Tekil Mesaj gösterimi
Alt 12 Ağustos 2014, 08:00   Mesaj No:2

EyMeN&TaLhA

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:EyMeN&TaLhA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21422
Üyelik T.: 08 Kasım 2012
Arkadaşları:36
Cinsiyet:
Mesaj: 3.299
Konular: 784
Beğenildi:131
Beğendi:34
Takdirleri:141
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart islam ahlak esasları 2.ünite (özet)

2.ünite


İSLAM AHLAKININ KAYNAKLARI

Davranış düzenleri arasında makul bir tercih yapılamayacağını iddia eden, insanların bütün kararlarının nihai olarak eşdeğer (netice olarak
hepsinin değersiz) olduğunu savunan tavra ahlâki görecilik/ahlâki rölativizm denilmektedir.

Ahlâk hakkında konuşanların önemli bir kısmı her ne kadar felsefeci veya filozof olsa da, insanların hayatlarının düzeninde daha çok dinlerin ve dinlere
dayanan geleneklerin etkin olduğu görülmektedir. Bu sebeple insanların davranış düzenlerinin hem tarihi hem de sistematik açıdan dinler ile doğrudan irtibatı olduğu söylenebilir.

Şu anda dünyada insanlığın büyük bir kısmının mensubu olduğu dinler İslâm, Hıristiyanlık, Budizm ve Hinduizm aynı zamanda bir davranış düzeni, bir hayat tarzı da öngörmektedir.

İslâm ahlâkı, İslâm dininin tebliğ edilmesi ile ortaya çıkmış olan ve bu dinin mütemmim cüzü/tamamlayıcı parçası olan davranış düzenidir.

İSLÂM AHLÂKININ TEMELLERİ

İslâm ahlâkı,Cenab-ı Hakk’ın Hz.Peygamber’e bildirdiği ve onun hayatında görünür hale gelen, ondan sahabenin üstlenerek yaşadığı, yaşarken de kendisinden sonraki nesile aktardığı bir davranış düzenini ifade etmektedir.


Bu davranış düzeninde sırasıyla Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in uygulamaları ve sahabenin buna fiilî ve kavlî (sözlü) şahadetinin muhtelif cihetlerden kaynak değeri vardır. Bunun yanında bütün Müslümanların tarih boyunca bu kaynakların verili şartlarda nasıl uygulanacağı ve ne gibi neticeler ortaya çıkardığı hususunda gösterdiği gayret ve bu verileri hem nakil, hem tasnif hem de üst bir dil oluşturarak makul bir şekilde uygulama pratiğinin de, sonraki nesiller için kaynak değeri vardır.

Özellikle yaşayan iyi ahlâklı insanlar, yeni yetişen çocuklar ve gençler için, ahlâklı yaşama bilgisinin şehâdet (veya müşâhede yani gözüyle görüp, kulağıyla işitip, anlayıp uygulama) yoluyla ulaşabildikleri tecrübi kaynağıdır.

Kaynak Kavramı ve Terimi


Türkçe’de kaynak kelimesi, bir şeyin varlığını aldığı ve varlığını sürdürürken kendisinden beslendiği, kendisine dayandığı nihai ve ilk nesneyi (menşeini ve menbaını) ifade eder.

kaynak kelimesinin üç anlamı ön plana çıkmaktadır.

Bunlardan birinci manasıyla bir varoluş düzeni olarak İslâm ahlâkınınkökeni, aslı ve varlık sebebini ifade eder.

İkincisi, birinci manası ile İslâm ahlâkı hakkında bilgi veren ve bunu öğrenme ve öğretme imkanını ortaya çıkaran unsurları ifade eder.

Üçüncü olarak daha çok bir ilim/disiplin olarak bu alanda telif edilmiş kitaplar ve yazılı olarak bize ulaşmış diğer metinler kast edilir.

Bu manalar ve soruların birincisi kendisine İslâm ahlâkının varlığını, ikincisi bilgisini ve nihayet üçüncüsü bu konudaki sistematik düşünceyi, Müslümanların ahlâk hakkındaki sistematik düşüncesini, kendisine konu edinmektedir.


