Konu Başlıkları: Din Eğitimi 7.8.9.Hafta
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26 Aralık 2013, 15:59   Mesaj No:3

serpil

Medineweb Kıdemli Üyesi
serpil - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:serpil isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 43
Üyelik T.: 03 Temmuz 2007
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:38
Mesaj: 316
Konular: 35
Beğenildi:16
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Din Eğitimi 7.8.9.Hafta

9. Hafta

DİN EĞİTİMİ SORUMLULUĞU VE ŞEKİLLERİ

Dinin Öğretimi Sorumluluğu
Din, en genel ifadesiyle, insanda doğuştan var olan kutsala bağlılık duygusunun hayattaki yansımaları olarak ortaya çıkan inanç, tutum ve davranışlar bütünüdür. Bu tutum ve davranışların kazanılması, benimsenip sürdürülmesi ancak öğretme ve öğrenmelerle mümkün olur. Diğer bir ifadeyle bir dinin insanlar tarafından kabul edilip benimsenmesi onun öğrenilmesini gerektirir. Dolayısı ile dinler öğretme ve öğrenmelerden bağımsız olarak var olamazlar. İslam Dini de Hz. Muhammed’e peygamber görevi verilmesinden itibaren bir öğretme ve öğrenme sürecinde ortaya çıkmış ve insanlık tarihindeki saygın yerini almıştır.

Peygamberin sağlığında İslam’ın öğretimi öncelikle bir tebliğ yani ilan etme, duyurma ve bildirme faaliyeti olarak, duyup kabul etmiş olanlar için de bilgilendirme, tutum ve davranışlarını düzenleme şeklinde
yürütülmüştür. Zamanın ilerlemesiyle İslam Dini belli bir coğrafyada yerleşmeye, yeni kuşaklar bu dinin ortamında hayata katılmaya başlayınca onun öğretimi artık kaçınılmaz olarak bir aktarma faaliyeti şeklini almıştır. Bu durum, yeni bir dini ondan habersiz olan yetişkinlere duyurmaktan farklı bir şeydi. Herkes kendi çocuklarına, bu işle görevli olanlar da diğer müslüman çocuklara İslam dinini öğreteceklerdi, fakat bunu nasıl yapacaklardı?

İslam bilgin ve düşünürleri ilk devirlerden itibaren dinin nasıl öğretileceği konusunda görüşler ileri sürüp tedbirler geliştirmişlerdir. Önceleri kişisel ve yerel tecrübelerle başlayan çalışmalar zamanla kurumsallaşmış, değişik tür ve kademelerde medreseler şeklinde düzenli öğretim kurumları ortaya çıkmıştır. Medreseler önemli birer dini öğretim kurumları olarak gelişirken bir yandan da öğretimin şekli, tarzı, metotları, öğretmen ve öğrenci davranışları konularında zamanın şartları ve imkanları ölçüsünde düşünce ve görüşler üretilip geliştirilmiştir. İbn Sina, Gazali, Farabi, Zernuci vb. İslam bilginlerinin eğitim-öğretim konusundaki görüşleri günümüze kadar etkilerini sürdürmüştür.

Diğer yandan Batıda felsefe içinde başlayan çalışmalarla önce eğitim bilimi sonra da onun alt dallarında değişik disiplinlerin ayrışması ile eğitim bilimleri ortaya çıkmıştır. İnsanlığın eğitim konusunda sahip olduğu birikim gün geçtikçe yeni tecrübelerle zenginleşmeye devam etmektedir. Aynı şekilde din birey ilişkisinde, eğitim-öğretim çabalarının dışında güçlü ve sürükleyici etkenler ortaya çıkmıştır. Birey sınır tanımayan iletişim araçlarının ve bilgi kanalarının kuşatması ile her gün çok farklı inanç, kültür ve değerlerle yüz yüze gelmektedir. İnsanlar dini bilgi, anlayış ve davranışlarını yalnız akademik öğrenme yoluyla edinmeyip, belki bundan daha da etkin olarak ailede ve toplum içinde bireysel, sosyal iletişim ve etkileşim yollarıyla kazanmaktadırlar.

Ayrıca dinin kendisi, ortaya koyduğu öğretilerin insanlar tarafından öğrenilmesi ve bilmeyenlere öğretilmesi vazifesini öngörür. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde insanları Allah yoluna çağırmayı, onlara katında
yegane din olan İslam’ı öğretmeyi müslümanlara emrediyor:

“Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 3/104)
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde tartış” (Nahl, 16/125)

