Tekil Mesaj gösterimi
Alt 18 Eylül 2008, 09:12   Mesaj No:9

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:114
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

İLÂN EDİLEN GERÇEK
Coğrafi ve tarihi olarak değil, gerçek anlamda müslüman ümmet, Allah ile Peygamberleri arasında geçen bu muahedenin önemlerini, Allah'ın biricik dini ve sisteminin gerçekliğini, bu sistemi bizzat yaşayıp onu tebliğ eden aziz, değerli kafilenin gerçekliğini kavrayacak tek ümmettir. Yüce Allah peygamberlerine (salât ve selâm üzerine olsun) bu gerçeğin hepsini açıklamasını, ümmetinin bütün peygamberlere iman ettiğini, bütün elçilere saygı duyduğunu, Allah'ın tek din olarak bu dini kabul ettiğini ve bu ilahi dinin karekterini tanıdığını ilan etmesini emretmiştir:

84- De ki; Allah `a, bize indirilen kitaba; İbrahim é, İsmail`e, İshak`a, Yakub'a ve torunlarına indirilen ilahi mesajlara; Musa`ya, İsa'ya ne diğer peygamberlere Rabbleri tarafından verilenlere inandık; onlar arasında ayırım yapmayız, biz O'na teslim olmuşuz, :
85- Kim İslâm ilan başka bir din ararsa, o din ondan kabul edilme;, ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.
İşte kendisinden önceki tüm peygamberlik misyonunu kapsaması, genişliği ve bütün peygamberlere dostluğu, Allah'ın bütün dinlerindeki Tevhidi, tüm çağrıları ve bütün peygamberlikleri, tek olan kaynağına indirgeyen ve Allah'ın kulları için dilediği şekliyle hepsine iman etmeyi gerektiren İslâm budur.
Burada Kur'an'ın söz konusu birinci ayetinde geçen bir noktaya dikkat çekmek yerinde olur: Allah'a iman, müslümanlara indirilene -Kur'an'a- iman, ve daha önce diğer peygamberlere indirilene imandan söz edilmiş ve bu imandan sonra şöyle demiştir:
"Biz O'na teslim olmuşuz."
İslâm'ın, teslimiyet; boyun eğiş, itaat, emre, düzene, sisteme, ilkeye bağlılık olduğu daha önceki ayetle belirtildikten sonra:
"Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister-istemez O'na teslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir."
İslâm'ın bu şekilde belirtilmesi ayrı bir anlam taşımaktadır. Açıktır ki, evrensel olan İslâm'ı; emre boyun eğiş, düzene uyma ve yasaya itaattir. Buradan da yüce Allah'ın yardımı her fırsatta İslâm'ın anlamını ve gerçeğini belirtmesiyle ortaya çıkmaktadır. Taki böylece hiç kimse İslâm'ı, dille söylenen bir söz, pratik etkileriyle Allah'ın yoluna teslimiyet ve hayat realitesinde bu yolu gerçekleştirme eylemleri anlamına gelmeyen ve sadece kalpte yer etmiş bir tasdikten ibaret sanmasın.
Bu, gerçekten önemli bir uyarıdır. İnce, sağlam ve kapsamlı açıklamaya geçmeden önce ona yer vermektedir:
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa o din ondan kabul edilmez ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur."
Bu birbirini izleyen ayetler varken İslâm'ın gerçeğini saptırmaya yol yoktur. Ayetleri eğip-bükerek ve onları anlamlarından saptırarak İslâm, Allah'ın tanımladığı şekilden başka bir tarzda tanıtılamaz. Bu, bütün evrenin boyun eğdiği İslâm'dır. Evren, Allah'ın belirlediği ve idare ettiği nizama boyun eğerek bu İslâm'a uymaktadır.
Öyleyse anlamını ve gereğini yerine getirmeden "Allah'tan başka ilah yoktur" şehadetine uymadan, kelime-i şehadeti söylemek asla İslâm olmayacaktır. Şehadetin anlamı ve gerçeği, ilahlığı ve hakimiyeti, "Bir"e indirgemek, kulluk ve yönelişte birliği sağlamaktır. "Muhammed, Allah'ın Elçisidir" şehadetinin anlamı ve gereği olmadan da İslâm olmaz. Bu şıkkın manası ve hakikati O'nun, ilahından hayat için getirdiği sisteme bağlılık, Allah'ın gönderdiği yasaya uymak, kullara getirdiği kitabı hakem kabul etmektir.
Öyleyse, ilahlık, gayb, kıyamet, Allah'ın kitapları ve peygamberlerinin gerçek olduğunu kalp ile tasdik etmenin yanında bu tasdiği kapsamlı uygulaması ve daha önce belirttiğimiz realiteye dayalı hakikat olmadan İslâm'dan söz edilemez.
