Tekil Mesaj gösterimi
Alt 17 Eylül 2008, 20:24   Mesaj No:51

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:114
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Bakara Suresi Tefsiri

281- Allah`a döneceğiniz ve sonra hiç kimseye haksızlık edilmeksizin herkese kazancının eksiksiz olarak verileceği günden korkun.


Allah'a dönülüp herkesin kazancının eksiksiz verileceği gün, mümin kalpte etkisi ve mümin vicdanında sürekli korku salan bu manzara zor bir gündür. Bu günde yüce Allah'ın önünde durmak, insanın varlığını sarsacak bir duygudur.


Bu uyarı muamele atmosferine; alış-veriş... kazanç ve muhalefet havasına uygun düşmektedir. Çünkü bu, geçmişte olan herşeyin bütünüyle tasfiye edileceği ve geçmişte bulunanlar arasındaki şeyler hakkında son hükmün verileceği gündür. Mümin kalbin bu günden korkup sakınması en iyisidir.


Kuşkusuz takva, vicdanın derinliğinde gizlenen bir bekçidir. İslâm onu oraya yerleştirmektedir. Öyle ki kalp artık ondan kurtulamaz, çünkü O, bu derinliklerde yeretmiştir.


Bu son derece güçlü, yeryüzünün pratiğinde temsil edilen, cömert, yumuşak, Allah'ın beşeriyete rahmeti, insana ikramı, ancak beşeriyetin ondan kaçtığı, Allah'ın ve insanların düşmanı olanların engelledikleri düzen olan İslâm'dır.



282- Ey müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdiğiniz zaman bunu yazın. İçinizden biri bunu dürüst bir şekilde yazsın. Yazan kimse onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin. Bu hesabı yazıcıya borçlu taraf yazdırsın. Ama Rabbi olan Allah'tan korksun da bu hesabı yazdırırken hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu taraf aptal, zayıf ya da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini onun yerine dürüst bir şekilde velisi yapsın.


Bu işleminize erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutunuz, eğer iki erkek şahit bulunmaz ise karşılıklı olarak onayladığınız bir erkek i!e iki kadını şahit tutunuz, ta ki biri yanılınca öbürü ona hatırlatsın. Şahitler çağrıldıklarında gitmemezlik etmesinler.


Borç küçük olsun büyük olsun onu vadesini belirterek yazmaktan üşenmeyiniz.


Bu Allah katında en dürüstçe şahitlik için en sağlam ve sizi şüpheden uzak tutacak en kestirme yoldur.


Yalnız aranızda peşin b!r alış-veriş olursa bu işlemi yazıya geçirmemenizin sakıncası yoktur. Alış-veriş yaparken de şahit tutun. Ne yazana ne de şahide zarar verilmesin. Eğer bunlara zarar verirseniz kendi hesabınıza fasık olmuş, günaha girmiş olursunuz. Allah'tan korkun. O size nasıl hareket edeceğinizi gösteriyor. Allah herşeyi bilir.


283- Eğer yolculukta olur da işlemlerinizi yazacak birini bulamazsanız, karşılıklı olarak alınan rehinler yeterlidir. Eğer birbirinize güvenerek borç işlemi yapmış iseniz kendisine güvenilen kimse borcunu ödesin. Rabbi olan Allah'tan korksun. Sakın şahitliği saklamayın. Kim şahitliği saklı tutarsa onun kalbi günahkardır. Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir.


Borç, ticaret ve rehin'e özgü bu hükümler, sadaka ve faiz derslerinde geçen hükümlerin tamamlayıcısı konumundadırlar. Geçen bölümde faizle muamele, faizle borç verme ve faizle alış-veriş hayattan uzaklaştırılmıştı. Burada ise faiz ve kâr olmaksızın güzel borçtan (Karz-ı Hasen) ve faizden arınmış peşin ticari işlemlerden sözedilmektedir.


