Tekil Mesaj gösterimi
Alt 15 Eylül 2008, 23:08   Mesaj No:8

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:114
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri

47- Ey İsrailoğulları, size bağışladığım nimetleri ve sizi diğer canlı-cansız varlıklara üstün kıldığımı hatırlayın.


48- Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse başkasının yerine bir şey ödeyemez, hiç kimseden aracılık kabul edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz ve hiç kimse başkalarından yardım görmez.


İsrailoğulları'nın, canlı-cansız diğer bütün varlıklardan üstün tutuluşu, onların yeryüzü halifeliğine seçildikleri ve bu görevi yürüttükleri süre ile sınırlıdır. Yüce Allah'ın emirlerini çiğnedikleri, peygamberlerine karşı geldikleri, Allah'ın kendilerine bağışlamış olduğu nimetlere karşı nankörlük ettikleri, sorumluluklarına ve taahhütlerine bağlı kalmadıkları andan itibaren ise yüce Allah onlar hakkında lânet, gazap, alçalma ve perişanlıktan ibaret olan hükmünü ilân etti; kendilerini dünyanın çeşitli yerlerine dağılma cezasına çarptırdı; onlar hakkındaki tehditlerini gerçekleştirdi.


Bu ayetlerde, kendilerinin vaktiyle canlı-cansız diğer bütün varlıklardan üstün tutulmaları yahudilere şunun için hatırlatılıyor: Bu vesile ile onlara yüce Allah'ın bir zamanlar kendilerine bağışlamış olduğu nimetler ve ilâhî taahhüt hatırlatılmış ve İslâm daveti ile ellerine geçen yeni fırsattan yararlanmaları özendirilmiş oluyor. Bunun sonucu olarak bir yandan atalarına bağışlanan üstünlük konumuna karşı teşekkür ve öbür yandan müminlerin elde edecekleri üstünlük konumuna karşı özlem duyma nişanesi olarak yeniden iman kervanına ve Allah'a karşı girdikleri taahhütlere dönmeleri bekleniyor.


Bir yandan üstünlük konumuna vé yüce Allah'ın diğer nimetlerine özendirilirken, diğer yandan aşağıda tanımlanan Kıyamet gününün korkunç yönleri konusunda uyarılıyorlar.


"O gün hiç kimse başkasının yerine birşey ödeyemez:."


Sorumluluk ferdidir, hesaplaşma kişiseldir, herkes kendinden sorumludur, hiç kimse başkasını kurtaramaz. Bu, çok önemli bir İslâmî ilkedir... İnsan iradesi ile iyiyi kötüden ayırdetme yeteneğine dayanan ve yüce Allah'ın mutlak adaletini içeren ferdi sorumluluk ilkesidir bu.. Bu ilke bir yandan insanı onurlu konumunun bilincine erdirir, öte yandan da insanın vicdanını sürekli biçimde uyanık tutar. Ki, insan eğitiminde, ruh terbiyesinde bu faktörlerin her ikisi de son derece önemli rol oynarlar. Ferdi sorumluluk ilkesi, bu pratik yararından ziyade, İslâm'ın yüce değerleriyle bütünleştiğinde insanı diğer canlılardan üstün kılan en önemli insani değerdir. Şimdi de ayetin devamını okuyalım:


"(O gün) Hiç kimseden aracılık kabul edilmez, hiç kimseden fidye alınmaz."


Yani o gün iman ve iyi amelle birlikte Allah'ın huzuruna gelmeyenlere hiç kimsenin aracılığı yarar getirmeyeceği gibi, küfür ve günahların cezasını kaldırmak üzere hiç kimseden fidye de alınmaz... Ve ayetin son kısmı:


"(O gün) hiç kimse başkalarından yardım görmez."


Yani o gün insanları Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir yardımcı bulunamaz. Burada başkasının yerine hiçbir ödeme yapamayacak, aracılığı kabul edilmeyecek ve fidye önerisine red karşılığı verilecek olan bütün insanlar birarada düşünüldüğü için çoğul sığası kullanıldı. Ayrıca genellik anlamı versin diye, ayetin ilk üç cümleciğinde kullanılan ikinci şahıslı ifade biçiminden üçüncü şahıslı ifade biçimine geçiliyor. Buna göre bu ilke; ayete muhatap olan ve olmayan tüm insanlar için geçerli, genel bir ilkedir.


Yukarda okuduğumuz ayetlerin devamında yüce Allah, yahudilere bağışladığı çeşitli nimetleri, onların bu nimetleri nasıl karşıladıklarını, nasıl inkârcılığa ve kâfirliğe yönelerek yoldan çıktıklarını anlatıyor. Sözkonusu nimetlerin başında, onların Firavun'un adamlarından ve Firavun tarafından kendilerine uygulanan acı işkenceden kurtarılmaları olayı gelir:



49- Hani oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı (dul) bırakmak suretiyle size çok ağır bir işkence çektiren Firavun hanedanından sizleri kurtarmıştık. Bu, sizin için Rabbinizden gelen çok büyük bir imtihandı.


50- Hani önünüze çıkan denizi yararak sizi (boğulmaktan) kurtarmış ve gözleriniz önünde Firavun ailesini boğmuştuk.


Bu ayetler, bir zamanlar içine düştükleri sıkıntılı günlerin tablosunu hayallerinde canlandırıyor, aynı soydan gelmiş olmaları hasebiyle atalarının çekmiş oldukları acıları tekrar gözlerinin önüne getiriyor ve arkasından da kurtarılışlarının manzarasını karşılarına dikiyor.


Allah (c.c) onlara: "Hani sizi sürekli işkence ve baskı altında inleten Firavun hanedanının elinden kurtarışımızı hatırlayın" diye sesleniyor. Bu ifadede, işkence ve baskı, sanki onlara sürekli yedirilen bir yemek, bir besin kaynağı gibidir. Arkasından, onlara çektirilen baskı ve işkencelere çarpıcı bazı örnekler veriliyor. Bu örneklerin başında, yahudilerin daha zayıf düşüp efendilerine bağımlılıkları artsın diye erkeklerinin boğazlanıp kadınlarının dul bırakılmaları vahşeti geliyordu.


Kurtuluş tablosu gözlerinin önünde canlandırılmadan önce, uğratılmış oldukları o işkence ve baskıların, Rabbleri tarafından belirlenmiş bir imtihan vesilesi olduğu vurgulanıyor. Böylece, gerek onların ve gerekse şiddete maruz bırakılan herkesin kafasına yerleştirilmek isteniyor ki, kulların sıkıntılı olaylarla karşılaşmaları; imtihan, deneme, fitne ve acıların içinden geçerek pişme amacına dönüktür. Bu gerçeğin bilincine varanlar; çektikleri sıkıntılardan fayda sağlarlar, başlarına gelen belâlardan ibret alırlar ve uyanıklıkları oranında bunlardan kazançlı çıkarlar.


Eğer acı çeken kimse çektiği bu acının bir imtihan dönemi olduğunu kavrar ve bu imtihan dönemini başarı ile geride bırakırsa çektiği acı boşuna gitmemiş olur. İnsan, bu düşünceyi kafasında yaşatınca, çektiği acılara daha kolay katlanabilir. Ayrıca, bu acı tecrübeden dünya hesabına deneyim, bilgi, sabır ve dayanma gücü kazandığı gibi, Ahiret hesabına da, çektiği acının ecrini sırf Allah'tan beklemek, Allah'a yakarmak kurtuluşu O'ndan beklemek ve O'nun rahmetinden asla umut kesmemek gibi önemli kazançlarla çıkar. Böyle olduğu içindir ki, yüce Allah yukardaki işkence ve baskı tablosunun anlatımını, "Bu, sizin için Rabbinizden gelen çok önemli bir imtihandı" şeklinde düşündürücü bir yorum cümleciği ile noktalıyor.


Bu düşündürücü yorumun ve daha önceki işkence ve baskı manzaralarının arkasından, sıra kurtuluş tablosuna geliyor:


"Hani önünüze çıkan denizi yararak sizi (boğulmaktan) kurtarmış ve gözlerinizin önünde Firavun ailesini boğmuştuk."


Bu kıssa, Bakara suresinden daha önce Mekke döneminde inen bazı surelerde ayrıntılı biçimde anlatılmıştı. Müslümanlar bu konuda gerek daha önce inen surelerle gerekse birlikte yaşadıkları Medine yahudilerinin elinde bulunan dinî kitap ve kıssalardan yeterince bilgi sahibi oldukları için burada bu kıssa sadece hatırlatılmakla yetiniliyor. Bu hatırlatma da tablo çizme üslubu ile gerçekleştiriliyor. Maksat, yahudilerin bu tabloyu yeniden kafalarında canlandırmaları ve bu canlı imajdan etkilenmeleridir. Bu tabloda yahudiler, denizin önlerinde ikiye ayrılışını ve Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) liderliğinde atalarının kurtuluşunu kendi gözleri ile görür gibi, hatta bu olayı bizzat yaşar gibi oluyorlar. Kur'an-ı Kerim'in burada karşımıza çıkan "gözler önüne serme" özelliği, sırf bu büyük kitaba özgü ifade tarzının şaşırtıcı bir örneğidir.


Yukardaki ayetlerin devamında, yahudilerin Mısır'dan kurtarılarak ayrılmalarından sonraki maceralardan bize şu kesit sunulmaktadır:



51- Hani Musa ile kırk geceliğine sözleşmiştik de siz onun arkasından buzağıyı ilâh edinerek zalimlerden olmuştunuz.


52- Sonra bu (suçunuz)un ardından belki şükredersiniz diye sizi affettik.


53- Hani doğru yola gelesiniz diye Musa'ya Kitab'ı ve Furkan'ı verdik.


54- Hani Musa, kavmine dedi ki: "Ey kavmim, sizler buzağıyı ilâh edinmekle kendinize zulmettiniz. Gelin, yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Yaratıcınız katında bu sizin için hayırlıdır': Allah da tevbenizi kabul etti. Hiç şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir ve merhametlidir.


Hz. Musa'nın Rabbi ile buluşmak üzere Tur dağına çıktığı sırada O'nun yokluğunu fırsat bilerek, yahudilerin tapınmak üzere bir buzağı yapıp ilah edinmeleri hikâyesi, Mekke'de bu sureden daha önce inen Taha suresinde ayrıntılı biçimde anlatılır. Yüce Allah burada bu olayı kendilerine sadece hatırlatmakla yetiniyor. Çünkü onlar olayı biliyorlar. Yüce Allah onlara, kendilerini Firavun hanedanının ağır baskı ve işkencelerinden Allah adına kurtarmış olan peygamberleri Hz. Musa yanlarından ayrılır ayrılmaz buzağıya tapacak kadar alçaldıklarını hatırlatıyor ve bu tapınma olayındaki tutumlarının niteliğini, "sizler zalimlerden oldunuz" hükmü ile ortaya koyuyor. Gerçekten de, buzağıya tapan insanların zulmü altında inlerken Allah'ın kendilerine gönderdiği bir peygamber sayesinde kurtulan, fakat kendilerini zulümden kurtaran o peygamber yanlarından ayrılır ayrılmaz, daha önce kendilerini ezen grubun ilahı olan buzağıyı ilah edinenden daha zalim kim olabilir.


Buna rağmen Rabbleri bu ağır suçlarını bağışladı ve bu sapıklığın arkasından doğru yola koyulsunlar diye, peygamberlerine hakk ile batılı birbirinden ayırıcı olan Tevrat'ı verdi.


Fakat bu kararmış kalpleri arındırmak, eski temizliklerine yeniden döndürmek kaçınılmazdı. Bu sefil ve perişan karakteri ancak hem özü ve hem de uygulanışı bakımından son derece sert ve ağır bir kefaret düzeltebilir.


"Hani Musa kavmine dedi ki; "Ey kavmim, sizler buzağıyı ilâh edinmekle kendinize zulmettiniz. Gelin, yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Yaratıcınız katında bu sizin için hayırlıdır."


"Nefislerinizi öldürün". Yani içinizdeki itaatkârlar, asileri öldürsün. Bunu yapan, hem asiyi ve hem de kendini arındırmış olur. Bu ağır kefaret ile ilgili rivayetler, olayı böyle anlatır. Gerçekten ağır ve uygulaması son derece zor bir yükümlülük. Kardeşin kardeşi öldürmesi... İnsanın gönüllü olarak kendi kendini öldürmesi gibi birşey. Fakat bu kefaret biçimi her türlü kötülüğe balıklama dalan, hiçbir yasaktan kaçınmayan sözkonusu sefil ve perişan karakter için gerekli bir uslandırma, yola getirme metodu oluyor. Eğer onlar yasaktan kaçınsalardı, peygamberleri gözlerden kaybolunca buzağıya tapmazlardı. Madem ki, sözle kötülükten el çekmiyorlardı, zor kullanılarak kötülükten alıkonsunlar, uslanmalarını sağlayarak bu yolla kendilerine yararlı olacak sözkonusu ağır fidyeyi ödesinlerdi.


İşte o anda, yani isyanlarından arınmalarından sonra, yüce Allah'ın rahmeti kendilerine yetişiyor:


"Allah da tevbenizi kabul etti. Hiç kuşkusuz O, tevbeleri kabul edendir ve merhametlidir."


Fakat yahudi aynı yahudidir. Katı kalpliliği, maddeci zihniyeti ve gayb sızmalarına kapalı his dünyası bakımından her dönemin yahudisi aynıdır. İşte şimdi de bu yahudi yüce Allah'ı açıkça görmek istediğini söylüyor.


Bu isteği ileri sürenler onlar arasından seçilmiş yetmiş kişidir. Hz. Musa (selâm üzerine olsun) onları Rabbi ile sözleşme yapmak üzere yanında götürmek için seçmişti ki, bu kıssa daha önceki Mekkî surelerde ayrıntılı biçimde anlatılmıştı. Bunlar yüce Allah'ı açıkça görmedikçe Hz. Musa'ya iman etmeyi reddediyorlardı. Kur'an-ı Kerim, yahudilere, vaktiyle atalarının yaptığı o küstahlığı, o nankörlüğü hatırlatırken, peygamberimizden olağanüstülükler göstermesini istemek ve müminleri de bu tür isteklerde bulunmaya kışkırtmakla o eski küstahlığa benzer bir küstahlığa düştüklerini ortaya koymayı amaçlıyor:



55- Hani "Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana kesinlikle iman etmeyiz" dediniz de hemen arkasından bakıp dururken sizi yıldırım çarptı


56- Sonra şükredesiniz diye sizi öldükten sonra yeniden dirilttik.


57 Üstünüze buluttan gölgelik çektik, size kudret helvası ile bıldırcın kuşu indirerek, "Bağışladığımız helâl yiyeceklerden istediğinizi yiyin" dedik. Ama onlar bize değil, kendilerine zulmediyorlardı.


Onlar sadece duyularıyla algıladıkları şeylere inanırlar. Bunun dışındaki gerçeklerle karşılaştıklarında yapacakları şey kaba bir inat, küstahlık ve bozgunculuktur.


Birçok olağanüstülükler ilâhi nimetler, af ve bağışlama... Bütün bunlar, sadece duyu organlarının algıladıklarına inanan, buna rağmen tartışma ve mızıkçılığı hiç elden bırakmayan ve ancak azaba ve musibete çarpılınca gerçeğe boyun eğen bu katı tabiatı değiştiremiyor. Bu durum, Firavun'un baskıcı yönetimi altında uğradıkları yozlaşmanın, yahudilerin fıtri yapılarını derinden bozduğunu, yıkıma uğrattığını düşündürüyor. Uzun süreli bir baskının, bir zorbalığın insanda meydana getirdiği yozlaşmadan daha büyük bir bozulma, daha büyük bir yıkım düşünülemez. Böyle bir yozlaşma insan vicdanında yeşeren bütün erdemleri mahveder, bu erdemlerin dayanaklarını yıkarak yerlerine bildiğimiz kölelik ruhunun tohumlarını eker. Kölelik ruhunun tipik özelliği: Cellât kamçısı altında boyun eğmek, sırtından kamçı kalkar-kalkmaz başkaldırmak, biraz nimet ve güç bulunca anında şımarmaktır. .İşte yahudi vaktiyle böyleydi; o her zaman böyledir; böyle olmaya da mahkumdur.


Ve böyle oldukları için küstahça davranıyorlar, işi inada döküyorlar...


"Hani "Ey Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana kesinlikle iman etmeyiz" dediniz:'


Yüce Allah -c.c- da onları, sözünü ettiğimiz sözleşme münasebeti ile dağın üzerinde bulundukları sırada bu küstahlıklarının hakkettiği cezaya çarptırmıştı:


"Hemen arkasından bakıp dururken sizi yıldırım çarpıverdi:"'


Fakat yüce Allah'ın rahmeti bir kere daha kendilerine yetişiyor ve olup bitenlerden ibret alıp Allah'a şükretsinler diye yeniden hayata kavuşturuluyorlar. Yüce Allah burada bu nimete nasıl karşılık vermeleri gerektiğini hatırlatıyor:


"Arkasından şükredesiniz diye sizi öldükten sonra yeniden dirilttik."


Allah (c.c) onları kupkuru çölde nasıl koruduğunu da hatırlatıyor. Orada onlara hiçbir emek vermelerine ve hiçbir çaba harcamalarına gerek bırakmaksızın tatlı yiyecekler bağışlamış ve lütufkâr tedbiri ile kendilerini çölün kavurucu ikliminden ve güneşin yakıcı sıcağından korumuştu:


Üstünüze buluttan gölgelik çektik, size kudret helvası ile bıldırcın kuşu indirerek, "bağışladığımız helâl yiyeceklerden istediğinizi yiyin" dedik. Ama onlar bize değil, kendilerine zulmediyorlardı."


Rivayetlere göre yüce Allah onları çölün kavurucu sıcağından koruyan gölgelik bulutlar göndermişti. Yağmurdan ve buluttan yoksun çöl; ateş fışkırtan ve yalaz saçan bir cehennemdir. Fakat yağmur ve bulut sayesinde vücutlara ve ruhlara ferahlık bağışlayan huzurlu ve elverişli bir hayat ortamına dönüşür. Yine rivayetlerin bildirdiğine göre yüce Allah onlara bu çöl ortasında ağaçların üzerinde bulabildikleri, bal gibi tatlı "kudret helvası" ile kolayca yakalayabildikleri bol miktarda "bıldırcın kuşu" bağışlamış, böylece hem uygun yiyeceklere ve hem de huzurlu bir yaşam ortamına kavuşmuşlar, sözünü ettiğimiz bu yiyecekler de kendilerine helâl kılınmıştı.


Acaba onlar bütün bu nimetler karşısında Allah'a şükredip doğru yola geldiler mi? Ne yazık ki hayır!.. Ayetin son cümleciği onların nankörce davrandıklarını ve hakkı inkâr ettiklerini belirtiyor. Sonunda bu nankörlüklerinin akıbeti kendi aleyhlerine tecelli ediyor ve onlar sadece kendilerine zulmetmiş oluyorlar.


"Ama onlar bize değil, kendilerine zulmediyorlardı."


Bu ayetlerin devamında yahudilerin çeşitli sapıklıkları, isyanları ve inkârcılıkları yüzlerine vurulmaya devam ediliyor:



58- Hani "Şu kasabaya girin ve orada ne isterseniz bol bol yiyin, fakat kapıdan girerken secde ederek `bizi bağışla' deyin ki, günahlarınızı af fedelim. İyilik edenlere daha fazlasını vereceğiz" dedik.


59- Fakat zalimler o sözü kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler. Biz de yaptıkları bu kötülükten dolayı o zalimlere gökten ağıt' bir azap indirdik.


Bazı rivayetlere göre burada sözü edilen kasaba "Kudüs"tür. Yüce Allah yahudilere Mısır'dan çıktıktan sonra oraya girmelerini ve o güne kadar orada oturan Amalikler'i kasabadan çıkarmalarını emretmişti. Fakat yahudiler, yüce Allah'ın bu emrine uymayarak şöyle demişlerdi:


"Ya Musa, orada zorba bir millet yaşıyor. Onlar çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz.". (Maide Suresi, 22)


Yine yahudiler, bu kasaba ile ilgili olarak peygamberleri Hz. Musa'ya şöyle demişlerdi:


"Onlar orada oldukları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada kalacağız." (Maide Suresi, 24)


Bunun üzerine yüce Allah yahudileri kırk yıl boyunca çölde perişan bir halde dolaşmaya mahkûm etti. Bu dönemin sonunda yetişen yeni kuşak Nuh oğlu Yuşa peygamberin liderliği altında bu kasabayı fethederek içeri girdiler. Fakat kasaba kapısından içeri girerlerken Allah saygısının ve alçakgönüllülüğün belirtisi olsun diye secdeye kapanarak ve "günahlarımızı bağışla, affet bizi" anlamına gelen "Hıddatan" diyerek içeri girmeleri gerekirken, kendilerine emredilenden başka bir tarzda kapıdan girmişler ve girerken yüce Allah'ın kendilerine emrettiğinin dışında bir söz söylemişlerdi.


Ayetlerin devamında tarihlerinin bu olayı yahudilerin gözleri önüne seriliyor. Gerçi bu olay, burada sözü edilen Hz. Musa -selâm üzerine olsun- döneminden sonra meydana gelmişti. Ama burada onların tarihi bir bütün olarak kabul ediliyor; bu tarihin en eski döneminden günümüze kadar süren yahudi tarihi aynı gözle değerlendiriliyor. Bu tarihin tümü muhalefetlerle, başkaldırmalarla, isyanlarla ve sapıklıklarla doludur.


Bu olay hangi zaman diliminde meydana gelmiş olursa olsun, Kur'an-ı Kerim, yahudilere bildikleri bir mesele vesilesi ile sesleniyor, onlara aşinası oldukları bir olayı hatırlatıyor. Bu olayda yahudiler yüce Allah'ın yardımı ile belirli bir kasabaya girerler. Yüce Allah onlara bu kasabanın kapısından alçakgönüllü ve saygılı bir şekilde geçmelerini, günahlarının affedilmesi için O'na dua etmelerini emretmiş ve böyle davrandıkları takdirde günahlarını bağışlayacağını, aralarındaki iyilere bunun ötesinde nimetler ve imtiyazlar bağışlayacağını vazetmişti. Fakat onlar, alışılagelmiş. yahudi geleneği uyarınca bütün bu emirleri çiğnemişler, tersine çevirmişlerdir.


"Fakat zalimler o sözü kendilerine söylenenden başka bir sözle değiştirdiler."