Demek ki, müslümanlar hem kendi aralarındaki bilmeyenlere, yanlış yolda olanlara hem de diğer insanlara İlâhi hakikatleri öğreteceklerdir, bu onlar için dini bir görev ve sorumluluktur. Şüphesiz her sorumluluk onu
bihakkın yerine getirmeyi gerektirir, sırf görevi yapmış olmak için, gereklerine ve kurallarına riayet edilmeden yapılan işler insanı sorumluluktan kurtarmaz. Bu konuda güzel bir olay anlatılır: Ağaç dikmek için üç kişi ile belli bir ücret karşılığında anlaşma yapılır. Biri çukur açacak, diğeri ağaçları taşıyıp çukura yerleştirecek, üçüncüsü de
çukuru kapatacaktır. İşyerine gittikten sonra ağacı taşıyıp çukura yerleştirecek olan kişi vazgeçip işi bırakır. Diğer iki kişi akşama kadar çalışırlar, biri çukur açar diğeri kapatır, üçüncü kişi olmadığı için hiç ağaç dikilmemiştir. İki kişi akşama kadar çalışıp yorulmuşlardır ama sonuç olarak verilen görevi yapmamışlardır. Demek ki işleri bütün
gereklerini yerine getirerek yapmadıkça başarıya ulaşılamaz.

İslam dininin öğretilmesinde de beklenen verimli sonucu alabilmek için öğretim işi hakkıyla ve bütün gereklerini yerine getirerek yapılmalıdır. Bir yanda dinin doğru bir şekilde öğretilmesi sorumluluğu, diğer yanda
hiç de kolay olmayan, maharet isteyen karmaşık bir öğretme işi vardır. Dinin öğretimi, önce öğretilecek hususları doğru ve iyi bilmeyi sonra da günümüz insanının ilgilerini, ilişkilerini, zihinsel ve kültürel yapısını,
inanç ve duygu dünyasını, öğrenme yaklaşımını, iletişim tarzını hesaba katan gelişmiş metotlara ve teknik bilgilere sahip olmayı gerektirir. Kabul etmek gerekir ki her müslümanın bu bilgilere sahip olması mümkün değildir, üstelik bu bilgilere sahip olmak herkes için gerekli de değildir. O taktirde dinin öğretilmesi görevi nasıl yerine getirilecektir?

Ayrıca insanlara dini bilgi, duygu ve davranışları kazandırmanın düzenli eğitim-öğretim faaliyetlerinin dışında başka yolları da vardır. Toplumdaki sosyal ilişkiler, aile içi yaşantılar, adet ve gelenekler de insanları dini yönden geliştirmekte onlara dini anlayış ve davranışlar kazandırmaktadır. Hayatın tabii seyri içinde kendiliğinden

gelişen bu olguların dini yönden etkileri küçümsenmeyecek derecede bazen bilinçli eğitim etkinliklerini de aşan boyutta büyük olmaktadır. Din eğitim açısından bu alanların da ihmal edilmemesi gerekmektedir. Bu sebeple dinin eğitimi konusunun bütün yönleriyle ele alınıp, insanların dini hangi alanda ne şekilde öğrendiklerinin, o alanlarda neler yapılabileceğinin ve bu alanlardaki sorumlulukların neler olduğunun açıklığa kavuşturulması gerekir.

Din Eğitim ve Öğretimi Şekilleri
Yukarıda da işaret edildiği üzere din eğitimi sadece bilinçli öğretim faaliyetleri ile gerçekleşmemekte, bunların dışında başka faktörler de etkin bir şekilde devreye girmektedir. Konuya insanların genel olarak dini bilgi duygu ve davranışları nasıl kazandıkları açısından bakıldığında üç ayrı alanda üç ayrı unsurun bu konuda etkili olduğu görülmektedir. Bunlar; akademik alanda öğretici etkinlikler, sosyal alanda ilişki ve iletişimler, geleneksel alanda adet ve alışkanlıklar olarak ortaya çıkmaktadır. Bu alanlardaki dinin öğretim şekillerini de (1) dinin akademik öğretimi, (2) dinin sosyal öğretimi ve (3) dinin geleneksel öğretimi diye tasnif emek uygun olmaktadır.

Dinin Akademik Öğretimi
Akademik öğretim, bir bilginin, duygunun ve davranışın öğrenme ve öğretme süreçlerine uygun metot, teknik ve araçlarla insana kazandırılması işidir. Bunun çocuklara yönelik olanına pedagojik öğretim, yetişkinlere yönelik olanına ise andragojik öğretim denilmektedir. Dinin pedagojik öğretimi ile ilgili “Genel Din Eğitimi”
başlığı ile dinin andragojik öğretimi ile ilgili olarak da “Yaygın Din Eğitimi” başlığı ile ileride bilgi verileceğinden burada sadece dinin akademik öğretiminin sorumluluk yönü üzerinde durulacaktır.

