Tekil Mesaj gösterimi
Alt 18 Eylül 2008, 09:23   Mesaj No:19

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:114
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Ali İmran Suresi Tefsiri

"Birgün Resulullah aramızdayken ayağa kalktı ve emanetten sözetti. Emanete ve onu korumaya büyük önem verilmesini istedi. Sonra da şöyle buyurdu: `Sizden birinizin boyunda bağıran bir deve olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam, çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. `Sizden birinizin boynunda kişneyen bir at olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam. Çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. Sizden birinizin boynunda altın ve gümüş olduğu halde gelip `Ya Resulullah yardım et' demesini istemem. Ona `Allah'a karşı sana hiçbir şey yapamam, çünkü sana tebliğ etmiştim' diyeceğim." ( Buhari-Müslim)
İmam Ahmed kendi isnadiyle Adiyy b. Umeyre el-Kindî'den şöyle rivayet eder:
"Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyurdu: `Ey insanlar sizden kimi bir konuda vazifelendiririz de bu kişi bir iğne dahi gizlerse bu emanete ihanettir. Kıyamet günü bununla getirilir.' Adiyy der ki: Ensardan siyah derili biri kalktı -mücahid der ki: O Sa'd bin Ubade idi. Şu an O'nu görür gibiyim ve O `Ya Resulullah benden verdiğin işi geri al' dedi. Resulullah `Niçin?' diye sorar. Adam `Şöyle şöyle dediğini işittim' der. Resulullah bunun üzerine şöyle buyurdu: `Aynı şeyi şimdi de söylüyorum. Kimi bir işe görevlendirdiğimizde az çok ne varsa getirsin. Verileni alsın, verilmeyeni bıraksın " (Müslim-Ebu Davud değişik yollardan İsmail b. Ebu Raf'den rivayet etmişler.)
İşte Kur'an ayetleri ve hadisi şerifler müslüman kitlenin eğitimindeki fonksiyonlarını böyle icrâ edip onu hayret verici bir noktaya getirdiler. Onları insanlar içinde benzeri görülmemiş bir şekilde emanete riayet eden, takva sahibi ve her ne şekilde olursa olsun emanete ihanet duygusundan uzak bir topluluk halinde yetiştirdiler. Müslümanlar arasında en basit bir insan bile ganimet olarak eline geçen çok kıymetli bir şeyi alırken, hiç kimse görmediği halde, getirip komutanına teslim edebiliyordu. Müslüman, Kur'an'ın ürkütücü nassına muhatap olmaktan ve kıyamet günü peygamberinin kendisini sakındırdığı korkunç ve utandırıcı durumla karşılaşmaktan korktuğu için bu konuda nefsinde olumsuz bir duyguya yer açmazdı. Müslüman, bu gerçeği pratik olarak yaşıyordu. Ahiret O'nun duygularında yereden bir olguydu. Müslüman heran kendisini, peygamberinin ve Rabbinin karşısında görüp kötü duruma düşmekten titizlikle korunuyordu. Çünkü ahiret, yaşadığı bir gerçekti, uzak bir vaad değil. Hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, herkese kazandığının verileceğini ve kimseye haksızlık edilmeyeceğini çok iyi biliyordu.
İbn-i Cerir Taberi tarihinde şöyle anlatır: "Müslümanlar Medain şehrine girip ganimetleri topladıklarında adamın biri beraberinde bulunan bir malı getirip ganimetleri toplayan kişiye verdi. Ganimetleri toplayan kişiyle orada bulunanlar `Bunun gibisini görmedik. Yanımızda bulunanlar değil buna denk olsunlar, yanına bile yaklaşamazlar. Adama bundan birşey aldın mı?' dediler. `Allah'a andolsun ki onun korkusu olmasaydı bunu asla getirmezdim' dedi. Bunun üzerine adam da bir özellik olduğunu anlamadılar ve `Kimsin?' dediler. `Adımı sizi beni övmemeniz için sizden başkasına da beni methetmemeleri için söylemem; Ancak Allah'a hamd eder O'nun sevabıyla yetinirim' dedi. Peşine bir adam taktılar ve arkadaşlarına gidip kim olduğunu soruşturmasını istediler. Böylece bu kişinin Amr b. Abdi Kay olduğunu öğrendiler." (Taberi Tarihi c.4, s.16)
İşte İslâm, müslümanları bu olağanüstü eğitim yöntemiyle eğitiyordu. Öyle ki bu konuda anlatılanlar nerdeyse efsane sayılacak derecededir.
