendine göre bir görev (fonction) planı olması demektir. Örneğin bir buğday tohumunda, buğday dediğimiz bitkiyi bütün yapı ve görevleri ile geliştirecek bir erek, bir entelekheia gizlidir. Bununla da, organizma kendi kendisinin hem nedeni, hem de etkisi olmaktadır. Onun için o, ürer, büyür, bozulmuş ya da yitirilmiş bir organın yerine bir başkasını koyabilir. Bütün bunlar da, makinenin özüne büsbütün aykırı: Makine ne kendiliğinden üreyebilir, ne büyüyebilir, ne de bozulan bir parçası yerine bir yenisini kendiliğinden koyabilir. Demek ki organizma yalnız mekanik olmaktan daha fazla bir şeydir.

O halde doğa dünyasındaki "organizma" dediğimiz bu özel yapılı fenomeni nasıl kavrarız? Kant’ın yanıtı şu: İnsan zekâsının çalışmasını ölçüt olarak almakla, bu zekânın çalışışı ile organizma arasında bir analogie (örnekseme) kurmakla kavrarız. Nasıl bir sanat eserini, onu bir ereğe göre yaratmış olan sanatçının zekâsına mal ediyorsak, organizmayı da, onu belli bir ereğe göre oluşturmuş olan bir zekâya geri götürmeye uğraşırız. Bu benzetme de, öylesine akla yakın ki, kendimizi ondan kurtaramayız. Ancak, bu benzetme pek tam olamıyor, eksik ve aksayan yönleri pek çok. Onun için, Kant’a göre, bu çeşit yargılar ile çalışmaya üstün bir değer vermemelidir. Buradaki, yargı gücünün bir reflexion'udur; burada bir yargı gücü, organizmalar sanki erekler koyan bir zekâ tarafından yaratılmışlar gibi düşünmektedir.

“Sanki” ile düşünülünce de, nesneyi objektif olarak kavradığımız söylenemez. Burada, ancak bir varsayım ile, daha doğrusu heuristik (yolumuzu bulmaya yarayan) bir ilke ile çalışılmaktadır. Bu yolda yürünürse, başka bir yol ile bulamayacağımız bağlantıları belki de bulabileceğimiz umulabilir. Ama doğayı elden geldiğince mekanist bir açıdan açıklamaya çalışmalıyızdır. Kesin bilimin ideali budur. Bu idealin dışına çıkan açıklamalarımızın ancak heuristik bir değeri, hipotetik bir niteliği olabilir. Burada, Kant’ın hep ihtiyatlı olmak isteyen kritik dusunuşü ile karşı karşıyayız. Ama Kant yine de intelligible bir neden düşünmekten kendini alamıyor. "Doğanın mekanizmi dışında kalan organizmaların bilmecesini çözebilmek için, belki de intelligible'de birtakım anahtarlar gizlidir" diyor. İntelligible'in (salt düşünce ile kavrananın) işe karıştırılması ile organizma sorunu burada dünyanın ereği sorununa çevrilmektedir. Yaratılışın anlamı, ereği nedir? Bu yaratılış içinde insanın varlığının anlamı nedir? İnsanın varlığının ereği, Kant’a göre, hiçbir zaman mutluluk olamaz, çünkü doğa bunun için hiç de elverişli değildir. İnsanın ereği, ahlak yasasıdır, ödevini yerine getirmektir.

__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla