Tekil Mesaj gösterimi
Alt 19 Eylül 2008, 17:39   Mesaj No:20

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:114
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Nisa Suresi Tefsiri

105- Biz sana bu hak içerikli kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın gösterdiği gibi hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma.
106- Allah'tan af dile, hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.
107- Kendilerine hıyanet edenleri temize çıkarmaya çalışma. Hiç şüphesiz Allah hıyanete dalmış günahkarları sevmez.
108- Bu kimseler Allah'ın razı olmadığı sözü geceleyin buluşarak karara bağlarken insanlardan saklı tutuyorlar, ama yanı başlarında olan Allah'tan saklayamazlar. Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını bilgisi ile kuşatacak güçtedir.
109- Diyelim ki, siz onları dünya hayatında savundunuz. Peki kıyamet günü onları Allah'a karşı kim savunacak ya da kim onların vekilliğini üzerine alacak.
Şu ifadede bir kesinlik algılıyoruz. Hakkın yerini bulması için bir kızgınlık, adaletin gerçekleşmesi için bir çaba beliriyor bu kesinlikten. Ayetin atmosferinden bu husus ilk anda belirmekte ve etrafa yayılmaktadır.
Öncelikle bu husus, Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) hak içerikli kitabın insanlar arasında Allah'ın kendisine gösterdiği şekilde adaletle hükmetmesi için indirildiğinin hatırlatılmasından ve bu hatırlatmanın ardından onları savunmak ve temize çıkarmaya çalışmak suretiyle hainlere taraf olmaktan sakındırılmasından ve bu girişimden dolayı Allah'tan bağışlanma dilemeye yöneltilmesinden anlaşılmaktadır.
"Biz sana bu hak içerikli kitabı indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın gösterdiği gibi hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma"
"Allah'tan af dile, hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir."
Sonra, bu sakındırmanın tekrarlanmasından ve Peygamberin temize çıkarmaya çalıştığı bu hainlerin kendilerine ihanet etmiş kişiler olarak nitelendirilmesinden ve yüce Allah'ın günahkar hainleri sevmediği sonucuna bağlanmasından da anlaşılmaktadır:
"Kendilerine hıyanet edenleri temize çıkarmaya çalışma. Hiç şüphesiz Allah hıyanete dalmış günahkarları sevmez."
Onlar görünürde başkalarına ihanet etmişler ama gerçekte kendi kendilerine hıyanet etmişler. Onlar topluma ve ilahi sisteme ihanet etmişlerdir. Bu metodun onlarla sivrildiği ve belirginleştiği ilkelerine ihanet etmişlerdir. Mensubu bulundukları topluma verilen emanete ihanet etmişlerdir. Sonra onlar bir başka açıdan da kendilerine ihanet etmişlerdir. Sonucunda şiddetli bir cezayı gerektiren günaha dalmakla kendilerine ihanet etmişlerdir. Çünkü Allah onları kınamakta ve işledikleri günahtan dolayı cezalandırmaktadır. Kuşkusuz bu, kendi kendine ihanettir. Kendi kendilerine ihanetlerinin üçüncü şekli de, kişiliklerini, başkalarına iftira atmak üzere sözbirliği yapmak, yalan ve ihanetle kirletmeleridir.
"Hiç şüphesiz Allah hıyanete dalmış günahkârları sevmez."
Bu ceza, diğer tüm cezalardan daha büyüktür. Aynı zamanda, beraberinde başka bir anlam da taşımaktadır bu ifade. Buna göre Allah'ın sevmediği kişileri savunmak ve onları korumak değildir. Çünkü günah ve ihanetlerinden dolayı yüce Allah onları kınamıştı.
Günah ve ihanetle vasıflandırmayı, bu günahkâr hainlerin tuttuğu yolun tasvir edilmesi takip etmektedir:
"Bazı kimseler Allah'ın razı olmadığı sözü geceleyin buluşarak karara bağlarken insanlardan saklı tutuyorlar, ama yanı başlarında bulunan Allah'tan saklayamazlar."
Kuşkusuz bu, küçümseme ve alaya almayı çağrıştıran bir maskaralık tablosudur. İçindeki basitlik ve çarpıklıktan dolayı maskaralıktır. Çünkü onlar, hile, komplo ve ihanetlerini tasarlarken bu davranışlarının kendilerine hiç bir yarar ya da zarar dokundurma imkanları bulunmayan insanlardan saklıyorlar. Bu arada yapacaklarını tasarlarken gerçek anlamda yarar ya da zarar dokundurmaya gücü yeten yüce Allah yanlarındadır. Niyetlerini saklayıp etraflarına açıklamazken, sözlerini O'nun hoşlanmadığı şekilde süslerken onlardan haberdardır. Bu derece rezil olmayı ve alaya alınmayı hakkeden başka bir konum var mıdır?
"Hiç şüphesiz Allah onların yaptıklarını bilgisiyle kuşatacak güçtedir."