Daha sonra ayetin akışı ganimet ve ihanet konusundan, değerlerin ölçülmesine geçiyor. Mümin kalbin ilgilenip uğraşmasına yol açan gerçek değeri bildiriyor:
"Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü bir varı ş yeridir."
"Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allah onların neler yaptıklarını görmektedir."
Bu, gölgesinde ganimetlerin ve çeşitli malların çok küçük kaldığı bir değişimdir. Ayrıca, kalplerin eğitimi, önem verdiği şeylerin yükseltilmesi, ufkunun genişlemesi ve asıl meydandaki gerçek yarışı göstermesine ilişkin olağanüstü eğitim metodundan bir temas örneğidir:
"Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun varacağı yer Cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir."
İşte "değer" budur. İlgi ve seçim alanı burasıdır. Kâr, zarar ortamı burasıdır. Àllah'ın hoşnutluğuna uyan ve onunla kurtuluşa erenle, O'ndan yüz çevirip Allah'ın hışmına uğrayarak böylece Cehenneme (o kötü dönüş yerine) giden arasındaki fark ne kadar açıktır.
Bu ayrı bir derece, bu da apayrı bir derece... Çok farklı şeyler...
"Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır."
"Herkes derecesini, hak ederek elde edecektir. Ne bir haksızlık ne de bir kısma, ne tolerans ne de fazlalık...
"Allah onların neler yaptıklarını görmektedir."
Bölüm asıl eksenine: Resulullah'ın kişiliğine, Risaletine ve O'nunla müminlere yapılan iyiliğin büyüklüğüne dönerek son buluyor.
ALLAH'IN LÜTFU
"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler."
Bu bölümün şu büyük gerçekle; Peygamber'in (salât ve selâm üzerine olsun) kişisel değeri onunla gerçekleşen ilahi lütfun büyüklüğü, şu ümmetin inşasında, eğitim-öğretiminde, önderliğinde apaçık sapıklıktan, ilim hikmet ve temizliğe dönüşümündeki rolünün gerçeğiyle son bulması... Evet bu sonuç Kur'an'a özgü derin ve değişik işaretleri içermektedir.
Öncelikle ganimetler, ganimet tutkusu, ganimete ihanet ve savaştaki durumun değişmesine, zaferin yenilgiye dönüşmesine ve müslümanlara yapacağını yapmasına doğrudan neden olan bu değersiz işle uğraşma konularına değinmektedir. Çünkü büyük Risalet gerçeğine ve onda somutlaşan büyük lütfa yönelik işarette, gölgesinde tüm yeryüzü ganimetlerinin, eşyalarının ve nimetlerinin anmaya ve değerlendirmeye değmeyecek kadar değersiz ve önemsiz kaldığı, Kur'an'ın eşsiz eğitim temaslarından derin bir temas yer almaktadır. Bu gerçeğin yanında mümin başka şeyleri anmaktan utanır, bunları düşünmek bile yüzünü kızartır; nerde kaldı ki bunlarla ilgilenmek söz konusu olsun.
Sonra savaşta müslümanların başına gelen yenilgi, yara, acı ve zararlardan söz edilmektedir. Çünkü böylesine büyük bir gerçeğe ve onda somutlaşan lütfa değinmek, gölgesinde her türlü acının ve zararın yanında bütün yaralanma ve kurbanların son derece küçük kaldığı Kur'an'a özgü olağanüstü eğitim metodunun derin temaslarından biridir. Böylece lütuf tazim edilmekte, müslümanların hayatındaki herşeye kesinlikle tercih edilen iyilik tamamen belirginleşmektedir.
Sonra... Bu lütfun müslüman ümmetin hayatındaki etkilerine işaret edilmektedir:
"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu. Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor. Oysa onlar daha önce açık bir sapıklık içinde idiler."
Bu da bir halden diğer bir hale, bir durumdan başka bir duruma ve bir dönemden başka bir döneme geçişi ifade etmektedir. Böylece müslüman ümmet, bu değişimin arka plânındaki yeryüzü tarihi ve insanlık hayatında bu ümmetten büyük bir görev isteyen ve peygamber göndermekle ümmeti bu büyük göreve hazırlayan Allah'ın kaderini kavramış olur. O halde böylesine önemli bir görevi bulunan bir ümmetin şu önemli hedefin gölgesinde basit ve değersiz kalan şeylerle kafasını meşgul etmesi uygun değildir. Şu büyük gayenin gölgesinde rahat ve kolay görünen kurbanlar ve acılarla muzdarip olması yakışık almaz.
Bunlar, ayetlerin akışında hatırlatılan bu lütfun akla getirdiği bazı duygular... Tüm duyguları ve gölgeleriyle kuşatıcı Kur'an ayetini karşılayabilmek için özetleyerek genel bir değiniyle yetiniyoruz:
"Allah müminlere kendi özlerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı lütufta bulundu."
Yüce Allah'ın içlerinden bir peygamber göndermesi ve bu peygamberin "kendilerinden" olması büyük bir lütuftur. Celal sahibi Allah'ın bazı yaratıklarına kendi katından peygamber göndermekle iyilikte bulunması ancak Allah'ın kereminden fışkıracak bir lütuftur. Beşerin hiçbir davranışı bu yüce lütfu karşılayamaz.
Yaratıklarının hiçbirinden karşılık beklemeden sınırsız keremine gark eden yüce Allah'ın onlara ayetlerini ve sözlerini anlatan bir peygamber göndermekle kendilerini saran lütfu olmasaydı, şu insanlar ve şu yaratıklar ne yapabilirlerdi? Yine yüce Allah bu şekilde onlara uyarıda bulunsun ve bu iyiliği yapsın?
Peygamberin "kendilerinden" olması da bu lütfu arttırmaktadır. "onlardan" denilmiyor. Çünkü Kur'an-ı Kerimin kullandığı "kendilerinden" deyimi duygu ve anlam bakımından derin bir kapsayıcılığa sahiptir.
Kuşkusuz peygamberlerle müminler arasındaki bağ, ruhun bir diğer ruhla kurduğu bağdır; bireyle tür arasındaki bağ değildir. Sorun peygamberin onlardan biri olmasıyla bitmez. Sorun bundan çok daha köklü ve yücedir. Sonra, müminler peygamberle kurdukları bu bağa ve Allah'ın bahşettiği yüce ufka iman sayesinde ulaşıp yükselebilirler. Bu da müminlere büyük bir lütuftur. Peygamberin gönderilmesi, ruhlarıyla peygamberlerin ruhu, kendisiyle peygamber arasında bu sevimli bağın olmasına da somutlaşan bu iyilik böyle dahada artmaktadır.
Ardından bu üstün iyilik, ruhlarında, hayatlarında ve tarihlerindeki pratik etkileriyle daha bir belirginleşmektedir:
"Bu peygamber onlara Allah'ın ayetlerini okuyor, onları arındırıyor, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretiyor."
Yüce Allah'ın kendi katından kendilerine yüce sözleriyle hitap eden bir peygamber göndermekle lütfettiği iyilik en büyük alanda belirginleşiyor.
"Onlara Allah'ın ayetlerini okuyor."
İnsanın yalnızca bu iyiliği düşünmesi bile Allah'ın huzurunda korkup titremesine ve O'nun önünde eğilmesine, sonuçta da şükür ve namaz için secdeye durmasına yeterlidir.
Şayet yüce Allah'ın kendisine ikramda bulunduğunu, kendi sözleriyle hitab ettiğini, kendi zatından ve sıfatlarından ilahlığın gerçek mahiyetini ve özelliklerini öğretmek için hitab ettiğini insan anlarsa Allah'ın büyük ikramını kavramış olur. Sonra kendisinden -şu insandan- şu zayıf ve cılız kuldan onun hayatından, girinti ve çıkıntısından, hareket ve sessizliğinden söz ettiğini, kendisini diriltecek kalbi ve durumu için en uygun olana ulaştırmak için çağırdığını ve genişliği göklerle yer kadar olan Cennete davet için hitap ettiği düşününce daha da iyi anlayacaktır konumunu...
Şu kitaptan fışkıran fazilet, ihsan ve iyilikten başka nedir ki?
Kuşkusuz yüce Allah, alemlerden müstağnidir. Zayıf insan ise fakir ve muhtaçtır. Ancak yüce Allah, bu zayıf yaratığı kuşatıyor, iyiliğiyle sarıyor ve davetiyle destek oluyor. İşte bu zengin zat, fakire hitab ediyor, onu davet ediyor ve davetini tekrarlıyor. İkrama bakın... İlahi lûtfa bakın... Şükür ve ifa ile ödenmeyen şu ihsana şu iyiliğe bakın...
"Onları arındırıyor..."
Onları temizlemekte, yüceltmekte ve arındırmaktadır. Kalplerini düşüncelerini ve duygularını temizlemektedir. Evlerini, eşyalarını ve ilişkilerini temizlemektedir. Hayatlarını, toplumlarını ve düzenlerini temizlemektedir. Onları; çirkin putperestliğin, hurafe ve efsanelerin pisliğinden insanı ve insanlığın anlamını alçaltan tören, arma, alışkanlık ve gelenekler gibi sosyal hayattaki kirli izlerinden temizlemektedir. Cahiliyye hayatından ve onun bulaştığı duygulardan, sembollerden, geleneklerden, değer ve kavramlardan temizlemektedir.
CAHİLİYYET DÖNEMİ
Her cahili düşüncenin etrafına bulaştırdığı birtakım kirleri vardır. Arapların da cahiliyyesi ve bundan kaynaklanan kirli davranışları vardı.
Bu kirli davranışların bir kısmını, yanındaki müslüman muhacirleri kendilerine teslim etmesi için gelen Kureyş'in iki elçisiyle Habeş kralı Necaşî'nin huzurunda karşılaşırken, Necaşî'yle konuşan Cafer b. Ebu Talib tavsif etmektedir:
"Ey Kral biz cahiliyye mensuplarıydık. Putlara kulluk eder murdar eti yerdik. Fuhuş yapar, akrabalık bağlarını keser komşulara kötülük yapardık. Bizden güçlü olanlar zayıfları ezerdi. Yüce Allah bizden soyunu, doğruluğunu, güvenirliğini ve iffetliliğini bildiğimiz bir Peygamber gönderene kadar böyle devam ettik. Allah'ı birlememiz ve sadece O'na kullukta bulunmamız için bizi bir olan Allah'a çağırdı. Bizim ve atalarımızın kullukta bulunduğu O'ndan başka taştan putları bırakmamızı istedi. Doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi, sıla-i rahime bağlı kalmayı, iyi komşuluk yapmayı ve haram şeylerden ve kan dökmekten el çekmemizi emretti. Fuhuş yapmamızı, yalan söylememizi, yetim malını yemememizi ve namuslu kadınlara iftira atmamızı yasakladı.
Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan, kullukta bulunmamızı namaz kılmamızı, zekat verip oruç tutmamızı emretti..."
Cahiliyyedeki iki cinsin ilişki şekillerini anlatan Aişe'nin (Allah O'ndan razı olsun) sözlerinde bu kirli davranışlar belirmektedir. Nitekim Sahih-i Buhari'de de bu aşağılık hayvani ve çirkin durum olduğu gibi anlatılmaktadır.
CAHİLİYYET DÖNEMİNDE NİKÂH
"Cahiliyye döneminde nikâh dört şekildeydi:
a) Birisi, bu günkü insanların yaptığı gibiydi: Bir adam, birinin evlatlığı veya kızını nişanlar, mehrini öder sonra da nikahlardı.
b) Bir diğeri de, karısı hayızdan temizlenince adam karısına, falana git onunla cimada bulun derdi. İlişkide bulunduğu adamdan hamile kaldığı anlaşılıncaya kadar karısından uzak durur, ilişkide bulunmazdı. Hamile olduğu anlaşılınca kocası isterse yaklaşabilirdi. Bunu daha çok cima' edilen adamın soyluluğunu göz önünde bulundurarak yaparlardı. Bu nikaha "istibda" nikahı denirdi.
c) Bir diğer şekli de şöyleydi: On kişiden az olmamak üzere bir grup erkek toplanır bir kadının yanına girerek herbiri onunla ilişkide bulunurdu. Hamile kalıp doğurunca, doğumundan birkaç gece sonra onları çağırırdı. Hiçbiri gelmemezlik edemezdi. Yanında toplanınca kadın onlara şöyle derdi: `İşinizi biliyorsunuz. İşte doğum yaptım. Bu senin çocuğundur ey falan' diye içlerinde sevdiği kişinin adını verirdi. Çocuğunu o adamın soyuna katardı. Adam almamazlık edemezdi.
d) Dördüncü nikâh şekli de; birçok kişi toplanır, bir kadının yanına giderlerdi. Bu kadın geleni geri çeviremezdi. Bunlar fahişeydiler. Kapılarına kendilerini tanıtan işaretler asarlardı. İsteyen bunların yanına girebilirdi. Bunlardan biri hamile kalıp doğurunca yanına toplanırlardı. Tecrübeli birini çağırarak çocuğun babasının tesbitinde bulunurlardı. Çocuğu, tesbit edilen kişinin soyuna katarak çocuğa onun adını verirlerdi. Bundan sonra çocuğu adamın oğlu diye çağırırlardı. Adam bundan kaçınamazdı "
Bu tablonun, insan düşüncesinin aşağılık durumu ve hayvanlara özgü bir konuma düşmesini anlatması bakımından yoruma ihtiyacı yoktur. Bir insanın karısını soylu bir çocuk için "falan"a göndermesi, düşünce bakımından düşeceği en aşağılık durumdur. Tıpkı devesini veya kısrağını ya da hayvanını iyi bir döl elde etmek için damızlık hayvana çektirmesi gibi...
On kişiden aşağı olmamak şartıyla bir grup insanın toplanması, birlikte bir kadının yanına varması, "hepsinin de ilişkide bulunması" ve kadının da çocuğunu onlardan birine nisbet etmesi... Ne aşağılık bir düşünce...
Ya fahişeler -bu da dördüncü şekildi- kuşkusuz tamamen azgınlıktır. Çocuğun fuhşu işleyen erkeklerden birine nisbet edilmesi de çabası. Adam çocuğu alırken hiç utanmazdı. Almamazlık da edemezdi.
Bu hâl, İslâm'ın Arapları temizleyip arındırdığı bir bataklıktır. İslâm olmasaydı gırtlaklarına kadar batmışlardı bu bataklığa.
Cinsel ilişkilerdeki bu çirkef, cahiliyyede kadına ilişkin aşağılık bakışın sadece bir yönünü oluşturmaktadır. üstad Ebu'l-Hasan En-Nedvî "Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti" adlı değerli eserinde şöyle der:
"Cahiliyye toplumunda kadın, hakları yenilen, malları elinden alınan, mirastan yoksun bırakılan, boşandıktan ya da kocası öldükten sonra hoşlandığı biriyle evlenmekten (Bakara suresi; 232) alıkonulan zayıf ve zulme uğrayan bir mal konumundaydı. Eşya ve hayvan gibi miras kalırdı. (Nisa suresi; 19) İbn-i Abbas (Allah O'ndan razı olsun) şöyle rivayet eder. "Bir kişinin babası veya kayınpederi öldüğünde ölenin karısı üzerinde o kişi hak sahibi olurdu. İstese tutabilir ya da mihrini alıp serbest bırakabilirdi. Ölünce de malına el koyardı" Ata b. Rebah: "Cahiliyye devrinde biri ölüp karısı dul kalsaydı, kadını içlerinden bir çocukla evlendirmek üzere tutarlardı." der. Suddi şöyle der: "Cahiliyye devrinde adamın babası, kardeşi veya oğlu ölür de bir kadın geride bırakırsa, varislerden biri önce davranıp kadının üzerine elbisesini atar, kadını, ölen kocasının mihriyle nikâhlamaya, veya başkasıyla nikahlayıp mihrini almaya hak kazanırdı. Ancak kadın daha çabuk davranıp ailesinin yanına giderse kendi başının çaresine bakardı." (Taberi tefsiri, c.4, s.308)
Cahiliyyede kadın değersiz bir yaratıktı. Erkek onun bütün haklarından yararlandığı halde o, hiçbir hakkını kullanamazdı. Mihri elinden alınır ve sırf zarar vermek ve zulmetmek için bekletilirdi. (Bakara suresi; 231) Kocasından haksızlık görür onun tarafından terk edilirdi. Bazan da askıda bırakılırdı. (Nisa suresi; 129) Sırf erkeklerin yiyebildiği, kadınların tamamen yoksun bırakıldığı bazı yiyecekler de mevcuttu.·(En'am suresi; 140) Bir erkek rahatlıkla dilediği kadınla herhangi bir sınırlamaya maruz kalmadan evlenebilirdi. (Nisa suresi; 3)
Kız çocuklarından duyulan nefret onları diri diri toprağa gömecek noktaya gelmişti. Meydanî'nin anlattığına göre Heysem b. Adiy şöyle der: "Arap kabileleri arasında kız çocuklarını diri diri toprağa gömme olayı geçerli bir hadiseydi. Bu işi onda biri yapardı. İslâm geldiği zaman Araplar arasında kız çocuklarının gömülmesi çerçevesinde farklı görüşler yaygındı. Kimisi kıskançlıktan ve namuslarını korumaktan, onlardan dolayı gelecek bir utançtan korunmak için kız çocuklarını gömerdi. Kimisi de mavi gözlü, siyahî, cüzzamlı ve topalları uğursuz saydığından toprağa gömerdi. Bazısı da geçim korkusundan ve fakirlik endişesinden öldürürdü çocuklarını."
İşte böyle, bir zamanlar, görülmemiş bir acımasızlıkla kızlarını öldürüp gömerlerdi. Babanın yolculuğu ya da bir işi nedeniyle gömme işi bazan gecikirdi. Bu durumda çocuk, büyümüş, aklı ermişken gömülürdü. Böyle yapanlar insanı ağlatacak kadar acıklı şeyler anlatmışlardır. Kızlarını bir uçurumdan aşağı atanlar da olmuştur. (Bulüğel-İreb fi Ahval-il-Arap)
Cahiliyye'nin çirkefleri arasında; -diğer tüm çirkeflerin temeli olan- Üstad Ebul Hasan Nedvî'nin de kitabında ana hatlarıyla tasvir ettiği gibi aşağılık, basit şirk ve putçuluk yer alırdı.
Millet en iğrenç şekliyle putçuluk ve putlara kulluğun bataklığına dalmıştı. Her kabilenin, her bölgenin, her şehrin hatta her evin özel bir putu bulunurdu. Kelbî şöyle der: "Mekke'de her ailenin evinde kullukta bulundukları bir putları olurdu. Yolculuğa çıkmak isteyen birinin en son yaptığı şey putunu okşamak olurdu. Dönünce de evine girdiğinde ilk yaptığı şey, önceki gibi putunu okşamaktı. (Kitabu'l Esnam) Putlara ibadette Araplar o kadar ileri gitmişlerdi ki kimisi bu işe bir evi ayırırdı. Özel bir put edinirdi. Bunlara gücü yetmeyense Kâbe'nin önüne ya da hoşlandığı herhangi bir yere taş diker, sonra da Kâbe'yi tavaf eder gibi etrafında dönerdi. Buna "ensab" derlerdi. Kâbe'nin içinde -sırf Allah'a kulluk için kurulan bu evde- ve avlusunda üçyüz altmış tane put bulunurdu. (Buhari) Putlara tapmaktan daha ileri giderek önlerine gelen taşa tapacak duruma gelmişlerdi. Buharî, Ebu Recâ el-Utâridî'den şöyle rivayet eder: "Bizler taşlara ibadet ederdik. Taptığımız taştan iyisini gördüğümüzde onu atar diğerini alırdık. Taş bulamadığımız zaman da biraz toprak yığar, bir koyun getirip sağardık, sonra da tavaf ederdik." (Buhari-Kitabu'l Esnam) Kelbî: "Adam yolculuğa çıkardı. Bir yerde konakladığında dört tane taş alır, içlerinde hoşuna gidene bakar, onu ilah edinirdi. Diğer üçünü de tenceresine sacayağı yapardı. Yoluna devam edince de bırakıp giderdi" der.
Her çağda ve her yerde müşrik milletlerin tümünde olduğu gibi Arapların da meleklerden, cinlerden ve yıldızlardan birçok ilahları vardı. Meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanarak onları Allah katında şefaatçi edinirlerdi. Onlara ibadet eder, Allah'ın katında aracı olduklarını düşünürlerdi. Bunların yanında cinleri de Allah'a ortak koşarlardı. Herhangi birşeye güçlerinin yettiğine herhangi bir şeyde etkilerinin olduğuna inanarak ibadet ederlerdi. Kelbî şöyle der: "Huzâa kabilesinden Medih oğulları cinlere ibadet ederdi. Said: Himyer kabilesi Güneşe, Kinane kabilesi Aya, Temim kabilesi Debran'a, Lalım kabilesi ve cüzzam kabilesi Müşteri Yıldızına, Tay kabilesi Süheyl'e, Kays kabilesi Şi'râ'ya (Sirius), Esed kabilesi "Utarid Yıldızı'na" ibadet ederdi." der. (Tabakâtü'l Ümem, Es-Sâîd)
Bir insanın putperestliğin, kalplerde ve pratik hayata yaydığı pisliği bilmesi, İslâm'ın bu ulusu getirdiği aşamayı; gerek düşüncelerinde gerekse hayatlarında giriştiği temizliği kavraması için bu ilkel ve iğrenç putçuluğu incelemesi yeterlidir. İçine düştükleri pisliklerden biri de, şehirlerinde ve sokaklarında başlıca övünç kaynakları olan; içki, kumar ve genel uğraşlarıdır. Hiçbir zaman üstüne çıkamadıkları bu sınırlı ve yerel düşüncenin özünü basit kan davaları gibi ahlâksal ve toplumsal hastalıklar oluşturuyordu.
"Savaş ve kan dökme" tehlikeli sayılmayacak kadar sıradan bir hal olmuştu hayatlarında. Bekr kabilesi ile Tağlib b. Vail kabilesi arasında savaş baş göstermiş, kırk sene oluk oluk kan akmıştı. Bunun nedeni de: Ma'd kabilesinin başkanı Kuleyb'in, Munkiz'in kızı Besus'un devesinin memesine ok atmasıyla kanın süte karışmasından başka birşey değildi. Cessas b. Mürre Kuleyb'i öldürür, böylece Bekr ve Tağlib arasında savaş başlamış olur. Kuleyb'in Mühellin'in dediği gibi; "Hayatı mahvetti. Anneleri çocuksuz, çocukları da yetim koydu. Dinmez gözyaşları ve defnedilmeyecek kadar çok ceset bıraktı "
"Dahis ve Gabra savaşı da böyle. Bunun nedeni de; Kays b. Züheyr ile Huzeyfe b. Bedr arasında düzenlenen bir yarış yapılıyordu. Kays'ın atı Dahis'i geçerken, Esedîlerden birinin Huzeyfe'yi desteklemek amacıyla önüne çıkarak bir tokat atması. Böylece onu oyalayarak yarışı kaybetmesini sağlamasıdır. Arkasından öldürme ve intikam geldi. Esir alınanlar oldu. Binlerce insan bu şekilde öldürülüp gitti."
Bütün bu olaylar, bunların hayatlarının enerjilerini, böylesine basit ortamlarda sarf etmelerini önleyecek büyük değerlerden yoksun olduğunun göstergesidir. Çünkü, hayat için bir mesajları, beşeriyete sunacakları bir ideolojileri ve kendilerini böylesine basit şeylerle uğraşmaktan alıkoyacak insanlık aleminde üstlendikleri bir rolleri söz konusu değildi. Kendilerini bu ilginç toplumsal pisliklerden temizleyecek bir akideleri de yoktu... İlahi bir akide olmadan insanlar nasıl olgun olabilirler ki! İlgi alanları, düşünceleri ve ahlâkları başka nasıl oluşabilir!
Kuşkusuz cahiliyye aynı cahiliyyedir. Ve her cahiliyyenin pisliği ve iğrençliği vardır. Yeri ve zamanı önemli değildir. Her ne zaman insanların kalpleri, düşüncelerine egemen ilahi bir akideden ve bu akideden kaynaklanıp hayatlarını düzenleyen bir şeriatten yoksun olursa orada birçok cahiliyye şekillerinden biri vardır demektir. Bugün beşeriyetin çamurları içinde yüzdüğü cahiliyye, özü bakımından, İslâm'ın kaldırarak yeryüzünü ondan temizleyip arındırdığı Arap cahiliyyesinden farklı değildir.
Bugün insanlık büyük bir batakhanede yaşamaktadır. Gazetelerine, filimlerine, moda gösterilerine, güzellik yarışmalarına, dans pistlerine, meyhanelerine, radyolarına, çıplak etin sergilendiği çılgın pazarlarına, sanat, edebiyat ve diğer reklam araçlarındaki iğrenç görüntülerine ve hastalık saçan duygularına kadar... Diğer taraftan, faiz düzenine, onun arkasında gizlenen tefeciliğe, mal toplamak ve sömürmek için başvurulan alçakça yöntemlere, yasallık kisvesine bürünmüş şans, hile ve piyango oyunlarına... Öte yandan, her insanı, her aileyi, her düzeni ve insan topluluğunu tehdit eder duruma gelen ahlâksal çöküntü ve toplumsal bozulmalarına... Evet, bütün bunlara bir kere bakmak, şu cahiliyyenin gölgesinde insanlığın sürüklendiği korkunç sonucu anlamak için yeterlidir.
Beşeriyet, insanlığını yiyip bitirmekte, ademiyetini ortadan kaldırmaktadır. O düşük hayvansal aleme katılmak için hayvanların ve hayvansal dürtülerin peşinde sürüklenmektedir. Oysa hayvan bunlardan çok daha pâk, şerefli ve temizdir. Çünkü o, parçalanmaz ve ilahi bir akide ve şeriat bağından yoksun insanların şehvetlere yenilip yüce Allah'ın insanların egemenliğinden kurtardığı ve şu ayet-i kerimede belirttiği gibi mümin kullarına onun çirkefliklerinden temizlemekle lütufta bulunduğu cahiliyyeye tekrar dönüp kokuşmaları gibi kokuşmayan bir fıtrata sahiptir.
Alıntı ile Cevapla