Tekil Mesaj gösterimi
Alt 19 Eylül 2008, 18:05   Mesaj No:6

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Maide Suresi Tefsiri

YAHUDİLER VE MÜNAFİKLAR
41- Ey peygamber, kalpleri iman etmediği halde ağızdan "inandık" diyenler ile yahudilerden oluşmuş küfür yarışçılarının tutumu seni üzmesin. Bunlar körü körüne yalana kanarlar ve senin karşına çıkmayan bir grubun sözlerini tutarlar. Onlar da kelimelerin anlamlarını çarpıtan ve "size şöyle bir fetva verilerse ona uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın " diyen kimselerdir. Eğer Allah birini saptırmayı dilerse sen Allah'a karşı onun için hiç bir şey yapamazsın. İşte bunlar, Allah'ın kalplerini arıtmayı dilememiştir. Onlar için dünyada perişanlık vardır, ahirette de onları ağır bir azap beklemektedir.
42- Onlar körü körüne yalana kanarlar ve ısrarla haram yerler. Eğer sana gelirlerse istersen aralarında hüküm ver, istersen kendilerine yüz çevir. Eğer onlara yüz çevirirsen sana hiç bir zarar dokunduramazlar. Eğer aralarında hüküm verirsen adalet uyarınca hüküm ver. Çünkü Allah adalete bağlı olanları sever.
43- Onlar Allah'ın hükmünü içeren Tevrat ellerindeyken niçin senin hakemliğine başvuruyorlar ve sonra da verdiğin hükme yan çiziyorlar? Onlar kesinlikle imansızdırlar.
Bu ayetlerin, hicretin ilk yıllarında indiği daha ilk bakışta anlaşılıyor. (Bu ayetler en azından, Ahzab Savaşı ve Benî Kurayza yahudilerinin sürülmesinden önce inmiş olmalıdır. Daha önce Medine'de Benî Nadir ve Benî Kaynuka yahudileri de bulunuyordu. Ancak bunlardan önce Benî Nadir, ardından da Benî Kaynuka, Medine'den sürülmüşlerdi.) O dönemde yahudiler birtakım entrikalar peşindeydiler. Münafıklar da, tıpkı yılanın deliğine sığınması gibi, yahudilere sığınmaktaydılar. Her ne kadar münafıklar, dillerinin ucu la "biz iman ettik" deseler de, münafığı da yahudisi de küfür kulvarında adeta birbiriyle yarış içindeydiler. Onların bu durumları peygamberimizin, üzülmesine ve acı çekmesine yol açıyordu.
Allah bu noktada, peygamberi teselli ediyor. Onun yüreğini ferahlatıyor. İnsanların tutumlarındaki arka-planı, onun gözleri önüne seriyor. Gerek münafıklardan gerek yahudilerden küfürde birbiriyle yarışanlara ilişkin gerçeği, müslümanlar için açıkça ortaya koyuyor. Peygambere, onların kendisine gelmezden önce planladıkları entrikaları, çevirdikleri dolapları bildirmesinin ardından, söz konusu kişiler kendisine aralarında hüküm vermesi için başvurduklarında, nasıl bir yöntem izleyeceğini gösteriyor:
"Ey peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızdan, `inandık' diyenler ile yahudilerden oluşmuş küfür yarışçılarının tutumu seni üzmesin. Bunlar körü körüne yalana kanarlar ve senin karşına çıkmayan bir grubun sözlerini tutarlar. Onlar da kelimelerin anlamlarını çarpıtan ve `size şöyle bir fetva verilirse uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın' diyen kimselerdir."
