Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 13:13   Mesaj No:14

Medine-web

Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:50
Mesaj: 2.988
Konular: 339
Beğenildi:1173
Beğendi:346
Takdirleri:7784
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Yeniçağ Felsefesi Tüm Haftalar

14. Hafta
14. Hegel Kant, "teorik akıl" ile "pratik akıl" arasında; doğayı "mekanist" olarak açıklama ile "teleolojik" olarak açıklama arasında; "doğru", "yararlı', "iyi" ve "güzel" değerleri arasında; "doğru" ve "yanlış" bilme arasında kesin sınırlar çizmeye çalışmıştı. Onun her alanın sınırlarını belirtmek isteyişi, felsefesinin kritik niteliği ile ilgilidir; "kritik" deyimi, bir anlamıyla "ayırma" demektir. Oysa Kant’tan sonraki Alman İdealistlerinin ana tutumu, sisteme varmaktır. "Sistem" düşüncesi ise, daima ayrılıkları birleştirmek, karşıtları uzlaştırmak ister. Sistem'de bütün düşünceler tek bir ana önermeye sıkı sıkıya bağlanır, bundan tutarlı olarak türetilir. Fichte öğretisine "ben"i çıkış noktası olarak almış, bütün karşıtları bu temel üzerinde ortadan kaldırmayı denemişti. Schelling ayrılıkları, hepsinin içinde erimiş oldukları bir kökte - başlangıçtaki "ayrımlaşmamış't'a - birleştirmek istemişti; onun için öğretisine "özdeşlik felsefesi" demişti. İmdi, bu sistem düşüncesi; karşıtları uzlaştırmak denemesi Hegel’de, Alman idealizminin bu üçüncü ve son düşünüründe en yüksek olgunluğuna erişecektir.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel 1770 yılında Stuttgart'ta doğdu. Babası buranın yüksek bir devlet memuru idi. Tübingen'de Hölderlin ve Schelling ile birlikte yaptığı öğrenimini bitirdikten sonra bir aralık Bern ve Frankfurt'ta özel öğretmenlik yaptı, 1801 yılında Jena Üniversitesine Reinhold'dan beri idealist felsefenin merkezi olan bu üniversiteye doçent oldu. Ancak, burada fazla kalmadı, zaten dar olan geliri ile Napoleon Savaşlarının yarattığı geçinme güçlükleriyle başa çıkamayınca, Bamberg'deki küçük bir gazetenin yazı işleri müdürlüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Az sonra Nümberg lisesinin müdürü oldu, kısa bir süre Heidelberg Üniversitesinde profesörlük yaptıktan sonra 1818 yılında Berlin Üniversitesine çağrıldı ve koleradan öldüğü 1831 yılına kadar burada kalarak devri üzerinde çok büyük etkisi olan geniş bir etkinlik geliştirdi.

Başlıca eserleri: “Tinin Fenomenolojisi"; "Mantık Bilimi"; Felsefi Bilimler Ansiklopedisi"; "Hukuk Felsefesinin Ana Çizgileri"; "Dünya Tarihi Felsefesi"; "Estetik"; "Din Felsefesi".

Yaşça daha büyük olmasına rağmen Schelling karşısında uzun zaman bir mürit olarak kalan Hegel'in, ağır ama sağlam isleyen, güçlüklerden yılmayıp düşüncenin en derinliklerine kadar inmede sabır ve direnme gösteren bir zekâsı var. Alman idealizminin bu son büyük düşünürü, tamamıyla kendi içine kapalı; yöntem bakımından tam birliği olan, içeriği bakımından çok zengin bir sistem yaratmıştır. Hegel’in felsefesi, bir sistem olarak, olgunluk
ve büyüklüğü yönünden bütün felsefe tarihinde biriciktir denebilir. Bu felsefe, şimdiye kadarki felsefe tarihinin en son büyük sistemidir de; çünkü realist-pozitivist bir akım karşısında Hegel felsefesi yıkıldıktan sonra, onunki gibi büyük bir sistem kurma denemesine artık girişilmemiştir. Hegel’in felsefesi; Kant’tan sonra rasyonalizmin de en yüksek doruğudur. Nasıl Fichte de “ben” sırf kendisine bakmakla hem kendisini hem de "ben olmayanı" (objeyi) kavrıyorduysa, Hegel'de de "asıl gerçeğe" spekülatif olarak, yani deneye hiç başvurmadan, salt düşünmenin sınırları içinde kalınarak varılmaya çalışılır. Çünkü Hegel'e göre, felsefe objelerin düşünce ile görülmesidir. Düşünme bunu başarabilir, çünkü objenin kendisi de süje gibi rasyoneldir, süje ve obje aynı ilkenin, aynı aklın başka başka olan şekillenmeleridir.

Ancak, Hegel "düşünme" derken, felsefi düşünmeyi göz önünde bulundurmaktadır. Bundan başka olan basbayağı düşünmede duyularla edinilmiş gereçler üzerinde düşünülür. Yalnız bu gereçler kavranılır; bu, "herhangi bir şey" üzerinde bir düşünmedir. Oysa "felsefi düşünme" herhangi bir şey üzerinde durup düşünme olmayıp kavramlar sistemini yapıcı ve yaratıcı olarak geliştirmedir. Burada düşünme yöntemli olarak ilerleyerek objelerin kavramlarını birbirinden türete türete sonunda kavramlar zincirini ortaya koyar. Bu zincirin son halkası "evren kavramı" dır; bütün öteki kavramlar bunun altında toplanırlar, bunun içinde yer alırlar, buna bağlanırlar; dolayısıyla felsefe varlığın kendi kendini düşünmesidir, Onun içindir ki" felsefi düşünmede dışarıdan gelecek gerece gerek yoktur; bu düşünme kendi kendisinden beslenir; kendi kendisini işler; maddeyi de, formu da kendisinde bulur Felsefenin ödevi, varlığın özünü kavramaktır.Felsefede "kavramak", dışarıdan gelen bir şeyi, duyumların getirdiğini kavramak değildir; "kavramak", kavramın kendi içindeki etkinliğidir, kendi başına işlemesidir. Bundan dolayı, Hegel'e göre, "kavram" bilginin upuygun formudur; bilgimiz ancak kavramda objeye en uygun olan bu duruma ulaşır. Kavram da rasyonel bir öğe olduğundan, Hegel, akıl dışındaki herhangi bir yeti ile bilgi edinmeyi reddeder: "Duygu" ya da "duyum" bizi "öz"e götüremez; bize ancak "öz"ün rastlantılı olan görünüşlerini, rastlantılı, olan bölünmüşlüğünü ve çokluğunu gösterir.

Salt düşünmenin içinde kalarak, yalnız "kavram"ın kendi kendine işlemesiyle bilgi sistemimizin nasıl oluştuğunu Hegel şöyle anlatır: Felsefe olacaksa bilgimizin bir sisteminin de olması gerektir. Tutarlı bir bağlam olan sistem, kaplamı en geniş olan kavramdan kalkarak bütün düşünülebilenleri aynı yöntemle birbirinin ardından geliştirecektir. Burada sözü geçen yöntem, Fichte ile Schelling'in de kullandıkları diyalektik yöntemdir. Yalnız, Fichte'de diyalektik, düşünmenin gelişmesinin formu idi; Schelling onu dışarıya aktarmış doğa
suretinin gelişmesinin formu yapmıştır. Hegel ise diyalektiği evrensel bir yöntem yapar; ona göre diyalektik, hem düşünmenin, hem de yalnız doğanın değil bütün varlığın gelişme biçimidir. Düşünme de, varlık da hep karşıtların içinden geçerek, karşıtları uzlaştırarak gelişirler. Ancak varılan her uzlaşmada yeniden çözülmesi gereken yeni bir karşıtlık gizli olduğundan, diyalektik hareket, düşüncenin varlığı bir bütün olarak kavramasına, varlığın da bilincine erişip özgürlüğünü elde etmesine kadar sürüp gider.