İnsan; yasal düzenlemede hayret verici dikkat unsurunu öne çıkarıp hiçbir lafı diğerinin yerine geçirmemesi, hiçbir maddeyi olması gerekenin öncesine almadığı gibi sonraya da bırakmaması, yasal düzenlemelerde gösterilen bu kesin dikkatin, ifadenin güzelliğini ve parlaklığını bozmayacak şekilde olması, hükmün kanuni yönünü ihlal etmeksizin şeriatı dini duygulara latif nüfuzlu, derin ilhamlı ve güçlü etkisiyle bağlaması; anlaşan taraflar, şahitler ve yazanların konumuna ilişkin muhtemel etkenleri gözönünde bulundurması, bu etkenlerin tümünü bertaraf edip her ihtimal için ihtiyat payı bırakması ve yasal noktayı yeterince belirtmeden bir noktadan diğerine geçmemesi ve ancak aralarındaki bağa işaret edilmesi gereken yeni bir noktayla bağları ortaya çıkması durumunda aynı noktaya yeniden dönmesi bakımından Kur'an'ın yasal düzenlemelerde bulunurken kullandığı bu ifade tarzı karşısında hayret ve şaşkınlık içinde kalıyor.


Kuşkusuz buradaki şer'i hükümleri bildiren ayetlerin sıralanışındaki olağanüstülük, duygulandırıcı ve yönlendirici ayetlerin sıralanışındaki olağanüstülük kadar vardır. Hatta bunun daha açık ve daha güçlü olduğu söylenebilir. Çünkü buradaki hedef son derece incedir. Bir kelime bu inceliği değiştirebilir; bu yüzden bir kelimenin yerine başka bir kelime kullanma yönüne gidilmemiştir. Şayet bu vecizlik olmasaydı mutlak teşrii incelik ile mutlak edebi güzellik bu kadar eşsiz bir tarzda gerçekleşemezdi.


Çağdaş hukukçuların itiraf ettiği gibi bu, İslâm şeriatının, bu ilkeleriyle medeni ve ticari kanunu on asır geride bıraktığı bir üstünlüktür.


BORÇLAR YAZILMALIDIR


"Ey müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdi;iniz zaman bunu yazınız..."


Bu, yerleştirilmesi istenen genel bir ilkedir. Çünkü yazmak, ayetle farz kılınmış bir emir olup ayetin sonunda hikmeti açıklanacağı gibi belli bir süre için borç verme durumunda isteğe bırakılmış bir işlem değildir.


"..içinizden biri bunu dürüst bir şekilde yazsın..."


Bu da, borcun yazılma işlemini yürütecek bir kişinin belirlenmesi ile ilgilidir. O da, yazacak biridir, anlaşmaya taraf olanlardan biri değil. Anlaşmaya taraf olanların dışında üçüncü bir kişi gerektirmesi ihtiyat ve mutlak tarafsızlık içindir. Yazanın da iki taraftan birine meyletmeden, metinde eksiltme veya arttırmaya gitmeden dürüstçe yazması gerekmektedir.


"..Yazan kimse onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin..."


Burada yüce Allah'ın yazan kişiye yüklediği sorumluluk, yazmayı geciktirmemesi, çekinmemesi ve nefsine ağır gelmemesidir. Bu, yüce Allah'ın hüküm bildiren ayetle farz kıldığı bir emirdir, dolayısıyla bu konudaki hesapları Allah'a kalmıştır. Üstelik bu, nasıl yazması gerektiğini öğreten yüce Allah'ın nimetine şükretmektir... "...Yazsın..." Allah'ın kendisine öğrettiği gibi...


Burada yüce kanun koyucu, belli bir süre için verilen borçların yazılmasına ilişkin ilkenin yerleştirilmesini, yazma işlemini yürütecek kişinin belirlenmesini ve ona yazma sorumluluğunun yüklenmesini, Allah'ın, üzerindeki nimetini hatırlamasıyla ilgili latif teklif ve adaletli davranmasını ilham ettirmekle beraber, bitirdikten sonra yazma işinin nasıl olacağını açıklayan aşağıdaki maddeye geçiyor.


"...Bu hesabı yazıcıya borçlu taraf yazdırsın. Ama Rabbi olan Allah'tan korksun da bu hesabı yazdırırken hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu taraf aptal, zayıf ya da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini onun yerine dürüst bir şekilde velisi yapsın..."


Yazıcıya borcunun miktarını, şartını ve süresini söyleyecek ve yazdıracak, -yükümlülük altına giren- borçlunun kendisidir. Bunun sebebi, borç verenin dikte ettirmesi halinde borcun miktarını arttırmak, süreyi kısaltmak veya kendi yararına belli şartlar zikretmek suretiyle borçluyu aldatması endişesinin bertaraf edilmesidir. Borcu olan zayıf bir konumdadır. İhtiyacını gidermeye şiddetle muhtaç olduğundan itiraz etmeyebilir, dolayısıyla aldanabilir. Borçlu yazdıracak olsa, kendisinden istenen bağları güzel bir duyguyla yazdırır. Sonra kendisi yazdırınca, ilerde borcunu kabullenmesi için daha sağlam ve güvenilir bir yöntemdir. Aynı zamanda borcunu yazdıran borçlunun vicdanını harekete geçirip kararlaştırılan borçtan ve diğer şartlardan herhangi bir şeyi eksik yazdırmak hususunda Allah'tan korkmasını temin içindir bu emir. Şayet borçlu aptal ise, kendi işini idare etmesi doğru değildir. Ya da zayıf ise, -yani küçük veya akli seviyesi düşük ise- veyahut konuşma bozukluğu, bilgisizlik, dilde herhangi bir arıza, hissi ve akli bir sebepten dolayı yazdıramayacak olursa, işlerini üstlenen velisinin "...dürüstçe..." yazdırması gerekmektedir. Borç şahsına ait olmadığından veli konumunda olan kişinin az da olsa gevşek davranması mümkün olduğundan anlaşmanın sağlıklı yürümesi, güvencelerin herkesi kapsaması burada dürüstlüğün zikredilmesi dikkatli davranmak için gereklidir.


Bununla, bütün yönleriyle yazma işlemine ilişkin açıklamalar son bulmaktadır. Bundan sonra yüce kanun koyucu başka bir noktaya, şahitlik noktasına geçmektedir.


"...Bu işlemlerinize erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutunuz. Eğer iki erkek şahit bulunmaz ise karşılıklı olarak onayladığınız bir erkek ile iki kadını şahit tutunuz, ta ki biri yanılınca öbürü ona hatırlatsın..."


Sözleşmelerde "...onayladığınız şahitlerden..." iki şahidin olması kaçınılmazdır. Onaylamak iki anlama gelmektedir: Birincisi; şahitlerin toplum içinde adil ve sevilen kişilerden olması, ikincisi; sözleşmeye taraf olanların şahitliklerini onaylamasıdır... Ancak belli şartlarda iki şahidin bulunması pek kolay olmaz. Bu noktada şeriat, kolaylaştırma yönüne gitmekte ve kadınları şahitlik yapmaya çağırmaktadır. Ancak, dengeli müslüman toplumda geleneksel olarak bu tür işleri erkekler yaptıklarından, esas olarak onları şahitlik yapmaya çağırmaktadır. Çünkü müslüman toplumda kadınlar geçimlerini sağlamak için çalışmak zorunda değildirler. Böylece İslâm, kadının anneliğini, kadınlığını ve bugün içinde yaşadığımız bedbaht, sapık toplumdaki kadınlarda olduğu gibi, çalışmakla elde edeceği birkaç lokma, birkaç kuruşa karşılık insanlığın en değerli hazinesi ve gelecek neslin temsilcisi olan çocukları yetiştirme görevini korumuş olmaktadır. Şayet iki erkek bulunamazsa, bir erkekle, iki kadın bulunsun. Ancak niye iki kadın?.. Ayet-i kerime varsayımlar ileri sürmemize imkan bırakmıyor. Çünkü kanun koymada her hükmün sınırları belirlenmeli, açıklığa kavuşturulmalı ve nedenleri bildirilmelidir.


"...Biri yanılınca öbürü ona hatırlatsın..." Buradaki yanılma birçok nedenden kaynaklanabilir. Öncelikle kadının anlaşmalar konusundaki eksik bilgisin, den ve bütün inceliklerini ve şartlarını kavramamasından kaynaklanır. Bu yüzden gerektiğinde dikkatli bir şahitlikte bulunabilmesi için olay hakkında zihninde bir tür açıklık olmaz. Bu noktada konunun şartlarını diğeriyle birlikte hatırlamaya çalışırlar. Ayrıca kadının heyecanlı tabiatı da yanılmaya neden olabilir. Çünkü biyolojik, uzvi annelik görevi kadında zorunlu olarak ruhsal tepki meydana getirmiştir. Bu zorunluluk kadını, çocuğunun isteklerini düşünmeden ve gecikmeden, çabucak ve canlılıkla karşılık vermesi için duygusallık ve acelecilikle karşılık vermesini gerektirmektedir. Bu, Allah'ın kadına ve çocuğa olan bir lütfudur. Kadının bu tabiatı bölünemez. Çünkü kadın -şayet dengeli bir kadınsa bu tabiata sahip bir bütündür. Ayrıca bu tür işlemlerde anlaşmalara şahitlik yapmak, bütünüyle heyecandan arınmayı ve olaylar üzerinde etkilenmeden ve duygulanmadan durup düşünmeyi gerektirmektedir. Burada iki kadının bulunması -herhangi bir nedenden dolay yanılacak olursa- diğerin hatırlatması için bir garanti konumundadır. Böylece hatırlamaları ve olayı yalın bir şekilde aktarmaları sağlanmış olur.


Ayetin başında yüce Allah, yazmaktan kaçınmamaları için hitabı, yazanlara yönelttiği gibi burada da şahitlikten kaçınmamaları için şahitlere yöneltmektedir.


"... Şahitler çağrıldıklarında gitmemezlik etmesinler."


Buna göre şahitlik için çağrı yapıldığında karşılık vermek isteğe bağlı olmayıp farzdır. Çünkü şahitlik, adaletin yerine gelmesi ve hakkın gerçekleşmesi için bir araçtır. Ve bunu yüce Allah, şahitlerin zorlanmadan, çekinmeden, içtenlikle ve isteyerek şahitlik yapmaya gitmeleri için emretmektedir. Ayrıca şahitler, şahitlik teklifi anlaşmaya taraf olanların ikisinden ya da birinden gelse bile her ikisi veya biri hakkında eklemede bulunmamalıdırlar.


Burada şahitlik hakkındaki söz noktalanmakta ve yüce kanun koyucu başka bir hedefe, şer'i hükmün konmasındaki genel hedefe geçmektedir. Burada büyük olsun, küçük olsun- tüm borçların yazılmasının zorunluluğunu belirtmekte vé küçük borç yazılmaya değmez ya da iki arkadaş arasındaki hoş görünmek, utangaçlık, tembellik ve önemsememek gibi nedenlerden dolayı yazmak zorunlu değildir gibi nefse yazmanın ağırlığını hatırlatan duyguları tedavi etmektedir. Sonra yazmanın gerekliliğinin nedenini duygusal ve pratik nedenlerle güçlendirmektedir.


"...Borç küçük olsun, büyük olsun, onu vadesini belirterek yazmaktan üşenmeyiniz. Bu Allâh katında en dürüstçe, şahitlik için en sağlam ve sizi şüpheden uzak tutacak en kestirme yoldur."


Üşenmeyiniz... Bu, işin sorumluluğunun değerinden fazla olduğunu hisseden insan ruhunun tepkilerini kavramanın ifadesidir. "Bu, Allah katında en dürüstçe olanıdır..." Adalete en uygunu ve en iyisidir. Ayrıca bu, yüce Allah'ın bu davranışı sevip beğendiğini bilinçlere ilham ettirmektedir. "...Şahitlik için en sağlam... olanıdır"


Herhangi birşey hakkında yazılmış bir şahitlik yalnızca hafızaya dayanan sözlü şahitlikten daha sağlamdır. İki kişinin ya da bir erkek iki kadının şahitliği, bir şahitlikten daha sağlam ve bir erkek veya kadının şahitliğinden daha doğrudur. "...ve sizi şüpheden uzak tutacak en kestirme yoldur." Gerek anlaşmanın kapsadığı açıklamaların doğruluğu hakkında gerekse iş bağlanmadan bırakıldığında sizin ve sizden başkalarının nefsinde meydana gelebilecek şüphelerin yok edilmesine daha yakındır.


Böylece bu uygulamaların tümünün hikmeti ortaya çıkmakta ve iş yapanlar, bu hükmün zorunluluğu, hedeflerinin inceliği ve uygulamasının doğruluğu konusunda ikna olmaktadırlar. Çünkü bu doğruluk dikkat, güven ve huzurun ta kendisidir.


Belli bir süre için verilen borçlar konusunda uygulama böyledir. Peşin ticarete gelince buradaki satış yazılmaktan müstesnadır. Sözleşmenin zorlaştırdığı, çabucak tamamlanan ve kısa bir süre içinde yenilenen ticari işlemlerin kolaylaşması için bu tür işlemlerde şahitlerin şahitliği ile yetinilir. Çünkü İslâm, her şartı gözeterek hayatın her alanı için hükümler koyar. İslâm şeriatı, içinde karmaşıklık bulunmayan, pratik ve gerçekçi bir şeriattır. Onda hayatın kendi tabii yolunda seyrine devam etmesini engelleyecek hiçbir hükme rastlanmaz.


".. Yalnız aranızda peşin bir alış-veriş olursa bu işlemi yazıya geçirmemenizin sakıncası yoktur. Alış-veriş yaparken de şahit tutunuz."


Ayetten anlaşıldığına göre peşin ticarette yazmama, sakıncası bulunmayan bir ruhsattır. Ancak şahitlik zorunludur. Şahitliğin de mendup olup zorunlu olmadığına ilişkin bazı rivayetler olsa da tercih edileni budur.


Belli bir süre için verilen borç ve peşin ticarete ilişkin hükümler, her ikisinin de gerek zorunlu gerekse ruhsatlı olarak yâzma ve şahitlik şartlarında buluşturarak son bulmuştu. Şimdi ise daha önce görevleri belirlenen yazıcı ve şahitlerin hakları belirlenmektedir. Onlara yazmaktan veya şahitlikten kaçınmamaları zorunluluğu getirilmişti. Şimdi de genel sorumlulukların yerine getirilmesinde hak ve görev dengesinin içinde onların korunmasının zorunluluğu dile getirilmektedir.


"...Ne yazana ne şahide zarar verilmesin. Eğer bunlara zarar verirseniz kendi hesabınıza fasık olmuş, günaha girmiş olursunuz. Allah'tan korkun. O size nasıl hareket edeceğinizi öğretiyor. Allah herşeyi bilir."


Allah'ın farz kıldığı görevlerini yerine getirmeleri nedeniyle yazana veya şahide herhangi bir zarar gelmemelidir. Böyle bir şey sözkonusu olursa bu sizin hesabınıza Allah'ın şeriatından çıkmak ve onun yoluna karşı durmaktır. Bu da kaçınılmaz bir tedbirdir. Çünkü yazanlar ve şahitler çoğu zaman anlaşmaya taraf olanlardan birinin öfkesine maruz kalabilirler. O halde, kendilerine güvenmelerini, görev sorumluluğu içinde, zimmet, emanet, gayret ve her hâlükarda tarafsızlık içinde görevlerini yerine getirmelerini sağlamak için birtakım güvencelerden yararlandırmak gerekmektedir. Sonra -sorumluluğun yalnızca hükmün baskısı olmaktan çıkıp ruhların derinliklerinden gelmesi için Kur'an'ın her zaman sorumluluk yüklemek istediğinde vicdanları uyandırmak ve duyguları harekete geçirmek için yaptığı gibi- ayet-i kerime müminleri sonunda Allah'tan korkmaya davet etmekte, yüce Allah'ın onlara iyilik yaptığını, onlara, öğretip doğruluğa iletenin O'nun olduğunu hatırlatmakta ve bu nimetin hakkını, itaat, hoşnutluk ve boyun eğme ile ifa etmeleri için O'ndan korkmanın kalplerini bilgiye açtığını ve ruhlarını öğrenmeye hazırladığını bildirmektedir.


"Allah'tan korkun. O size nasıl hareket edeceğinizi öğretiyor. Allah herşeyi bilir."


Sonra yüce kanun koyucu aradaki genel hükmün içinde zikretmeyip özel şartlardan dolayı bir başka ayete bıraktığı borca ilişkin hükümlerin tamamlanmasına dönmektedir. Buna göre borç veren ve alan yolculuk yapıyorlarsa ve yazacak birini bulamıyorlarsa yüce kanun koyucu işlerin kolaylaşması için ödeme garantisiyle, borcun miktarını içeren birşeyin borç verene rehin bırakılmasıyla yazmaksızın sözlü anlaşmaya izin vermektedir.


"Eğer yolculukta olur da işlemlerinizi yazacak birini bulamazsanız, karşılık olarak alınan rehinler yeterlidir."


Burada yüce kanun koyucu, Allah korkusunun etkisiyle emanet ve söze riayet hususunda mümin vicdanları harekete geçirmektedir. İşte bu, tüm yasaların uygulanması, malların ve rehinlerin özenle korunup sahiplerine iadesi için en son güvencedir. "Eğer birbirinize güvenerek borç işlemi yapmış iseniz, kendisine güvenilen kimse borcunu ödesin, Rabbi olan Allah'tan korksun." Borçlunun üstlendiği borç ona emanettir, borç verenin rehin aldığı mal da ona emanettir. Her ikisi de Rabbleri olan Allah korkusu adına emanetleri vermeye çağrılmaktadırlar. Rabb; idare eden, terbiye eden, efendi, hükmeden ve kadı anlamlarına gelmektedir.


Bu anlamların herbiri, iş yapma, emanet etme ve eda etme durumlarında duygulandırıcı etkiye sahiptir... Bazı görüşlere göre bu ayet, karşılıklı güven durumunda yazmayı emreden ayeti neshetmiştir. Ancak biz bu görüşte değiliz. Çünkü yazma, yolculuk durumu dışında bütün borç işlemlerinde farzdır. Güvenme ise bu duruma özgüdür. Bu durumda borç veren ve alan birbirine güvenmektedirler.


Takvaya yöneltici bu duygulandırmanın gölgesinde şahitlik konusu -bu defa mahkeme sırasındaki şahitlikten sözediliyor, anlaşma anındakinden değil- tamamlanmakta ve bunun şahidin boynuna ve kalbine bir emanet olduğu bildirilmektedir.


"...Sakın şahitliği saklamayınız. Kim şahitliği saklı tutarsa onun kalbi günahkardır."


Ayet-i Kerime burada, her ikisinin de tamamlandığı nokta kalp olduğundan, günahı gizlemek ile şahitliği saklamak arasında bir uygunluk kurmak için kalbe yüklenmekte ve günahı ona dayandırmaktadır. Ardından hiçbir şeyin Allah'a gizli olmayacağına ilişkin örtülü bir tehdit yer almaktadır: "...Hiç kuşkusuz ne yaparsanız Allah onu bilir." Herşeye, kalplere gizlenmiş, günahları ortaya çıkaran ilmi gereğince karşılığını verir.


Sonra Ayet-i Kerimenin akışı, bu işareti güçlendirmek ve kalpleri, göklerin ve yerin ve her ikisinde bulunanların Maliki, gizli-açık vicdanların derinliklerinde bulunanları bilip ona göre karşılığını veren, rahmetinden ve azabından dilediği gibi kullarının akıbetinde tasarrufta bulunan ve hiçbir şeyden sorumlu olmadan dilediğini yapmaya kadir olan yüce Allah'tan korkmak için harekete geçirmektedir.



284- Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah sizi onun yüzünden hesaba çeker. Sonra dilediğini affeder ve dilediğini azaba çarptırır. Hiç şüphesiz Allah'ın herşeye gücü yeter.


Böylece tamamen medeni hukukla ilgili bir hükmün konusunun ardında sırf bilince yönelik bir direktif yer almakta, hayatla ilgili yasalarla, hayatın yaratıcısı arasında bir ilişki kurulmakta, yerin ve göklerin hükümranına karşı duyulan korku ve umuttan meydana gelen bu sağlam bağ sayesinde yasal düzenlemelerden oluşan güvencelere kalbin derinliklerinde yeralan güvencelerde eklenmektedir. Bu da İslâm şeriatının müslüman toplum içinde müslümanların kalplerine yerleşen en sağlam ve en belirgin güvencesidir. İslâm, öncelikle kendisi için şeriat vazedeceği kalpleri ve kanunlarını uygulatacağı toplumları oluşturur. Çünkü İslâm, her yönüyle mükemmel, ahenkli ve ilahi bir sistemdir. Hem eğitim hem de şer'i düzendir. Hem takva hem otoritedir. Aynı zamanda insanın yaratıcısının insan için seçtiği hayat metodudur.


Peki, yeryüzü kaynaklı düzenlere, kanunlara ve metotlara ne demeli? Ömrü, bilgisi ve görüşü sınırlı, heva ve hevesi daldan dala konup hiçbir zaman istikrar bulmayan, iki kişinin aynı görüş, düşünce ve anlayış üzerinde anlaştığı pek az olan insanın bakış açısına ne demeli? Kendini yaratan, yarattığını ve her an ve her durumda yarattığının yararına olanı bilen Rabbinden uzaklaşan beşeriyete ne demeli?


Kuşkusuz Allah'ın hayat için koyduğu metottan ve düzenden uzaklaşmak beşeriyet için bir bedbahtlıktır. Bu bedbahtlık, Batıda, zorba ve azgın kiliseden ve onun adına konuştuğunu iddia ettiği tanrısından, onun adına insanları düşünüp anlamaktan alıkoymasından, yine onun adına alınan ağır vergilerden ve bu korkunç hükümlerden kaçış şeklinde başladı. İnsanlar bu kâbustan kurtulmaya karar verdiklerinde kiliseden ve onun otoritesinden de kaçtılar. Ancak bu işi makul bir noktada durdurmadılar. Daha da ileri giderek kilisenin tanrısından ve onun otoritesinden de kaçtılar. Ardından, yeryüzündeki hayatlarında Allah'ın metoduyla kendilerine öncülük eden dinin tümünden uzaklaştılar. İşte bu bir bedbahtlıktı, bïr felaketti... Ya bize... -kendi kendini müslüman sanan bize- ne oluyor?.. Bize ne oluyor da, Allah'tan, O'nun hayat metodundan, şeriatından ve kanunundan kaçıyoruz?.. Hoşgörülü ve sağlam dinimiz, üzerimizdeki tüm zincirleri parçalamış, bütün ağırlıkları kaldırmış, bize rahmet, hidayet, kolaylık ve hidayete, ilerlemeye ve kurtuluşa götüren yolda istikamet bahşetmişken bize ne oluyor?..