Bu ayetlerin, zina, hırsızlık vb. türden -niteliklerine ilişkin farklı rivayetler bulunan- birtakım suçlar işlemiş olan kimi yahudiler hakkında indiği söylenmektedir. Bu suçların cezası, Tevrat'ta bellidir. Ancak yahudiler başlangıçta, bu cezaları aralarındaki aristokratlara uygulamak istemedikleri için, Tevrat'ın hükümlerini değil de, kafalarına göre kimi hükümler belirlemişlerdi. Yahudiler bir süre sonra, çemberi daha da genişleterek tüm yahudileri bu uygulama kapsamına aldılar ve Tevrat'taki tazir cezalarının yerine kendilerinin belirledikleri birtakım cezalar ikame ettiler. (Aslında çağımızda, kendilerini müslüman olarak yaftalayan kimi insanların bu bağlamda yaptıkları da, söz konusu yahudilerin tutumlarından farksızdır.) İşte o dönemde yahudiler bu tür suçları işlediklerinde, içlerindeki art niyetleriyle birlikte, fetva almak için peygamberimize gelirlerdi. Eğer peygamberimiz fazla ağır bir ceza vermezse, uygulamayı düşünüyorlardı. Hem böylece Allah katında kendilerine bir gerekçe de hazırlamış olacaklardı! Bu karar bir peygamber tarafından verilmiştir diyeceklerdi! Ancak peygamberimiz, Tevrat'takine benzer bir hüküm verecek olursa, bunu uygulamayacaklardı. Onlardan kimileri bu düşünceler içinde fetva arıyorlardı. Bunun içindir ki şöyle diyorlardı:
"Size şöyle bir fetva verilirse ona uyun, eğer başka bir fetva verilirse ona kulak asmayın."
Saçmalık, anlamsızlık, ayrıca Allah'a ve peygamberine karşı yükümlülüklerinde umursamazlık konusunda bu denli ileri gitmişlerdi. Aslında bu, belirli bir zaman sonra yürekleri taşlaşan, yüreklerinde imanın sıcaklığı kaybolan, yüreklerindeki iman ışığı sönen her "kitap ehli"ne genellenebilecek bir tablodur. Bu duruma gelenler için, inançlarından, şeriatlarından ve getirilen yükümlülüklerden kurtulabilmek, bir amaç haline dönüşür. Söz konusu kimseler artık, bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için çeşitli yollara başvururlar. Kendileri için bir çıkış yolu, bir hile bulabilme umuduyla, fetva aramaya koyulurlar. Nitekim günümüzde de, "dudaklarının ucuyla inandık diyen, ama yürekleri iman etmemiş olan"müslüman yaftalı kişilerin tutumlarında da aynı durum göze çarpmıyor mu? Dini uygulamak değil de, sadece bir kılıf bulabilmek için fetva peşine düşmüyor mu onlar da? Yine onlar da, kendi istemlerini sabitleştirebilmek, onları onaylayabilmek için, gerektiğinde dini bir kalemde silip bir kenara atmıyorlar mı? Dinin, gerçeği dile getirmesi, en doğru hükmü vermiş olması, aslında bu tür insanlar için bir anlam ifade etmektedir.
Bugün de yaşanan, aynı olgudur. Yüce Allah'ın, İsrailoğulları'nın durumunu bu denli geniş, bu denli ayrıntılı bir biçimde anlatmasının nedeni de bu olmalıdır. Yüce Allah, tüm bu anlattıklarıyla "müslüman" kuşakları uyarmak istemektedir. Uyanık müslümanların, doğru yoldan sapmalarına neden olabilecek tutumlar konusunda gözlerini dört açmaları için, özenle dikkat çekmektedir.
Yüce Allah, küfürde birbirleriyle yarışan, binbir türlü entrika ve komplo peşinde olan söz konusu kimseler hakkında, peygamberimize şöyle buyuruyor: Onların küfürde yarışmaları, seni üzmesin. Onlar bozgunculuk peşindedirler. Aslında içinde bulundukları durum, bozgunun ta kendisidir. Bu durumda, senin yapabileceğin bir şey yoktur. Onlar bozgunculuk peşinde koştukları ve bu doğrultuda hareket etmekte direttikleri sürece senin, onları bu durumdan alıkoyman imkansızdır:
"Eğer Allah, birini saptırmayı dilerse sen, Allah'a karşı, onun için hiçbir şey yapamazsın."