Dini motifler, şekli ibadetler veya dualar ya da zikirler yahut ahlâki bir eğitim veya bir yol gösterme İslâm olmayacaktır. Bunlarla beraber pratik etkileri Allah'a bağlı bir hayat sisteminde somut olarak görülmelidir; ibadetler, dini motifler, dualar ve zikirlerle kalpler O'na yönelmelidir. Kalpler O'nun korkusundan titremeli, uslanıp-doğru yola girmelidir. Bütün bu etkinlikler insanların tertemiz, apaydınlık çerçevesinde yaşadığı sosyal bir düzende pratik olarak aktarılmadığından hepsi etkisiz kalır. İnsan hayatında hiçbir fonksiyonu kalmaz.
İşte Allah'ın istediği şekliyle İslâm budur. Herhangi bir nesil tarafından beşeri arzuların doğrultusunda şekillendirilen "İslâm"a itibar edilmez! İslâm'ın açıklarını kollayan İslâm düşmanları ve onların ajanlarının arzularına göre biçimlenen din, gerçek İslam'dan uzaktır.
İslâm'ın gerçek mahiyetini tanıdıktan sonra Allah'ın dilediği şekliyle İslâm'ı kabul etmeyenler ve içtenlikle onu benimsemeyenler, ahirette hüsrana uğrayanlardır. Yüce Allah onlara hidayet vermeyecek ve onların cezasını bağışlamayacaktır:

86- Peygamberin haklı olduğunu gördükleri, kendilerine açık belgeler geldiği halde iman ettikten sonra kafir olanları Allah doğru yola nasıl iletir? Allah zalimleri doğru yola iletmez.
87- Böylelerinin cezası; Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lanetine uğramalarıdır.
88- Onların bu cezaları süreklidir. Ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine bakılır.
Bu, korkunç bir uyarıdır; içinde zerre kadar iman taşıyan, işin hem dünyada hem de ahiretteki önemini kavrayan her kalbi titretir. Bu, kendisine kurtuluş imkanı tanındığı halde ondan bu şekilde yüz çevirenlere gerçekten uygun bir cezadır. Fakat İslâm, bununla beraber tevbe kapılarını açık bırakıp, tevbe etmek isteyen sapıkların yüzüne bu kapıyı kapamıyor. Gelip bu kapıyı çalmasından başka bir yükümlülük de getirmiyor. Kişi O'na doğru yönelip yaklaşmaya çalıştığında, önünde hiçbir engel bulunmadığını görecektir. Yeter ki güven veren sığınağa gelsin ve güzel işler yapmaya koyulsun. Ve böylece, tevbenin, gerçekten pişmanlık duyan bir gönülden kaynaklandığını göstersin:

89- Ancak bu sapıtmanın ardından tevbe ederek durumlarını düzeltenler hariç. Çünkü Allah affedici ve merhametlidir.
Tevbe etmeyenler ve O'na samimi olarak sarılmayanlar, küfürde ısrar edenler ve küfürlerini arttıranlar, bu küfürde eldeki fırsatı kaçırıncaya, imtihan süresi bitinceye ve değerlendirme dönemi gelinceye kadar direnenler, evet bütün bunların ne tevbeleri ne de kurtuluşları söz konusudur. Allah ile ilişkileri kopuk olduğu sürece, hayır ve iyilik olarak kabul ettikleri dünya dolusu altın dağıtsalar bile kendilerine bir yararı olmayacaktır. Tabiatıyla onların bu iyiliklerinin Allah ile ilişkisi yoktur ve bunlar yalnız O'nun adına verilmiş olmayacaktır. Dünya dolusu altın dağıtsalar bile kıyamet gününün cezasından kurtulma imkanları kalmamıştır. Fırsat kaçırılmış, kapılar kapanmıştır.

90- Küfredip kâfir olarak ölenlere gelince, bunların hiç birinden yeryüzü dolusu kadar altını fidye olarak verse bile kabul edilmez. Onları acıklı bir azap beklemektedir, hiçbir yardımcı bulamazlar.
91- İman ettikten sonra kâfir olanlar sonra da kâfirliklerini koyulaştıranlar; bunların tevbeleri kesinlikle kabul edilmez, bunlar sapıkların ta kendileridir.
İşte ayeti kerime bu korku ve dehşet verici anlatımla meseleye kesin hükmünü koymaktadır. Mesele öyle açık bir biçimde pekiştiriliyor ki, şüphe yaymaya çalışanın çabasına hiçbir açık kapı yoktur artık.
Allah rızası için ve Allah yolunda olmayan infak ve fidyenin yararının olmadığı bir günde fidye vermeye kalkmaktan söz edilirken Allah rızası için yapılan infak ve sadakalara da değiniliyor:

92- Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyilik mertebesine eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, hiç şüphesiz Allah onu bilir.
