Tekil Mesaj gösterimi
Alt 21 Şubat 2014, 21:52   Mesaj No:8

JAZARİ

Medineweb Sadık Üyesi
JAZARİ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:JAZARİ isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 17525
Üyelik T.: 23 Mart 2012
Arkadaşları:1
Cinsiyet:
Yaş:44
Mesaj: 585
Konular: 65
Beğenildi:74
Beğendi:41
Takdirleri:13
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: İstanbul İlitam Felsefe Tarihi Konu Özetleri

8.ÜNİTE ÖZET
Ortaçağ felsefesini, yaşanılan olay ve olgulardan ayrı ele almak gerekmektedir. Bu çerçevede Ortaçağ’da felsefeyi iki kategoride değerlendirmek mümkündür: 1. Patristik Felsefe 2. Skolastik Felsefe Patristik felsefe, pagan kültürlerin yaygın olduğu M.S. I.-VI. yüzyılları kapsarken; Skolastik felsefe de, M.S. VIII-XIII. yüzyıllarındaki döneme rastgelmektedir. Bu iki dönem arasında IV-VIII. yüzyıllarda, Skolastik felsefe için kaynak metinlerin teşekkül ettirildiği bir zaman aralığı olarak düşünmek mümkündür. Patristik ve Skolastik kavramlarını tarihî dönemler olarak ele almaktan ziyade, olay ve olgular karşısındaki iki tavır ve bakış olarak görmek daha makul bir tutum olacaktır. Patristik dönemdeki felsefe, Yeni Platonculuk’un etkisiyle şekillenmiş, ancak henüz tam olarak olgunlaşmamış olup, inancı akıl temeline yerleştirme gayreti içindeki bir felsefe görünümündedir.
ORTAÇAĞ FELSEFESİ BATI (HIRİSTİYAN) ORTAÇAĞ FELSEFESİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ
Antikçağ ile Ortaçağ arasında kesin ve net sınılar koymak mümkün değildir. İki çağ arasındaki ayrımın çizgilerini belirlemek gerekirse, o da VI. yüzyılın başındaki gelişmeler olabilir. Platon’un Akademi’si 529 yılında kapatılmış; Norcialı Benedictus’un (480-547) tespit ettiği ilkeler çerçevesinde manastırların yeniden teşkilatlanması gündeme gelmiş; bu kapsamda Montecassino Manastırı açılmıştır. Bu yüzyıl, Avrupa ve Akdeniz ülkelerinin kültürel, toplumsal ve kültürel hayatı/yapısı üzerinde köklü değişim ve dönüşümlerin yaşandığı bir zaman aralığını işgal etmiştir.
Roma Kilisesi ile Doğu Kilesesi arasındaki ayrılma ve ayrışmayı da başlatmıştır.
Bu çerçevede Ortaçağ’da felsefeyi iki kategoride değerlendirmek mümkündür:
1. Patristik Felsefe 2. Skolastik Felsefe
Yeni Platonculuk’un etkisiyle şekillenmiş, ancak henüz tam olarak olgunlaşmamış olup, inancı akıl temeline yerleştirme gayreti içindeki bir felsefe görünümündedir. Skolastik dönemde ise, felsefe Aristo’yu yeniden ele almakta ve bunun yanında inancı akılla temellendirme yoluna gitmiştir. Bununla birlikte, hakikat ile insan aklının yetileriyle ulaşılabilen hakikatler arasında ayrım yapılma yoluna gidilmiştir.1 Çağdaş felsefeden farklı olarak, Ortaçağ felsefesi akıl-inanç ve teoloji-felsefe bütünlüğünü ortaya koyma amacındadır. Ortaçağ felsefesicileri aklı bağımsız ve özgür bir otorite olarak kabul etmeseler de, inanca göre aklı ikinci bir otorite olarak görmekten genellikle uzak durmuşlardır. Ortaçağ ilk büyük filozofu Aziz Augustinus (354-430) ve bu çağı sonlandıran filozof ise Modern çağın kurucusu ve başlatıcısı olan Rene Descartes’tır (1596-1650). Ortaçağ’ın son birkaç asrı Modern Çağ’a geçişi sağlayan Rönesans’tır. Ortaçağ’ın konuları genellikle retorik, mantık, metafizik ve teoloji iken, Rönesans felsefesi Platoncu bir anlayışla bilim ve hümanist temelli bir Antikçağı yeniden keşfetme çabası içerisindedir. Ortaçağ düşüncesi teolojiye ilgi gösterirken, Rönesans felsefesi bilim ve insanı öne çıkarmaktadır. Ortaçağ felsefesindeki teoloji ve felsefe konu ve problemlerini ilk olarak Aziz Augustinus’ta görmek mümkündür. Augustinus’a göre, insanın dünyadaki yeri ve konumu, dünyanın anlamı ve Yaratanla ilişkisi Yeni Platoncu felsefenin yorumlanmasıyla sonuçlanan Hıristiyanlık’a imanı akla getirmektedir. Ortaçağ felsefesi bilginin inançla olan münasebetini fark ederek ve ettirerek, inancın bilgiyi mümkün kıldığını onaylar. Böylece inanç, bilgiyi hem mümkün kılar, hem de anlaşılır hale getirir. Nihayetinde eski ve yeni bilgiler, inancın gölgesinde ve kesinliğinde güvenilir, tutarlı ve doğru noktaya ulaşır. Tam ve kâmil bir anlama ve algılama Tanrı ve insan bilgisinin birlikteliğinde gerçekleşir. Benzer düşünceleriyle Augustinus, Ortaçağ felsefesinin programını, gidişini ve formülünü tespit etmiştir. Augustinus tarafından ortaya konulan Ortaçağ felsefesinin ana omurgası, Aziz Anselmus (1033-1109) dilinden “anlamak için inanıyorum” (credo ut intelligam) şeklinde ilkeyle ifade edildi. Bu ilke, dönemin felsefesi için yabancı bir anlam dünyasını ortaya koymaktır.

Aziz Augustinus’tan sona Ortaçağ felsefesinin ikinci büyük filozofu Bouthius’tur (480-524). Boethius’un felsefesi, büyük ölçüde Augustinus felsefesinin şekillendiği problemleri kendisine konu edinerek oluştu. O, öğretisinde, aklın sınırları tespit çerçevesinde aklın sınırlarını ve inancın aydınlattığı aklın ulaşacağı alanları tespite çalıştı.
Boethius iki farklı kişiliği kendisinde birleştirdi. Bu çerçevede o, hem bir filozof hem de bir teologtur. Ancak Bouethius teolojik eserlerini kaleme almasının ardından inancından uzaklaşarak bir pagan filozof haline geldi. Hem filozof hem de teolog olma Ortaçağ’a özgü niteliklerden birisidir. Ancak bu iki tavırlı hal, sonraki asırlarda da varlığını korudu. İrdanlı bir keşiş olan John Scotus Erigena ( 810-875), Ortaçağ’ın genel görüntüsüyle örtüşen bir şekilde Tanrı, varlık, bilgi, insan konularını teolojik bir formla ele alsa da, nihaî noktada ifade edilen problemleri bir Yeni-Platoncu olarak bakış açısıyla değerlendirmiştir. Bu özelliği sebebiye üç yüz elli sonra papa onun tüm kitaplarının yakılması gerektiğine karar vermiştir. Batı’da Yeni-Platoncu ve Augustinusçu anlayışlar çerçevesinde teolojik felsefî ürünler yaygınlık kazanırken, Doğu’da Hz. Muhammed’e gelen İslâm dini, hızlı bir yayılma göstererek Orta Doğu, Kuzey Afrika, İran, Hindistan ve Anadolu’ya tesir etti. IV. yüzyılda Suriyeli Hıristiyanlar, Yunan felsefesi ve tıbbında önemli gelişmeler kaydederken, V. yüzyılda İmparator Zeno, bu çabaların merkezi olan okulu kapattı. Burada çalışanlar da İran’a geçerek araştırmalarını orada sürdürdüler. Müslüman Araplar, Suriye ve İran’ı feth ettikten sona halifeler felsefeci ve bilim adamlarını himayeleri alarak her türlü imkânı sundular. 750 ile 900 yılları arasında Aristoteles, Euclides, Archimedes, Hippocrates ve Galen’in eserleri Arapça’ya tercüme edilerek, Müslüman düşünür ve bilginlerin kullanmalarına fırsat verildi. Erigena’nın da çağdaşı olan İlk Müslüman ve Arap felsefeci el-Kindî, Aristoteles’in De Anima’sı hakkında önemli bir eser telif etti. Bu filozofla başlayan İslâm felsefesi Fârâbî (870-950) ve İbn Sînâ ile varlığını sürdürdü. İslâm filozofları, varlığı Aristocu bir kapsamda izah ederken, mantığı temel alan bir metafizik inşa ettiler. Sonraları Aristo tarzında felsefe yapan İslâm filozoflarına karşı, sezgi ve Tanrı inancını öğretisini prensip yapan Gâzâlî, teolojik felsefenin yeniden canlanmasına gayret etti. Filozofların tutarsızlığını ortaya koyarak, salt akılcı düşünceleri eleştirdi. Gâzâlî’nin ölümünden yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra doğan İbn Rüşd, aklı öne çıkaran felsefesiyle Batı enteliyansiyasını ve felsefe çevrelerini derinden etkiledi. Bu tesir o kadar büyük oldu ki, Batı dünyası Aristo ve eserlerinin Latince bilmeyenler İbn Rüşd’ün eserlerinden öğrendi. Bir başka deyişle eğer İbn Rüşd olmasaydı, Batı Aristo’nun eserlerinden haberdar olmayacaktı.
Batı düşünce dünyası, Aristo’nun eserlerini İslâm dünsayıdan öğrendikten sonra, Aristo felsefesine dönüş yaparak, tümeller tartışması üzerine yoğunlaştı. Anselmus ve Roscelinus (1050-1142) tümeller tartışmasında karşıt iki görüşü temsil ettiler. Anselmus aşırı realizmin temsilcisi olurken, Roscelinus kavramların tekillerden uzlaşım yoluyla elde edilmiş isimler olduğunu savundu. XII. yüzyılda benzer problem Paris Üniversitesi’nin iki filozofu ola Champauxlu William ve Abelardus (1079-1142) arasında da sürdürüldü. William aşırı realizmi ileri sürerken, Abelardus ılımlı realizmle tümelleri izah etmeyi benimsedi.
Aziz Augustinus’tan sonra XIII. yüzyılda Batı Ortaçağı’nın ikinci büyük filozofu Aziz Thomas Aquinas (1224-1274) (1224-1274) ortaya çıkacaktır. Aristo ile Augustinus’u uzlaştırma amacında olan Aziz Thomas, hem bir teolog, hem de bir filozof olarak önemli ve iz bırakan eserler vermiştir. Aquinalı Thomas’ın çağdaşı ve Paris Üniversitesi’ndeki meslektaşı olan Aziz Boneventura, Aristo’yu sadece bir doğa filozofu olarak gördü. Nihayetinde o, yeni Thomasçı ve Aristocu olmayan insan aklı ile dünya arasındaki ilişkiyi ortaya koydu. Ockhamlı William (1285-1349) ise, teoloji ve mantık alanlarının farklılığı üzerinde yoğunlaştı. Sonraki geç Ortaçağ filozofları, yeniden Platonculuğa dönerek Platonculuğun yeniden yorumlanmasıyla birlikte matematik, bilim, deney ve gözlem XV. ve XVI. yüzyılların temel alanları haline geldi. Geç Ortaçağ, yani XV. Ve XVI. yüzyıl Antikçağ’ın yeniden doğuşunu simgeleyen Rönesans’ı ortaya çıkardı. Rönesans ile Ortaçağ’ı birbirinden kesin sınırlarla ayırmak mümkün değildir. Zira, Rönesans, farklı yer, alan ve zamanlardaki çalışmaların bir neticesiydi. Bu çalışma ve çabalar, felsefeye aşama aşama yansıdı; son aşamada Descartes’le noktalandı.2 Ortaçağ kültürü, Helenistik kültür ve daha sonra Roma kültürü olan Latin kültürüdür. Latin kültürü de çoğu kez doğudan gelen göçlerin tesiriyle saf kalamamıştır. Bilhassa Hunlar’ın Roma’ya kadar gelen istilaları ve Got istilası, Latin kültürünü değiştirmiştir. Kısaca Ortaçağ kültür bir karışımdan meydana gelmektedir. Bunu şöyle formüllüllendirmek mümkündür:
Ortaçağ kültürü: Helen+Latin+Doğu+Hıristiyan
Köklerinde Yahudiliğin izlerini taşıyan Hıristiyanlık Ortaçağ’a damgasını vurarak, düşüncede, kültürde, bilimde vb. etkinlikler de değişime sebep olmuştur. Ortaçağ’ın diğer tek tanrılı dini ise İslâm’dır. Her üç din de yoktan yaratmayı kabul ederek, Tanrı’nın evreni belli bir zamanda yarattığı düşüncesini benimserler. Evrenin, kısaca varlığın bir başlangıcı ve bir de sonu vardır. Ebedîlik; varlığa değil, yaratana yani, Tanrı’ya aittir.
Ortaçağ felsefesinin amacı, “varlık nedir?” sorusunu “varlığın özü nedir?” sorusuna dönüştürerek sormak ve bu soruyu her şeyi yaratan Tanrı aracılığıyla izah etmektedir. Ana sorusu “bir şeyi o şey yapan nedir?” sorusuyla eşdeğerdir. Öz arayışı Aristoteles geleneğine bağlı olan Aquinalı Thomas felsefesinde en yüksek sınırlarına varmıştır. Böyle bir etkinliğin sınırlarını de din belirlemiştir. Şu halde, felsefî soru tipi dinsel inançların cevabının arandığı soru tipleri haline gelmiştir.
Söze ait bilimlere Trivium (üçlü) bilimler,
Sayıya ait bilimlere Qudrivium (dörtlü) bilimler adı verilir.
TRİVİUM; gramer, diyalektik ve retorik’ten oluşmaktadır.
QUDRİVİUM İSE; Aritmetik, geometri, astronomi ve müzik’tan meydana gelmektedir.