Onların yürekleri kir bağlamıştır. Ve Allah onların yüreklerini, bu pislikten arıtmak istememektedir. Onların yardakçıları da, bu pisliğe batmayı yeğlemiştir:
"Allah, bunların kalplerini arıtmayı dilememiştir."
Allah onları, dünyada rezil olmakla, ahirette de çetin bir azapla cezalandıracaktır:
"Onlar için dünyada perişanlık vardır, ahirette de onları ağır bir azap beklemektedir."
Sen onlardan sorumlu değilsin. Onların küfrü yeğlemeleri seni üzmesin. Onların bu durumlarına, aldırma sen. Bu meselenin, defteri kapatılmıştır artık.
Yüce Allah daha sonra peygamberimize, söz konusu kimseler aralarında hüküm vermesi için kendisine başvurduklarında onlara karşı nasıl davranacağını açıklıyor. Yalnız, bu açıklamadan önce, söz konusu insanların durumları, ahlâk ve davranışları bakımından sonuçta düşmüş oldukları aşağılık düzey dile getiriliyor:
"Onlar, körü körüne yalana kanarlar ve ısrarla haram yerler. Eğer sana gelirlerse aralarında hüküm ver, istersen kendilerinden yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen, sana hiç bir zarar dokunduramazlar. Eğer aralarında hüküm verirsen adalet uyarınca hüküm ver. Çünkü Allah adalete bağlı olanları sever."
Yüce Allah onların, körü körüne yalana kandıklarını vurguluyor. Bunu öylesine çok yapmaktadırlar ki söz konusu olgu, onların değişmez niteliği haline gelmiştir. Yalan ve batıl söz konusu olduğunda kulaklarını dört açmakta, gerçek ve doğrular söz konusu olduğunda ise kulaklarını ısrarla tıkamaktadırlar... Bozulan yüreklerin durumu, parlaklığını yitirmiş ruhların hâli budur işte... Sapıtmış toplumlarda, yalan ve batıl sözler ne kadar da ilgi görmektedir. Yine bu toplumlarda, gerçek ve doğru sözler ne kadar da dayanılmaz bir şeydir. Bu çağda, ne kadar da revaçta batıl! Yaşadığımız şu iğrenç dönemde, hakkın destekçileri ne kadar da kesat!
Bunlar; körü körüne yalana kanarlar... Israrla haram yerler...Buradaki haram; faiz, rüşvet, ısmarlama konuşmalar ve fetvalar için alınan karşılık da dahil olmak üzere, her türlü haram malı kapsamaktadır. Bunlar, onların ve de her dönemde Allah'ın çizdiği yolun dışına çıkmış toplumların, yemekte oldukları haramların belli başlılarıdır. Bu ayette haram için "suht" sözcüğü kullanıldı. Çünkü bu, bereketin kökünü kurutmaktadır. Sapıtmış toplumlarda betin bereketin kalmadığı ne kadar da belirgindir. Bugün bunu, Allah'ın sisteminden, şeriatından uzaklaşmış olan her toplumda, kendi gözlerimizle de görmüyor muyuz?
Yüce Allah, söz konusu kişiler arasında hüküm verip vermeme konusunda peygamberimizi serbest bırakıyor. Ona gelip hüküm vermesini istediklerinde peygamberimiz dilerse, onlardan yüz çevirecektir. Böyle yaptığında onlar, peygamberimize hiçbir zarar dokunduramayacaklardır. Peygamberimiz isterse, onlar arasında hüküm verecektir. Ancak, hüküm vermeyi yeğlerse, -onların arzularına kapılmaksızın, yarışırcasına küfre koşmalarından, çevirdikleri dolaplardan, entrikalardan etkilenmeksizin- adalet uyarınca hüküm verecektir.
"Çünkü Allah, adalete bağlı olanları sever."