Bu ayetle muhatap olan o zamanki müslümanlar bu ilahi direktifin anlamım gerçekten kavradılar. Sevdiklerinden fedakârlık ederek, mallarının en değerli olanlarını Allah yolunda dağıtarak iyiliğe ulaşma çabasına girdiler. Zira iyilik bütün güzel şeylerin bütünüdür. Daha büyük ve daha üstünlerini elde etmek umuduyla cömertlik örnekleri verdiler:
İmam-ı Ahmed bin Hanbel rivayet ediyor. Abdullah b. Ebu Talha'nın oğlu Ebu İshak'tan, O da Enes b. Malik'ten işittiğini kaydeder. Enes der ki: "Ebu Talha Medine'li müslümanların en zenginiydi. En çok sevdiği malı da Beyraha bahçesi idi. Bu bahçe Mescidi Nebevi'nin karşısındaydı. Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) oraya girer, orada bulunan tatlı bir kaynaktan içerdi. Enes der ki: `Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız' ayeti inince, Ebu Talha dedi ki: "Allah `Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız' buyuruyor. Benim en sevdiğim malım ise Beyraha bahçesidir. Onu Allah yoluna bağışlıyorum. Onun iyiliğini umuyor ve yüce Allah katında bana azık almasını ümit ediyorum; Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın sana gösterdiği şekilde onu kullan." Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) `Çok güzel! Çok güzel! Bu kârlı, verimli bir arazi bu kârlı bir arazi... Ben işittim... Ben, onu, akrabalarına dağıtmanı uygun görüyorum' buyurdu Ebu Talha da; `Öyle yaparım ey Allah'ın Elçisi!' dedi ve onu akrabaları ile amca oğulları arasında paylaştırdı." (Buhari, Zekat, 44; Müslim, Zekat, ı4; (Bkz. Nevevi, Şerhu Müslim, VII, 84-86))
Buhari ve Müslim'de; Hz. Ömer'in şöyle dediği kaydediliyor: "Ey Allah'ın Resulü, Hayber'de payıma düşen arazi kadar benim yanımda değerli hiçbir malım olmadı. Onu ne yapmamı önerirsin?" dedim. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Aslını bırak, ürününü Allah yolunda vakfet." buyurdu.
Sahabilerin çoğu bu şekilde davrandı. Kendilerini İslâm'a kavuşturduğu günde iyiliğin tümüne kavuşturan Rablerinin direktiflerine sarıldılar. Bu yönelişleri onları malın köleliğinden, nefsin cimriliğinden ve egoistlik sevdasından özgürlüğe kavuşturdu. Bu aydınlık ufuklara özgürce, serbestçe ve rahatça yükseliverdiler.
DÖRDÜNCÜ CÜZ
Bu cüz Al-i İmran suresinin geri kalan bölümü ile Nisa suresinin başından 23. ayeti kerimesine kadar olan kısmı kapsamaktadır.
Al-i İmran suresinin bu son kısmı ise, surenin 3. cüzünün başlangıcında değindiğimiz gibi surenin seyir çizgisini tamamlayan dört temel bölümden oluşmaktadır. Ancak, burada tekrarlamaya gerek olmadığından, bilgi edinmek için oraya müracaat edilebilir.
Birinci bölüm, Hicri ikinci yılın Ramazan ayında meydana gelen Bedir savaşı sonrasından Hicri üçüncü yılın Şevval ayında meydana gelen Uhud savaşı sonrasına kadarki dönemde (ki bize göre sure, bu dönemde müslüman kitlenin hayatında meydana gelen olayları kapsamaktadır) Medine'de müslüman cemaat ile ehl-i kitap arasında cereyan eden ve bütün surede yeri geldikçe değinilen, aynı zamanda "İmanî düşünce", "Din", "İslâm" ve "İslâm'ın ve daha önce gelen risaletlerin getirdiği Allah'ın metodunun" hakikatinin ortaya çıkmasını sağlayan sözlü çatışmanın bir yönünü dile getirmektedir. Aynı zamanda bu çatışma, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ile beraberindekilere karşı mücadele eden ehl-i kitabın mahiyeti, Allah'ın dininden uzaklaşmalarının, süreci, müslüman cemaate karşı besledikleri duyguları ve bu duyguların ardındaki gizli emellerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
İkinci bölüm de surede önemli bir yer tutmaktadır. Burada yalnızca söz, hile ve tedbirle değil, aynı zamanda kılıç, mızrak ve okla yapılan başka bir çatışmadan söz edilmektedir. Uhud savaşından sonra nazil olan bu ayetler; savaşı, savaşta meydana gelen olayları ve savaşın sonuçlarını Kur'an'ın o eşsiz üslûbuyla anlatmaktadır.