Hegel'e göre önce "bilginin yürüyeceği yol, yani bilginin yöntemi ne olmalıdır?" sorusu üzerinde durup kalmamalıdır. Kant’ın istediği gibi, ilkin "bilginin yolunu" bulup sonra varlığı tanıyacak değilizdir. Çünkü felsefenin konusu olan varlığın bütününe yönelince, bilmede yürüyeceğimiz yolun hangisi olacağı kendiliğinden belli olur: Bu yol da, diyalektiğin yoludur. "En tümel olanı" elden geldiğince düşünmeye çalışalım, diyalektiği hemen karşımızda buluruz. En tümel olan kavram, "varlık" kavramıdır; ancak bu kavramın hiçbir içeriği yoktur; bomboştur; yalnız “varolanı” düşündüğümde, bu kavramı her türlü niteliğinden soymuş olurum; ama hiçbir içeriği kalmayınca da "varlık" "yokluk" olmuş olur. O halde bu gelişmeyi çözmek, düşünmenin karşısına kendiliğinden çıkan bir ödevdir: "varlığı" "yokluk" olmaktan kurtarmak için ona bir içerik kazandırmalıdır; bu içeriği ona kazandırınca da "oluş" kavramı kendiliğinden ortaya çıkar. Demek ki, daha düşünmeye başlar başlamaz, hemen başlangıçta diyalektik ile karşılaşmaktayız. Onu bundan böyle de, ta sona kadar hep karşımızda buluruz; düşünmede başından sonuna kadar yürüyeceğimiz yol diyalektiktir. Bu yolda bütün kavramlarımız diyalektik bir hareket ile birbirinden türerler; her kavramın içinde bir başka kavramı keşfederiz: "varlık" kavramında "yokluk" kavramını keşfettiğimiz gibi. Bu, böyle ta bütün varlığı bir kavramlar sistemi içinde derleyip toplayıncaya kadar sürüp gider. Yalnız, kavramların birbirinden türemeleri zaman bakımından değil, mantıki bakımdandır.

Düşünce gibi varlık da diyalektik olarak gelişen bir süreçtir. Varlık (evren), bir ilkenin, bir ilk temelin kendisini açması, belli bir ereğe doğru gelişmesidir. Bütün varolanların, bütün varlık çeşitlerinin arkasında ve temelinde bulunan bu ilkeye Hegel, yerine göre, "ide", "akıl", "söz" ya da "tin" (Geist) der. Adlarından da anlaşılacağı gibi, bu ilke manevi niteliktedir. Evren içinde, daha doğrusu evren olarak gelişen "ide"nin ereği sonunda kendi kendisini bulması, kendisinin bilinç ve özgürlüğüne erişmesidir. Bu amaca doğru gelişmesinde "ide" diyalektiğin üçlü adımına uygun olarak üç basamaktan geçer. Ama, her basamağın içinde birçok üçüzlü hareketler de vardır; bunlar bir basamağı boydan boya geçip onu bir yukarı basamağa yükseltirler. İde (ya da “tin”) ilkin "kendi içinde”dir, "kendi kendine"dir. Bu evresinde "ide" henüz bir olanaklar ülkesidir; gizli olan gücünü henüz gerçekleştirmemiştir; ama kendisini
bilmesi, tanıması için kendisine bir "gerçeklik" kazandırması gerektir. Bu amaçla "ide" (tin) kendini ilk olarak doğada gerçekleştirir. Ancak doğada "ide" artık kendi kendisinde değildir, kendisinden başka bir şey olmuştur, özüne aykırı düşmüş, kendisine yabancılaşmıştır, kendi özü ile çelişik olan bir duruma girmiştir. Bu gelişme, "ide"nin gelişmesindeki üçüncü basamak olan dar anlamıyla "tin"in dünyasında (kültür dünyasında) ortadan kalkar. Bununla da "ide" yeniden kendini bulur, ama bu sefer bilincine, dolayısıyla da özgürlüğüne kavuşmuş olarak. Çünkü doğada "ide"nin yasası zorunluluk idi; kültür dünyasının yasası ise özgürlüktür.
Ancak, bu, sübjektif değil, objektif olan, "genel"e, "yasa"ya bağlanma ile olabilen bir özgürlüktür.