Bu meselede, peygamber de, müslüman devlet başkanı da, müslüman yargıç da, Allah'ın buyruğu doğrultusunda hareket etmekle, adaletin gereğini yerine getirmekle yükümlüdür. Çünkü Allah, adalete bağlı olanları sever. İnsanlar zulmetmiş, ihanet etmiş, sapıtmış olsalar bile adalet, onların bu yaptıklarından doğabilecek her türlü etkilerine kapalı tutulmalıdır. Çünkü buradaki adalet, insanların durumlarına göre değil, Allah'ın buyruğu doğrultusunda belirlenmiştir... İşte bu, her yerde ve her çağda geçerli olan İslâm şeriatı ve İslâm'ın yargı sistemindeki kesin güvencenin göstergesidir.
Burada, peygamberimizin yahudiler arasında hüküm verme konusunda serbest bırakılmış olması bizlere, bu hükmün ilk dönemlerde indirilmiş olduğunu gösteriyor. Zira daha sonraları, İslâm şeriatına göre hüküm verme ve yargılama zorunlu kılınmıştır. "Daru'l-İslâm"da sadece Allah'ın şeriatı uygulanır. Orada yaşayan herkes, Allah'ın şeriatına göre yargılanmak durumundadır. Bununla birlikte, İslâm devletinde, İslâm toplumu arasında yaşayan "Kitap Ehli" için İslâm'ın özel bir prensibi vardır. Bu prensibe göre "Kitap Ehli", kendi şeriatlarında bulunan hükümler ve kamu düzenine ilişkin esaslar dışında, hiçbir konuda zorlanamaz. Onlar için, kendi şeriatlarında serbest bırakılmış herşey, serbesttir. Domuz beslemek, domuz eti yemek, -müslümanlara. satmamak koşuluyla- içki imal etmek ve içmek, bunlara örnek olarak gösterilebilir. Ancak faiz, onlar için de yasaktır. Zira bu, onların kitabında da haram kılınmıştır. Yine, zina ve hırsızlık suçlarına ilişkin cezalar, -onların kitabında da bulunmasından ötürü- onlara da uygulanır. Ayrıca, devlete baş kaldırmak ve ülkede bozgunculuk yapmak gibi suçlar işleyecek olurlarsa, -tıpkı müslüman yurttaşlar gibi, onlar da- gereken cezaya çarptırılırlar. Çünkü bu, İslâm devletinin ve onun sınırları dahilinde yaşayan, müslüman olsun ya da olmasın her yurttaşın güvenliğini sağlama bakımından bir zorunluluktur. Zaten bu noktada, İslâm devletinin sınırları dahilindeki hiçbir yurttaşa, hiçbir şekilde göz yumulamaz.
Peygamberin, hüküm verip vermeme konusunda serbest bırakılmış olduğu dönemde yahudiler, kimi davalarını, halletmesi için peygamberimize getirirlerdi. Mâlik'in, Nâfi' ve Abdullah bin Ömer'den naklen bizlere aktarmış olduğu bir olay, bu konuda bir örnek olarak gösterilebilir: "Yahudiler, peygamberimize gelerek, kendilerinden bir erkek ile bir kadının zina ettiğini söylediler. Bunun üzerine peygamberimiz onlara:"Recm konusunda Tevrat'tan nasıl bir hüküm çıkarıyorsunuz?" diye sordu. Onlar: "Kendilerini teşhir ederiz ve de kırbaçlanırlar" şeklinde yanıtladılar. Bu yanıt üzerine Abdullah bin Selâm: "yalan söylediniz! Tevrat'ta recm cezası var!" dedi. Buna karşılık yahudiler, Tevrat'ı getirip açtılar. Aralarından biri, parmağıyla recm ayetini kapatarak, söz konusu ayetin öncesini ve sonrasını okudu. Abdullah bin Selâm: "Parmağını kaldır oradan" dedi. Adam parmağını kaldırınca, recm ortaya çıktı.. Bunun üzerine yahudiler: "Muhammed doğru söylemiş! Tevrat'ta gerçekten recm ayeti varmış!" dediler. Peygamberimiz, ilgili hükmün uygulanmasına karar verdi ve ikisi de recm edildiler. Ben adamın, taşlardan koruyabilmek için kadının üstüne kapandığını görmüştüm." (Buhari ve Müslim)
Yine aynı konuda bir başka örnek olarak, İmam Ahmed'in Müsned'inde İbn Abbas'tan aktardığı bir rivayeti görelim: "Bu ayet, yahudilerden iki grup hakkında indirilmiştir. Bu iki gruptan biri, cahiliyye döneminde, diğerini yenilgiye uğratmıştı. Sonunda iki grup, oturup anlaşmaya varmışlardı. Anlaşma gereğince, yenen grup yenilen gruptan öldürdüğü her kişi için elli ve yenilen grup da yenen gruptan öldürdüğü her kişi için yüz vesak fidye ödemeye razı olmuştu. Bu arlaşma peygamberimiz Medine'ye geldiğinde de halen yürürlükteydi. Derken yine, yenilen gruptan biri, yenen gruptan birini öldürmüştü. Bunun üzerine yenenler, yenilmiş olanlar bir elçi göndererek, kendilerine yüz vesak fidye ödenmesini istediler. Ancak yenilenler, kendilerine gönderilen elçiye şu karşılığı verdiler: "İki tarafın da, dinleri, soyları ve yurtları aynı olmasına karşın, taraflardan birinin ödeyeceği diyet tutarının, diğer tarafın ödeyeceği diyet tutarının tam iki katı olması doğru mu? Sizlere daha önceleri fidye ödemiştik ama bu durum aslında, bizlere açıkça zulmettiğinizi ve ayrımcılık yaptığınızı gösteriyor. Artık, Muhammed geldi. Bundan böyle size fidye falan ödemeyeceğiz!" Bu tartışma, iki grup arasında neredeyse yeniden bir savaşın patlamasına neden olacaktı. Sonuçta her iki grup da peygamberimizi aralarında hakem tayin etme noktasında görüş birliğine vardılar. Bu kararın alınmasının ardından, yenen grubun içinden birisi, çevresindekilere: "Yemin ederim ki Muhammed onların bizlere, bizim onlara ödediğimiz tutarda fidye vermelerine karar verecek. Aslında onlar doğru söylediler. Bugüne kadar bizlere fazla fidye vermelerinin nedeni, bizim karşımızda ezilmeleri ve yenilgiye uğramalarıydı. İyisi mi siz, bir adam gönderip Muhammed'in kararını önceden öğrenmeye çalışın. Baktınız ki sizin beklediğiniz doğrultuda karar verecek o zaman, gider onun hakemliğine başvurursunuz. Baktınız ki sizin beklediğiniz doğrultuda karar vermeyecek,bu durumda, aldığınız karardan cayar ve onun hakemliğine başvurmazsınız." Bu sözler üzerine yenen grup, kimi münafıkları, peygamberimize gidip, onun bu konuda vereceği kararı önceden öğrenmekle görevlendirdiler. Söz konusu münafıklar peygamberimizin yanına geldiklerinde Allah, peygamberimize onların gerçek niyetlerini ve neyin peşinde olduklarını haber verdi. Bu olay üzerine Allah, "Ey peygamber! Küfürde yarışanlar seni üzmesin..." diye başlayan ve "...fasıktırlar" diye son bulan ayetleri indirdi. Söz konusu ayetler, yukarıdaki kimseler hakkında inmiştir. Allah, burada o kimseleri kastetmektedir." (Ebu Davud) İbn Cerîr'den aktarılan bir başka rivayette ise, yenen grubun Benî Nadir, yenilen grubun da Benî Kurayza olduğu belirtilmektedir. Buda, -daha önce de belirttiğimiz gibi- bu ayetlerin, yahudiler Medine'den sürülmezden önce, ilk dönemlerde indirilmiş olduğunu doğrulamaktadır.