Ayet-i kerimede "zalimler"den sözediliyor. Burada özellikle bu kelimenin seçilmesinin nedeni, ya emredilen sözü değiştirenlerin, direktiflere uymayanların bu kişiler olmaları veya eğer bu emirlere uymama suçunu hep birlikte işlemişlerse "zalim"lik sıfatını topluca hak etmelerinden dolayıdır.


"Biz de işledikleri bu kötülükten dolayı o zalimlere gökten ağır bir azap indirdik."


İşte bu olay yahudilerin çok sayıdaki benzer marifetlerinden biridir! Yüce Allah yahudilere uçsuz-bucaksız çöl ortasında yiyecek ve yakıcı sıcak altında buluttan gölgelikler sunduğu gibi, Peygamberi Hz. Musa'nın (selâm üzerine olsun) eliyle gerçekleştirdiği çok sayıdaki olağanüstülüklerden biri ile onlara bol miktarda su da bağışlamıştı. Kur'an-ı Kerim, burada, yahudilere, bu nimet ve imtiyaza karşı nasıl bir tutum takınmış olduklarını hatırlatarak şöyle buyuruyor:



60- Hani Musa kavmi için su istedi de kendisine, "Elindeki değneği şu taşa vur" dedik. Bunun üzerine o taştan oniki tane pınar fışkırıvermişti. Her grubun hangi pınardan su içeceği belirlenmişti. "Allah'ın size bağışladığı rızıklardan yiyin, için ve yeryüzünde kargaşalık çıkararak azıtmayın" dedik.


Hz. Musa kavmi için su istemişti. İsteğini kabul eden yüce Allah kendisine, asasını belirli bir taşa vurmasını emretti. Asasını taşa vurunca taştan yahudi kabilelerinin sayısınca oniki tane pınar fışkırdı. Yahudiler, Hz. Yakub'a nisbetle İsrailoğulları diye anılır ve Hz. Yakub'un -oniki oğluna bağlı olarak- on iki kola ayrılırlar. "Esbat" diye bilinen ve Kur'an'da sık sık adı geçenler sözünü ettiğimiz kabile reisleridir. Yahudiler o dönemde kabile düzeni içinde yaşıyorlar ve her kabile kendi reislerinin ismiyle anılıyordu.


İşte bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, "Her grubun hangi pınardan su içeceği belirlenmişti" buyuruyor. Yani her kabile bu oniki pınar içinde kendisine ayrılan pınarı daha önceden biliyordu. Yüce Allah İsrailoğullarına çeşitli nimetler bağışladığını buna karşın onların da yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmamaları gerektiğini vurguladığı ayeti kerimede şöyle buyuruyor:


"Allah'ın size bağışlamış olduğu rızıklardan yiyin, için ve yeryüzünde kargaşa çıkararak azıtmayın."


Yahudiler kupkuru ve kayalık bir çölün ortasına düşmüşlerdi. Tepelerindeki gökyüzü yalaz ve ateş yağdırıyordu. Bir süre sonra yüce Allah bu yanık kayaları su kaynağına dönüştürdü ve meteorlar yağdıran gökyüzünden de kendilerine kudret helvası ile bıldırcın kuşları indirdi. Fakat buna rağmen yahudinin kokuşmuş karakteri ve aşağılık tiyneti, bu milletin, uğruna Mısır'dan çıkarılarak çöle salındığı yüce amacın düzeyine yükselmesine engel oluyordu.


Yüce Allah yahudileri alçaklık ve horlanmaktan kurtararak kutsal toprakların mirasçısı yapmak ve kendilerini perişanlıktan ve yok olmaktan kurtarmak için Hz. Musa'nın kontrolünde Mısır'dan çıkarmıştı. Hiç kuşkusuz özgürlüğün bir bedeli, onurluluğun birtakım yükümlülükleri ve ellerine verilen ilâhî emenatin bir fidyesi vardı. Fakat onlar ne bu bedeli ödemek ne bu yükümlülükleri omuzlamak ve ne de bu fidyeyi vermek istiyorlardı.


Hatta onlar alışmış oldukları eski basit hayat tarzlarını bırakmaya, geleneksel yiyecek ve içeceklerini değiştirmeye, özgürlük, şeref ve onurluluk yolunda hayatlarına yeni bir düzen vermeye bile razı değillerdi. Halâ Mısır'dayken yedikleri yiyecekleri istiyorlar; oradaki geleneksel yiyecekleri olan mercimeği, kabağı, sarımsağı ve soğanı özlüyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim, Medine'de klâsik iddialarını ileri süren yahudilere bu eski olayı, bu çirkin marifetlerini hatırlatarak şöyle buyuruyor:



61- Hani dediniz ki; "Ya Musa, biz tek çeşit yemeğe artık dayanamayacağız " Rabbine dua et de yerin bitirdiği sebze kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın': Musa da size "Hayırlıyı daha değersizi ile mi değiştirmek istiyorsunuz. Öyleyse bir şehre ininiz, orada ne isterseniz var" dedi.


Bunlara alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar. Öyle oldu; Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar ve peygamberleri haksız yere öldürüyorlardı. İsyana daldıkları, sınırı aştıkları için bu cezaya çarpıldılar.


Hz. Musa, yahudilerin bu isteğini tuhaf karşılayarak şöyle demişti:.


"Hayırlı olanı daha değersizi ile mi değiştirmek istiyorsunuz?"


Yani, yüce Allah sizin için üstün olanı murad ettiği halde siz daha değersiz olanı mı istiyorsunuz? Hz. Musa devam ediyor:


"Öyleyse şehre inin, orada istediğiniz var."


Ayetin bu kısmı iki türlü yorumlanabilir. Ya "Sizin istediğiniz şey basit ve önemsizdir. Onun için dua etmeye değmez. Bunlar herhangi bir kasabada ya da şehirde bol bol bulunabilir. O halde herhangi bir şehre ya da kasabaya inin, bu istediklerinizi orada bulursunuz," demektir. Ya da "Alışageldiğiniz basit, alçak ve haysiyetten yoksun eski hayatınıza dönün. O hayat düzeni içinde mercimek, sarımsak, soğan, kabak ve benzeri sebzeler bulursunuz. Allah'ın sizi temsilci olarak seçtiği yüce davaları bırakın" demektir ki, bu takdirde Hz. Musa yahudileri azarlamış ve kınamış oluyor.


Ben, bazı tefsir bilginleri tarafından uzak bir ihtimal sayılan bu ikinci yorumu tercih ediyorum. Bu tercihimin sebebi, bu ayetin devamında şöyle buyurulmuş olmasıdır:


"Bunlara alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar."


Çünkü yahudilerin alçaklık ve yoksullukla damgalanmaları ve Allah'ın -c.c. gazabına çarpılmaları, tarihlerinin bu döneminde değil, ayetin şimdi okuyacağımız son bölümünde sözü edilen olaylar meydana geldikten sonra gerçekleşmişti.


"Öyle oldu, çünkü onlar Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar ve peygamberlerini haksız yere öldürüyorlardı. İsyana daldıkları, sınırı aştıkları için bu cezaya çarpıldılar."


Yahudiler burada anlatılan duruma Hz. Musa döneminden birkaç kuşak sonra düştüler. Buna rağmen ayetin bir önceki bölümünde zamanından önce olarak "alçaklık ve yoksulluk damgası ile ilâhı gazaba çarpılmak"tan sözedilmesi mercimek, sarımsak, soğan, kabak gibi sebzeler istemekle sergilemiş oldukları tutuma böyle bir hatırlatmanın uygun düşmesidir. Buna göre Hz. Musa'nın "Şehre inin" şeklindeki sözünün kendilerine Mısır'daki kölelik hayatlarını ve bu hayattan kurtuluşlarını, sonra da bu kölelik ve horlanma diyarında yemeye alıştıkları şeyleri canlarının çekmesinin basitliğini hatırlatıcı bir işlev taşımakta ve bu işleve pek uygun bir ifade olmaktadır.


Yahudilerin tarihinde rastlanan vicdansızlıkların, kalpsizliklerin, nankörlüklerin, saldırganlıkların, acımasızlıkların ve doğru yol rehberlerine dönük düşmanlıkların bir benzerine hiçbir milletin tarihinde rastlanmaz. Bunlar çok sayıda peygamberlerini ya öldürmüşler, ya boğazlamışlar ya da testere ile biçmişlerdir. Bunlar ihlâslı hakikat rehberlerine karşı işlenmiş en çirkin cinayetlerdir. Yahudiler küfrün en çirkinini yapmışlar, en kahpece saldırıları gerçekleştirmişler ve en iğrenç isyanlar işlemişlerdir. Bütün bu alanlarda onlar, başka bir benzeri olmayan alçaklıkların failleri olarak karşımıza çıkarlar.


Bütün bunlara rağmen her dönemde şaşırtıcı ve değişmez iddialarla ortaya çıktıkları görülür. Tarihin her döneminde sırf kendilerinin doğru yolda olduklarını, sadece kendilerinin Allah'ın seçkin halkı olduğunu, sırf kendilerinin Allah katında ödüllendirileceklerini, yüce Allah'ın faziletinin ortaksız olarak sadece kendilerine özgü bir imtiyaz olduğunu ısrarla ileri süregelmişlerdir.


Kur'an-ı Kerim, burada yahudilerin bu klişeleşmiş iddialarını yalanlamakta ve genel kurallarından birini belirlemektedir. Zaten Kur'an-ı Kerim'de anlatılan kıssaların ya girişinde, ya ortasında ya da bitiminde böyle sık sık genel bir kuralın ifade edildiği görülür. Bu genel kural, insanın yüce Allah'a -c.c- teslim oluşunu ve salih ameller işlemeye kaynaklık edecek şekilde O'na iman etmeyi sağlayan bütün inanç sistemlerinin özde bir oldukları ilkesidir. Bu ilkeye göre, yüce Allah'ın fazileti hiçbir dar görüşlü taassubun sınırları arasında hapsedilemez, o bütün zamanlarda ve dönemlerde yaşayan müminlerin ortak imtiyazıdır. Her mümin topluluk kendi dinine bağlı kalmanın sonucu olarak bu ilâhi imtiyazdan pay alır. Bu kural, bir sonraki peygamberlik döneminin başlangıç tarihine kadar geçerlidir. Yeni bir peygamberlik dönemi başlayınca bütün inanmışların bu peygambere bağlanmaları gerekir.



62- Müminler ile yahudi, hıristiyan ve sabiilerden Allah â ve Ahiret gününe inanıp iyi ameller işleyenler, hiç şüphesiz, Rabbleri katında mükâfatlarını alacaklardır; onlar için korku yoktur; onlar artık hiç üzülmeyeceklerdir.


Burada "müminler"den maksat müslümanlardır. Arapça'daki "ellezine hâdû"dan maksat, "Allah'a dönenler" ya da "Yehuda'nın evlatları" olduklarına inanan yahudilerdir. "Nasara"dan maksat, Hz. İsa'nın yolundan giden hıristiyanlardır. "Sabiiler"den maksat ise en geçerli görüşe göre müşrik Araplardan kopmuş bir zümredir. Bunlar milletlerinin izlediği puta tapıcılık geleneğinin doğruluğundan kuşku duyarak ruhlarını tatmin edecek başka bir inanç sistemi aramış ve bu arayışları sonucunda Tevhid inancını benimsemiş Araplardır. Bazı açıklamalara göre bu Araplar hiçbir ilâhî rehberin çağrısına muhatap olmaksızın ırkdaşlarının tapınma geleneklerini bir yana bırakarak ilk Hanif dinine, yani Hz. İbrahim'in şeriatine göre ibadet etmeye yönelmişlerdi. Bundan dolayı müşrikler onlara "sapıklar" yani atalarının dininden ayrılanlar demişlerdi. Daha sonra müslümanlar da onlar tarafından bu ünvanla anılacaktır. İşte bu yüzden Arapların bu zümresine "sabiiler" adı verilmiştir. Bu görüş, bazı tefsir bilginleri tarafından, bunların yıldızlara tapan kişiler olduğu savunulan görüşten daha geçerlidir.


Okumuş olduğumuz bu ayet bize şunu anlatıyor: Sözü geçen bu zümreler içinde Allah'a ve Ahiret gününe inanarak salih ameller işleyen herkes Allah katında hakkettiği mükâfata kavuşacaktır. Böyleleri için ne korku ve ne de hüzün ve keder kesinlikle sözkonusu olmayacaktır. Önemli olan inanç sisteminin özüdür; bu konuda hiçbir ırk ve millet taassubu geçerli değildir. Elbette ki bu kural, Peygamber efendimizin (salât ve selâm üzerine olsun) peygamberliği öncesi için geçerlidir. Yoksa Peygamberimizin gelişi ile iman mükemmel ve en son şeklini almıştır.


Yukardaki ayetlerin devamında, müslümanların işitmesi de hedeflenerek, Medine yahudilerine hitaben ataları İsrailoğulları'nın tutumu gözler önüne seriliyor:



63- Hani sizden kesin söz almış ve Tur dağını üstünüze çıkararak "size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırlayın ki, takva sahiplerinden olasınız" dedik.


64- Bunun arkasından verdiğiniz sözden döndünüz. Eğer Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve merhameti olmasaydı kesinlikle hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.


Daha başka surelerde ayrıntılı biçimde anlatılan bu sözleşme, incelemekte olduğumuz surenin ilerde karşımıza çıkacak ayetlerinde de kısmen ele alınıyor. Burada, yahudilerin başları üzerine kaldırılan taşın sembolize ettiği kuvvet imajı ile Allah'la ahidleştikten sonra sırt çevirmemeleri ve kararlılıkla sarılmaları 'istenen bu sözleşmeye yahudilerin bağlı kalabilme güçlüğünün hem psikolojik ve hem de ifade açısından uyumlu bir manzara şeklinde tablolaştırılması son derece önemlidir.
Alıntı ile Cevapla