"Tin"in (Geist) gelişmesindeki üç evrede yapı ve yasaca birbirinden başka olan üç varlık alanı, meydana gelmiştir. Bunlardan ilki matematik ile mantığın ideel objelerinin dünyasıdır. Hegel burada tıpkı Platon gibi düşünüp kavramlar ile sayıları, yani mantık ile matematiğin objelerini insan düşüncesinden bağımsız olan bir varlık alanına yerleştirir. Bunlar ne maddi şeylerdir, nede insan bilincinin yaratılarıdır; dolayısıyla mantıkçı ile matematikçi bu ideel alanı yaratmazlar, sadece keşfederler; düşünme ve araştırmalarında onu kendilerine açarlar, tıpkı bir coğrafyacının bilinmeyen bir yeryüzü paçasını keşfetmesi gibi. Kavramları bir sistem haline getiren, kavramların ağını ören de mantıkçı değildir. Bu sistem, mantıkçının düşünmesinde kendiliğinden gelişir; kavramlar mantıkçının gözü önünde kendiliklerinden zincirlenirler; bu hareketi mantıkçı düşünmesinde yalnız seyredip izler. Sayılar ile kavramlar uzay ve zamanda değildirler; bu yüzden de öncesiz-sonrasızdırlar, ne meydana gelmişlerdir, ne de yok olurlar, hep kendi kendileriyle özdeş kalırlar. 8 sayısı hiçbir zaman 9 olamaz, bu iki sayı arasında hiç değişmeyen aynı bir oran vardır. Ideel objeler arasındaki ilgi bir mantık ilgisidir, yani bir sebep ve sonuç ilgisidir.

"İde"nin ikinci basamağı olan doğaya geçince, burada büsbütün başka olan bir varlık yapısını karşımızda buluruz. İdeel objelerin dünyası “kendisinde” ve "kendisi için" idi. Her kavram, bir kavram olarak, kendi kendindedir. Kendisiyle özdeştir: "varlık" "varlık"tır; "sayı" "sayı"dır, başka bir şey değildir; bunların varoluşu kendileri yüzündendir, başka bir şey yüzünden değildir. Doğa alanında ise bir şeyin varlığı başka bir şey yüzündendir; onun için doğa, "ide"nin özdeşliğini yitirdiği, nesnelerin çokluğu içinde bölündüğü, dolayısıyla da başkalaşıp kendisine yabancılaştığı alandır. Kavramlar ile sayıların hep kendi kendileriyle aynı kalmalarına karşılık, doğa “oluşun” dünyasıdır. şimdi benim vücudum artık dünkü vücudum değildir, dünden bugüne vücudumda birçok değişiklikler olmuş, bunlar da onu dünkü vücudum olmaktan çıkmışlardır. Doğa alanında bulduğumuz süreklilik, ancak bir dıştan görünüştür. Doğanın objeleri hep uzay ve zaman içindedirler; zaten bu objelerin "varolması"
demek, uzayda bir yer kaplamaları ve zamanın bir alanında bulunmaları demektir. Doğa çerçevesindeki objelerin kavramlar ve sayılar gibi başlı başına bir varlıkları yoktur; bunlar ancak bir başka şey dolayısıyla bir varlık kazanırlar: Bir uzay noktası öteki uzay noktalarına eşittir; onu öteki uzay noktalarından ayıran, yalnız uzay içinde bulunduğu yerdir. İşte bu uzay noktası ancak başka uzay noktalarına olan ilişkisi yüzünden bir varlık objektif bir belirlenim kazanır, belli bir uzay noktası olur. "Kendinden" değil de, "bir başkası" yüzünden varolmak bütün doğa objelerinin özelliğidir. Mıknatısın kuzey kutbu güney kutbu olmadan düşünülemez. ideel objeler birbirlerine içten bir bağ, bir mantık bağı ile bağlı idiler. Doğadaki nesneler ise, dıştan olan bir bağ ile, bir zaman bakımından "önce" ve "sonra" oluş ile, yani bir. "neden-etki" bağı ile birbirine bağlıdırlar. Ancak, doğa dünyası ideel objelerin dünyasından yapıca büsbütün ayrıdır diye onu "akıldan” yoksun saymamalıdır. Doğa da "akıl"ın ("ide"nin, "tin"in) bir gerçekleşmesidir; onun için doğanın en ilkel basamaklarında bile "akıl" saklıdır; varlığın her yanında olduğu gibi doğada da "ide" ("akıl") vardır. Yalnız burada "ide" bilinçsizdir, özürlükten yoksundur, nesnelerin çokluğu içinde dağılıp bağlanmıştır; bununla da kendi özüne uzak düşmüş, kendisine yabancı olan dış bir varlık olmuştur.