Burası, bu büyük surenin sonucudur. Kur'an'ın en uzun suresi olması bakımından büyük kelimesinin ifade ettiği anlamda olduğu kadar imani düşüncenin temelleri, müslüman cemaatin niteliği, hareket yöntemi, sorumlulukları, yeryüzündeki konumu, varlık içindeki rolü, kendisine karşı koyan düşmanlarının konumu, tabiatları, kendisine karşı tutuştukları savaşta başvurdukları taktiklerin mahiyeti bir yönden onların çıkardığı gailelerin savuşturulması için kullanacağı yöntemi, diğer yandan onların bedbaht akibetlerinden korunması gibi kabarık ve geniş bir bölümünü temsil eder. Konularıyla da büyüktür bu sure. Ayrıca sure, insanın yeryüzündeki rolünü, tabiatını, fıtratını, beşer tarihinde ve gerçek hikayelerinde görüldüğü üzere düşülen hataları ve uzun ayetlerinin sunulması sırasında ayrıntılarıyla ele alınan daha birçok sorunu açıklamaktadır.


Şu iki ayet, bu büyük surenin sonunu teşkil etmektedir. Her iki ayet, surenin büyük bir kısmının tam bir özeti olduklarından sureye yakışan, onun konuları, atmosferi ve hedefleriyle uyum içinde bir sonuç meydana getirmektedirler.


MÜMİNLERİN İMANI


Sure, yüce Allah'ın şu sözleriyle başlamıştı:


"Elif, lam, mim... Doğru olduğu kuşkusuz olan bu kitap takva sahipleri için hidayet kaynağıdır. Onlar görmediklerine inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan başkalarına verirler. Yine onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar ve Ahiretten hiç kuşku duymazlar. İşte onlar Rabblerinden gelen hidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir."


Bu gerçeğe, özellikle de bütün Resullere iman gerçeğine orada işaret edilmişti. İşte aynı konu yüce Allah'ın şu sözüyle son bulmaktadır:


"...Peygamber kendisine rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. `O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız'..." Bu, bir kitabın iki kapağı gibi surenin başlangıcıyla uyuşan bir sonuçtur.


Sure, müslüman ümmetin sorumluluklarının birçoğunu ve hayatın çeşitli alanlarına ilişkin hükümleri içermektedir. Nitekim, İsrailoğulları'nın sorumluluk ve şeriatlarından yüz çevirmeleri de sözkonusu edilmektedir. Surenin sonunda, sorumlulukları yerine getirme ile onlardan kaçınma arasındaki ayırıcı sınırı belirleyen, yüce Allah'ın bu ümmete zorluk ve ağırlık dilemediği gibi -yahudilerin Rabbleri hakkında iddia ettikleri gibi- onlara ayrıcalık tanımadığını ve başıboş bırakmadığını açıklayan şu Ayet-i Kerime gelmektedir."


"...Allah hiç kimseye kapasitesini aşacak bir yükümlülük yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına ve işlediği kötülük de kendi zararınadır."


Sure İsrailoğulları'nın kıssalarından bazılarını içermekte, yüce Allah'ın onlara lütfundan verdiği nimetleri ve onların bu nimetlere nankörlükle karşılık vermelerini, ayrıca yüce Allah'ın onlara bir kısmı öldürme cezasına varan keffaretler yüklediğini açıklamaktadır. "Yaratıcınıza tevbe edin ve kendinizi öldürün."·(Bakara Suresi, 54)· Surenin sonunda müminlerin şu mütevazi duası yeralmaktadır:


"Ey Rabbimiz, eğer unutacak ya da yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklemiş olduğun gibi, bize de ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü taşıtma. Bizi affet, günahlarımızı bağışla, bize merhamet eyle..."


Surede, küfrün ve kâfirlerin kovulması için müminlere savaş farz kılınmış, Allah yolunda cihad ve infakla emrolunmuşlardı. Aynı sure, sorumlu kulların, yerine getirmede yardımı ve düşmanlarına karşı zafer dilemek için müminlerin Rabblerine yönelişleriyle son buluyor. "...Sen mevlamızsın bizim, kâfirlere karşı yardım et bize." Bu, surenin ana çizgisini özetleyen, ona işaret eden ve ona uyan bir sonuçtur.


Şu iki ayette yeralan her kelimenin, ayrı bir yeri, değişik bir yolu ve kapsamlı bir yol göstericilik özelliği vardır. Onların herbiri, ibarede, arka-planda yeralan -daha büyük olan- akidenin hakikatlerini, bu dinde imanın tabiatını, özelliklerini ve yönlerini, müminlerin Rabbleri ile olan durumlarını, bu kelimelerle yüce Allah'ın onlardan istediği düşüncelerini, bunlarla farz kıldığı sorumluluklarını, O'nun himayesine sığınmalarını dilemesine, teslimiyetlerini ve O'nun yardımına dayanmalarını temsil etmek için yer almaktadırlar. Evet... Her kelimenin olağanüstü bir şekilde yerine getirdiği önemli bir rolü vardır. Kur'an'ın gölgesinde yaşayan, onun ifadesindeki sırlardan az birşeyi kavrayan ve her ayette bu sırlara muttali olan ruhlarda bile bu rolünü olağanüstü bir şekilde oynamaktadır. O halde bu ayetleri ayrıntılarıyla ele almaya çalışalım.



285- Peygamber kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de. Hepsi birlikte Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitaplarına ve O'nun peygamberlerine inandılar. `Onun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz, ey Rabbimiz, dönüşümüz sanadır' dediler."


Bu, müminlerin içinde iman gerçeğinin pratik olarak temsil edildiği seçkin cemaatin ve bu ulu gerçeği temsil eden her topluluğun tablosudur. Bu yüzden yüce Allah, üstün iman gerçeği konusunda onlarla peygamberleri birlikte zikretmek suretiyle onları onurlandırmıştır. Bunu, yüce Resul gerçeğini idrak eden mümin cemaat anlayabilir. Yüce Allah'ın onlarla peygamberi bir sıfat altında Kur'an'ın bir ayetinde birlikte zikretmekle ne kadar yüce bir makama yükselttiğini bilirler.


"Peygamber, kendisine Rabbi tarafından indirilen gerçeklere inandı, müminler de..."


Peygamberlerin, kendisine Rabbi tarafından indirilenlere iman etmesi, doğrudan algılanan bir imandır. Tertemiz kalbinin yüce vahyi almasıdır. Hiçbir çabada, hiçbir girişimde bulunmaksızın, bizzat varlığında, somutlaşan gerçeğe aletsiz, araçsız, doğrudan bağlanmasından kaynaklanır bu iman. Bu, vasfetmeye imkan bulunmadığı gibi tadına varandan başkasının tavsif edemediği bir iman derecesidir. Gerçek anlamda tadına varamayandan başkası da bu tavsiften birşey anlayamaz zaten. Bu imanı, -peygamberin imanı- yüce Allah mümin kullarına bahşetmiş ve onları peygamberiyle aynı sıfat altında birleştirmiştir. Ancak peygamberin yapısı ile bu gerçeği doğrudan mevlasından almayan başkalarının yapısının bu imanın zevkine varması farklı olacaktır, haliyle. Bu imanın tabiat ve sınırı nedir?


"Hepsi birlikte Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar. `O'nun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız. Duyduk ve uyduk. Günahlarımızı bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz! Dönüşümüz sanadır' dediler."


Bu, İslâm'ın getirdiği kapsamlı imandır. Bu iman, Allah dininin varisi, Kıyamete kadar yeryüzünde davet görevini yürüten, kökleri zamanın derinliklerine inen, beşer tarihi boyunca uzanan davet, Resul ve iman kervanında yol alan bu ümmete yakışır bir imandır. Bu iman başlangıçtan sona kadar bütün insanlığı iki gruba ayırır; müminler ve kâfirler... Allah'ın taraftarları (hizbi), Şeytanın taraftarları (hizbi)... çağlar boyu, bunların dışında bir üçüncü durumun varlığı sözkonusu olmamıştır.


"Hepsi birlikte Allah'a... inandılar."
Alıntı ile Cevapla