Bütünüyle ve kesinlikle... O halde tasarladıklarıyla nereye gidecekler? Onlar yapmayı tasarlarken bile Allah yanlarındadır. Allah herşeyi kuşatmıştır. Onlar da O'nun gözetimi altındadırlar, O'nun denetimindedirler. Hainleri savunan herkese kızgınlık kokan bu saldırı böylece sürmektedir:
"Diyelim ki, siz onları dünya hayatında savundunuz, peki kıyamet günü onları Allah'a karşı kim savunacak ya da kim onların vekilliğini üzerine alacak."
"Kıyamet günü bir savunucuları ya da vekilleri bulunmayacaktır."
O halde o dehşetli günde kendilerini savunmadıktan sonra dünyada savunmanın ne yararı vardır?
Günahkar hainlere yönelik bu kızgın saldırıdan, onları savunan ve temize çıkarmaya çalışanlara yönelik bu sert azarlamadan sonra; bu tür davranış ve sonuçlarına ilişkin genel bir kuralın belirlenmesi yer almaktadır. Bundan dolayı yapılacak sorgu ve verilecek cezanın aynı zamanda tüm cezaların dayanması gereken adalet kuralı yerleştirilmektedir. Yüce Allah bu kural uyarınca kullarına muamele etmektedir. Kullarından da aralarındaki uygulamalarda bu kuralı eksen edinmelerini istemektedir. Bu konuda Allah'ın ahlâkı -adalet ahlâkı- ile ahlâklanmalarını istemektedir.

110- Kim bir kötülük işler ya da kendine zulmeder de Allah'tan af dilerse Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici olarak karşısında bulur.
111- Kim bir suç işlerse onu kendi aleyhine işlemiş olur. Kuşkusuz Allah bilir ve hakimdir.
112- Kim bir kusur ya da bir suç işler de onu bir masumun üzerine atarsa açık bir iftira, bir günah yükünün altına girmiş olur.
Bu üç ayet, yüce Allah'ın kullarıyla olan ilişkisinin dayandığı genel prensipleri belirlemektedir. Kullar da birbirleriyle ilişkilerinde bu prensiplere uyabilirler. Allah ile olan ilişkilerinde bunlara uymuş olsalar hiç bir zarara uğramazlar.
Birinci ayet, tevbe kapısının iki kanadını ve bütün genişliğiyle bağışlanma kapısını sonuna kadar açıyor. Böylece tevbe eden her günahkârda bağışlanma ve kabul görme ümidi doğuruyor: "Kim bir kötülük işler ya da kendine zulmeder de Allah'tan af dilerse Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici olarak karşısında bulur."
Tevbe edip bağışlanma dileyerek Allah'a yönelenler onu bağışlayıcı ve merhamet edici görürler. Kuşkusuz bir kötülük işleyen başkasına ve kendisine haksızlık eder. Şayet kötülük şahsını aşınıyorsa o zaman da yalnızca kendisine haksızlık eder. Her iki durumda da bağışlayıp esirgeyen yüce Allah her an için bağışlanma dileyenleri kabul eder, ona tevbe ederek yöneldikleri sürece onları bağışlar, merhamet eder. Bu şekilde kayıtsız, şartsız, engelsiz ve kapıcısız... Tevbe edip bağışlanma dileyenler her zaman Allah'ı affedici ve merhamet edici bulacaklardır.
İkinci ayet, bireyin sorumluluğunu yerleştirmekte ve ceza konusunda İslâm düşüncesi bu kurala dayanmaktadır. Bu da her kalbe, korku ve güven duygusunu bahşetmektedir. İşlediğinden ve kazandığından dolayı da kendisini güvencede hissetmesini sağlamaktadır.
"Kim bir suç işlerse onu kendi aleyhine işlemiş olur. Kuşkusuz Allah bilir ve hakimdir."
Kilise düşüncelerinde sözü edildiği gibi, İslâm'da, miras kalan bir suç anlayışı yoktur. Kişinin kendi cezasını çekmesi dışında, başkası adına ceza çekmesi söz konusu değildir. Bu durumda her kişi, yaptığı şeyden sakınmak ve yapmadığı şeyden dolayı sorgulanmayacağından emin olmak üzere özgürdür. İşte bu eşsiz düşüncede yer alan olağanüstü denge. Kuşkusuz bu, İslâm düşüncesinin özelliklerinden ve ilkelerinden biridir. Çünkü İslâm, fıtratı tatmin eder, insanoğlunun davranışları için mihenk edinmesi istenen mutlak adaleti gerçekleştirir.
Üçüncü ayet de bir suç işleyip sonra da onu suçsuz birine yükleyenin sorumluluğunu belirlemektedir. Bu durum söz konusu grubun durumuna uygun düşmektedir:
"Kim bir kusur ya da bir suç işler de onu bir masumun üzerine atarsa açık bir iftira, bir günah yükünün altına girmiş olur."
Hem masum birine iftira atmanın günahını, hem de o suçu bizzat işlemenin yükünü birlikte taşıyacaktır. Manayı iyice öne çıkarıp güçlendiren Kur'an'ın tasvirli ifadesinin somutlaştırdığı gibi bunlar, taşınacak yüktürler sanki.
Kur'an-ı Kerim belirlediği bu üç kural ile, her ferdin yaptıkları ile hesaba çekileceği adalet terazisini tablolaştırmaktadır. Bu terazi, suçunu başkasının üzerine atmakla hiç bir suçlunun yakasını bırakmaz. Aynı zamanda tevbe ve mağfiret kapısını sonuna kadar açık tutmaktadır. Kapıları çalıp duran şu bağışlanma dileyen tevbekârlar, her an Allah'la buluşabilirler. Hatta izin istemeden bile huzura girip rahmet ve bağışlanma dilerler.
Son olarak yüce Allah, geceleyin komplolar kuranların peşine düşmekten koruması, anlaşmalarından haberdar etmesinden dolayı peygamberine yaptığı iyiliği belirtiyor. Öyle ki, bu adamlar anlaşmalarını tüm insanlardan gizleyebildikleri halde Allah'tan gizleyememişlerdi. -Çünkü hoşlanmadığı sözü tasarlarlarken yüce Allah yanlarındaydı- Ardından yüce Allah, kendisine kitap ve hikmet indirmekle ve bilmediğini öğretmekle yaptığı en büyük iyiliği hatırlatmaktadır peygamberine. Kuşkusuz bu, öncelikle Allah yanında en şerefli ve ona en yakın olanın şahsında tüm insanlığa yapılmış bir iyiliktir:


113- Eğer Allah'ın sana yönelik lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onların bir takımı seni yanıltmaya yeltenmişlerdi. Oysa onlar sadece kendilerini yanıltırlar, sana hiçbir zarar dokunduramazlar. Çünkü Allah, kitabı ve hikmeti indirerek sana, daha önce bilmezliğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür.
Kuşkusuz bu çaba, peygamberin düşmanlarının onu haktan, adaletten ve doğruluktan saptırmak için sarf ettikleri çeşitli renkten ve türden çabanın sadece bir tanesidir. Ancak her defasında yüce Allah, lütfu ve rahmetiyle onu korumuştur: Düzenbaz komplocular hep kendilerini yanıltmış, kendileri sapıklığa dalıp gitmişlerdir. Peygamberimizin hayatı bu tür çabalarla doludur. Onun kurtuluşu ve doğruyu bulması, komplolar düzenleyenlerin de sapıtmaları ve zarar etmesiyle sonuçlanmış tüm çabalar...
İşte yüce Allah bu lütfu ve rahmetini hatırlatmaktadır. Aynı zamanda Allah'ın lütfu ve rahmeti sayesinde, kendisine hiçbir zarar veremeyeceklerini bildirerek güven vermektedir ona.
Bu son komplodan koruması, masum birine haksızlık etmekten, suçluyu da aklamaktan kurtarması, kendisi için gerçeği olduğu gibi ortaya çıkarıp komplocuları göstermek sûretiyle yaptığı iyiliği hatırlatıyor. Hz. Peygambere bu münasebetle, daha büyük olan peygamberlik nimeti de hatırlatılıyor.
"Allah kitabı ve hikmeti indirerek sana, daha önce bilmediğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür."
Yeryüzünde Allah'ın "insan" türüne yaptığı bir lütuftur bu. İnsanlık bu ! lütufla birlikte yeniden doğmuştur adeta. Bu lütuf, ilk ruhun nefesiyle ilk defa nasıl meydana gelmişse öylesine, yeni baştan meydana gelmesidir insanlığın.
İnsanlığı eşsiz ve olağanüstü ilahi hayat metodu aracılığıyla cahiliye bataklığından erişilmez zirveye çıkma çabasına daha da yükselten bir nimettir bu.
Bu nimetin değerini, hem İslâm'ı hem de -eskisi ve çağdaşıyla- cahiliyeyi tanıyan; İslâm'ı da cahiliyeyi de tadan bilebilir.
Yüce Allah'ın bu nimeti, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun)'a hatırlatmasına gelince; bunun nedeni, Resulullah'ın bu nimeti ilk defa öğrenen ve tanıyan olmasıdır. Bunu bilip tadan en büyük insan olmasıdır. En iyi bileni ve en çok tadına varanı olmasıdır. "Daha önce bilmediğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür."
ŞEYTANIN DOSTLARI
Bu ders, birçok noktada, geçen dersle bağlantılıdır. Bir kere bazı ayetleri, Beşir b. Ubeyrik'in irtidat etmesi, Resulullah'a zıt düşmesi ve bu derste düşüncesi, ahmaklığı, şeytanla ilişkileri ve şeytanın üzerindeki etkinliği, söz konusu edilen cahiliye hayatına yeniden dönmesi gibi yahudi olayından sonra meydana gelen olayları yorumlamak ve değerlendirmek için nazil olmuştur ayetler. Bu arada yüce Allah'ın kendisine ortak koşulmasını bağışlamadığı, bunun dışındaki günahları dilediğine bağışladığı da bildirilmektedir. İkinci olarak bu ders; fısıldaşma ve komploları söz konusu etmektedir. Geceleyin kararlaştırıp fısıldaştıkları, bu olayda olduğu gibi, gizli konuşmalarının çoğunda iyilik namına birşeyin bulunmadığını belirtmektedir. Bu arada yüce Allah'ın sevdiği fısıldaşma çeşitlerini de açıklamaktadır. Buna göre, hayır, iyilik ve insanların arasını bulmak amacıyla fısıldaşmak yüce Allah'ın hoşnud olduğu bir davranıştır. Bu ve diğer fısıldaşmanın karşılığının yüce Allah'ın katında olduğunu da belirtmektedir. Son olarak, yüce Allah'ın, yapılan işleri onlarla değerlendirdiği adil kuralları bildirmektedir. Bu kurallar hiçbir insanın arzu ve isteğine uymaz. Ne müslümanların ne de Ehl-i Kitab'ın... Yalnızca yüce Allah'ın mutlak adaletine ve şayet insanların arzusuna uyacak olursa, göklerle yerin düzeninin bozulacağı belirtilen hakka döndürülmektedir.
Bu açıdan ders, konu ve yöneliş bakımından geçen dersle aynı yollarda birleşmektedir.
Sonra ders, eğitsel ve toplumsal düzenden kaynaklanan üstünlüğüyle, insanlığa önderlik yapan bir ümmet olması hedeflenen bu kitlenin hazırlanması, içindeki beşeri zaaf ve cahiliye toplumu kalıntılarının giderilmesi ve her alanda birlikte savaşa girişmesi amacına yönelik hikmetli eğitim metodu aşamalarından birini oluşturmaktadır. Bu, çeşitli konularıyla sûrenin üzerinde durduğu ve bütünüyle Kur'an'ın eğitim metodunun yöneldiği bir amaçtır.

114- Onların aralarında yaptıkları çoğu gizli konuşmalarda hayır yoktur. Meğer ki, bu fısıltılı toplantılarının amacı sadaka vermeyi, iyiliği ve insanlar arasında dirliği emretmek olsun. Kim bunları Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaparsa ilerde kendisine büyük bir mükafat vereceğiz.
Kur'an-ı Kerim'de, müslüman toplum ve müslüman önderlikten uzak, geceleyin herhangi bir şey kararlaştırmak üzere toplanmak şeklindeki fısıldaşmaya ilişkin yasak, sık sık tekrarlanmaktadır. İslâmî eğitim, aynı şekilde İslâm düzeni; her insanın problemini ya da derdini getirip peygambere açmasını öngörmektedir. Ancak şayet, insanlar arasında yayılmasını istemediği özel bir işse, bunu gizlice açacaktır. Yok eğer bu, kişiye özgü bir durum olmayıp genel konulara ilişkin olursa o zaman da açıkça soracaktır.
Bu prensibin hikmeti; müslüman toplumda "hizipleşmenin" oluşmaması ve çeşitli grupların, düşünce ve problemleriyle ya da fikir ve amaçlarıyla bütünden ayrılmamalarıdır. Müslüman toplumda bir grubun geceleri herhangi bir şey kararlaştırmaması, dolayısıyla toplumun önceden kararlaştırılmış bir şeyle karşılaşmaması, ya da gizlice bir şey kararlaştırıp onu toplumdan saklamamaları içindir bu prensip. Çünkü ne yaparlarsa yapsınlar onu Allah'tan saklayamazlar. O'nun hoşuna gitmeyen sözü geceleyin kararlaştırırken de onların yanındaydı.
Bu konu, müslüman toplumdan ve onun önderliğinden ayrı, fısıldaşmayı ve geceleri bir şeyler kararlaştırmak üzere buluşmayı yasaklayan konulardan biridir.
Kuşkusuz müslüman toplumun meclisi mescitti. Orada buluşur, namaz kılmak ve hayat sorunlarını görüşmek için orada toplanırlardı. Müslüman toplum bütünüyle açık bir toplumdu; savaş ve diğer dönemlerdeki askeri sırlar ve sahibinin dillerde dolaşmasını istemediği çok özel sorunlar dışında, tüm problemler genele sunulurdu. Bu yüzden bu açık toplum, son derecè temiz ve serbest bir atmosfere sahipti. Toplumun ya da prensiplerinden birinin aleyhinde komplolar hazırlamak isteyen genellikle münafıkların dışında hiç kimse, toplumdan habersiz geceleri bir şeyler kararlaştırmak için bir kenara çekilemez. Bu yüzden çoğu yerlerde fısıldaşma, münafıklığa yakın bir davranış kabul edilmiştir.
Bu gerçek bizim için son derece yararlıdır. Buna göre müslüman toplum, böyle bir görünümden uzak bulunmalıdır. Her ferd, düşüncesini ya da karşısına çıkan bir plan, bir hedef veya bir problemi, topluma ve onun genel liderliğine açmalıdır.
Kur'an ayeti, burada bir çeşit fısıldaşmayı bu hükmün dışında tutmaktadır. Görünüm itibariyle fısıldaşmaya benzese bile aslında ayrı bir şeydir bu:
"Meğerki bu fısıltılı toplantıların amacı sadaka vermeyi, iyiliği ve insanlar arasında dirliği emretmek olsun."
Bunun anlamı; iyilik sever bir insanın diğer bir iyilik sever insana, "Gel falancaya yardım edelim, kimsenin bilmediği bir ihtiyacının farkına vardım." Ya da "Gel şu iyiliği yapalım veya insanları iyilik yapmaya teşvik edelim." Ya da "Gel falanca ile falancayı barıştıralım, ikisinin dargın olduğunu biliyorum" demesidir. İyiliksever kişilerden oluşan bir grubun, yukarda saydığımız işlerden birini yerine getirmek için bir araya gelmesi ve gizlice bir işi yapmak üzere anlaşmaları, fısıldaşma ve gizli buluşma değildir. İyiliksever bir insanın, kendisi gibi iyiliksever insanlara gizlice bildiği ya da düşündüğü bir iyiliği yapmalarını emretmesi, görünürde gizli fısıldaşmaya benzemesine rağmen, "emr" olarak isimlendirilmesi bu yüzdendir.
Ancak bir tek şartla; o da Allah'ın rızasını gözetmek olmalıdır.
"Kim bunları Allah'ın rızasını kazanmak amacı ile yaparsa ilerde kendisine büyük bir mükafat vereceğiz."
Bu gizli fısıldaşma, falana yardım etmek ve falanca ile falancayı barıştırmak konusunda nefsin arzularına alet olmamalıdır. Kişinin, -vallahi çok iyi adamdır- yardım etmeyi ve iyiliği teşvik ediyor, insanları barıştırmak için didiniyor diye ün salması amacına yönelik olmamalıdır. Bu iyilikle, Allah'a yapılan içten yöneliş, hiç bir leke ile bulaşmamalıdır. İşte burası, bir iş yapan ve bununla Allah'ın hoşnutluğunu kazanan O'nun sevabını hak eden bir adamla, aynı işi yapmasına rağmen Allah'ın gazabını hakkeden ve bu işi kötülükler hanesine kaydedilen diğer bir adam arasındaki yol ayrımıdır.

115- Kim bu yolu iyice tanıdıktan sonra, peygambere zıt düşer de müminlerin yolundan başka bir yola koyulursa, kendisini koyulduğu yolla baş başa bırakır, sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.
116- Allah kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur.
Bu ayetler grubunun indiriliş sebebine ilişkin; Beşir b. Ubeyrik'in "doğru yolu iyice tanıdıktan sonra" irtidat edip müşriklere katıldığı, müslüman saflarda yer alıyorken, müminlerin yolundan başka bir yola koyulduğu anlatılmıştır. Ancak hüküm geneldir. Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) zıt düşmenin her çeşidine uygulanır ve hepsini de karşılar. Ona zıt düşmek küfürdür, şirktir, irtidattır. Bu hüküm, adı geçen eski olaya uygulandığı gibi benzeri her duruma da uygulanır.
Meşakke "şakke" kelimesi sözlükte, birinin başkasının tuttuğu tarafın zıddını tutması anlamına gelir. Buna göre, peygambere zıt düşen, O'nun tuttuğu, saff, taraf ve yana karşıt bir yan, taraf ve saff edinmiş demektir. Bunun anlamı, tüm hayatı için onun hayat metodundan başka bir hayat metodu edinmesi ve O'nun yolundan başka bir yol seçmesidir. Oysa peygamber (salât ve selâm üzerine olsun); Allah katından inanç ve kulluk belirtilerini kapsadığı kadar, insan hayatının tüm yönlerine yönelik bir şeriat ve realist düzen de kapsayan eksiksiz bir hayat metodu getirmiştir. İnanç ve kulluk belirtileri ile şeriat ve hayat düzeni, bu metodun gövdesini oluştururlar. Öyle ki, gövdesi bölünüp bir tarafı alınır diğer tarafı bırakılırsa, bu ilahi hayat metodunun ruhu yok olur. Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) zıt düşenler; bütünüyle O'nun getirdiği metodu inkar edenler yada bir tarafını alıp diğer tarafını bırakmak suretiyle bir kısmına inanan diğer kısmını reddeden herkestir.
Yüce Allah'ın insanlara yönelik rahmeti; kendilerine bir peygamber göndermeden, onlara doğru yolu açıklamadan, kendileri iyice tanımadan sonra da sapıklığı seçmeden insanlara, azap etmemeyi ve onları en kötü dönüş yeri olan cehenneme atmamayı gerektirmiştir. Kuşkusuz bu, şu zayıf yaratığa yönelik, yüce Allah'ın geniş ve engin rahmetidir. Doğru yolu iyice tanıdıktan, yeni sistemin Allah katından geldiğini öğrendikten sonra, bu konuda Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) zıt düşüp, ona uymazsa, itaat etmezse ve kendisine bildirilen ilahî sistemden hoşnut olmazsa o zaman yüce Allah, kendisine sapıklık nasip eder; koyulduğu tarafa doğru gitmek üzere bırakır ve onu yöneldiği kafirlere, müşriklere katar. Böylece ayette anlatılan azabı hakkeder.
"Kim doğru yolu iyice tanıdıktan sonra, peygambere zıt düşer de müminlerin yolundan başka bir yola koyulursa, kendisini koyulduğu yolla baş başa bırakır, sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir varış yeridir."
Ayet-i kerime, bu kötü ve iğrenç dönüş yerini hakketmenin nedenini şu şekilde belirtmektedir: Allah'ın bağışlaması şirk dışında her şeyi kapsamaktadır ve müşrik olarak ölen bağışlanmayacaktır:
PUTPEREST EFSANELERİ
"Allah kendisine ortak koşma suçunu kesinlikle bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur."
Bu cüzde daha önce geçen benzeri ayetin açıklamasında söylediğimiz gibi Allah'a ortak koşma; Arap cahiliyesinde ve diğer eski cahiliyelerde görülen; açıkça Allah'la beraber başka ilahlar edinmek şeklinde gerçekleşebildiği gibi, yüce Allah'ı ilahlığın özelliklerinde birlememek ve bu özellikleri bazı insanlara tanımak şeklinde de gerçekleşebilir. Kur'an-ı Kerim'in "Hahamlarını ve papazların Allah'tan başka rabler edindiler." (Tevbe Suresi, 31) dediği yahudi ve hıristiyanların şirki bu tür bir şirktir. Onlar, hahamlarına ve papazlarına Allah'la birlikte ibadet emiyorlardı. Sadece Allah'ın dışında onlara kanun koyma hakkını tanıyorlar, kendilerine haramlar ve helaller belirliyorlardı. İlahlığın başta gelen özelliklerinden birini onlara vermişlerdi. Böylece şirk sıfatını hakketmişlerdi. Bu yüzden onlar hakkında, emredildikleri tevhide muhalefet ettiler denmişti. "Oysa bir tek ilaha kulluk etmekten başka bir şeyle emr olunmamışlardı." (Beyyine Suresi, 5)
Allah diledikçe, tüm diğer günahlar için bağışlanma kapısının açık olmasına rağmen, -kişi bu inanç üzere ölürse- şirk suçu için bağışlanma söz konusu değildir. Şirk suçunun bu denli büyütülmesinin, bağışlanma dairesinden çıkarılmasının nedeni; Allah'a ortak koşanın, bütünüyle iyilik ve doğruluğun sınırlarından çıkması, fıtratının hiç bir zaman düzeltilmeyecek şekilde bozulmuş olmasıdır:
"kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur."
Şayet fıtratta bozulmamış bir tek ip kalmış olsaydı, ölümden bir saat önce de olsa onu, Rabbinin birliğini kavramaya zorlardı. Ancak can boğaza dayandığı halde, hâlâ şirkte ısrar ediyorsa, işi bitmiştir ve artık azabı hakketmiş demektir.
"Sonra da cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir."
Daha sonra ayet-i kerime, Arap cahiliyesinin şirki ile beraber saplantılardan ibaret bazı inançlarına değinmektedir. Yüce Allah''ın -Melekleri- kız edindiği ve şeytana ibadet etmeleri konusunda uydurdukları masalları sıralamaktadır. Araplar, Meleklere ve onları temsilen diktikleri putlara ibadet ettikleri gibi, şeytana da ibadet ediyorlardı. Bu arada ayet-i kerime, ilâhlara adanmış hayvanların kulaklarını yarmak veya kesmek gibi bazı ibadetlerini de vasfetmektedir. Yüce Allah'ın yaratıklarını değiştirmelerini ve Allah'a şirk koşmalarını anlatmaktadır. Bu durumun, yüce Allah'ın insanları yarattığı fıtrata aykırı olduğunu belirtmektedir:

117- Onlar Allah'ı bırakıp dişi putlara (tanrıçalara) yalvarıyorlar. Aslında onların yalvardıkları şirret şeytandan başkası değildir.
118- O şeytan ki, Allah'ın lanetine uğrayınca "Kesinlikle kullarının belirli bir bölümünü kendi tarafıma alacağım. "
119- Onları yoldan çıkaracağım, asılsız kuruntulara daldıracağım, kendilerine davarların kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yaratıklarını değişikliğe uğratmalarını emredeceğim " demiştir. Kim Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinirse apaçık bir hüsrana uğramış olur.
120- Şeytan onlara vaadler yapar, kendilerini kuruntulara daldırır. Fakat şeytanın onlara yaptığı vaadler aldatmacadan başka bir şey değildir.
Cahiliye döneminde Araplar, Meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia ediyorlardı. Sonra da bu Melekler adına heykeller dikip; "Lat, Uzza, Menat" gibi kadın isimlerini takıyorlardı bu heykellere. Allah'ın kızlarının heykelleri oldukları gerekçesiyle ve dolayısıyla onlar aracılığı ile Allah'a yaklaşmayı umarak kulluk yapıyorlardı bu putlara. Bu durum en azından işin başında böyleydi. Ancak giderek efsanenin aslını unutmuşlar, bu putlara direk ibadet etmeye başlamışlardı. Hatta şu dördüncü cüzde açıkladığımız gibi her türlü taşa ibadet edecek duruma gelmişlerdi.
Aynı şekilde bazıları doğrudan doğruya şeytana tapıyordu. Nitekim Kelbi; Hazze'den Melihoğullarının cinlere ibadet ettiğini anlatmaktadır.
Ancak buradaki ayetin anlamı daha geniştir. Buna göre onlar, bütün şirklerinde şeytana yalvarmak ve ondan yardım dilemek durumundaydılar. Oysa bu şeytan, babaları Adem'in başından geçen kıssanın kahramanıdır. Allah'ın emrine isyan etmesinden ve insanlara düşman olmasından dolayı Allah'ın lanetine uğramıştır. Kovulup lanete uğradıktan sonra, insanlara olan kini, Allah'ın himayesine sığınmayanları saptırmak için yüce Allah'tan izin istemeye sürüklemiştir onu:
"Onlar Allah'ı bırakıp dişi putlara (tanrıçalara) yalvarıyorlar. Aslında onların yalvardıkları şirret şeytandan başkası değildir."
"O şeytan ki, Allah'ın lanetine uğrayınca, "Kesinlikle kullarının belirli bir bölümünü kendi tarafıma alacağım."
"Onları yoldan çıkaracağım, asılsız kuruntulara daldıracağım, kendilerine davarların kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yaratıklarını değişikliğe uğratmalarını emredeceğim" demiştir."
Onlar, -eski düşmanları- şeytana yalvarıyorlar. Ondan ilham alıyorlar. Bu sapıklıklarından dolayı ondan destek istiyorlar. Oysa bu şeytanı, yüce Allah lanetlemiştir. O da Ademoğullarının bir bölümünü saptırmak istediğinï, yalancı lezzetlerden, boş mutluluklardan ve sonuçta cezadan kurtarmaktan söz edip, azgınlık yolunda yalancı kuruntularla oyalayacağını açıkça söylemişti. Ayrıca insanları çirkin davranışlara; efsaneleri süslü göstermek suretiyle, akıl almaz tapınmalar uydurmaya sürükleyeceğini açıklamıştı. Bu tür ibadetler arasında, Allah'ın yasaklaması söz konusu olmaksızın bundan böyle binilmesini veya yenmesini yasaklamak için bazı hayvanların kulaklarını kesmek, vücudun bazı kısımlarını kesmek şeklinde Allah'ın yarattığını ve fıtratını değiştirmek yada köleleri iğdiş etmek ve cilde dövme yapmak, hayvan ve insan vücudunda bir takım değişiklikler yapmak gibi İslâm'ın yasakladığı bir çok değişiklik ve bozmalar yer almaktadır.
İnsanın, kendisine bu şirki ve onun doğurduğu putçu ibadetleri emredenin -eski düşmanı- şeytan olduğunu düşünmesi, en azından düşmanının kurduğu tuzağa karşı içinde bir sakınma duygusunun uyanmasını sağlar. İslâm, en başta gelen savaşı, insanla şeytan arasında başlatmıştır. Müminin tüm gücünü şeytanı ve onun yeryüzünde yaydığı kötülüğü savmaya, Allah'ın sancağı altında, onun hizbinde yer alıp şeytan ve hizbine karşı koymaya yöneltmektedir. Bu, silahların susmadığı sürekli bir savaştır. Çünkü şeytan, kovulduğu ve lanete uğradığı günden beri, ilan ettiği bu savaştan usanmaz. Mümin de bu gerçeği unutmaz, savaştan vazgeçmez. O, ya Allah'ın dostu ya da şeytanın dostu olması gerektiğini, bunun ortasının mümkün olmadığını çok iyi bilmektedir. Şeytan onun nefsinde, nefse verdiği şehvet ve taşkınlık duygularında, kendisine uyan müşriklerin ve tüm kötülük taraftarlarının şahsında da ona karşı savaşa girişir. Bu, hayat boyu kesintisiz sürecek tek bir savaştır.
Kim dost olarak Allah'ı tercih etmişse kuşkusuz kurtulmuş ve büyük kazanç elde etmiştir. Kim dost olarak şeytanı seçmişse o da zarara uğramış ve mahvolmuştur.
"Kim Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinirse apaçık bir hüsrana uğramış olur."
Kur'an'ın akışı, şeytanın dostlarına karşı davranışını, oyalama durumunu örnek olarak, tasvir etmektedir.
"Şeytan onlara vaadler yapar, kendilerini kuruntulara daldırır. Fakat şeytanın onlara yaptığı vaadler aldatmacadan başka bir şey değildir."
İnsan fıtratını, iman ve tevhitten saptırıp küfür ve şirke bulaştıran bu belirgin oyalamadır. Şayet bu oyalama olmasaydı fıtrat yoluna devam edecek, yol göstericisi, kılavuzu iman olacaktı.
Kuşkusuz bu, apaçık bir oyalamadır. Bu durumda şeytan, insana kötü davranışını süsleyip bu davranışım, güzel görmesine neden olmakta, isyan yoluna kazanç ve mutluluk vaadlerinde bulunmakta, yol boyunca azgınlık yapmasına yardımcı olmaktadır. Yaptıkları sonucunda kurtulacağı kuruntusuna daldırmakta, böylece güven verip helak edici yola devam ettirmektedir:
"Fakat şeytanın onlara verdiği vaadler aldatmacadan başka bir şey değildir."
Sahne bu şekilde canlandırılıp, eski düşman ipleri bağlayarak, tuzaklar kurarak kurbanlarının düşmesini bekler durumda gözler önüne getirilince, eksik ve sönük tabiatlardan başkasının şaşkınlığı sürmez, uykuda kalmaz. Hiç bir şeye aldırmadan, hangi yolu tutacağını, Hangi ışıkla yolunu bulacağını bilmeye çalışmadan olduğu gibi kalmaz.
Bu uyarıcı mesaj, vicdanlarda etkisini gösterip, savaşın ve bulunulan konumunun gerçek durumunu tasvir ettikten sonra, yolun sonunda karşılaşılacak akıbeti açıklayan ayetin devamı gelmektedir. Şeytanın oyaladığı, kendi zannını doğrulattığı ve daha önce açıkladığı iğrenç niyetini uygulattığı kişilerle, Allah'a karşı gerçekten inanmalarından dolayı onun iplerinden kurtulanları bekleyen sonuç açıklanmaktadır. Gerçek anlamda Allah'a inananlar, bu şeytandan üstündürler. Çünkü şeytana -Allah'ın laneti üzerine olsun- yalnızca sapıkları azdırma izni verilmiştir. Allah'ın samimi kullarına dokunmasına müsade edilmemiştir. Çünkü Allah'ın sağlam ipine iyice yapıştıkları sürece, bu kullar karşısında şeytan son derece zayıftır:
Kim Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinirse apaçık bir hüsrana uğramış olur."
"Şeytan onlara vaadler yapar, kendilerini kuruntulara daldırır. Fakat şeytanın onlara yaptığı vaadler aldatmacadan başka bir şey değildir."

121- İşte bunların varacakları yer cehennemdir. Ondan kurtulma imkanı bulamazlar.
122- İman edip iyi ameller işleyenleri ise altından ırmaklar akan, içinde ebedi olarak kalacakları cennetlere yerleştireceğiz. Bu Allah'ın vaadidir. Kim Allah'tan daha doğru sözlü olabilir.
İşte cehennem!.. Şeytanın dostlarının oradan kurtulmaları mümkün değildir. Şu da sonsuzluk cennetleri... Allah'ın dostlarının oradan çıkması söz konusu değil... Bunu Allah vaad etmiştir.
"Kim Allah'tan daha doğru sözlü olabilir?"
Yüce Allah'ın bu sözündeki mutlak doğruluk, şeytanın o sözündeki aldatıcı gurur ve yalancı kuruntu karşısında yer almaktadır. Allah'ın vaadine güvenenle şeytanın aldatmacasına kanan, ne kadar da uzaktır birbirinden.
Daha sonra ayetlerin akışı, amel ve karşılığına ilişkin, İslam'ın büyük bir kuralını açıklamakla devam etmektedir. Kuşkusuz mükafat ve ceza terazisi kuruntulara dayanmamaktadır. Değişmez bir temele, şaşmaz bir sünnete ve haktan sapmaz bir kanuna dayanmaktadır. Bu kanun karşısında tüm milletler eşittir. -Hiç kimsenin soy ve akrabalık bakımından yüce Allah'a yakınlığı söz konusu değil- Hiç kimse için kural bozulmaz, onun hatırına sünnete karşı gelinmez ve onun için kanun çiğnenmez. Kötülük işleyen kötülük, iyilik işleyen de iyilikle karşılık görecektir. Ne bir kayırma ne de bir torpil söz konusu değildir.
Alıntı ile Cevapla