Ama "ide"nin gelişmesinin biricik amacı, "dışlığı" "içliğe" çevirmektir, kendini özüne aykırı durumlardan kurtarmaktır. "İde"nin ("tin"in), özü ile çelişik olan doğa durumundan kurtulması da, gelişmesinin üçüncü evresinde olur. Burada "tin" insanının dünyasına, kültürün dünyasına ulaşmıştır. Önce tek insanda uyananı "tin" (Geist), insan topluluklarında bilincini derinleştirerek kendini bulur. Doğa basamağındaki gelişmeyi gideren bir synthesis olarak doğanın üstünde yükselen tinsel varlık da uzay ve zaman içindedir; ancak, bu varlık alanının uzay ve zamana bağlılığı, doğanınkinden başka türlüdür. İnsanın bilinci, bedeni gibi, uzay ve zamanda değil, uzay ve zaman insanın bilincindedirler. İnsan, hatırlama ve bekleme ile belli bir zaman anına bağlı olmaktan kurtularak geriye ve ileriye doğru uzanabilir. İnsan birçok şeyler yaşar, yaşantıları boyuna değişen birçokluk gösterirler; ama bütün bu değişme ve çokluk içinde insan kendini yine hep "aynı ben" olarak bilir. Demek ki, ideel objelerin dünyasına özgü olan, ama sonra doğa alanında yitirilen bir şey özdeşlik "tinsel dünya"da yeniden ortaya çıkmaktadır. Tinsel dünya da artık "kendinde ve kendisi için olan" bir dünyadır. Burada, "ben" öteki "ben"ler yüzünden varlığını kazanmaz; her "ben" bir kişidir, bir bilinç taşır; onun bu kişiliği, bu özelliği başka "ben"lerden bağımsız olarak vardır. Bununla birlikte, tek insan pek çok da öteki insanlara olan bağıntısı yüzünden ne ise odur. Onun için, tinsel dünya, ancak kültür tarihinde (devlette, bilim, sanat, din ve felsefenin tarihinde) gelişip ilerleyen "tin"e (Geist) yükseldiğinde tam anlamıyla "kendisi için", "kendinde" olan bir dünya
olur. Başka bir deyişle: "ide" tinsel alandaki gelişmesinde tek insanda değil de, birey-üstü oluşumlarda (devlet, sanat, din ve felsefede) asıl kendini bulur, asıl burada bilinç ve özgürlüğüne erişir. Ancak o zaman tam anlamıyla "kendinde ve kendisi için" olur. Tinsel dünyanın gelişmesinde ilk basamak olan "sübjektif tin" de, yani tek insanın hayatında "ide" henüz eksik bir kavramdır. "İde" tinsel alanda (kültür dünyasında) ikinci olarak "objektif tin" şeklinde görünür. Burada "ide" artık özüne uygun bir dünyayı gerçekleştirmiştir. Toplum, devlet ve tarih, "objektif tin"in öğeleridir; bu dünyada özgürlük artık bir gerçek olmuştur. Ama "ide", kültür dünyasındaki gelişmesinin üçüncü ve son basamağı olan "mutlak tin" de tam birliğine, tam bilincine ulaşır. Çünkü bu son basamağın öğeleri olan sanat, din ve felsefe sonsuz bir gelişme gösterirler; toplumlar ve devletler gibi gelip geçici, ölümlü değildirler.