İslâm Ahlâkının Varlık Nedeni Olarak Kaynakları

insanın yetişmesi ahlâki alanda da toplumda yaygın olan ve makbul sayılan davranış düzenini, genel ahlâkı, üstlenmekle ve tatbik etmekle,hatta gerektiğinde buna uyulup uyulmadığını teftiş etmekle gerçekleşmiş olur.


İnsan, yetişme sürecinde, sadece nesneleri ve şeyleri değil,aynı zamanda neyin nasıl yapılacağını da öğrenir. Birinciler hakkındaki bilgi ile ikincisi hakkındaki bilgi birbirinden farklıdır. Birincisine şeylerin ve nesnelerin bilgisi, ikincisine yol ve yordam bilgisi denir.

Yol ve yordam bilgisi, esas itibariyle insanın kitaplardan elde edebileceği bir bilgi değildir.

Yol ve yordam, bunu uygulayanların uygulamasına iştirak ederek veya bu uygulamayı müşahede ederek öğrenilir. Ahlâki bilginin önemli bir kısmı,
tayin edici kısmı, yol ve yordam bilgisine dâhildir; insanın bir bütün olarak hayatı ile alakalıdır. Bu öğrenme süreci bir varoluş düzeni ve bu düzenin
bilgisi olarak ahlâkın, çok esaslı bir toplumsal boyutu olduğunu göstermektedir. Bu sebeple ahlâki bilginin önemli bir kaynağı, ahlâklı insanlardır.

insanların mesleki hayatı da, en azından meslek hayatını doğrudan ilgilendiren konularda, meslek hayatının gerektirdiği hassasiyetleri daha fazla ön plana çıkartma ihtiyacını ortaya çıkarabilir. Zenaatte “himmet”, ticarette “sıdk”, yönetimde ve yargıda
“adalet”in ön plana çıkması, bu alanların öncelikleri ile doğrudan alakalıdır.

Ahlâki şuur, insanın kendi kendisinin ve kendisi üzerinden de diğer insanların, buna bağlı olarak da bütün kâinatın ehemmiyetini fark etmesi ile başlar.



İslâm ahlâkının kaynakları dediğimizde, hemen hatırımıza gelen o halde,ana hatları ve en genel çerçevesi ile nakil ve akıl olmaktadır. Nakil, Gazali’nin dediği gibi, çevreyi aydınlatarak gözün görmesi imkânını ortaya çıkaran “güneş” konumunda iken, akıl da, naklin aydınlattığı ve ortaya çıkarak görünür hale getirdiklerini görmeyi sağlayan “göz”mesabesindedir.

Ahlâkın Kaynağı Olarak Hz. Peygamber ve Kur’an-ı Kerim


Birinci manası ile İslâm ahlâkının kaynağı vahiydir. Bu vahyin bir düzen içinde Hz. Peygamber’in hayatında tahakkuku (gerçekleşmesi); daha sonra da onun etrafında yaşayan insanlar tarafından müşâhede (kısaca katılımcı gözlem) yoluyla öğrenilip üstlenilmesi; bundan sonraki nesiller için ise, bu ilk neslin hayatında tahakkuk edenin diğer nesiller tarafından yine müşahede yoluyla benimsenip üstlenilmesi olarak belirmektedir. Bu durum İslâmahlâkının kaynağının, sahabe sonrası toplumlar için ilk elden, tevatür olduğunu söylemenin gerekçesini teşkil eder. Buradaki tevatür, bilme ile varolmanın özdeş olduğu bir bulunuş şeklini ifade etmektedir. İnsanların varlığını devam ettirmesi, en temel ahlâki ilkelerin ve kuralların, bir şekilde ve en azından asgari ölçüde, etkin olması anlamına geldiği için, insanların bütününde böylesi bir bilginin bilfiil mevcudiyetini göstermektedir.

Hadis ilminde rivayetler için kullanılan mütevatir haber terimi ile burada kullanıldığı anlamı ile tevatür birbiri ile irtibatlı olsa da aynı değildir. Burada kullanıldığı anlamda tevatür sadece bir sözün değil, onun anlamının da yaşanarak nakledilmesini ifade etmektedir. Mesela namazın bilgisi tevatürle gerçekleşmektedir” demek, Müslümanların namaz kıldıklarını ve yeni yetişen nesillerin namaz kılmayı bu şekilde öğrendiklerini söylemektir. Bu bilgi okulda veya medresede değil ailede ve formel bir eğitim programına katılmadan;ancak uygulayarak, yemek yemek, yolda yürümek, kendi adını ve akrabalarının adını öğrenmek gibi hayatın tabii bir parçası olarak öğrenilmektedir. Müslümanların ahlak ve din ile ilgili en temel bilgileri böylesi mütevatir bilgilerdir.


İnsanın sahip olduğu havas-ı selime (beş duyu) ile, bütün insanlarda müşterek olan bir cisim algısına sahip olması ve bu algı üzerinden diğerleri ile irtibatını ve iletişimini sağlayıp muhafaza etmesi gibi, doğruluk, insanların dokunulmazlığı, mülkiyete saygı gibi temel ahlâki kuralların da, insan topluluklarının devamı için ve devamı sebebiyle, ahlâki makuliyetin esasını teşkil ettiğini söyleyebiliriz.

Ahlâk kendinde teorik (nazari) değil pratiktir (amelidir). Bir insanın ahlâkı, onun hayat düzenidir; kendi hayatında etkin olan ilke ve kurallardır. Ahlâk, hakiki manası ile insanların hayatlarındadır; kitaplarda değil. Ahlâki ilke ve kuralları anlatan bir kitap, “ahlâk” değil, “ahlâk hakkında” kitaptır. O kitapta anlatılan ilke ve kurallar, bir insan tarafından üstlenildiğinde, o insanın ahlâkı olur; ve o kitap, o şahsın ahlâkı hakkında hem varlık hem de bilgi kaynağı haline gelir. Kur’an-ı Kerim bu konuda bilinen en önemli belki yegane örnektir. Nitekim K. Kerim, Hz. Peygamber ve sahabeden başlayarak,bütün Müslümanların ahlâkının varlık ve bilgi cihetinden kaynağıdır.



Müslümanlar ahlâki ilke ve kurallarını K. Kerim’den aldıkları gibi, hakiki bir Müslüman’ın ahlâkı hakkında bilgi edinmek isteyen herkesin başvuracağı ilk “kaynak”, ilk “merci” de K. Kerimdir.

Ahlâki Bilginin Kaynağı Olarak Hz. Peygamber ve Kur’an-ı
Kerim

ahlâkın kaynakları demek ikinci manası ile ahlâki bilginin kaynakları demektir.biz hayatımızda ne “saf” bir akılla karşı karşıyayız, ne de “saf” bir nakille. Akıl, nakil ile nakil de akıl ile irtibatı içinde bizim bütün hayatımıza ve kararlarımıza refakat etmektedir.

Nakil denildiğinde genel olarak yazılı veya sözlü rivayetler kast edilir. Ancak burada nakil daha geniş bir anlamda kullanılmakta; insanın çevresinden hazır bularak öğrendiği her şeyi ifade etmektedir. Burada nakil yerine “kültür” de kullanılabilir.

İnsanların Hz. Peygamber’den din ve onun pratik yönü olarak ahlâk adına aldıkları şeylerin hepsi, nihai olarak K. Kerim ile irtibatlıdır. K. Kerim sadece Hz. Peygamber’e değil, bütün insanlığa gönderilmiş olduğu için, hem Hz. Peygamber’in hayatında hem de sahabe’nin hayatında görünür hale gelen ahlâkın aynı zamanda bilgi kaynağıdır. Hz. Peygamber’in ahlâkını anlamak,hakkında konuşmak, sözlerini anlamak isteyen herkesin müracaat etmesi, bilmesi gereken ilk kaynak, K. Kerim’dir. K. Kerim İslâm ahlâkının varlık kaynağı olduğu gibi kendisi ile ortaya çıkmış olan bu ahlâk hakkında doğru bilgilerin bulunduğu ilk ve bağlayıcı asli kaynaktır da.

K. Kerim’de ahlâki ilkeler, kurallar ve bunun ötesinde insanı bir bütün olarak ve hatta toplumsal hayatın ve müesseselerin işleyişine bağlı olarak ortaya çıkabilecek ahlâki sorunları da işaret eden kıssa ve emsal bulunmaktadır. K. Kerim ahlâki cihetten hayatın bütününü ihata etmektedir.

Abdullah Draz’ın ifadesi ile “K. Kerim hayatın her sahası için bir çerçeve (veya hatt-ı hareket) çizdikten sonra, böylece çizilen çerçeveleri hiçbiri ötekinin hakkına tecavüz etmeksizin karşılıklı olarak birbirlerine nüfuz edecek derecede bütünle ahenk halinde daralıp genişleyebilen bir merkezdetoplanmış kaideler şeklinde bize sunmaktadır….
K. Kerim diğer alanlarda olduğu gibi ahlâki alanda da akıl ve ihtiyar sahibi varlıklar olarak insanların iradi katılımlarını talep eden, aklını ve iradesini, yani bilme ve mevcudun ötesini talep etme gücünü kullanacak olan insanı muhatap almaktadır. İnsan, dil ve bilme, düşünme ve konuşma, konuşulanı anlama gücüne sahip varlık olarak, K.Kerim’e muhatap olurken de, ona ittiba ederken de bu özelliklerini kullanmak zorunda kalmaktadır. Bunun neticesinde, Gazali’nin dediği, “ihtiyara mecbur” (hayra yakın olmakla birlikte sürekli hayır ve şer arasında seçmek zorunda olan) bir varlık olarak ahlâki alanda, pratik hayatında da kendisini gösterme, bir anlamda ispat etmek imkanı elde etmektedir. İnsan bir bütün olarak K. Kerim’in muhatabıdır.

Hz. Peygamber’i Cenab-ı Hakk “sen büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem/68: 4) şeklinde tavsif ederken, Müslümanlara da, “rasul’de üsve-i hasene vardır” (Ahzab/33:21) diye işaret ederek, Hz. Peygamber’de olan ile olması gerekenin buluştuğu ve bir vahdet teşkil ettiğini; dolayısı ile bu cihetten Hz. Peygamber’in ahlâki örnek olduğunu ifade etmiş olmaktadır.

Cenab-ı Hakk Hz. Peygamber’e, “biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya/21: 107) buyuruyor.
Bu ayetteki “rahmet” kelimesini anlayabilmek için, Cenab-ı Hakk’ın “rahman verahim” olduğunu ve bunun Türkçe’de kullanıldığı haliyle “merhametli olmak” veya “acımak” ile yakından alakasının olmadığını ifade etmek gerekmektedir.


Acımak veya merhamet etmek, ihtiyaç sahibi olana veya zor durumda kalana, bu sıkıntısını aşması için yardımda bulunmak veya elinden bir şeyini almak mümkün iken, bunu ona bırakmak gibi bir anlama kullanılmaktadır.

Bunu biz mesela bu ayete tatbik edecek olursak, doğrudan ve herhangi bir tevil yapmadan bu ayeti anlamak mümkün olmaz.


Rahmet, varlık kaynağı veya varoluş imkânı demektir. Cenab-ı Hakk’ın rahman ve rahim olduğunu söylemek, O’nun bütün mevcudatın yaratıcısı ve O’nun yaratmasının bütün varlığın kaynağı olduğunu dile getirmek demektir.


Buradan hareketle, Hz. Peygamber’in “âlemlere rahmet” olarak gönderilmiş olmasını, onun âlemlere, yani insanlara, kendi şahsında yeni ve bir anlamda da yeniden bir varoluş imkânı olarak gönderildiğini kolayca anlayabiliriz.


Cenab-ı Hakk’ın rahman ve rahim olması da, mü’min kâfir her insana sahip olduğu her şeyi verdiği; müslümana kâfirden ayrıca, gönderdiği Peygamber’e ittiba etmesi sebebi ile hem bu dünyada hem de ahrette daha farklı varoluş imkanları açtığını anlayabiliriz. Bunun Türkçe’deki “merhamet” ile dolaylı bir irtibatını da kurabiliriz. Şöyle ki: birisine acımak veya merhamet etmek demek, onun elinde bulunanı elinden almak mümkünken almamak veya sahip olmadığı bir şeyi ona vermek olduğuna göre, onun varlığını devam ettirmesi konusunda ona bir kolaylık sağlamak anlamına gelmektedir. O halde acımak veya Türkçede kullanıldığı haliyle merhamet etmek, doğrudan değil dolaylı olarak rahmetle alakalıdır.

Bir İlim olarak Ahlâk ve Kaynakları


İslâm ahlâkının ikinci kaynağı akıldır. Ancak aklın kaynak olması, kendiliğinden ve esastan müstakil ahlâki ilke ve kurallar vazetmek olmayıp, nakille gelenin anlaşılması ile alakalıdır. Bunun yanında aklın esas kaynak değeri, ahlâk alanının ilim haline getirilerek, bunun ortaya çıkardığı meseleleri ortaya koymaktır. Bu meseleler de, ana hatları ile şu şekilde sıralanabilir: (1) rivayetlerin tasnifi; (2) buradan kuralların çıkarılması; (3) rivayetler ile kurallar arasındaki irtibatı kurmanın makul yolu/yönteminin müzakere edilerek ortaya konulması. Bu çerçevede muhtelif alanları ifade etmek üzere ahlâk alanının temel kavramlarının isimlendirilerek ıstılahların geliştirilmesi de ahlâkın ilim haline getirilme sürecinin mütemmim cüz’üdür (tamamlayıcı parçasıdır).

Ahlak ilminin vazifesi uygulamaya refakat ederken ortaya çıkan imkanları kullanarak, yeni durumları değerlendirme, yeni bir durumda hangi kuralların etkin olacağı ve bu kuralların nasıl uygulanacağını belirleme noktasında ortaya çıkmaktadır. Bunu klasik dil şu şekilde ifade etmektedir:
Bütün bu rivayetler ve veriler belirli kriterler çerçevesinde önce tasnif edilir, sonra bunlar belirli bir düzen içerisinde, fasıllara ayrılarak tafsil edilir; ancak bu ilim olmak için yetmez; bunun için bütün bu verilerin ve rivayetlerin anlaşılması da gerekmektedir.

Rivayetlerin ve verilerin anlaşılması aşamasına tahsil edilmesi denilmektedir. Ve nihayet anlaşılmış olan rivayet ve veriler mevcut durum dikkate alınarak, ortaya çıkan sorunları kavramak ve çözmek için kullanılır. Bunun yapılabilmesi için bunların bu cihetten ele alınması ve tedkik edilmesi gerekmektedir. Bütün bu aşamalar belirli bir yöntemi ihtiva etmektedir ve bu yönteme de kısaca tahkik denilmektedir.

Ahlâk konuları ilk asırlarda geniş hadis külliyatı içinde, muhtelif başlıklaraltında ele alınmıştır. Bu çerçevede Hz. Peygamber’in ahlâkı “edeb”, “birr” ve “hüsnü’l-hulk” gibi başlıklar altında tasvir edilmiştir. Bu tasvirde doğrudan rivayet dili kullanılmış; duruma göre onun bir fiili, bir sözü veya bir takriri onun ahlâkının unsurları (şahitleri veya delilleri) olarak zikredilmiştir. Bu tür eserleri okuyanlar belirli durumlarda Hz. Peygamberin nasıl davrandığını, neyi tavsiye ettiğini ve neye müdahale etmeyerek, onayladığını görmektedirler. Bu türden eserler her şeyden önce temel hadis kitaplarıdır (kütüb-i sitte veya kütüb-i aşere). Bunların yanında yine muhaddisler tarafından telif edilmiş ve özellikle ahlâki rivayetlere tahsis edilmiş eserler de bulunmaktadır. Bu eserler de, başlık olarak Abdullah b.Mübarek’in (öl. 181/707)“Kitâbü’z-zühd ve’r- rekâik”i, Ahmed b. Hanbel’in (öl. 241/855) ve Kütüb-i Sitte müelliflerinden Buhârî’nin (256/877) “el- Edebü’l-müfred”i gibi muhtevalarını ifade edecek başlıklarla hazırlanmıştır.

“âdâb” veya “edeb” olan ahlâk eserleri oldukça önemli bir yekun tutmaktadır. Bunlar arasında toplumsal ve ferdi hayatı bir bütün olarak ve birbiri ile irtibatı içinde, modern teorik sistemlere meydan okurcasına, tam bir sistem olarak ortaya koyan Maverdi’nin Edebü’d-Dünya ve’d-Dini’i yanında, bir tür iletişim, tartışma ve araştırma ahlâkı olan ve bunu aynı zamanda bir yöntem olarak ortaya koyan “adâbü’l-bahs ve’l-münazara” literatürü vardır. Bu literatür, edebü’l-kaza (muhakeme usulü) literatürü yanında Osmanlı döneminde çok ilgi görmüş ve bu alanlarda çok önemli çalışmalar yapılmıştır.

Tasavvuf alanında da ahlâkı doğrudan veya dolaylı olarak mevzu edinen çok sayıda eser telif edilmiştir. Birçok önde gelen sufi tasavvufu “güzel ahlâk” olarak tanımladığı için, tasavvuf ile ahlâk arasında asli bir irtibat vardır. Bu sebeple temel sufi eserlerinin her birisi aynı zamanda bir ahlâk eseri hüviyetindedir. Bunlar arasında Abdullah b. Mübarek’in Kitâbü’z- Zühd’ü, Haris el-Muhasibi’nin er-Riaye li-hukukillah’ı, Kelelebazi’nin (Gülabadi), et-Ta’arruf’u, Ebû Talib el-Mekki’nin Kût el-Kulûb’ü, Serrac’ın el-Luma’ı, Kuşeyri’nin er-Risâle’si, Hucvirî’nin Keşfü’l-Mahcub’u, Gazali’nin İhyâ’sı, Sühreverdi’nin Avarifü’l-Mearif’i, İbn Arabi’nin muhtelif ahlâk eserleri yanında el-Fütühat el-Mekkiyye’si, Mevlana’nın Mesnevi’si ve daha sonra yaşayan yüzlerce sufinin eserleri, aynı zamanda az veya çok sistematik ahlâk eserleridir.

Benzer bir şekilde ahlâkı daha farklı bir cihetten ele alan bir grup ta filozoflar (felâsife) olmuştur. Felâsifenin ayırıcı hususiyeti, ahlâki ilke ve kuralları tasvir ve tahlil ederken Yunan filozoflarının eserlerinde bulunan çerçeveyi de dikkate almış olmalarıdır. Bu cihetten felasifenin tabiiyyat (fizik) ve psikoloji (ilmü’n-nefs) ile ahlâk arasında doğrudan irtibat kurmaları, ilk bakışta yöntemlerine bir makuliyet görüntüsü vermiş; bu durum onların eserlerinde belli ölçüde belirleyici olmuştur.


Felsefeciler arasında Kindi’den (öl. 252/866) başlayarak Ebu Bekir er- Razi (öl. 313/925), Ihvan-ı Safa, Farabi (öl. 339/950), fazla olmamakla birlikte İbn Sina (öl. 1037), İbn Miskeveyh (öl. 1030), Gazali (öl. 505/1111), Fahreddin er-Razi (öl. 606/1210), Nasirüddin et-Tusi (öl. 1274), Adududdin el-İci (öl. 1355), Celaleddin ed-Devvani (öl. 1502), Hüseyin b. Ali el-Kâşifi (1504) ve Kınalızade Ali Efendi (öl. 15729 eserleri, bu alanda temsil gücü yüksek eserlerdir. Bunarın dışında da çok sayıda eser telif edilmiştir.

İslâm ahlâkının kaynakları, nakil ile akıl olarak iki ana kısma ayrılmakla birlikte, naklin nerede bittiği, aklın nerede başladığı veya aklın nerede etkin olup naklin daha geri planda kaldığını açık ve seçik bir şekilde tespit etmek mümkün değildir. Bir fakihin, İmam Muhammed eşŞeybani’in ifade ettiği gibi, “rivayet (hadis) re’ysiz (anlayışa dayalı görüş), re’y de rivayet olmadan, olamaz”. O halde akıl ve nakil genel olarak İslâm medeniyetinde, özel olarak da İslâm ahlâkı alanında bir biriyle çelişen, muhalif iki unsur olmayıp, birbirinin mütelazımı olarak algılanmış ve böylece değerlendirilmiştir. Gazali’nin dediğine denk düşerek, nakil akla hareket alanı açmış, akıl da nakle etkin olma yollarını geliştirmiştir. Nakil ve aklı buluşturup telif eden ise, tevatür olmuştur.








EyMeN&TaLhA









Bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur.alıntı yapılması halinde kaynak verilmesi zorunludur.
Alıntı ile Cevapla