Akademik öğretim, öğretme ve öğrenme süreçlerini esas alan metot ve tekniklerle yürütülen bir öğretim etkinliği olduğuna göre dinin akademik öğretimi, bu işi yapacak olanların belli bilgi ve becerilere sahip olmasını
gerektirir. Çünkü bilimsel ve teknik yeterlik isteyen bir iş, bu yeterliklere sahip olmayanlar tarafından yapıldığında ondan doğru ve olumlu bir sonuç beklenemez. Üstelik din alanı fizik, kimya, matematik, tarih vb.
alanlardan farklı olarak çok yönlü öğrenmeleri gerektirir. Dini bilgilerin sadece kavranması ve zihne yerleştirilmesi yeterli olmamakta, onların içselleştirilip benimsenmesi, inanılıp kanaat getirilmesi, kişinin duygu
ve düşüncelerini etkilemesi, tutum ve davranışlarını yönlendirmesi din öğretiminden beklenen sonuçlardır. Bu sonuçları hasıl edecek bir öğretme faaliyetinin herkesin yapabileceği sıradan bir iş değil, beceri ve maharet isteyen bir iş olduğu açıktır. Durum böyle olunca dinin akademik öğretiminin her müslüman için bir görev ve sorumluluk olmadığı anlaşılmaktadır.

Öte yandan akademik öğretim, öncelikle bir okul görevidir ama sadece okulda yürütülebilen bir görev değildir. Vaazlar, hutbeler, konferanslar, seminerler hulasa nerede olursa olsun dinin usulüne uygun olarak icra
edilen bütün dini öğretme etkinlikleri birer akademik dini öğretimdirler. Bütün akademik dini öğretimler, öğrenme ve öğretme süreçlerinin usullerine, esaslarına, metot ve tekniklerine göre yürütülecektir.

Kur’anı Kerimde “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun.” anlamındaki ayette geçen “sizden bir grup bulunsun” ifadesi önemlidir. Ayette, “davet” kökünden “yed’ûne” (davet etsinler) fiili kullanılmakta, yapılacak iş, dini değerlere davet etme, dini doğruları öğretip yanlışlıkları ortadan kaldırma olarak
anlatılmaktadır. Ayetteki “sizden bir grup bulunsun” ifadesi, bu işi hepiniz değil, herkes değil, içinizden bu işe ehil olan bir grup yapsın demektir. Çünkü bu, herkesin yapabileceği sıradan ve basit bir iş değildir.

Yine aynı “davet” kökünden “Rabbinin yoluna davet et” diye başlayan başka bir ayette ise, bu işin nasıl yapılacağı anlatılıyor:
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et, onlarla en güzel şekilde tartış” (Nahl, 16/125)

Allah bu ayette dini öğretme işinin hikmetle, güzel öğütle ve en güzel tartışma ile yapılması gerektiğini açıkça belirtiyor. Bu kavramlara biraz yakından bakacak olursak bunların ancak belli yeterliklere sahip kişilerin
yapabileceği önemli beceriler isteyen işler olduğu anlaşılır.

Hikmet sözlük itibariyle, değerli bilgi, ince anlayış bilgisi, felsefe, derin mana, özlü ve etkileyici söz, atasözü anlamlarına gelir. Kur’an-ı Kerimde vahiy, ilim, kitap yerine geçen hikmet kavramı Araplar arasında
atasözü anlamına kullanılmaktadır. Türkçe’de de “hikmetli söz” tamlaması ile kullanılınca derin anlamlı ve yüce maksatlı, az kelime ile çok şey anlatan söz kast edilir, bir şeyin hikmeti tamlaması ile kullanılınca da anlamlı ve değerli sebep manasına gelir. Kelimenin bu manaları gösteriyor ki, insanları “Allah yoluna hikmetle çağırmak”
denilince bundan, maksada uygun, yerli yerinde ve ustaca söylenmiş, muhatabı etkileyen ve sarsan bir ifade tarzı ve üslup ile davet yapmak anlaşılır.

Güzel Öğüt, kavramı iki ayrı kelime (mev’ize-hasene) nin birlikte kullanımı ile iki ayrı şeyin birlikteliğini ifade ediyor: Birincisi öğüt (mev’ize), güzel ve faydalı, doğruya sevketici söz ve sözler demektir. İkincisi güzel (hasene) kelimesi ise öğüt kelimesinde zaten var olan iyilik ve güzelliğin üstüne ilave bir iyilik ve güzelliği öngörüyor. Bu ikincisi sadece sözün kulağa hoş gelen estetik yönünü değil, onun kolay kavranır, maksadı tam ve doğru anlatıcı, etkili, inandırıcı, ikna edici olma özelliklerini de kapsar. Çünkü öğüdün güzel yapılmasını istemenin başka bir anlamı olamaz. Günümüz öğretim ve iletişim alanlarında geliştirilmiş, insanları etkileme teknik ve imkanları göz önüne alınırsa bütün çağlara hitabeden Kur’an’ın “güzel öğütle davet et” ifadesinden dinin öğretiminde bütün enformasyon, iletişim ve öğretim tekniklerinin kullanılacağı anlamını çıkarmak yanlış olmaz.

En Güzel Tartışma ifadesi ise bir iletişim şekli ve bir öğretim metodu olan tartışmanın, dinin öğretiminde en uygun, en anlamlı, en faydalı, ve en verimli şekilde kullanılması gereğine işaret etmektedir. Tartışma,
tartışılacak konu hakkında yeterli ve etraflı bilgisi, geniş kültürü olmayan, sorunu kavrama, çözümleme, delillendirme, ikna etme vb. tartışma tekniklerini bilmeyen kimselerin yapacağı ve başaracağı bir iş değildir.

Şimdi tekrar yukarıdaki ayetlere dönecek olursak görülüyor ki, dinin nasıl öğretileceğine dair ikinci ayette geçen “hikmet”, “güzel öğüt” ve “en güzel tartışma” kavramları öğretim ve iletişim tekniklerine dair becerileri içeriyor. Birinci ayette de dinin öğretilmesi işinin bir grup tarafından yapılması istendiğine göre bu grubun ikinci ayette anlatılan becerilere sahip olan kişilerden oluşması gerektiği açıkça anlaşılıyor. Bu durumda dinin akademik
Amaçlar
Konular
Planlama
Motivasyon
Yetenekler
İhtiyaçlar
Öğretme Öğrenme
öğretiminin (emri bil maruf nehyi anil münker) görevi ve sorumluluğu her müslümana ait değil, bu iş için iyi yetişmiş nitelikli insanlara mahsustur. Geleneksel dini kültürümüzde dini öğretme görevinin her müslüman için bir sorumluluk olarak kabul edilmiş olması, “kaş yaparken göz çıkarma” şeklindeki bildik yanlışlıkların yayılmasına, “yaptığı hayır ürküttüğü kurbağayı deymez” hatalara sebep olmuş, sonuçta dinin olması gerektiği şekilde doğru intikalinde ciddi problemler ortaya çıkarmıştır.

Bu noktada bahsedilen konularda gerekli yeterliklere sahip olmayan sıradan müslümanlar dinin öğretimi konusunda hiçbir şey yapmayacaklar mı, onların dinin öğretiminde herhangi bir sorumlulukları yok mu sorusu
akla gelebilir. İşte bunun için dinin öğretim sorumluluğunu net olarak belirleyebilmek, herkesin konumuna göre neler yapması gerektiği hususuna açıklık getirmek için dinin öğretimini akademik, sosyal ve geleneksel olmak üzere üç kısma ayırma ihtiyacı duyulmuştur. Şüphesiz buraya kadar anlatılanlar dinin akademik öğretimi ile ilgilidir. Şimdi yukarıdaki soruya cevap aramak üzere dinin sosyal öğretimi üzerine dikkatlerimizi çevirelim.

Dinin Sosyal Öğretimi
Dinin sosyal öğretimi, akademik öğretim amacı güdülmeksizin insanların, sosyal hayat içindeki ilişki, iletişim ve etkileşimlerle dini birbirlerine öğretmeleridir. İnsanlar içinde bulundukları toplumda birbirleriyle kimi yakın kimi uzak, kimi sıkı kimi seyrek, kimi doğrudan kimi dolaylı bir şekilde ilişki içindedirler, farkında olarak yada olmayarak birbirleriyle iletişim kurar ve birbirlerini etkilerler. Bundan dolayı insan sosyal bir varlık olarak hem içinde yaşadığı sosyal çevredeki insanların dini tutum ve davranışlarından etkilenir hem de kendi dini
tutum ve davranışları ile başkalarını bir şekilde etkiler.

İlk ve orta öğretim kurumlarında dini bilgi ve değerler belli ölçülerde planlı ve programlı bir şekilde toplum bireylerine kazandırılmaya çalışılsa da dini anlayış ve davranış geliştirmede sosyal çevrenin etkisi daha güçlü ve belirleyici olmaktadır.

Böyle olmasaydı aynı programla eğitimden geçen insanların yaklaşık aynı dini tutumlar göstermeleri gerekirdi. Öğretme ve öğrenme farklılıklarını dikkate alsak bile bireylerin farklı dini tutum göstermelerinde aile ve çevrenin güçlü etkisi inkar edilemez.

İnsanın içinde bulunduğu sosyal çevrede hangi etki karşısında güçlü bir etkilenme yaşadığı çoğunlukla rastlantılara bağlıdır. Kişinin dine karşı keskin bir olumsuz tutum alması da, içten ve sıcak bir yaklaşımla olumlu
tutum alması da onun yaşadığı tecrübelerden, maksatlı veya tesadüfi olarak kurduğu iletişimlerden kaynaklanır. Bu iletişimin mutlaka maksatlı olması gerekmediği gibi sadece bir şekilde olması da gerekmez. İletişim duruma göre sözlü, yazılı, nesnel ve duygusal olabilir. Bu bakımdan din görevlilerinin, din dersi öğretmenlerinin, dini
öğrenimli olduğu bilinen kişilerin ya da giyim-kuşamı ve hayat tarzı itibariyle dini temsil etme durumundaki kişilerin konuşmaları, yaşantıları, tutum ve davranışları, çevreyle olan ilişkileri ile insanlara olumlu veya olumsuz iletiler gönderirler.

Yapılan bir araştırmada, dindar kişiliğe sahip insanların maksatlı ve tesadüfi iletişimlerle çevrelerindeki kişilerin dini tutum geliştirmelerinde önemli rolü bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. (Kaya, 1998) Dini temsil
konumundaki kişilerin olumlu davranışları insanlar üzerinde olumlu etkiler bırakıp onları bu davranışlara özendirdiği gibi çıkarcılık, bencillik, yalancılık, iki yüzlülük, sahtekarlık vb. dini değerlere aykırı davranışları da insanları şaşırtmakta, onların şahsında dine ve dindarlara karşı güveni sarsmaktadır.

Öğrenmenin gerçekleşmesinde önemli payı bulunan uyarma, dikkat çekme, ödül ve müeyyide vb. güdüleyici ve pekiştirici unsurlar, toplumda dindar kişilerin çekici, örnek olucu, özendirici, caydırıcı davranışlarında saklıdır. İnsanların gözlem yapma, model alma, taklit etme eğilimleri, onları, görüp beğendikleri davranışları benimsemeye, hoşlanmadıkları davranışlardan uzaklaşmaya sevk eder. Bu bakımdan hiçbir müslüman “benim tutum ve davranışlarım kimseyi ilgilendirmez” diyemez ve insanlarla kurduğu ilişki ve iletişimlerin dini ve insani yönden nasıl sonuçlar verdiğine aldırmazlık edemez. Çünkü bir müslüman, insanlarla
hep iyi ilişkiler kurmak ve onlarla olumlu ve faydalı iletişimlere girmekle mükelleftir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor:
İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” (Maide, 5/2) “Asra yemin olsun ki, iman edip doğru işler yapanlar, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç insan gerçekten
ziyandadır.” (Asr, 103/1-3)

Ayetlerde bir yandan iyilik konusunda yardımlaşmak emredilip kötülüğe yardımcı olmak yasaklanırken bir yandan da hüsrandan kurtulmak için mü’minlerin birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeleri gerektiği
bildirilmektedir. Bu durum müslüman için hem insanları olumlu yönde etkileme yükümlülüğünü hem de olumsuz etkilemeden kaçınma yükümlülüğünü ifade eder. İşte her müslümanın dinin öğretimi konusundaki sorumluluğu bu sosyal etkilemede yani dinin sosyal öğretiminde ortaya çıkmaktadır. Zira ayetlerde sözü geçen
ve hemen bütün dini davranışları kapsayan genişlikteki iyilik, takva, hak ve sabır konularında istenen şey tek başına davranışlar değil müşterek davranışlar ve yardımlaşmalardır. Asır suresinde ziyandan kurtulmak için iman etmiş olmanın ve tek başına sâlih ameller işlemenin yeterli olmadığı, hak ve sabır konularında tavsiyeleşmenin istendiği açıkça belirtilmektedir.

İnsanlara bir konuda yardım etme ve tavsiyede bulunma kişinin mevcut kabiliyetleri, bilgisi ve diğer imkanları ile sınırlı olacağından herkes kendi imkanları ölçüsünde bu görevi yerine getirecektir. Yukarıdaki
ayetlerde ve diğer ayetlerde tavsiye ve yardım işini kimlerin ne şekilde yapacağına dair bir kaydın bulunmaması, emirlerin herkesi kapsayacak biçimde genel ifade edilmesi bunu göstermektedir. Kısaca “olumlu yönde etkileme ve olumsuz etkilemeden kaçınma” şeklinde ifade edilebilecek bu görev herkes için bir sorumluluktur.

Ancak sorumluluk konusunda dikkat edilmesi gereken husus şudur: Hangi davranışımızla etrafımıza ne tür iletiler gönderdiğimizin bilincinde ve farkında olmadan çoğu kez istemesek de insanları yanlış duygu ve
düşüncelere sevk edebilmekte, böylece ayetin emrettiğinin aksine onlara günahta yardımcı olabilmekteyiz. Toplumumuz bazı dindar insanların davranışlarına bakıp da dinden soğuyan insanlarla doludur. Bugün İslam
toplumlarının içine düştüğü durumun en önemli sebeplerinden biri belki de en önemli sebebi iletişim sorunudur, yani doğru anlayamamak, doğru anlatamamak, yardımlaşma ve tavsiyeleşme gibi iletişimsel etkinlikleri geliştirememektir.