Burada Hegel'in kültür anlayışını, yalnız devlet öğretisi örneğinde göstermekle yetineceğiz. Hegel'in devlet görüşünü "objektif tin" öğretisi çerçevesinde buluruz. Bu öğretinin çıkış-noktası, bireyin istenci ile genel istenç arasındaki ilgidir. "Objektif tin" ileriye doğru geliştikçe bireyin istenci genel istenç ile uzlaşır; tek kişi kendini kendi üstündeki bir yasaya bağlar; bu yasayı kendi yasası olarak duyar. Hegel’e göre, "ahlaklılığın" ölçüsü de, ereği de budur: Tek kişi ne kadar kendini aşar, kendini ne kadar kendi üstündeki objektif bir düzene bağlarsa, o kadar ahlaklı olur.

Tek kişinin hayatı, ancak objektif, birey-üstü düzenler içine yerleştirilir, bunlara bağlanırsa bir anlam kazanır. Böyle bir tutuma da, tek istencin genel istenç ile uzlaşıp kaynaşması olan "objektif ahlak"ta varılır. "Objektif ahlak" da üç adımda, diyalektik olarak gerçekleşir: l. Ailede tek istenç ile genel istencin birleşmesi olan objektif ahlak henüz tam değildir; burada birey henüz "doğal' ve "doğrudan doğruya" bir durumdadır. Bununla birlikte aile bir sevgi bağlılığından çok ahlaki bir kurumdur. Birey "genel"i ilk olarak aile içinde yaşar. 2. Objektif ahlak, ikinci basamağı olan "yurttaşlık toplumunda" da ileriye doğru bir adım atar. Gergi toplum bireylerin bir çıkar beraberliğidir; bu çerçevede tek kişi yalnız kendi gereksinme ve çıkarlarını göz önünde bulundurur. Bu yüzden toplumda ideel bir motif yoktur; burası bir atomlaşma sistemidir (Hegel burada "yurttaşlık toplumu" derken, "genel olarak toplumu değil de, belli bir toplumu, ekonomik ilgiler üzerine kurulmuş olan çağdaş bourgeois toplumunu göz önünde bulundurmaktadır). Bununla birlikte, "yurttaşlar toplumu"nda "özel"in "genel"i büsbütün gölgede bıraktığı sanılmamalıdır. Burada da objektif ahlak kendini gösterir, burada da özel istenç genel istence bağlanmayı öğrenir; hem de ailedekinden daha ileri, daha derin olarak. Çünkü birey kendi gereksinme ve çıkarları ardından koşarken, bunları ancak öteki bireylerin yardımıyla, onlarla dayanışarak sağlayabileceğini öğrenir. İşte toplumda birey bu yolla "genel"e bağlanır, bu yolla objektif ahlak kendini toplumda gerçekleştirmiş olur. Ama, ne de olsa, objektif ahlakın
toplum çerçevesinde gerçekleşmesi (bireyin bütün davranışlarına "genel"i temel yapması) tam değildir, eksiktir. 3. Objektif ahlak ancak devlette, gelişmesinin bu son ve en yüksek durağında, tam bir gerçekliğe varır. Devlette artık bireyin istenci ile genel istenç tam bir uyum halindedirler. Devlet doğrudan doğruya genel istencin gerçekliğidir; bu istencin somut bir varlık kazanmasıdır. Devlet, tek tek istençlerin bir toplamı değil, akıllı, canlı bir “tüm”dür. "Objektif tin" basamağında devlet, "akıl"ın kendi özüne en uygun, en yakın olarak kendini gerçekleştirdiği bir formdur, bir kalıptır. Bundan dolayı devlet, kendiliğinden akla, uygun olan bir varlıktır. Ancak, Hegel'e göre, özel ve genel istençlerin kaynaşması herkeste aynı derecede olmaz; devlet içinde bulunulan yere göre genel istenci duymak bilinci ve temsil etmek derecesi değişir. Bu bilinç, "genel"in işlerini görmeye kendilerini vermiş olan devlet görevlilerinde en yüksek derecesine erişir. Onun için, Hegel devlet memurluğunu hep yüksek bir hayat formu diye anlamıştır; onun gözünde devlet memuru, Tanrısal töze en yakın olanlar arasında yer alır. Tek tek devletler birbirlerinin karşısına egemen varlıklar olarak çıkarlar; bundan dolayı, aralarındaki ilgiler ancak gerekliliğe dayanabilir. Karşılıklı haklarını garanti altına alan devletler, kendi üstlerinde bir güç olmadığından, aralarındaki anlaşmazlıkları savaş ile yoluna koyarlar. Her biri bir bireylik olan, her biri kendi özel yararına göre davranan devletler için son yargıyı tarih verir; tarih bir yüksek dünya mahkemesidir. Devletlerin, ulusların hak ve alın yazılarını belirleyen dünya tarihidir. Tarih, özgürlük bilincine doğru sürekli bir ilerlemedir. Diyalektik bir niteliği olan ve birtakım uğraklardan geçen bu gelişmede her dönemin temsilcisi bir "tarihi ulus"tur. Her tarihi ulusa "ide"nin planında bir mission, bir ödev ayrılmıştır. Ödevini yerine getiren ulus tarih sahnesinden çekilir, yerini "ide"nin bundan sonraki bir amacını gerçekleştirecek olan başka bir tarihi ulusa bırakır. Böylece, Doğu'nun eski ulusları, Yunan, Roma, Hıristiyan-Cermen imparatorluğu birbirinin ardından tarih sahnesinden çekilmişler, tarihin meşalesini hep birbirine aktarmışlardır.