Ayrıca bu bölümde, çatışma ve çatışma sonrasında ortaya çıkan düşünce hataları ile davranışlardaki bozukluklar ve saflardaki çözülmeler ışığında müslüman cemaatin eğitilmesi yönüne gidilmekte ve çeşitli yönlerden imani düşüncenin netleşmesine çalışılmaktadır. Bu durum, müslüman cemaatin yoluna devam etmesine, sorumluluklarını taşımasına, Allah'ın kendisine layık gördüğü o yüce seviyeye çıkmaya uğraşmasına ve kendisini bu üstün görev için seçer Allah'ın nimetine karşı şükrünü ifa etmesine bir fırsat olarak değerlendirilmektedir.
Üçüncü bölümde ehl-i kitaba yeniden dönülmekte ve Medine'ye ilk geldiği zaman Peygamber efendimiz ile yapmış oldukları antlaşmayı bozmaları hatırlatılarak, Peygamberlerine karşı işledikleri kötülükler ve düşüncelerinin bozukluğu da anlatılmaktadır. Daha sonra müslüman cemaate dönülür ve onlara uymamaları konusunda, mümin kalplerde, cana ve mala isabet eden belâlar hatırlatılıp, ehl-i kitap ve müşriklerin eziyetleri karşısında sebat etmeleri ve ne olursa olsun düşmanlarının yaptıklarını hakir görmeleri konusunda uyarılmaktadır.
Son bölümde müminlerin Rabbleriyle olan durumları canlandırılmaktadır. Müminlerin, kâinattaki Allah'ın ayetleriyle yüz yüze geldiklerinde kalplerinde imanın canlanışını, kâinatın ve kendilerinin Rabbine dua, huşu ve korkuyla yönelişlerini, buna karşılık Rabblerinin mağfiret ve güzel bir sevapla onlara icabet etmesi dile getirilmektedir. Bu arada, kafirlerin yaptığı şeylerin basitliği ve bu dünyada kazandıkları şeylerin değersizliği anlatılarak sonuçta varacakları yerin Cehennem olduğu ve onun, en kötü dönüş yeri olduğu anlatılmaktadır.
Sure, yüce Allah'ın, müminleri kurtuluşa erebilmeleri için sabretmeye, sabır tavsiye etmeye, bağlılığa ve takvaya sarılmaya davet eden bir çağrıyla son buluyor.
Birbirini takip eden bu dört bölüm, üçüncü cüzde bir kısmını arz ettiğimiz surenin, geri kalan kısmını oluşturmaktadır ve orada da değindiğimiz gibi surenin ana gayesine uygunluk arzetmektedir. Surenin akışı içinde yeri geldikçe konuya tekrar dönülecektir.
Bu cüzün ikinci yarısını oluşturan Nisa suresinin başında da yeri gelince inşaallah o konuya değineceğiz. Başarı Allah'tandır.
SAVAŞTAKİ DERS
Bu konuda ehl-i kitap ile olan söz ve tartışma savaşı doruğa çıkmakta. Bu ayetler, rivayetlerde geçtiği gibi Necran topluluğu ile cereyan eden tartışma ile alakalı olarak nazil olmadığı halde surenin akışı içinde o kısımdan sonra gelerek aynı konuyu tamamlamaktadır. Her ne kadar bu bölümde geçen ayetler özellikle yahudilerden ve onların Medine'deki müslüman cemaat hakkındaki tuzak ve desiselerinden söz etse de konuları ve ayetlerinin aynı keskinlik ve aynı netlikle son bulmaları açısından birbirine benzemektedir. Bu konulara kısaca değindikten sonra surenin akışı müslüman cemaate yönelerek, Bakara suresinde İsrailoğulları'ndan sonra sözü müslümanlara getirdiği gibi burada da yalnızca onlara hitap edip kendi hakikatlerini, hareket metodlarım ve yükümlülüklerini açıklamakta. Bu yönüyle Bakara suresiyle Al-i İmran suresi birbirine benzemektedir.
Bu bölüm, Tevrat indirilmeden önce İsrailoğulları'nın kendi nefsine bazı şeyleri haram kılması dışında bütün yiyeceklerin İsrailoğulları'na helal olduğu gerçeğini, Kur'an'ın yahudilere haram kılınan bazı şeyleri helal kılmasına itiraz edenlere cevap olarak veriyor. Üstelik bu haramlar, sadece kendilerini bağladığı gibi bazı ilahi emirlere muhalefetlerinin cezası olarak varit olmuştur. Sonra, ayet-i kerimeler sözü, daha önce Bakara suresinde geniş bir yer tutan kıblenin değiştirilmesi konusuna yaptıkları itiraza getiriyor. Onlara, Kâbe'nin İbrahim'in (selâm üzerine olsun) evi ve yeryüzünde insanların ibadet etmesi için kurulan ilk ev olduğunu açıklayarak İbrahim'in varisleri olduklarını iddia edenlerin buna itiraz etmelerini, garib bir durum olarak nitelendiriyor.
Bu açıklamalardan sonra, ehl-i kitabın Allah'ın ayetlerini inkâr edip, O'nun yoluna gidenleri engellemeleri, doğruluktan sapmaları ve hakkı bildikleri halde eğriliğe meyledip onu hayata egemen kılmaya çalışmaları anlatıyor.
Ayetler bir anda ehl-i kitabı bırakıp müslüman cemaate yönelerek, onları ehl-i kitaba uymama konusunda uyarıyor. Devamla ehl-i kitaba tabi olmanın küfür olduğunu açıklayarak, Allah'ın kitabı kendilerine okunduğu ve kendilerini takvaya ve ölüm gelip Allah'a kavuşuncaya kadar İslâm'a sarılmaya çağıran Resulullah aralarında bulunduğu halde küfre meyletmenin müslümanlara yakışmayacağı bildiriliyor. Bu arada onlara, kalplerini uzlaştırmak, daha önce düşman gruplar oldukları halde İslâm sancağı altında bir safta birleştirmek ve ateşten bir uçurumun kenarında bulundukları gün İslâm ile kendilerini kurtarmak şeklindeki Allah'ın nimeti hatırlatılıyor. İyiliği emreden, kötülüğü nehyeden bir ümmet olmalarını ve Allah'ın nizamını gerçekleştirmeye özen göstermeleri emredilerek ehl-i kitabın desiselerine kulak vermemeleri konusunda uyarılıyorlar... Aksi takdirde, ehl-i kitab gibi ayrılığa düşüp dünya ve ahirette helak olacakları belirtiliyor. Rivayetlere göre, bu uyarı, Evs ve Hazreç arasında yahudilerin çıkardığı bir fitne üzerinde yapılmıştır.
Daha sonra yüce Allah, müslümanlara, yeryüzündeki konumlarının ve insan hayatındaki rollerinin hakikatini öğretiyor. "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız." Bununla da, müslümanların üstlendiği rolün asaletine ve topluluklarının yüceliğine işaret ediliyor. Bunun arkasından düşmanlarının durumu küçümsenerek dinleri konusunda hiçbir zararlarının söz konusu olamayacağı, kendilerine tam anlamıyla galip olamayacakları, ancak cihad ve savaş esnasında bazı eziyetlerde bulunabilecekleri, sonuçta ise zaferin metodlarına tabi oldukları sürece kendilerinin olacağı bildiriliyor. Yüce Allah, ehl-i kitaptan olan bu düşmanlarının, bazı günah ve kötülükleri işlemeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri nedeniyle üzerlerine zillet ve miskinlik damgasını vurmuştur. Bununla beraber, hakka yönelip iman eden, iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek suretiyle müslümanların metoduna uygun davranan bir grup yukardaki hükmün dışında tutuluyor: "İşte onlar salihlerdendirler". Ayeti kerime İslâm'a yönelmeyen kafirlerin küfürlerinden dolayı sorgulanacaklarını, infak ettikleri mallarının ve çocuklarının kendilerine fayda sağlayamayacağını ve sonuçta da helâk olacaklarını belirtiyor.
Konu, kendilerine kin besleyen, öfkesi ağızlarından taşan, göğüslerinde gizledikleri kinleri daha büyük olan, müminlere duydukları öfkeden parmaklarını ısıran, müminlere bir kötülük isabet etmesiyle sevinen ve bir iyiliğin dokunmasıyla üzülen kimseler gibi, kendilerinden olmayanları dost edinmemeleri konusunda müslümanlara yönelik bir uyarıyla son buluyor.
Burada yüce Allah, sabredip sakındıkları sürece kendilerini düşmanlarının hilesinden koruyup destekleyeceğini vaad ediyor: "Şüphesiz Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır". Bu uzun ve çeşitli ilhamları ihsan ettiren yöneliş, o günkü müslüman cemaatin saflarında ehl-i kitabın yaptığı hile ve desiselere ve bu desiselerin meydanâ getirdiği karışıklıklar sonucunda müslümanların çektiği sıkıntılara işaret ettiği gibi, müslüman cemaatin kendilerini cahiliyyeye ve cahiliyye dostlarına bağlayan bütün ilgilerden kesinlikle uzaklaşmasını ve tamamen soyutlanması için böylesine kuvvetli yönelişlere muhtaç olduğuna da işaret etmektedir.
Bu yöneliş, İslâm ümmetinden gelen her nesilde fonksiyonunu icra etmiştir ve bundan sonra da taklitçi İslâm düşmanlarına uymamaları konusunda uyarıya muhtaç olacak herkes için bu fonksiyonunu yerine getirecektir. Çünkü onlar yine onlardır; yöntemleri değişse de İslâm'a düşmanlıkları hep aynı kalacaktır.

93- İsrail'in (Yakub'un), Tevrat'ın indirilişinden önce kendine yasakladıkları dışında kalan tüm yiyecekler İsrailoğulları'na helâl idi. De ki; `Eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat'ı getirip okuyunuz.'
94- Kim bundan sonra Allah adına yalan uydurursa, bunlar zalimlerin ta kendileridirler.
Yahudiler, Hazreti Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) Risaletinin sıhhatine kusur bulmaya yol bulmak, fikirleri karıştırıp akılları ve kalpleri sarsmak için her delili, her şüpheyi ve her hileyi kullanmak istiyorlardı. Bu nedenledir ki, Kur'an'ın Tevrat'ta bulunanları tastik ettiğini görünce şöyle demeye başladılar: "O halde İsrailoğulları'na haram kılınan şeyleri (rivayetlere göre İsrailoğulları'na haram olan bizzat deve etini ve sütünü zikretmişlerdir.) Kur'an nasıl helâl kılıyor?" Bilindiği gibi İsrailoğulları'na haram olan birçok şeyi yüce Allah müslümanlara helâl kılmıştır.
Burada Kur'an-ı Kerim, yahudilerin, Kur'an'ın Tevrat'ı tastik ettiğini ve İsrailoğulları'na haram kılınan bazı şeylerin müslümanlara helâl kılındığını şüpheyle karşılamalarına, "İsrail'in (Yakub'un), Tevrat'ın indirilişinden önce kendine yasakladığı dışında kalan bütün yiyecekler İsrailoğulları'na helal" olduğuna dair tarihi gerçekle cevap veriyor. Bilindiği gibi İsrail, Yakub'dur (selâm üzerine olsun). Rivayetlere göre şiddetli bir hastalığa yakalanması üzerine, şayet iyileşirse Allah'a, en çok sevdiğim deve etini ve sütünü yemeyeceğime dair gönüllü olarak adakta bulunur; bunun üzerine Allah da, adağını kabul eder. İsrailoğulları'nın geleneği de babalarının kendine haram kıldığını tamamen haram saymak şeklinde sürüp gelmiştir. Bunun yanında, işledikleri bazı suçlara ceza olarak, yüce Allah başka şeyleri de İsrailoğulları'na haram kılmıştır. Bu haramlara En'am suresindeki şu ayette işaret edilmiştir:
"Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık; bunların sırtlarına ve bağırsaklarına yahut kemiklerine yapışan yağlar müstesna. Bu haramı onların azgınlıklarına ceza olarak yaptık. Ve şüphesiz biz doğruyuz." (En'am suresi; 146)
Bundan önce bu yiyeceklerin hepsi İsrailoğulları'na helâldi. Yüce Allah, onlara, bütün bu yiyeceklerin aslında helâl olduğunu ve kendilerine özgü nedenlerle haram kılındığı gerçeğini ifade ediyor. Dolayısıyla bu maddelerin müslümanlara helâl kılınmasından yola çıkarak Kur'an'ın ve bu son İlahi Şeriatın sıhhatinden şüphelenmenin yersiz olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Ayeti kerime onları, Tevrat'a müracaat etmeye ve O'nu getirip okumaya davet ederek bu suretle haram kılmanın kendilerine has olup genel olmadığını göreceklerini bildiriyor:
"De ki; eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat'ı getirip okuyun."
Daha sonra ayeti kerime, Allah'a yalan yere iftirada bulunanı tehdit ederek, böyle yapanın, gerçeğe, nefsine ve insanlığa adil davranamayacağını belirtiyor. Zalimin cezası bellidir. Onları bekleyen azabın gerçekleşmesi için onların bu şekilde ayıplanmaları yeterlidir. Onları Allah'a yalan iftirada bulunuyorlar ve sonuçta da Allah'a döneceklerdir.
HACC ve KÂBE-İ MUAZZAMA
Daha önce Bakara suresinde, yeterince tartışılmış olan müslümanlara kıble tayin edilmesi ve Kâbe'ye yönelmenin asıl ve evlâ olduğu, Beytül Mukaddes'in bir dönem kıble edinilmesinin yüce Allah'ın beyan ettiği muayyen bir hikmete yönelik geçici bir durum olduğu açıklandığı halde yine de yahudiler bu konu etrafında polemik yapmaya devam ediyorlardı. Resulullah hicrî onaltıncı ve onyedinci aya kadar Beytül Mukaddes'e dönüp namaz kıldığı halde, kıblenin değiştirilip Kabe'ye dönerek namaz kılmasını konuşup duruyorlardı. Evet bütün bu açıklamalara rağmen yahudiler halâ, günümüzde de bu dinin düşmanlarının, dinin bütün konularında yaptıkları gibi bu açık ve seçik hakikati şüphe ve kargaşa ile bulandırmayı umarak dönüp dolaşıp aynı konuyu dillerine dolamışlardı.
Yüce Allah, burada yepyeni bir açıklamayla onlara cevap veriyor:

95- De ki; Allah doğru söyledi. Buna göre İbrahim'in dosdoğru dinine uyunuz. O, müşriklerden değildi.'
96- İnsanlar için kurulan ilk ev Mekke'deki bütün canlılar için bereket ve hidayet kaynağı olan (Kâbe)dir.
97- Orada apaçık deliller ve İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse güvenliğe erer. O na yol bulabilenlerin Kâbe'ye haccetmesi Allah'ın, insanlar üzerinde hakkıdır. Kim küfrederse bilsin ki Allah alemlerden müstağnidir.
"De ki; Allah doğru söyledi." sözü ile, daha önce sözü edilen Kâbe'nin insanlara sığınak ve emniyet, müminlere de dinlerinde kıble ve namazgah olması için İbrahim ve İsmail tarafından inşa edildiğine dair mevzu kastedilmiş olabilir. Bu yüzden, şirkin her çeşidinden uzak arı Tevhidden ibaret olan İbrahim'in milletine uymaları emrediliyor.
"Buna göre, İbrahim'in dosdoğru dinine uyunuz. O, müşriklerden değildi."
Yahudiler, kendilerini İbrahim'in (selâm üzerine olsun) varisleri kabuI ediyorlardı. İşte, Kur'an onlara, şirkin bütün çeşitlerinden uzak olan İbrahim'in dininin hakikatini gösteriyor. Birinci cümlede Hanif olduğuna, diğerinde de müşriklerden olmadığına işaret ederek bu gerçeği iki kere tekrarlıyor. Öyleyse bu müşriklere de ne oluyor?
Daha sonra ayeti kerime, Kâbe"ye yönelmenin esas olduğu gerçeğini yerleştiriyor. Çünkü Kâbe, yüce Allah'ın İbrahim'e, binanın duvarlarını yükseltmesini; tavaf edenlere, itikafa girenlere, rükû edenlere ve secde edenlere tahsis etmesini emrettiği ve mübarek kılmak suretiyle alemlere hidayet kaynağı kıldığı günden itibaren yeryüzünde ibadet için kurulan ve sırf ibadete tahsis edilen ilk evdir. İbrahim'in milleti O'nun yanında Allah'ın dini sayesinde hidayet bulur. Oranın İbrahim'in makamı olduğunu gösteren birçok delil vardır. (Deniliyor ki; bundan maksat, binayı kurarken İbrahim'in üstünde durduğu ve önceleri Kâbe'ye bitişik olduğu halde tavaf edenlerin yanında namaz kılanları şaşırtmaması için Raşit Halife Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) tarafından Kâbe'den ayrılan tarihî taştır. Ayrıca Hz. Ömer, "İbrahim'in makamını namazgâh edindiler" ayetine dayanarak müslümanların orayı namazgah edinmelerini emretmiştir...)
Bu evin faziletleri ile ilgili rivayetlerde, oraya giren herkesin güven içinde olduğu, her korkan için bir sığınak olduğu, yeryüzünde böyle bir yerin daha bulunmadığı İbrahim ve İsmail'in (selâm üzerlerine olsun) kurdukları günden beri bunun böyle olduğu, hatta Arap cahiliyesinde de aynı üstünlüğünü koruduğu ifade ediliyor. Evet, İbrahim'in dininden ve bu dinin temsil ettiği saf Tevhid'den uzaklaştıkları bu dönemde bile Hasan Basri ve başkalarının dediği gibi, bu yüce evin dokunulmazlığına saygı gösterildiği anlatılır; "Adam birisini öldürür, sonra da omuzuna bir hırka atar ve Harem'e girerdi. Öldürülenin oğlu kendisini gördüğü halde çıkana kadar kendisine karışmazdı." Bu, yüce Allah'ın, çevresindeki insanlar cahiliyede olsalar bile kendi evine bahşettiği bir üstünlüktür. Yüce Allah, evine verdiği bu üstünlükle Araplara minnet ederek şöyle buyurur: "Çevrelerinde insanların zorla yakalanıp kapılmasına rağmen orayı emin bir yer yaptığımızı görmediler mi?" Çevresinde avlanmanın, hayvanları yuvasından kovmanın ve ağları kesmenin haram olması da Kâbe'nin üstünlüklerindendir.
Buhari ve Müslim'de -lafız Müslim'e aittir- İbni Abbas'dan şöyle rivayet edilir: "Resulullah Mekke'nin fethedildiği gün şöyle buyurdu:
"Allah bu beldeyi gökleri ve yeri yarattığı gün haram kıldı. Bu haramlık Allah'ın haram kılmasıyla kıyamete kadar sürecektir. Benden önce burada savurmak hiç kimseye helâl kılınmadı. Bana da ancak günün bir saatinde helâl kılındı. Bu haramlık kıyamete kadar sürecektir. Dikeni sökülemez, avlanılamaz, düşürülmüş herhangi birşeyi onu tanıyandan başkası toplayamaz, otları biçilemez..."
İşte bu, Allah'ın müslümanlar için kıble olarak seçtiği evdir... Bu, Allah'ın kendisine bunca üstünlükleri bahşettiği evdir... Bu, yeryüzünde ibadet için kurulan ilk evdir. Bu, babamız İbrahim'in evidir. Bu evi İbrahim'in bina ettiğine ilişkin birçok delil vardır. İslâm da İbrahim'in dini olduğuna göre, müslümanların O'nun evine yönelmeleri daha uygundur. Burası, bu dinin korunağı olması nedeniyle insanların yeryüzünde sığınak ve güvencede oldukları yer ve insanlar için hidayet kaynağıdır.
Sonra, ayet-i kerime, yüce Allah'ın o insanlara güçleri yettiği takdirde bu evi haccetmelerini farz kıldığını bildirerek, aksi takdirde bunun Allah'a hiçbir zarar dokunduramayacak olan küfür olduğu gerçeğini yerleştiriyor.
"Ona yol bulabilen herkesin Kâbe'yi haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Kim küfrederse bilsin ki, Allah alemlerden müstağnidir."
Burada göze çarpan şey, Hacc'ın farziyetiyle ilgili olarak ibarede geçen kapsamlı "insanlar üzerinde" deyimidir. Buna göre öncelikle, oraya yönelip namaz kıldıkları için müslümanlarla mücadeleye girişen yahudilerin, babaları İbrahim'in evi ve yeryüzünde ibadet için kurulan ilk ev olması hasebiyle orayı haccetmeleri yüce Allah tarafından istenmektedir. Onlarsa (yahudiler) bozulmuş, günahkâr ve asi bir toplulukturlar. İkinci olarak, bütün insanların bu dini kabul etmeleri, farzlarını ve gereklerini yerine getirmeleri ve müminlerin yöneldikleri Allah'ın evine yönelip haccetmeleri istenmektedir. Evet ya bu, ya da küfür... Ne kadar dine tabi olduklarını iddia etseler de durum budur ve Allah alemlerden müstağnidir. Yüce Allah'ın onların imanına ve haccına ihtiyacı yoktur. Burada iman edip Allah'a kullukta bulunmak suretiyle onların kurtuluş ve iyilikleri söz konusudur.
Sağlık, yolculuk imkanı ve yol emniyeti elverdiğinde ilk fırsatta, ömürde birkez olmak üzere haccetmek farzdır. Haccın ne zaman farz kılındığı ihtilâf konusu olmuştur. Bu ayetin, "Elçiler Yılı"nda -Hicri dokuzuncu sene- nazil olduğunu belirten rivayete dayananlar, Haccın bu senede farz kılındığı görüşünü benimsiyorlar. Delil olarak da Resulullah'ın bu yıldan sonra haccetmesini getirmektedirler. Fi Zılâl'il Kur'an'ın ikinci cüzünde "Kıblenin değiştirilmesi" konusuna değinirken, "Resulullah'ın haccı, Hacc farizasının geciktirilmesine delil sayılmaz" demiştik. Çünkü bu gecikmenin sebepleri bellidir. Bir kere müşrikler, Kâbe'yi çıplak olarak tavaf ediyorlardı. Üstelik bu davranışlarını Mekke'nin fethinden sonra da sürdürüyorlardı. Bu yüzden hicri dokuzuncu senede Berae suresi nazil olup müşriklerin Kâbe'yi tavaf etmelerini yasaklayıncaya kadar Resulullah onlara karışmaktan imtina ederek ertesi sene haccını ifa etmiştir. Dolayısıyle Haccın farz kılınması bu tarihten önce ve hicretin ilk yıllarında meydana gelen Uhud savaşından sonraki dönemlere denk düşmektedir.
Allah'ın üzerlerinde bir hakkı olarak gücü yeten "insanların" evi haccetmesi farizası her halukârda bu kesin nass ile yerleşmiş oluyor.
Hacc; müslümanların, davalarının doğduğu, babaları İbrahim'in eliyle Hanif dininin başladığı ve yüce Allah'ın yeryüzünde sırf kendisine ibadet edilen ilk ev kıldığı Kâbe'nin yanında gerçekleştirdikleri yıllık genel kongreleridir. İnsanları bu yüce mananın etrafında toplayan ve onları Rabblerine bağlayan Haccın böylesine bir amacı ve hatırası vardır. Evet akide manası etrafında... Ruhun, insana kendi ruhundan üflemek suretiyle onu insan kılan yüce Rabbine karşılık vermesi.. Bu mana gerçekten insanların etrafında toplanmasına değer... Bu mananın ilk defa fışkırdığı bu mukaddes yerlere her yıl gruplar halinde gitmek gerekmektedir.
Alıntı ile Cevapla