Dinin Geleneksel Öğretimi
Dinin geleneksel öğretimi denilince ilk akla gelen alışılagelmiş ve yerleşmiş eğitim tarzıdır. Dini kurumların, dini şahsiyetlerin ve ailede ana-babaların din eğitim adına alışık oldukları sürekli aynı şekilde
yürüttükleri eğitim etkinlikleri geleneksel din eğitimi olarak ifade edilir. Geleneksel hal almış olsa dahi kast edilen akademik eğitimdir ve burada üzerinde durulacak konu bu değildir. Burada incelenecek konu, toplumda
yerleşmiş adet ve geleneklerin dini değerlerin yaşatılması ve yeni kuşaklara aktarılmasındaki rolü, böylece maksatlı olmayan bir din eğitimi görevi yapma durumudur.

Toplumda çok yoğun bir şekilde yaşanan ilişkiler ve iletişimler yumağı içinde bir kasıt olmaksızın kendiliğinden oluşan öğretme ve öğrenme etkileşimleri çok yönlü karşılıklı eylemler olarak sürüp gider. Bu
bakımdan öğretimi bilinçli etkilemelerle sınırlı kabul etmek mümkün değildir. Öğretimin büyük bir bölümü öğretme ve öğrenme maksadı taşımayan eylemlerle gerçekleşir. Çoğu yaşantılarda iletişim amacı değil ilişki amacı öne çıkmaktadır. İnsanlar hayatın normal akışı içinde kurdukları ilişkilerle iletişime girip inançlarını, kültürel ve ahlâki değerlerini bu yolla birbirlerine aktarırlar. Toplumda var olan ve yaşatılan gelenekler, ilişki amaçlı iletişimler olarak dini değerlerin aktarımında önemli bir görev yaparlar. İlişkileri sürdürerek, onların
taşıdığı değerleri her defasında yeniden onaylayarak gerçekleştirilen ilişki amaçlı iletişimler bir grubun veya toplumun değerlerini yaşatmada son derece önemlidir. İlişki amaçlı iletişimler yeni bilgilerden çok var olanlar üzerinde oldukça yüksek tekrar içeren geleneksel yaşantılardır.

Gelenek, "bir toplumda geçmişten gelmiş olmaları nedeniyle değer verilen ve nesilden nesile aktarılan maddi olmayan kültür unsurlarından her biri" olarak tanımlanır. Zaman içinde ortaya çıkan olay ve yaşantıların hep aynı biçimde tekrarlandığını izleyen insan zekası, bunlardan genellemeler yaparak soyut kurallar meydana getirir. Bunlar da hayatın bütününe şamil olan sosyal düzen kurallarını oluşturur. Bu kurallar herkes tarafından paylaşılarak uzun süre devam ettirilirse yerleşir ve toplumun yazılmamış kanunları olarak bağlayıcılık kazanır. Bu yüzden gelenek topluma ortak idealler ve müşterek davranış kalıpları oluşturmada sağlam bir dayanak teşkil eder ve toplumsal kararlılığın ve meşruluğun kaynağı olarak görülür.

Çoğunlukla geleneksel kurallar yazılı kanunlardan daha saygın olduğu için geleneksel kurallara uyma zorunluluğu insanları istedikleri gibi hareket etmekten alıkoymaktadır. Geleneğin bu gücü tamamıyla yaşantıların sosyal bütünlük içinde süreklilik kazanmış olması ile açıklanabilir. Toplumlar genellikle inançtan ve dinden gelen değerlerini bu şekilde ortak tutum ve tavırlarla yaşatırlar ve onları bir manevi miras olarak yeni kuşaklara aktarırlar. Bu sosyal olgu, ister bilinçli ister bilinçsiz çabalarla gerçekleşmiş olsun her toplum için mevcut olan
tarihi bir gerçekliktir.

Yeni nesiller kendilerine aktarılan mirası bazen ayıklamak, yorumlamak veya değiştirmek isteseler de, tarihi sürekliliği bir noktada keserek tümüyle kaldırıp atmak mümkün olmamaktadır. Çünkü değer ve kültür
aktarımında önemli payı olan geleneğin temel karakteri tekrar ve sürekliliktir. Bu yönüyle gelenek tekrara dayalı ilişki amaçlı iletişimdir. İnsanın geleneğe yönelmesindeki temel olguyu, sadece bir sosyal hadise çerçevesinde değerlendirmek yanıltıcı olur, onun toplum iletişimi, etkileşimi ve sonuç olarak toplum eğitimi ile ilgili yönü de oldukça önemlidir.

Eğitim geniş kapsamda "bireysel ve sosyo-kültürel olgulara ilişkin değişkenlerin etkileşimi" olarak görülür. Yetişkin nesil değerlerini, anlayışlarını, fikirlerini hayata yeni katılanlara yaşantılarıyla ilişkileriyle ve bunları sistemleştirip kalıplaştırdığı gelenekleriyle aktarırlar. Bir toplum içinde herkes birbirleri ile iletişim ve etkileşim
halindedir ve dolayısı ile herkes herkesi bir şekilde eğitir. Sosyal hayat öğretme ve öğrenmelerle doludur. Sosyal müşterekliklerle oluşmuş karşılıklı iletişim ve etkileşimlere dayanan bütün gelenekler insanlara mutlaka bir şeyler kazandıran birer öğretici unsurlardır. Bireyin yaşadığı çevrede edindiği bütün kazanımlar istendik ya da kendiliğinden olsun birer eğitim ürünü sayıldığına göre geleneğin eğitim yönü göz ardı edilemez. Üstelik geleneğin temelinde inançlar vardır ve inançlar daima aşkın değerlere yönelir. Bu bakımdan geleneğe, değerlerin korunması ve yaşatılması ile birlikte toplum gelişmesine yönelik pratik sonuçlar açısından da yaklaşmak gerekir. Bu pratik sonuçlar aslında bir dini ve bir kültürü var eden şeylerdir.


Geleneğin temel karakteri tekrar ve süreklilik olduğundan gelenek, onu var eden temel değerlerle zihni bağlantıyı devam ettirdiği sürece ilkelerin ve değerlerin sürekliliğine hizmet eder.. Bu noktadan hareketle
İslam’ın öne çıkardığı değerlere uygun davranışların kalıcılığını sağlamanın gelenekle örtüştüğü söylenebilir. İslam öğretisi "amellerin en hayırlısı devamlı olanıdır" (Buhari: İman 32, Rıkak 18; Müslim: Müsafirin, 316) prensibi ile dini yaşantılardaki tekrar ve sürekliliği önemsediğinden bu örtüşmeyi reddetmez. Geleneksel yapı tekdüzelik
ve tekrar neticesi oluşan bir alışkanlığı ifade etse de İslam’ın bilinçli davranış ilkesini zedelemediği kabul edilir. Çünkü alışkanlık çoğu kez tekrarı kolaylaştıran en etkin unsurdur. Bu bakımdan İslam’ın öngördüğü ibadet ve ahlâk pratiklerinin güçlü ve kalıcı olmasında alışkanlık yadırganmaz, aksine teşvik edilir.

İslami literatürde gelenek "örf" terimi ile ifade edilir ve "insanların alışkanlık haline getirip hayatlarında sürekli uyguladıkları söz ve davranışlar" olarak tanımlanır. Ancak İslami anlayışta "örf" tabiri, geleneğin olumlu yanını içerir. Buna Kur'an ifadesiyle "maruf" (kabul edilebilir davranış) denir,( Bakara, 2/233) karşıtı ise, yadırganan davranışlar anlamına "münker" olarak ifade edilir.(Ankebut 29/29) Örf, İslami kararlarda ikinci derecede delil kabul edilir ve diğer delillerle çözülemeyen bir meselede nass ayarında belirleyici bir unsur olarak
görülür.(Mecelle, Md:45) Geleneğin bu ölçüde hukukta delil kabul edilmesi, müslüman halk arasında onun informal eğitim unsuru olarak kullanılmasına referans vermektedir.

Gelenekler toplumun kültürel karakterinin ve genel kimlik yapısının göstergesi durumundadır. Bunların tamamının dini kaynaklı olduğu ve bu niteliklerini devam ettirdikleri söylenebilir. Mesela, insanlar karşılaştıklarında selamlaşmak için kullandıkları “Selamun aleyküm – Aleyküm selam” ifadeleri, ayrılırken kullanılan “Allah’a ısmarladık – selametle” ifadeleri Kur’andan alınma peygamberin kullandığı ifadelerdir. Bir tesisin temel atma veya açılış törenlerinde kurban kesilmesi, dua edilmesi de birer geleneksel dini eylemdir. Bir
işe başlarken "bismillah" deme alışkanlığı, Peygamberin hadisine dayanan dini bir işlem olarak gelenekleşmiş bir davranıştır. Yine insanların birbirleriyle ilişkilerinde ibadet kastı olmaksızın "hayırlı uğurlu olsun", "Allah mübarek etsin", "Allah yardımcın olsun", “Allah razı olsun” vb. şekilde dua nitelikli ifadeler kullanmaları da
yaygın olarak gelenekleşmiş davranışlardır.

İslam dininde dua dini bir ritüeldir ve dinin en temel ibadeti olan namaz da bir duadır. Ancak ibadetler dışında yaygınlaşan ve dindar olsun olmasın herkesin her zaman ve her yerde yaptığı dualar gelenekleşmiş
davranışlardır. Dua, Allah ile kurulan yakın bir ilişki olduğu için bu davranışların kurucu değerinden sapması da söz konusu değildir. Yani dualar dini duygu ve sıcaklığı taşıma fonksiyonuna sahiptirler.

Bütün bu geleneksel yaşantı ve davranışlar, içerdikleri manevi değerlerin pratik kalıplar içinde alışkanlıklar olarak yaşatılmasını ve gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlarlar. Çocuk dua etme, selamlaşma, kurban kesme, dini törenler (mevlit, kandil, bayram, taziye vb.), yardımlaşma, büyüklere saygı gibi dini içerikli geleneksel yaşantıları önce ailesinden öğrenir, sonra da geniş çevrenin etkisi ile bunları hayatın normal seyri içindeki alışkanlıklar olarak geliştirir.

Modern eğitim bilimi, ana dilin öğrenilmesi, kişiliğin gelişmesi, uyum ve intibak konularındaki öğrenmelerin sembollerle gerçekleştiğini vurgulamaktadır. Bu sosyal hayat içinde kaçınılmaz olarak sürüp giden
sözsüz iletişim ve etkileşimdir. Çocuk çevresindeki insanların davranış sembollerini model olarak alır, onlara ilgi duyar, taklit etmeye çalışır ve onlarla bütünleşmekten haz duyar, sonra onları kavramaya ve anlamlandırmaya çalışır. Büyükleri taklit etme ve onlarla bütünleşme davranışı, çocukların dini duygu ve tutum geliştirmelerinde önemli bir etkendir. Türkiye’deki çocuklar üzerinde yapılan bir araştırmada, onlardaki dini duygunun, büyükleri izlemek, onların davranışlarını gözlemek, ezan, dua, namaz gibi sembolleri düşünmek suretiyle geliştiği tespit edilmiştir.

Çocuklar geleneklerdeki uyarıcı sembollerin yanında büyüklerden duydukları geleneksel inanış ve kabullere de yönelmekte, kutsallık hakkında söylenenleri yani sözel geleneği de benimsemektedirler. Sevap
günah, ayıp, yazık kavramları ile zihinlerde oluşturulan ve insan davranışlarını yönlendiren anlamlar geleneğin yaşattığı değerlerdir.

Adet dediğimiz insanların mevzii ve kısmi olarak geliştirdikleri alışkanlıklar da gelenekler gibi dini değerleri yaşatma ve yeni kuşaklara aktarmada önemli görev yaparlar.
İnsanlar, dini değerler ve dini yaşantılar üzerinde geliştirdikleri adetlerle bu değerlerin ve yaşantıların sürekliliğini sağlamış olurlar. Bir ailenin geliştirdiği dini adetler ister istemez ve farkında olmadan o ailede yetişen çocukların davranış, anlayış ve kişiliklerini yönlendirir.

Çünkü sürekli tekrarlanan adet haline gelmiş veya gelenekleşmiş yaşantılar en etkin sosyal iletişim ve etkileşin araçlarıdır. Bu bakımdan eğitimciler, ana-babaların çocuklarına öğüt verme yerine söylediklerini sürekli kendileri yaparak, inandıkları değerler üzerinde adet ve alışkanlık halinde yaşantılar oluşturarak model olmalarını önermektedirler. (Gordon, 2000)

Adetler ve gelenekler eğer dini değerlere zıt yönde gelişir ve dini yaşantılara aykırı davranışlar içerirse dinin öğretimi konusundaki sözlü anlatımlar etkisiz kalır. İçinde bulunduğu toplum davranışları ile bütünleşen insanı, salt sözlerle etkilemek ve onu herkesle paylaşıp mutlu olduğu davranışlardan koparmak oldukça güçtür. İnsan adet ve alışkanlıkları ile yaşayan sosyal bir varlık olarak içinde bulunduğu toplumun, daha alt düzeyde de grubun müşterek yaşantılarından kopamaz ve onları kendisi için adet ve alışkanlıklar haline getirir. Dinin sosyal
öğretiminde yaşantılar sözlerden çok daha etkin olduğu için güzel gelenekler, adetler oluşturmak, aile normları, arkadaşlık ve dostluklar, grup normları geliştirmek ve bunlar ısrarla sürdürmek gerekir. Dini değerlerin toplumda yerleşmesi, yerleşik yaşantılarla yeni kuşaklara intikalinin sağlanması bakımından gelene ve adetleri düzene koymak, güzel ve yararlı adet ve gelenekler oluşturmak, bir din öğretimi görevi olarak herkes tarafından dikkate alınması gereken bir sorumluluktur.

Sonuç olarak dinin akademik öğretimi, maharet isteyen bir iş olması sebebiyle sadece bu iş için
yetiştirilmiş uzman kişilerin görev ve sorumluluğudur. Dinin sosyal ve geleneksel öğretimi ise herkesin kendi
çapında hassasiyet göstermesi gereken genel bir sorumluluk alanıdır.

Alıntı ile Cevapla