Nasıl uluslar ile devletler anlamlarını tarih denilen bağlam içinde kazanıyorlarsa, tek kişiler de anlam ve belirlenimlerini devlet içinde kazanırlar. Devlet tek kişinin aracılığıyla konuşup iş görür. Tek kişi devletin kendisine vermiş olduğu ödevi yerine getirdi mi, ölümü artık bir kayıp sayılmaz: Bu kişi isterse bir İskender, bir Caesar ya da bir Napoleon olsun. Gerçi büyük kişiler tarihin gidisini sezmiş olan, tarihin istediğini kavramış olan kimselerdir. Ama tarih onları kendi amaçları emrinde bir araç olarak kullanır; onları kendi tutkuları ardından koştururken bu arada kendi istediğini gerçekleştirir; buna erişince de onları birer boş kabuk gibi bir kenara atar. Bu da, "Akıl'ın hilesi"dir.
"İde"nin gelişmesinde en son, en yüksek basamak, kendini sırayla sanat, din ve felsefede gerçekleştiren "mutlak tin"dir. Tarih boyunca bir sürü devletler birbiri ardından ortaya çıkmış, mission'larını yerine getirdikten soma göçüp gitmişlerdir. Devletlerin ölümlü oluşuna karşılık sanat, din ve felsefe ölümsüzdürler. Çünkü bugün biz, aradan 2000 şu kadar yıl geçtiği halde bir Platon'un, bir Aristoteles'in düşünmüş olduğu aynı problemleri düşünüyor, bir Homeros'un yaratmış olduğu aynı güzellikten tat alıyoruz. Sanat, din ve felsefede, "ide"nin bütün insanlık tarihi boyunca uzanan sürekli bir gelişmesini bulmaktayız. Bu "ölümsüzlük" "ide"nin özüne en uygun olan bir formdur. Bundan dolayı “ide“, ereği olan kendi bilinç ve özgürlüğüne en tam, en yetkin olarak ancak „mutlak tin“de, bundan da en son basamağı olan felsefede, evren yapısının bu tacında erişir.

__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla