Tekil Mesaj gösterimi
Alt 21 Ağustos 2014, 05:27   Mesaj No:4

EyMeN&TaLhA

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:EyMeN&TaLhA isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21422
Üyelik T.: 08 Kasım 2012
Arkadaşları:36
Cinsiyet:
Mesaj: 3.299
Konular: 784
Beğenildi:131
Beğendi:34
Takdirleri:141
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart islam ahlak esasları 4.ünite (özet)

İslâm Ahlâkının Temel Kavramları


Ahlâk, insanın davranış düzenidir; Ahlâk ilmi ve felsefesi ise iyi ve kötü olması cihetinden insan fiillerini kendisine konu edinir. Buna göre insan, fiil (davranış) ve iyi-kötü, tanımı gereği ahlâk ilminin ve ahlâk felsefesinin temel konularını/meselelerini teşkil eder.Fiil, insanın etrafında olup biten olaylara bilerek ve farkında olarak müdahale etmesi veya farkında olarak müdahale etmemesi anlamına gelmektedir. Bu çerçevede bir hareketi veya hareketsizliği fiil haline getiren unsurun, iradenin, ne olduğu sorusu da kavramsal bir soru olarak ortaya çıkar.
İslâm Ahlâkının Tahakkuk Süreci ve Kavramlaşma
Kavram bir şeyin dilden bağımsız varlığıdır. Bu varlık duruma göre dış dünyada ve ona bağlı olarak zihinde bulunmaktadır.terim, bu kavramın dilde ifade edilmiş şeklidir. Terime, ıstılah da denilmektedir.
Kelime-i şehadet, ilk dönemden itibaren Müslümanların müşahede ederek, - yani gözleri ile görerek, kulakları ile işiterek ve bizzat yaşayarak- iştirak ettikleri bir varoluş tarzı hakkında yaptıkları “şahitlik”tir. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve rasulü olduğuna şehadet etmek, sadece bir söz değil, yaşanarak onaylanmış bir hakikatin ifadesi olmaktadır.
İslâm ahlâkının temel kavramlarını ele alırken bu cihetin hep farkında olmak ve cahiliye dönemi ahlâkı veya daha önceki ahlâk anlayışları ile İslam ahlakı arasında akrabalık veya bir devamlılık ilişkisi aramak ve bunun üzerinden bu kavramları temellendirmeye/anlamaya çalışmak oldukça ciddi yanlışlara sebep olmaktadır. Bu cihetten yapılan çalışmalar nihai olarak İslam’in özgünlüğünü örtmekten başka bir netice vermemektedir.


Kavramlar
Hayat ve İnsan
İslâm Ahlâkının temel kavramı, insani varoluşun ön şartı olan, hayattır.
Hayat, insanın varoluşunu isimlendirir.Hayat, dünya hayatı ve ahret hayatı olmak üzere iki kısma ayrılır. Ölüm, dünya hayatının biterek, ahret hayatının başlamasını ifade eder. İnsanlara hayatı, Cenab-ı Hakk ihsan etmiştir. O’nun dışında başkaları tarafından, bu kim olursa olsun fark etmez, dokunulması kabul edilemez.
Cisimlerin, bitkilerin ve biyolojik canlılığın bir düzen içinde mana kazanmış haline, dünya denilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de “dünya hayatı” ile “ahiret hayatı” birbirinden ayrı olarak zikredilir. Hayat, sadece “bu dünya”da olan değil bunun ötesinde ahret

hayatı denilen ve öldükten sonra gerçekleşecek “öteki dünya”da olacak olanıda ifade eder.

İslâm ahlâkının kavramları, Hz. Peygamber’in tebliği ile ta’ayyün eden bu dünyanın ilkeleri ve kurallarına tekabül eder. Bu dünyayı bir bütün olarak dikkate almadan, kavramları anlamak ve onlarla irtibat kurmak mümkün olmaz.

İnsanın Allah’ın Halifesi Olması
İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.
eşref-ı mahlûkat (=yaratılmışların en şereflisi) ve halifetullah fi’l-arz(=yeryüzünde Allah’ın halifesi)
K. Kerim’de insanın yaratılışı anlatılırken (Bakara/2: 30-33) bu durum çok açık bir şekilde ifade edilir:
“Hani Rabbin meleklere “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti.

Onlar da orada, -biz seni hamd ile yüceltip, seni bütün noksanlıklardan tenzih ederken-, oranın düzenini bozacak ve kan dökecek birini mi
yaratıyorsun? dediler. (Allah da) “Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” dedi.
(Allah) Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere arz ederek,
“eğer sadık (görüşünüzde doğru) iseniz, bunların isimlerini söyleyin” dedi.
(Melekler) Seni tenzih ederiz; bizim, Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Sensin.

(Allah) Ey Âdem, “onlara, onların isimlerini söyle” dedi. (Âdem) onların isimlerini söyleyince dedi ki: “Ben size yerin ve göklerin gaybını- /(gözükmeyen kısmını) bilirim, açıkladıklarınızı ve gizlediklerinizi bildiğim gibi, demedim mi?”

Sad suresinde “halife” ile en azından hangi imkân ve vazifenin mümkün ve uygun olarak ta’ayyün ettiği de ifade edilmektedir:

“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife kıldık. O halde, insanlar arasında hakla (adaletle?) hükmet ve hevaya uyma (keyfi davranma?), yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah yolundan sapanlara hesap gününde,unuttukları sebebiyle şiddetli bir azap vardır.” (Sad/38: 26).


Bu ayeti kerimede hilafetin hak ile hükmetme, yani doğru karar verme ile bir alakası olduğu dile getirildiği gibi keyfi davranmanın da insanı Allah’ın yolundan saptıracağı dile getirilmektedir. Hilafet ile insanın Allah’ın yolunda kendi varlığını devam ettirmesi arasında doğrudan bir irtibat olduğu buradan kolayca anlaşılabilir.
Halife, “başkası adına işleri yürüten” demektir. Burada insandan önce, insanın adına iş yapabileceği başka bir varlık olmadığına göre, hilafetin müteallakının Cenab-ı Hakk olduğu ortaya çıkmaktadır.


Cenab-ı Hakk insanın yaratılması ile ilgili olarak “ve ona ruhumdan üfledim” (el-Hicr/15:29) buyurmaktadır. Ruhun mahiyetini bilemediğimizi ve ilahi bir cihetinin olduğunu dikkate aldığımız takdirde, insanın eşref-i mahlûkat olması ile bu ilahi ciheti arasında bir irtibatın kurulması gerekmektedir.


İnsanın ayırıcı hususiyeti, ahlâki bir varlık olmasıdır. Onun kendi iradesiyle Allah yolunu tercih edip, o yolda hem yaşayıp hem yaşatması; daha doğrusu yaşamaktan çok yaşatmaya yönelmesi ve kendi varlığını ancak diğer insan ve varlıkları muhafaza üzerinden koruması, kendi güvenliğini başkalarının güvenliğini sağlayarak güvenceye alması anlamına gelmektedir.


Zulüm
K. Kerim’de Cenab-ı Hakk’ın insanlara zulmetmediği, insanların kendi verdikleri kararlar ve yaptıkları neticesinde kendilerine ve birbirlerine zulmettikleri sıklıkla vurgulanmıştır:
Biz onlara zulmetmedik, asıl onlar kendi kendilerine zulmettiler.
Rabbinin azap emri gelince Allah’tan başka taptıkları tanrılar, kendilerine hiçbir fayda vermedi. Hatta onların ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı.” (Hûd/11: 101)


Başka bir ayette ise, insanların kendi kendilerine zulmetmenin sebebi dile getirilmişti:
“Ayetlerimizi yalan sayarak sırf kendi kendilerine zulmeden o kimselerin hali, ne çirkin bir ibret levhasıdır!” (Araf/7: 177).,


Kur’an-ı Kerim’de dört yerde günah işleyerek kendi nefsine zulm ettiğini itiraf edip af dileyenlerin duaları zikrediliyor.
Bunlardan birisi, Hz. Adem ile Hz. Havva’nın yasak meyveyi yedikten sonra pişman olup, Cenab-ı Hakk’tan öğrendikleri ve yaptıkları duadır:
''dediler ki: Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (Araf/7: 23). Diğer ayetler: (Enbiya/21: 87; Neml/27: 44)


insan kendi kendisine zulmedebilir. Kendi kendine zulmetme, kendisini olmadığı ve olamayacağı bir yerde görme ile başlayıp, kendisini diğer insanlardan veya insanların bir kısmından “üstün” görüp, diğerlerine tahakküm etmeyi kendisinin tabii hakkı hatta vazifesi olarak görmeye başlayarak, kendi haddini aşması, diğer insanlara zulüm, yani hemcinsine zulüm olarak tahakkuk edebilir.

İnsan ve Allah’ın İsim ve Sıfatları
İnsan Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelligahıdır. İnsanın hayatında Cenab-ı Hakk’ın isimleri ve sıfatları tecelli eder. Bu sebeple de insan, varlıkların en şereflisidir; eşref-i mahlûkattır.
varlık, her şey, onda ve onunla anlamını bulur. İnsanda en değerli olan, Hakk’ın nazargâhı olan kalbidir. Buna karşılık vücud, -genel olarak bütün varlıklar ve özel olarak insanlardan ibaret olan- halkın nazargâhıdır.
Varlık, halk ile ve halkın nazarında ortaya çıkar.
Varlığın sadece fizikidünyadan ibaret olmadığı, insanın manalardan oluşan bir dünyada yaşadığı hatırda tutulduğu takdirde, insan olması bakımından insan için varlığın,itibari olduğu kolayca anlaşılabilir
Bizim hayatımızda bulunan ne kadar makam, unvan, konum varsa, hatta kullandığımız alet ve edevat varsa, bunların hepsi, insan hayatında edindiği konum ve mana ile ve bu manada mevcuttu
İnsanları yok saydığınızda, veya insanlar olmadığında bunlar da varlığını muhafaza edemez.

Vazife ve Hürriyet
İnsanın hür olması, irade özgürlüğü olarak ifade edilir. İrade özgürlüğü,
genel olarak, insanın hangi fiili yapacağına ve neyi tercih edeceğine kendisinin karar verebilmesi imkânı olarak tanımlanabilir.

Dinin klasik tanımı da insanı “akıl sahibi” ve “hüsn-i ihtiyarı” ile hareket eden varlık olarak nitelerken, İslâm’ın öngördüğü dindarlığın ahlâkiliğini vurgular; aynı zamanda İslâm ahlâkının temel kavramlarından birisi olan irade özgürlüğünü de ifade etmiş olmaktadır. Ahlâkilik, irade özgürlüğü ile,din de ahlâkilik ile tanımlanmaktadır.
Klasik din tanımı “akıl sahiplerini, kendi ihtiyarları ile bizzat hayırlara sevk eden ilahi bir vaz” idi. Bu tanımda dinin amacı “bizzat hayır, yani iyi” olduğuna göre, İslâm ahlâkı insanı kendinde hayır olana yönlendirmekte; bu yönlenmenin insanın kendi iradesi ve isteğiyle olmasını önemli bir unsur olarak belirtmektedir. Böyle olunca da, hayra ve iyiliğe yönelik duruş olarak nitelenecek olan ihtiyar, ilahi vaz’ ile içerik kazanmakta ve insanın hayrı, yani kendinde iyiyi gerçekleştirmesi, bizzat kendisi tarafında vazife olarak üstlenilmektedir.

İslâm ahlâkında vazife çok önemlidir. Ancak vazife dışarıdan insana yüklenen bir “mecburiyet” değil, insanın kendisinde bulunan hayr hissinin etkinleşmesi ve insanın kendisini gerçekleştirmesi yönünde bir görev üstlenmesidir.


İslâm ahlâkında vazife, hürriyeti nefy etmeden (olumsuzlamadan), hürriyet de vazifeyi nefy etmeden muhafaza edilmiştir.


Amaç vazifeyi kendi iradesiyle, özgür iradesiyle üstlenen insanların yetişmesidir. Klasik ahlâk eserlerinin amacı, sadece iyi ve kötü hakkında malumat vermek değil, iyi ve kötünün bilgisini insanlara ulaştırarak,insanların kendi iradeleri ile iyi davranışları gerçekleştirmeleri ve kötü davranışlardan da uzak durmalarına yardımcı olmak, insanları ahlâki cihetten yetiştirmek, onların ahlâkını güzelleştirmektir

Hürriyet İslâm ahlâkının, daha doğrusu ahlâki varlık olarak insanın mütemmim cüzüdür (mütemmim cüz=bütünü oluşturan tamamlayıcı parça).
din, insanın tercihlerini hayra yönlendiren saik olarak, istemeyi önceler ve onu kendinde hayra yönlendirerek, insanın özgürlüğünün hem kendi varoluşunu hem de diğer insanların varlığını te’yid edip geliştirerek,hayır olarak tahakkukuna yol açar

Sorumluluk ve Ahlâki Yaptırım
insan öncelikli olarak kendi vicdanına karşı sorumludur ve bu sorumluluk yerine getirilmezse,vicdan azabı olarak etkin olur.

“Utanma” ile “çekinme”, zaman zaman birbirine karıştırılır. Utanma bir fazilet iken, çekingenlik genel olarak makbul görülmeyen psikolojik bir haldir. Birisinin“utanmaz” olması, ahlaki kurallar ve faziletler konusunda yeterince hassas olmadığını ifade ederken, “çekingenlik” yapılması ahlaken uygun, hatta arzu edilen şeyleri yapma konusunda ortaya çıkan bir zaafı işaret eder.
Nihayet insanın, bütün insanların olmasa da, aralarında seçkin bir kısmının bütün karar ve fiillerinde Cenab-ı Hakk’ın rızasını gözetmeleri ve O’nun rıza ve ilgisinden mahrum kalma endişesi taşımaları, kendi başına çok özel bir sorumluluk şuuru vermektedir.

İhtiyaç
İnsan bir “mahlûk” (yaratılmış) olması hasebiyle muhtaç bir varlıktır
İnsanın muhtaç bir varlık olmasını, doğumundan itibaren hayatını takip ederek daha yakından görebiliriz. İnsan doğduğu andan itibaren nefes almaya, gıdaya ve korunmaya, elbise ve konuta muhtaçtır. Bunların yanında kendisini himaye edecek insanlara, kendisine dili öğretecek, daha doğrusu bütün boyutları ve içeriği ile yaşamayı öğretecek insanlara muhtaçtır.
insanın bir bedene, bedenin canlılığını muhafaza edebileceği fiziki bir çevreye, kendisini sıradan bir canlı olmaktan çıkarıp insan olarak yetiştirecek insani bir çevreye ihtiyacı vardır. İnsan bunlar olmadan varlığını sürdüremez. Ancak insanın bütün bunların ötesinde, kendisini ve bütün bu karşılıkları ile birlikte ihtiyaçlarını da yaratan Cenab-ı Hakk’ın bütün bunları mümkün kıldığının farkında olmaya da ihtiyacı vardır.
İnsanın ahlâki şuuru açısından muhtaç bir varlık olduğunun farkında olması ve kendisini “müstağni” görerek, hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi bir zanna düşmemesi gerekir. Çünkü insanın kendi kendine yeterli bir varlık olduğu yanılgısı, bu düşünceye sevkeden her ne ise o esasın dışındaki bütün varlık karşısında nefyedici bir tavra esas teşkil etmekte; bunun neticesinde bütün insanlık için büyük facialar ortaya çıkmaktadır.
Bir insanın kendisine karşı yapılan haksızlığı affetmesi bir yücelik, buna karşılık, başka bir insana karşıyapılan haksızlığı bağışlaması veya hoşgörmesi, görmemezlikten gelmesi ahlâk dışı veya kötü ahlâk örneği, hatta onun hesabına kötü bir fiil olarak kabul edilmiştir. Zulme rıza, zulüm olarak görülmüştür.
insanlara yardım etme (isti’ane, dayanışma) İslâm ahlâkının mühim kavramlarından biridir.

Hayır ve Menfaat/Fayda
Vazife ile hürriyet arasındaki dengenin muhafaza edilebilmesi için vazifenin içeriğinin bir “fayda” boyutunun olması gerekir. Vazife, fayda esasında değil,fayda, vazifeyi yerine getirmenin bir neticesi olarak gerçekleşmelidir. O zaman vazife, faydayı sağlar. Böylelikle, vazifeyi sırf hayr (iyi) olduğu için yapabilecek olgunluğa henüz ulaşamamış insanlar da, onu ifa etmenin ne gibi faydalar sağladığını, en azından başka insanlarda görerek öğrenip ve bu cihetten faydayı düşünen insanların da vazifeye talip olması mümkün olabilir.
Son olarak Hilmi Ziya Ülken’in ahlâki değerleri de anlama konusunda epeyce ufuk açıcı olan bir ifadesini buraya alalım.“Ortak duyu anlamıyla değer veya kıymet deyince bizim kendisine muhtaç olduğumuz, kendisini aradığımız, bizi tamamlayan bir şey anlarız.

mekasidü’ş-şerî’a olarak ifade edilen beş maksad, esas itibariyle hep
“muhafaza”ya işaret eder. Bunlar aklı muhafaza, dini muhafaza, nesli muhafaza, nefsi muhafaza ve nihayet malı muhafazadır.



İyi ve Kötü
Türkçe’de iyi ve kötü olarak ifade ettiğimiz kavramlar Arapça’da birden çok kelime ile ifade edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “birr”, “hasene”, “maruf” gibi tabirler iyiyi ifade etmek için “ism”, “seyyie”, “münker” gibi tabirler de kötüyü ifade etmek için kullanılmıştır.
kelam eserlerinde mesele daha çok “hüsün ve kubuh” meselesi olarak ele alınmış; ama duruma göre hayır ve şerr de kullanılmıştır. Özellikle akide kitaplarında iyi ve kötü için kullanılan tabirler “hayır ve şerr”dir. Fakihler teorik tartışma yapmadıkları zaman daha çok “helal” ve “haram” ve bunlarla irtibatlı olan diğer tabirleri kullanmakla birlikte, bu kavramların teorik müzakeresini yaptıkları Fıkıh usulü eserlerinde meseleyi “hüsün ve kubuh” tabirleri ile ele almışlardır. Buna karşılık felsefede daha çok “hayr” ve “şerr” kullanılmıştır.

Hayr ve Şer, iyi veya kötü, genel olarak olduğu gibi İslâm ahlâkının da temel terimlerindendir. Ahlâk ilmi ve düşüncesi, hayır ve şer, iyi ve kötü ilebaşlar, yine bunların mahiyeti üzerindeki düşünce ile derinleşir ve bu kavramların, hayatın muhtelif alanları ile irtibatı üzerinden, insanı fert, cemiyet mensubu ve kurum ve kuralların bunlarla irtibatı üzerinden yine başa döner.

İslâm ahlâkı, bütün ahlâk teorilerinin ağırlıklı olarak vurguladığı hemen bütün unsurları içinde taşır: ne haz kendi başına kötüdür, ne dünyevi fayda, ne vicdan ve akıl kendi başına değersizdir,ne de bir şeyi sırf hayr olduğu için yapmak reddedilmiştir. Aksine bunların hepsi belirli bir ölçü içerisinde muhafaza edilerek, insani varoluşun devamı sağlanmıştır.



[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]





Bu hizmet [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ailesine mahsustur.alıntı yapılması halinde kaynak verilmesi zorunludur.






Alıntı ile Cevapla