Ortaçağ’ın genel niteliğine göre, doğa bilimleri din için gerekli olduğu kadar araştırılmalıdır; fazlası insan için gereksiz, hatta zararlı olarak görülmüştür. Buna karşılık teoloji, yani tanrıbilim asıl bilinmesi ve uğraşılması gerek olan bilgi sahasını oluşturur.
Ortaçağ felsefesinde genel olarak insan, yaratılmış varlık olarak sunulur. Yaratılmış varlık olarak insan, Aristo geleneğine uygun olarak, bazı güçlere sahiptir ve yeri diğer varlıklara göre de tespit edilmiştir. Tüm varlık ve nesneler yaratılmıştır. Ancak Tanrı sonradan meydana gelmemiştir, yaratılmamıştır; çünkü o, yaratandır. Ortaçağ’a göre, insan cüz’î iradesi sayesinde özgür, fakat her şeyi bilme gücünde olmayan yaratılmış varlıktır. Antikçağ, ikinci Ortaçağ’da da ifade edilmektedir. İnsanın bir beden bir de ruh yönü bulunmaktadır. Amaç ruhsal yönü geliştirmek olmalıdır; zira ruhsal yön tanrısal olandır.
Ortaçağ’da insan, birey ya da özne olarak kabul edilmez. İnsan, kuldur yani Tanrı’nın yarattığı bir varlıktır.
Örneğin, Hıristiyanlığa göre, Tanrı, insan bedeninde cisimlenerek İsa olarak yeryüzüne inmiştir. İsa’nın yaşamı, gerçek dünya için bir hazırlıktır. İlk Günah ile doğan insan, kurtuluşa giden yolu İsa’nın hayatında görebilir. Şu halde, günahlı insan, sonsuz ve ölümsüz hayattaki kurtuluşuna ancak tanrısal olan yola hizmet etmekle ulaşabilir.
Fakat zaman zaman dünyanın yuvarlak değil, düz olduğu da savunulmuştur. Fizik konusunda tamamen Aristo’nun fikirleri kabul edilmiştir.
Ortaçağ, bilgi ve inanç konusunda, Antikçağ’dan ayrı bir duruş sergiler, hatta karşıt bir kurama sahiptir. Akıl, Tanrı’nın varlığını bilmek için bilgi edinmek zorundadır. Bilgi, inancın hizmetine sunulmuştur. Bu sebeple doğru, uygunluk kuramıyla bilgide aranmıştır.
Ortaçağ düşünürleri, insan bilgisi ve Tanrı bilgisi arasındaki uygunluğu akıl yoluyla ortaya koymaya çaba göstermişlerdir.
Tanrı bilgisini vermiyorsa; sorgulanacak, yeniden araştırılacak olan insan bilgisidir; zira Tanrı bilgisi (dinî önermeler ve inançlar) esas hakikat olarak hiç değişmeyen, ezelî ve ebedî doğrulardır. Önemli olan insanın akıl bilgisinin Tanrı’dan gelenle uyum ve uygunluk içerisinde olmasıdır.
PATRİSTİK FELSEFE

Ortaçağlar, felsefî açıdan çorak ve kurak olan bir dönem değildir. Modern felsefe, belirleyici prensiplerinden çoğunu bu dönemdeki Hıristiyanlığın etkisi sonucunda elde etmiştir. 17., 18. hatta 19. yüzyıldaki felsefelerin ortaya koyduğu görüşleri incelendiğimizde, Helenistik dönemin sonu ile Rönesans’ın başı arasındaki rasyonel düşüncenin önemli çalışmalarını göz önüne almadan izah edilmeyecek bir takım belirgin özelliklerle karşı karşıya geliriz.
Ortaçağların Yunanlılara olan borcu ve sorumluluğu büyüktür; herkes bunu çok iyi bilir. Diğer taraftan Helenizm’in Ortaçağ’a olan borcu da büyüktür; ancak bunun da çok az kimse farkındadır.
Ortaçağ Felsefesi, Antikçağ sonlarında atılıp geliştirilen temeller üzerinde yükselen ve gelişen bir düşünce yapısını bize anlatır. Bu temeller de dinî bir kaygı ile atıldığı için, bunların üzerine kurulmuş olan Ortaçağ Felsefesi de baştan aşağı dinî karakteri baskın bir felsefe görünümündedir. Böylece bin yıllık –Rönesans’a kadar- bir ömrü olacak bu felsefe, özel düşünce yapısıyla felsefe tarihinin belli başlı dönemlerinden birisini ifade etmektedir.
Hıristiyan felsefesinin ilk dönemine Patristik Felsefe denilmiştir. Aslında Patristik Felsefe, Kilise Babalarının felsefesidir. Peki o halde Kilise Babaları kimlerdir? Kilise Babaları, 2.-6. yüzyıllar arasında yaşayıp Hıristiyan öğretisinin temellerini inşa etmeye çalışmış olan bilginlerdir ki, onlar bu öğretinin ilk büyük öğretmenleridir. Hepsi, Kilisenin “aziz” –kutsal, ermiş- diye tanıdığı ve tanıttığı din adamlarından teşekkül etmektedir.
Apologetik adı verilen bu literatürden bir kısmı, imparatorlara takdim edilen dilekçeler ve kınama yazılarından teşekkül etmektedir. Bunlarda Hıristiyan inancının hoşgörülmesi talep edilir, adalet ve insanlık beklenir.
Bu kovuşturmalar, ancak büyük Konstantin’in 313 yılında Hıristiyanlığı öteki dinler yanında resmen bir din olarak benimsemeyle nihayetlenecektir.
Asurlu Tatianus adlı bir savunucu (apologet), bütün Yunan Felsefesini kesin olarak tepki göstererek reddeder; Kutsal Kitaptaki “Yaradılış” Mythosunun yalın güzelliğini takdir eder. Yine Grek Patristik’inden Justinus (2. yüzyıl) ise, Hıristiyan inancının Yunan düşüncesine uygunluğunu savunur; Platon ile Stoa’nın düşüncelerini kullanarak, İsa’da kendini göstermiş olan aynı Logos’un her insanda “tohum” halinde (logos spermatikos) bulunduğunu, dolayısıyla her insanın “iyi” ile “kötü”yü birbirinden ayırt edebileceğini, putatapan-çoktanrıcı paganın da “doğru”yu sezebileceğini ve ona ulaşabileceğine inanır. Başlı başına bir akım olarak beliren gnostisizmi (gnosis, gnostik) de, bu heretik (=sapkın) sistemleri de, Hıristiyan öğretisini savunan ve geliştiren süreç içinde değerlendirmek mümkündür. Gnostisizm, felsefî olmaktan çok dinî-mistik bir akım; yalnız Hıristiyanlıkta değil, Yahudilik ve politeizmde de bulunmaktadır. Bu akımın en önemli düşünceleri Hıristiyan gnostisizmi olarak belirginleşmiştir.
Gnostiklere karşı koyanların başında bulunanlardan biri de, Latin Patristiğinde Latince Hıristiyan literatürünü başlatmış olan Kartacalı Tertullianus (yak. ol. 160-222)’tur. Hıristiyanlığın inanç kurallarına olduğu gibi inanılmalı, bunları felsefe ile kanıtlandırmaya girişilmemelidir. İnanç ve insanın kendi başına bilmesi (gnosis), birbirine karşıt olan olgulardır. Çünkü inanç, insan aklının Tanrı önünde alçakgönüllü olması, kendini alçaltması, gurunu yok etmesidir. Gnostiklerin istediği gibi, Tanrının insanın içinde doğrudan doğruya doğmasını, bir ışık olarak parlamasını beklemek, Tanrının sırlarına erişmeye kalkışmak, insan aklının bir saygısızlığıdır ve küstahlığıdır. Onun için Tertullianus “akıl almaz olduğu gibi için inanıyorum” anlayışını benimsemiştir.
Bu sıralardaki Patristik Felsefenin ileri gelenlerinden biri (Grek Patristik’inden), Hıristiyan Gnostiği İskenderiyeli Clemens’in (yakl. ol. 150-215) ise felsefe karşısındaki tutumu farklı bir konumdadır. O, Tertullianus’un “anlamak için inanıyorum” anlayışını itiraz eder. Clemens’e göre, gerçi “inanmak” “bilme”den önce gelmeli, “inanma” hep “bilme”nin temeli kalmalı, ona yol gösterip rehberlik yapmalıdır. Ama amaç, önce inanma ile benimsemiş olanı sonunda kavramaktır, anlamaktır; inanılanı aklın da alması gerek. Tertullianus ise, “akıl almaz” olduğu için inanmak istiyordu. Clemens, Halılar adlı eserinde, gnosis (bilgi) ile iman’ı akıl ile vahyi uzlaştırmaya çaba gösterir. Böylece Hıristiyan inancı için felsefenin önemini vurgular.
Augustinus’tan önceki Hıristiyan düşüncesinin en önemli temsilcisidir. Şöhreti sayesinde Hıristiyan olan olmayan bir çok kimse, onun derslerini dinlemek üzere İskenderiye’ye gelmiştir. Origenes, ilkece pek anlaşamamakla birlikte, gnostisizme yakın durmuştur. Bu yüzden de, İskenderiye’deki sözü geçen okulun başında 30 yıl bulunduktan sonra, aforoz edilmiş, Filistin’e kaçarak öğretimini orada devam ettirmiştir.
Origines’den günümüze İlkeler Üzerine isimli eserinden fragmentler ulaşmıştır. Eser, Hıristiyan inancı ile ilgili öğretileri bir araya getirmeyi deneyen ilk derleme çalışmadır. Kitapta Platon’un düşünceleriyle Hıristiyan görüşlerinin iç içe olduklarını, bunların bir sentezi yapılmaya çalışılmıştır. Temel düşünceler şöyle ifade edilebilir: Evren, belli bir zaman anında varlık kazanmamıştır, Tanrının ebedî bir yaratmasıdır. Dolayısıyla, ruhlar bundan sonra varolacakları gibi, bundan önce de vardılar. Bundan sonraki düşünceler daha çok Hıristiyan: Tanrıdan “Logos”tan türemiştir; sonra da “Oğul”un Logosu’nun aracılık etmesiyle “Kutsal Ruh” oluşmuştur.
Origenes, en sonunda, yalnız bütün insan ruhlarının değil, Şeytan ile takımının da kurtulup Tanrıya döneceklerini düşünür.
AUGUSTİNUS
18-19 yaşlarında Cicero okuması, Augustinus’u, Katolik Hıristiyanlık dediği şeye dönmeden önce çok sayıda farklı düşünsel konumdan geçmesine sebep olacak felsefî bir soruşturma içine dahil etti.
Madde kötü, ruh iyidir ve her insan bu ikisinin bir karışımıdır. Ruh, aydınlığın işaretiyle bedenin kaba maddesinden kurtulmayı ister. Nihayetinde Platon’un Akademia’sına o dönemde hakim olan benzer bir şüpheci haline geldi. Augustinus’u, Platon’u ve Yeni Platonculuğu Plotinos’un eserlerinden incelemeye yönelten sebep, dış yönüyle söylenecek olursa bu şüpheydi. Bir süre tamamen onların tesiri altında bulunan Augustinus, 32 yaşında Hıristiyanlık’a döndüğünde Platonculuğu ve Yeni Platonculuğu da beraberinde getirdi ve onları Hıristiyanlık’la uzlaştırarak birleştirdi. Bu birleşimin, son derece önemli sonuçları ortaya çıkmıştır.
Modern anlamda ilk özyaşamöyküsü niteliğindeki mükemmel eseri İtiraflar’da bu gelişmenin hikayesini, yani kendisini anlatır. Bu eserde, çoçukluğu, dokunaklı bir anne portresi ve gençken yaşadığı cinsel gevşekliğe dair içten itiraflar etkileyici ve içten bir dille ifade edilmektedir. Cinselliğe bu tutsaklığından (henüz değilse de) kurtulmak için Tanrı’ya hep şöyle dua edip yakardığını nakleder: “Tanrım beni iffetli kıl, ama henüz değil”.
İtiraflar’daki en ilgi çekici felsefe bölümü, zamanın doğasıyla ilgili kısım oluştur: “Eğer hiç kimse benden bunu sormasa biliyorum; ama soran kişiye açıklamak istesem bilmiyorum”. Zamanın akması, yalnızca yaşantıyı (deneyimi) niteleyen bir şeydir; yaşantıdan bağımsız, kendi başına var olan bir şey değildir. Bu saptamasıyla Augustinus, Kant’ın felsefesinin öncüsü oldu. Descartes’la ilgili olanıdır: Ona göre şüpheciler yanılıyor olsa gerektir; çünkü, bırakalım “her şey”den, herhangi bir şeyden bile şüphe etmek için onun var olması gerekir; dolayısıyla, benim kendi yaşantım, şüphe etmeyi benim için imkânsız hale getiren bir şeydir. Çünkü, var olduğum, mutlak kesinlikle bildiğim bir hakikattir. Herhangi bir şeyi bilemeyeceğimizi ya da herhangi bir şeyden emin olmamızın imkânsız olduğunu ya da daha doğrusu (şüpheci görüşün tam da temelini oluşturan) her şeyden şüphe etmemizin olanaklı olduğunu söylemek doğru değildir. Bu böyleyse, demek ki başka şeyler de var olabilir ve onları kesinlikle bilmek benim için olanaklı bir durumdur.
Hıristiyanlığın temel inançları, felsefî olmaktan çok tarihîdir. Platoncu felsefenin, gerçekliğin Kitabı Mukaddes’in ilgilenmediği yönleri hakkında önemli hakikatler barındırdığına inanan Augustinus, Platonculuğu Hıristiyan dünya görüşüne içinde eritmeye çalıştı denebilir.
Felsefî öğretilerin ayrıntılı çözümlenmesini yapmayı gündenimine alırken Augustinus’un aklında bu düşünceler bulunmaktaydı. Felsefeye her zaman dinsel vahyin yanında ikincil bir önem veren Augustinus’un her şeye rağmen mükemmel bir felsefesi vardır. Platoncu ve Yeni Platoncu felsefeyi, kilisenin gerçekliğin doğasıyla ilgili görüşüne yedirmeyi başardı.
Augustinusçu düşüncenin temelinde Platon ve Plotinos’un gizemci ve çileci anlayışların belirgin bir yeri bulunmaktadır. Plotinos’un “Bir” diye adlandırdığını Aziz Augustinus “Doğru” diye ifade edecektir. Augustinusçu düşüncenin temelinde düşünülür dünyanın ya da tanrısallığın sezgisi vardır. “Doğru” insan zihnine doğrudan yani aracısız açınır. Bu açınım duyulardan tümüyle bağımsızdır. Böylece şüphe felsefenin dışına atılmış olur; düşünülür olanın sezgisinde yanılgı olanaksızdır. Düşünmek hiçbir yanılgıya düşmeden doğrulara açılmaktır. Aziz Augustinus da Descartes gibi kesinliğe ulaşmak için şüpheden yola çıkar veya başka bir deyişle şüpheyi şüpheyle giderir. Ancak Aziz Augustinus Descartes gibi yapmaz, “ben”i her şeyin dayandığı tek temel olarak tespit etmez. Aziz Augustinus şöyle akılyürütmeye başvurur; şüpheleniyorsam, düş görüyorsam, yaşıyorum demektir; aldanıyorsam varım; varım derken nasıl aldanabilirim, aldanıyorsam varolduğum kesindir. O şöyle devam eder: “Çünkü biz varız, varolduğumuzu biliyoruz, varlığımızı ve bilgimizi seviyoruz. Bu üç şeyin varlığından kuşku duymuyoruz. Bu, yanlış bir bağlantıyla bizi aldatabilen duyularımızın nesnelerine benzemiyor. Varolduğum, bildiğim, varlığımı sevdiğim konusunda ben kendimde tam bir kesinlik içindeyim... Yanılıyorsam varım, çünkü insan varolmazsa yanılamaz.”
Tanrı’nın parmağı olmadan insanın başında tek kıl düşmez” der Aziz Augustinus. Aziz Augustinus insanda dış duyum yanında bir de iç duyum tespit eder. Bu iç duyum dış dünya nesnelerinin verilerini birleştirir ve düzenler. İç duyumu akılla karıştırmamak gerekir, iç duyum hayvanlarda da bulunur. Akıl bir yargılama gücü olarak yalnızca insanda bulunur: duyuları ayırmak, belirlemek, düzenlemek işlevinin ötesinde yargıya ulaşmak onun işidir. Akıl bizim en yüce yetimizdir, fikirler zihnimizde değişmez kurallar olarak bulunurlar. Örneğin herhangi bir güzelliği belirlemek için zihnimizdeki mutlak Güzel’e müracaat ederiz.
Tanrı, tüm yetkinliklerin bir araya geldiği ve özdeşletiği en yetkin Doğru’dur, tüm varlığın ve doğruların kaynağıdır. Onun başlıca niteliklerinden biri basitliktir, tüm yetkinliklerin özdeşleştiği varlık ancak basit olabilir, hiçbir bileşikliği kendinde barındırmaz. O basit olduğu kadar tek’dir, tek olduğu kadar değişmez’dir. Ayrıca ölümsüz ve uçsuz bucaksızdır. Evrendeki tüm gerçeklikler ondan türemiştir. O iyiliğin ve güzelliğin kaynağıdır.
Tanrı dışında her şeyin hiçlik olduğu bir an vardır, bu anı evrenin yaratılması izler; varolan tüm şeyler Tanrı’dan gelmedir ve İdea’lar örneğine göre var olmuştur. Oluşum tablosunda Tanrı en üstte yer alır. Tanrı yarattığı şeylerin dışında, o şeylere belli bir uzaklıktadır. Bir kaynak gibidir, aşağılara inildikçe ışığı daha az sezilir.
Plotinos’da olduğu gibi Aziz Augustinus’da da bu yöneliş bize Tanrı’yla tam bir kavuşmayı getirmez. Yaratılmış şeylerin en üst basamağına ulaştığımız zaman bile, Tanrı’ya çok yaklaştığımızda bile Tanrı’yla aramızda büyük bir uzaklık bulunacaktır. O tüm bilginin ve iyiliğin kaynağıdır; kötülük’ü de varetmiştir, günahı da yaratmıştır. Bir müzik parçasında daha olanaklı kılan akıllar gibi, kötülük iyiliği duyurduğu için anlamlıdır. Aziz Augustinus insan yaşamını tümüyle ruhsallığa bağlar, ruhu cisimselliğin dışındaki bir töz olarak tespit eder. insan ruhu tanrısal bir şeylere sahiptirİnsanla Tanrı arasında yer alan ruhlar, yani azizlerin ruhları en yetkin ruhlardır.
İnsan bedeni nicelikselken, cisimsel olmayan insan ruhu tam anlamında nitelikseldir. Buna göre beden karmaşık, ruh basittir. Ruhun bu yetkinliği onun yaratıcılığını gerektirmez. Ruh bedeni yaratmamıştır, yaratıcı olan yalnızca Tanrı’dır. Buna karşılık ruh ölümsüzdür.
BOETHİUS
Yaklaşık olarak 480-525 yılları arasında yaşamış olan Boethius, Romalıların sonuncusu, Skolastiklerin de ilki olarak kabul edilir.
Kavimler Göçü kargaşasında Roma’da meydana gelen olumsuzluklar çok büyüktü; Augustinus’un ölümünden elli yıl kadar sonra dünyaya gelen Boethius’un Roma’sı Gotlar ve kuzeyden gelen istilacılar tarafından yıkılmış bir Roma’ydı.
510 yılında konsül olan Boethius, başlangıçta Teodoricus’un çok yakın dostuydu; ancak sonraları aralarının açılması Boetius’un sonunu hazırladı. Felsefenin Tesellisi Üzerine isimli eseri, sıkıntılı geçen bu yılların ortaya çıkardığı bir üründür.
Çağdaşları Boethius’u hep derin bilgilere sahip bir filozof olarak kabul ettiler. Aristo’dan ve Aristocu geleneğin temsilcilerinden biri olan Porphyrios’tan yaptığı çevirilerle, Batı düşüncesinin Aristo’yu mantık yönünden tanımasında önemli etkisi oldu. İsagoci’yi Latince’ye çevirerek ona kapsamlı bir şerh yazdı.
Boethius, Tanrı’nın varlığını; tek tek varlıkların ve tek tek gerçekliklerin temeli olan, evrendeki sıra düzeninin en yükseğinde bulunan, başsız sonsuz bir birlik, her tür mantıksal belirlemeden üstün olan bir Tanrı kabulüne dayanarak kanıtlamaya çalışmaktadır.
Boethius’a göre Tanrı dışında varolan her şey zamana bağlıdır; Tanrı ise zaman dışı, sonsuz, sınırsız bir varlıktır.
Fakat burada Boethius’a göre bir çelişki yoktur, çünkü ruh özgürlüğü demek Tanrı’nın istediği şeyi istemek, onun sevdiği şeyi sevmektir. Ayrıca sonsuzluğu içinde değişmeyen, her olayı önceden bilen Tanrısal öngörüş insanın seçme özgürlüğünü yok etmez. Çünkü Tanrı insanın tek tek eylemlerinde özgürce seçim yapabileceği bir alanı onlara sunmuştur.
“İnsanlar, tanrısallığa kavuşmakla mutlu olur.” “Tanrısallığı elde edenler tanrı olurlar.” Böylece mutlu olan herkes Tanrıdır. “Öz, köken ve neden gibi aranan bütün şeylerin iyilik olduğu düşünülür haklı olarak.” “Tanrının cevheri iyilikten başka bir şeyden oluşmaz.” Her iki grup da kendilerini ilgilendirene ulaşmak istediği halde sadece erdemliler istediklerini elde ederler. Bilge kişilerde asla “nefrete yer yoktur”.
SONUÇ
Ortaçağ ilk büyük filozofu Aziz Augustinus (354-430) ve bu çağa sonlandıran filozof ise Modern çağın kurucusu ve başlatıcısı olan Rene Descartes’tır (1596-1650). Ortaçağ’ın son birkaç asrı Modern Çağ’a geçişi sağlayan Rönesans’tır. Ortaçağ’ın konuları genellikle retorik, mantık, metafizik ve teoloji iken, Rönesans felsefesi Platoncu bir anlayışla bilim ve hümanist temelli bir Antikçağı yeniden keşfetme çabası içerisindedir. Ortaçağ düşüncesi teolojiye ilgi gösterirken, Rönesans felsefesi bilim ve insanı öne çıkarmaktadır. Ortaçağ felsefesindeki teoloji ve felsefe konu ve problemlerini ilk olarak Aziz Augustinus’ta görmek mümkündür. Augustinus’a göre, insanın dünyadaki yeri ve konumu, dünyanın anlamı ve Yaratanla ilişkisi Yeni Platoncu felsefenin yorumlanmasıyla sonuçlanan Hıristiyanlığa imanı akla getirmektedir. Ortaçağ felsefesi bilginin inançla olan münasebetini fark ederek ve ettirerek, inancın bilgiyi mümkün kıldığını onaylar. Böylece inanç, bilgiyi hem mümkün kılar, hem de anlaşılır hale getirir. Nihayetinde eski ve yeni bilgiler, inancın gölgesinde ve kesinliğinde güvenilir, tutarlı ve doğru noktaya ulaşır. Tam ve kâmil bir anlama ve algılama Tanrı ve insan bilgisinin birlikteliğinde gerçekleşir. Benzer düşünceleriyle Augustinus, Ortaçağ felsefesinin programını, gidişini ve formülünü tespit etmiştir.
Alıntı ile Cevapla