Tekil Mesaj gösterimi
Alt 02 Ağustos 2014, 14:00   Mesaj No:9

HAK BİR

Avatar Otomotik
Durumu:HAK BİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 42183
Üyelik T.: 25 Nisan 2014
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 4
Konular: 0
Beğenildi:0
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: Kadere İman, Hayır ve Şer Allah’tandır, Allah’ın Ed-Dârr, En-Nâfi’ İsimleri/Mu

Tasavvufî Hayat, İslam’ın Özüdür

Ekleyen : Abullah KAÇAN
Okuma Sayısı : 1098


Efendim! Bize, hem Türkiye hem de dünya üzerindeki Müslümanların genel durumunu değerlendirir misiniz?

Bilhassa müminler ibadet anlayışı noktasında yanılmaktadırlar. İbadeti sadece namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekat vermek, tevhid okumak, istiğfar okumak, lafza-i celal çekmekten ibaret görmektedirler. Bu durum böyle devam ettiği müddetçe Batılılar Müslümanlara hiç dokunmayacak demektir. Genel olarak hastalığımızı bu şekilde özeteleyebiliriz.

Arzettiğiniz üzere yakın çevremizden itibaren bir gayr-i İslâmî hayat var. Tasavvufî hayat bize bu noktada nasıl bir yol gösterir?

Tasavvufi hayat, zaten İslam’ın ruhudur, özüdür. Lâilâheillallah kelimeyi tayyibesi de, İslam’ın anahtarıdır. Buna inanmak sûretiyle İslam’ın kapısı bize açılır. Bu kelime-i tayyibenin ilk anlamı: “Ancak sana ibadet ederiz.” demektir. İkinci anlamı: "Ancak senden yardım bekleriz.” Üçüncü anlamı: “Her zaman Hakk’ın rızasını istemek, Ya Rabbi! Gayem, isteğim, Senin rızandır." demektir.

Diyelim ki sûfi, mürşidinden, efendisinden, bu vazifeyi alır; bu vazifeyi alırken, dikkat edecek olunursa, Lailaheillallah derken, kalbimden, Allah’tan gayri herşeyi çıkarıyorum, demektedir. Mesela, mürid kelimesi de, bir sûfinin, irade noktasında iradeyi Allah’a teslim etmesini ifade eder. Mürid, sınırlı iradeyi, sınırsız iradeye teslim eden kimse demektir. İrademizi bir kısım insanlara verecek olursak, mürid olamayız. Cenab-ı Hakk, Kelam-ı İlahi’sinde bize, 1050’nin üzerinde ahkam ayetiyle, O’ndan gayrısına sırtımızı dayamamayı, Kendisine yönelmeyi tavsiye buyurmaktadır.

Efendim, sınırlı olan irademizi, sınırsız olan iradeye teslim ederken, bunu direkt değil de, tasavvuf müessesesini ve mürşidi vesile kılarak mı yapacağız?

Zaten mürid olabilen mürşid olur. “Allah’ın Rasûlü (s.a.v.), size neyi emrettiyse onu tutun ve neyden nehy etmişse ondan kaçının.” ayeti bizim şiarımızdır. Aslında mürşidin buradaki konumu biraz önce arzettiğimiz iradeyi, Habibullah (s.a.v.)’a ve Cenab-ı Hakk’a teslim etmektir. Müridin iradesini teslim etmesine vasıta olan kimsedir. Yani vesile olan kimsedir.

Bugün, 21. yüzyılın eşiğindeyiz ve toplumsal yaşantının şartları çok değişti. Bu ortamda tasavvufun, toplumsal hayata bir mürid açısından bakışı nedir?

Size vereceğimiz cevap ancak sûfi tarifidir. Sûfi, her zaman o vakit içerisinde en uygun görevi yerine getiren kimsedir. Mesela bugün, tebliğ ve davetler eskisi gibi değil. Eskiden tebliğler, davetlerimiz; camide olurdu, mescidde olurdu, dergâhlarda olurdu ve bu, sınırlıydı. Belki beş yüz, belki bin kişiye ulaşılabiliyordu. Ama günümüzde en uygun vasıta nedir? İnsanlara hakikati duyurma iletişim aracı; radyodur, televizyondur, ayrıca internet sistemiyle dünyaya ulaşma imkanınız var. Efendimiz (s.a.v.), aslında bunu Veda Hutbesi’nde bildiriyorlar. "Burada sözümüzü duyanlar, duymayanlara nakletsinler." Öyleyse konuşulan sözü mutlaka daha ileriye, daha başka insanlara, en ücra köşede olanlara, Uzak Doğu'da, Brezilya’da, Kanada'da, vesair yerlerde bulunan bütün kitleye, ulaştırmak vazifemizdir. O zaman, bizi insanlara ulaştıracak araçları, İslam’ın güç ve kuvvet kazanması uğruna kullanmamız gerekir. Sürekli yasakçı olmayı biz kabul etmiyoruz. Cenab-ı Hakk zeka vermiştir, akıl vermiştir; hatta müminlere çok büyük bir yardımı vardır. İlahî bir çizgi, feraseti vardır müminin. Kafirin bir feraseti de yok. Çünkü feraset, Allah’ın nuruyla bakmak demektir. Onların teknolojideki ilerlemelerinin sebebi, Cenab-ı Hakk’ın vermiş olduğu zekâdır. Akıl ise Allah’ın vermiş olduğu bir nurdur. Mümin, bu zekasının yanında bir de inancıyla, imanıyla akıl sahibi olur, iç gözlerinin (basiret diyoruz), kalp gözlerinin açılmasıyla onlardan daha ileri işler yapar ki; bu şartlar altında onların değil, Müslümanların öncü olması gerekir. Rabbimiz: “Siz müminler, oldukça âlisiniz.” buyuruyor ki biz, şimdi âli durumdan âdi duruma düşmekten çok korkuyoruz ve ürküyoruz, bu şekilde olan grupların ve toplulukların bizi nasıl hedef gösterdiğine şaşıyoruz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in hedefine bakıyoruz; bütün dünyayı sulha kavuşturacak bir hedef veriyor. “Dünyada bir tane kafir ve fitne bırakmayıncaya kadar Allah’ın dinini yayın.” buyuruyor. Biz, üç beş kişiyle kalacak olursak, bugüne damgamızı vuramamış oluruz ve bugünkü vasıtaları da İslamlaştırmamış oluruz. Halbuki bizim bunu onlardan daha iyi bilmemiz, daha ileriye götürmemiz icab eder.

İslam ülkelerinde, söyledikleriniz doğrultusunda bir takım İslami çalışmalar var; bu çalışmalar içerisinde tasavvufun rolü ne olmalı?

Sahabeler ne yaparlardı? Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i görünce en âlâya, en üstün zirveye erişirlerdi. Şimdi bu noktaya gelen sahabe, bakıyorsunuz Medine’yi Münevvere’ye geldiğinde haydin cihada dendiğinde, gözlerini kırpmadan -daha yeni gerdeğe giren sahabe bile- cihada koşuyordu. İç eğitim elbetteki önemlidir. İçimizi ıslah etmedikçe, dışımızı ıslah etmemiz mümkün değildir. Yalnız, bir kısım kardeşle rimizde çok acı yaşantılara, hadiselere şahid oluyoruz. “Nefsimizi ıslah ederken biz büyük cihadı yapıyoruz.” deyip, bir köşeye çekilerek, dinlerine yapılan sataşmalara göz yumuyorlar. Mevlana’mızın bu hususa dair bir hikayesi var. Bunu herhalde bilirsiniz. “Bir derviş, sürekli küçük cihad dediği fiili savaşla, cenkle alay ediyor. Derviş, cenk davulları çalındığında şu oyunlara bir de ben bakayım diyor. Bir de ne görsün, kafalar, kollar, başlar uçuyor. O anda İslam komutanı diyor ki: “Acaba bu derviş nerededir?” Dervişi bir köşeye saklanmış olarak buluyorlar, eli bağlı bir esiri ona teslim ediyor ve bir de kılıç veriyorlar; komutan: “Bu esiri al, çadırın arkasında başını kes ve bana getir. Sen de gazi olma ecir ve mükafatına eriş.” diyor. Fakat derviş gidiyor ve bir türlü gelmiyor. Bir de ne görsünler, derviş altta esir üstte, neden böyle oldu dendiğinde: “Bana öyle bir baktı ki korktum, ayağıyla bir tekme vurunca yere düştüm ve beni şu anda dişliyor.” diyor. Mevlana’mız: “Bu, küçük cihadla da alay ediyor.” diyor.

Efendim 1800’lerden bu tarafa Müslümanlar dünyada söz sahibi değil. Teknolojik olarak, hayat tarzı olarak biz Müslümanlar hep yeni gelişmelerden uzak kaldık. Herhangi bir katkımız olmadı. Ve şu anda Müslümanlar olarak, yaşadığımız dünyanın şartlarını biz belirleyemiyoruz. Hristiyan’lar ve Yahudi’ler belirliyor. Bu noktada ne söyleyeceksiniz?

Cenab-ı Hakk: “Yaş-kuru ne varsa hepsi mevcuttur.” buyuruyor Kur’an için. Yine Mevlamız: “Biz onda hiçbirşey eksik bırakmadık.” buyurmaktadır. Biliyorsunuz, fezayı keşfedenler, Kuran’ı inceleyerek, tıp ilminde muvaffak olanlar yine Kuran’ı inceleyerek başarıya ulaşmışlardır. Kafirlerde öyle bir anlayış var ki, Kuran’ı belki bizden daha iyi biliyor, ondan birçok ilmî keşifler elde ediyorlar; yalnız adına İslam demiyorlar. Hatta şimdi Amerika bile, Osmanlı’nın Kuran’a bakarak gerçekleştirmiş olduğu idari sistemi örnek alıyor. Biz ise buna yabancı kalmışız. Neden? Kur’an’ın bir kısmını görüp, diğer mühim yönlerini gözardı ettiğimiz için. Mesela bugün Avrupalı’nın, Batılı’nın ilerleyişine, her yönden üstün olduklarına baktığımız zaman bunun temelinde İslam âlimlerinin olduğunu görürüz. Fakat bunun üzerinde bugünün Müslümanı bir çalışma yapmamış.

Biz, sohbetlerimizde bazen Arapça anlatıyoruz ve diyoruz ki, mekanlarımız bir yabancı dil eğitimini de evlatlarına yaptırmalıdır. Bugün yapılacak en uygun iş insan eğitimidir. Kardeşlerimizin ilmen, fikren gelişmesine, değişik alanlarda branşlaşmalarına yardımcı olarak ancak görevimizi yapmış oluruz. Bugünün dervişliği bu diye düşünüyorum.

Batı’nın iki yüz yıllık hükümranlığı döneminde dayatılan bir şey var; tüketici toplumu olmak. Bütün İslam ülkelerinde hem maddi hem de manevî anlamda bir tüketici toplumu oluşturuluyor. Bunun maddi yönü de Müslümanlar açısından çok önemli tabii. Bu konuda ne söyleyeceksiniz?

Mesela günde üç öğün yemek yemeyi kapitalizmin bir oyunu olarak değerlendiriyoruz. Çünkü bir insanın hayatı 24 saattir. Hayatını devam ettirebilmesi için, küçük bir tas çorba ve bir dilim ekmek yeterlidir. Böyle alıştırılıyor ki, günde üç vakit yesin. Efendimiz (s.a.v.)’e, Hristiyan bir kişi gelir ve der ki: “Sizin kitabınız Kur’an’da tıbba dair bir söz var mı?” Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.): “Evet, var: Yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz.” diye cevap verir.

Yalnız, buradaki israf, sadece çok fazla yemek anlamına da gelmez. Yediğimiz yemeklerin hakkını da verebilmeliyiz. Onu isyana malzeme etmemeli, Allah’ın dininin hakimiyeti uğruna çaba göstererek eritmeliyiz. Bakın, Ashâb-ı Kiram, öyle çok fazla yiyen-içen kimseler değildi. Daha çok yemekle birlikte yediren insanlardı. Bugünün insanına bakarsanız yedirenden ziyade, yiyen kimsedir. Başkasına karşılıksız vermeyi bile istemeyecek toplumlar meydana geldi. İnsanlık şuuru maalesef kalmadı. Hazret eserinde zikrediyor: "Günde bir defa yemek sıddıkların işidir. İki defa yemek müminlerin işidir. Üç defa yemek halephorluk, yani hayvanların halidir." Bir kısım sûfiyim diyen insanlarda da; akşamleyin ne yiyeceklerini, ne içeceklerini, bir bir sıralamayı; şurda şunu yedik, burda bunu yedik, siz bizi davet edince orda birşeyler yemiyecek miyiz? gibisinden sözlerin âdet haline geldiğini gördük. Buna en çok sıkılanlardan biri biziz. Hatta bir yerde üzülerek ifade ettim ve patlama noktasında, dedim ki, “Yediğiniz yemekler sanki cennet nimeti miydi de böyle övüyorsunuz?” Efendimiz (s.a.v) mübarek sözlerinde: “İnsanı ayakta tutacak birkaç lokmadır.” buyurmasına rağmen sûfiyim diyen kimselerin çok yediklerine hem de en ekstra, en üstün yemekleri yediklerine şahid olmaktayız. Biz bunu doğru görmüyoruz. Evet, yediği kadar da başkasına yedirse seslenmeyeceğiz ama sırf yemekle vakit geçirip bir başkasını düşünmeyen insanların nasıl bir derviş olacağını siz tasavvur edin. “Komşusu açken kendisi tok olan kâmil mümin değildir.” buyuruyor Efendimiz (s.a.v). Sami Efendimiz Hazretleri (k.s.) de sohbetlerinin çoğunluğunda az yemekten söz ederlerdi. Tabi dünyaya olan arzu, ilgi, ahireti de unutturuyor. Bugün dervişler yemek toplantısına geldiği kadar, cemaatla namaz kılmaya gelmiyorlar. İsterseniz araştırın bakın; giyimlerine, kuşamlarına, altlarındaki arabalarına bakın, eğer bunlar tebliğ ve davet yolunda kullanılıyorsa baş üstüne, yok nefsimiz uğruna kullanılıyorsa biz bunu garibsiyoruz. Madden çok sıkıntılı olduğumuz devrelerde Hacı Hasan Efendimiz (k.s.)’in hanelerine misafirler gelir. Üstadımız yedirecek birşey bulamaz. Sadece bir kaç tane şeker, suyun içerisine atılır ve mütevazi bir şekilde Üstadımız, ekmekle yemeye başlarlar. Artık o cemaat ne haz almışsa bu, Sami Efendimiz’e duyrulur. Derler ki: “Efendimiz bize çok güzel bir ziyafet çekti.” Sami Efendimiz: “Derviş böyle olacak.” diye buyururlar. Kendileri, biz şahidiz, çok az yiyen bir kimseydi, daha çok yedirirdi, ikramı çok fazlaydı. Şimdi maalesef ikramlar kalktı, iltifatlar da kalktı. Kibir ve enaniyetlerinden dolayı bir kısım insanların yanına yaklaşılamaz hale gelindi. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (s.a.v.) panayırlarda dolaşıyor, Ebu Cehil’in kapısını çalıyor, müşrikleri İslam’a davet etmek için tâ 70 km. kadar mesafedeki Taif’e gidiyor, bir tane insan İslam’a gelir mi diye çırpınıyordu. Bizde de sanki büfede süs gibi muhafaza edilen kimseler hiç konuşturulmuyor, görüştürülmüyor. Efendi istirahatta, efendi şu halde, efendi bu halde. Efendi dediğimiz, bizim Peygamberimiz (s.a.v.)’in gayreti gibi gayret gösteren, insanların ortasında onların dertlerini dinleyen ve dertlerine deva bulan bir kimsedir.

Sahabeden bir zâtın evinde (kendisi âmâ) kapıya doğru bir ip var, bir ihtiyacı olduğu zaman o ipe dayanarak ihtiyacını -çok yaşlı olmasına rağmen- gideriyor. Yavruları: “Babacığım! Sen şu yaşlı halinle dur, biz yapalım.” deyince baba: “Evladım! Ben Rasûlullah (s.a.v.)’tan bir söz duydum: “Kim insanların ihtiyaçlarını giderirse, o son nefesinde rahat ölür.” diye buyuruyor. Bunlar da kalmadı. Bir adres soracak olsanız, inanın cevap vermiyorlar. Bizi bunlarla meşgul etmeyin diye.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e bakıyoruz, Ashabın oyunlarına katıldığını, bu esnâda onları irşad eden sözler söylediğini görüyoruz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in kapılarında bekçileri yoktu. Direkt, konuşulabilirdi, görüşülebilirdi, manevî bir vakarı vardı, ondan insanlar sarsılırdı. Şimdi ise üç beş kapıdan geçtikten sonra bazı zevâtla görüşebiliyorsunuz. Bu, hakikaten doğru olmayan davranışdır. Şimdi nerdeyse dergahlar dert dinleyen yerler olmaktan çıkıp, istirahat edilen, rahat yaşanılan, yenilen, içilen, kendi cemaati dışında hiç kimseyi kabul etmeyen bir yer haline geldi.

Geçenlerde iki tane gencimiz teşrif ettiler. Kimle konuşmuşlarsa onları geçmişlerinden ve yaşantılarından dolayı reddetmişler. Şu saçınızla, şu kılığınızla nasıl görüşeceksiniz demişler. Fakat bizim evimize, hiçbir vasıta olmadan, kapıyı vurarak girdiler. Onlara yaptığımız ikramı, bizim kardeşlerimize herhalde yapmış değiliz. Kendi elimle hizmet etmekten duyduğum zevki anlatmayı da bitiremem. Aynen bir doktorun hastasına, reçetesini çıkartıp, kalemiyle bir bir devasını yazdığı gibi... Bakın şimdi hastalığın nasıl olduğunu, yazmış olduğum reçeteden de anlayacaksınız:

“Bir kelime-i şehadet okuyacaksınız, gusül abdesti alacaksınız. Namazlar kaza edilecek, oruçlar tutulacak. Kitaplardan tavsiyelerde bulunuldu kardeşlere.”

Malesef insanlarla bağlar kopmuş, üç beş insanla, kendisini seven cemaatle oturup kalkılmakta. Bu da insanlar arasında ilişkinin kopmasına neden olmaktadır. Peygamberimiz (s.a.v.), alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Rahmet, çorak toprağa yağacak ki toprağın çorağı gitsin. Rahmet, o toprakta güzel nebatın yetişmesine sebep olur. Şimdi dergâhlarda çay nasıl içilecek, kaşık nasıl tutulacak, ekmek nasıl bölünecek, bunlar konuşuluyor. Sofrada bir intizam yerine, kalpte intizamı düşünelim. Evet mü’minin her işinin intizamlı olması gerekiyor. Fakat mü’minin gönlündeki intizama neden riayet edilmiyor? Sadece şekle bakılıyor. Yani biz, onlarla oturup çay bile içemeyiz. Onun bir usûlü var. Yemenin onlara göre bir şekli var, biz bu işi anlıyoruz. Nerdeyse tarikatlar ağniya (zenginler) tarikatı olma yolunda. Halbuki Efendimiz (s.a.v), ortada iki sofra olacak olsa fakir sofrasına otururdu.

Buradaki örnekten önemli bir sonuç çıkmakta: Müslümanlar her noktada -tasavvufu münakaşa edenlerin bir kısmı da dahil olmak üzere- artık bütün bakış açılarını şeklî boyuta indirgiyorlar ve bunun doğurduğu sonuçlar var.

Herkes kendisine göre bir kalıp çizmiş. Onun dışına bir türlü çıkamıyor. Meselâ diyor ki: “Benim cemaatimin dışında başka bir cemaatte bulunursanız, onların sohbetine giderseniz, evradınız, ezkârınız iptal edilir.” Diğer tarîkin mensubu, eğer tesadüfen sohbetimize gelmişse Allah demiyor, canı çıkacak gibi kendini yerden yere vuruyor. Çünkü değişik bir cemaatle Allah diyecek olursa, onun tarikatı bozuluyor. Bu kalıplardan malesef dışarı çıkılamıyor.

Halkımızın öyle ki yüzde yetmişi, belki yüzde doksanı maddi bir sıkıntı içerisinde. Bu bilinmesine rağmen mürşidten evvel bir eve gidiliyor. Evdeki havludan terliklere kadar her şey değiştiriliyor. Ondan sonra mürşid davet ediliyor. Bu kadar büyük bir ayıp olamaz. Yüzünü, kalitesi çok üstün havluya silse ne olur, silmese ne olur; kalitesiz olana sürse ne olur, sürmese ne olur? Kahvenin çok iyi olanı olsa ne olacak, olmasa ne olacak? Efendimiz (s.a.v) hiçbir yemeği- içeceği yadırgamazlardı. Hatırlayın, Hz. Ömer (r.a), Peygamberimiz (s.a.v.)’i başının altında bir kerpiç, altında hasır, meşin torbasının içerisindeki biraz hurmayla görünce ağlamaya başlamıştı. Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben: “İran’ın Kisralar’ı, Bizans’ın Krallar’ı debdebe içerisinde, Siz bu haldesiniz.” demişti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) de: “İstemez misin ya Ömer! Ahiret bizim olsun, dünya onların olsun.” buyurmuştu. Ey mürşidlerim! Bunu hatırlayın, bu hadiseyi okuyun da insanlara acıyın, mütevazı yaşayın. Toprak gibi olsun hayatımız.

Efendim, Müslümanların geçen yıllara göre daha fazla dünyevileştikleri, kendilerini mal-mülk sevdası karşısında kaybettikleri görülüyor. Günlük hayatta makam-mevkii hırsı, dini hayatın dünyevî menfaatler karşısında hassasiyetini kaybetmesi bunlara bir-iki örnek. Bu konuda ne diyeceksiniz?

Makamın-mansubun, dünyanın, insanı değiştirebileceği Kuran’ı Kerim de anlatılmaktadır. Hadisi Şerif’te de geçmektedir. Sahabe örneği malum. Beş vakit namazda camide bulunan sahabe, dünyalığa eriştiği zaman cumaya bile gelememiştir. Hz. Ömer Efendimiz (r.a) ’in devrinde, bir vali Medine’ye gelecek, Hz. Ömer (r.a) onu çok gizli bir yerden kontrol eder. Bakar ve onun halini iyi gördüğü zaman karşısına çıkar, kucaklar: “Valilik seni değiştirmemiş ey kardeşim!” diye alnından öper. Bugünkü değişmeler neden oluyor derseniz, o da başından beri ifade ettiğimiz iç aleme dönmeyişimiz, nefsimizin ıslahı yönünde bir çalışmamızın olmayışı ve bunları üstünkörü geçmek, mühimsememek, önemsememekten ileri gelmektedir. Bir müridin ölüm tefekkürü insana neyi hatırlatır? Dünyanın, mutlaka bir gün biteceğini hatırlatır. Ölüm tefekkürü, canı ve malı Allah yolunda feda etmenin egzersizidir. Kese doldurmak, zengin olmak, hayatımızı Karun’lar gibi geçirmek, Firavun’lar gibi yaşamak, değildir. Eğer tasavvufî bir eğitimde iyi bir Mürşid-i Kamil’in elinde bulunacak olursak, ölüm tefekkürüyle dünya muhabbeti yok olur, öyle olur ki dünya kalbimizde kaybolmuş olur. Ahireti tercih eder, dünyaya önem vermeyiz. İnsanlara hizmeti daha çok önde tutarız. Bir idare noktasına, yüksek bir makama Müslüman geldiği zaman eğer yaşantısında bir değişme oluyorsa, İslam’ın dışında bir yaşayışı taklide başlıyorsa bu, aşağılık kompleksinden ileri geliyor demektir.

Son olarak, Peygamberimiz (s.a.v.)’in varislerinden, manevi yol göstericilerimizden bir büyüğümüz olarak, sizden hem müjde hem de mesaj niteliğinde bir şeyler alabilir miyiz?

Sûre-i Yusuf’ta, Yusuf (a.s)’un varlığından ümidini kesenlere, Yakup (a.s) Kur’an’ın diliyle: “O’nu arayın, sakın ha ümitsizliğe düşmeyin, ümidini kesenler ancak kafirler topluluğudur.” demiştir.

Allah elbette nûrunu tamamlayacaktır. Bu arada biz, çalışmalarımızdan, gayretlerimizden, Allah indinde nasıl sorumlu olacağız? Müjdenin gelmesi bizim kendimize gelmemize bağlı. Bizim hayra gelmemize, bizim Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetine gelmemize, Kur’an’ın emirlerine gelmemize, O’nu yaşamamıza bağlıdır. Ra’d suresinin 11. ayeti celilesinde: “Siz kendinizde olanı değiştirmedikçe, Allah sizi değiştirmez.” buyruluyor. Ümitvarız, hayırlı kimseler olma yolunda gayretli olduğumuz müddetçe de ümitvar olacağız.

Röportaj: Süleyman ŞENSOY
Alıntı ile Cevapla