Yahudilerin asla onaylanamayacak bu tutumları, artık genelleşmiş bir tavır haline gelmişti. Ve söz konusu ayetlerin akışı içerisinde, yahudilerin bu bağlamdaki tutumlarına karşılık olarak, kınayıcı bir soru yöneltiliyor:
"Onlar, Allah'ın hükmünü içeren Tevrat ellerindeyken, niçin senin hakemliğine başvuruyorlar ve sonra da verdiğin hükme yan çiziyorlar.?"
Yahudilerin, Allah'ın şeriatını ve hükmünü içeren Tevrat ellerindeyken, -Allah'ın şeriatına göre hükmetmekte olan- peygamberimizin hakemliğine başvurmaları, gerçekten kınanacak bir tutumdur. Üstelik, peygamberimizin vereceği hüküm, onların elinde bulunan Tevrat'taki hükümden farkı olacak değildir. Zira Kur'an, Tevrat'ı onaylayıcı ve onun içeriğini koruyucu olarak indirilmiştir. Üstelik yahudiler, peygamberimizi hakem tayin etmeye yeltenmeleri yetmiyor gibi, onun verdiği hükmü benimsemeyerek, onun verdiği hükme razı olmayarak, tam tersine onun verdiği hükme yan çizmektedirler.
Bunun için de Kur'an onlara kınayıcı bir soru yöneltmekle yetinmiyor. Bunun da ötesine geçerek, onların söz konusu tutumlarına ilişkin İslâm'ın hükmünün ne olduğunu kesin bir dille ifade ediyor:
"Onlar, kesinlikle imansızdırlar."
Hem iman etmek, hem de Allah'ın şeriatındaki hükmü terk etmek ya da söz konusu hükmü kabul etmemek...Bu iki olgunun bir arada olabileceğini düşünmek, kesinlikle olası değildir. Kendilerinin ya da başkalarının "mümin" olduklarını ileri süren, ancak yaşamlarında Allah'ın şeriatına göre hüküm vermeyen ya da kendilerine söz konusu şeriatın hükümlerinin uygulanmasını kabul etmeyen insanlar vardır. Bu tür insanların yaptığı, sadece bir aldatmacadır. İşte böylesi aldatmacılara yeltenenler, sonuçta Kur'an'ın şu ayetine toslamaktadırlar: "Onlar, kesinlikle imansızdırlar." Bu mesele, sadece, yöneticilerin Allah'ın şeriatına göre hükmetmemeleri ile değil, aynı zamanda yönetilenlerin, Allah'ın hükümlerine rıza göstermemeleri ile de doğrudan ilintilidir. Çünkü böyle bir durumda yönetilenler de, her ne kadar dilleriyle inanmış olduklarını söyleseler de sonuçta, iman çerçevesinin dışına çıkacaklardır.
Buradaki ayet, Nisâ suresindeki bir başka ayetle de paralellik arz ediyor:
"Hayır! Rabbine and olsun ki onlar, aralarında doğan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça, sonra da vereceğin karara gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar." (Nisa Suresi, 65) Her iki ayet de, yöneticilere değil, yönetilenlere ilişkindir. Her iki ayette de, Allah'ın ve peygamberin hükmünü kabul etmeyen, peygamberden yüz çeviren, onun verdiği hükme yan çizen kimselerin iman çerçevesinin dışına çıkmış olacakları vurgulanıyor.
Konunun başında da söylediğimiz gibi, görülüyor ki mesele temelde, Allah'ın ilahlığını, rabbliğini ve insanlar üzerïndeki egemenliğini kabul edip etmemekle ilgilidir. Allah'ın şeriatına boyun eğmek ve söz konusu şeriatın hükümlerine razı olmak, O'nun ilahlığına, Rabliğine ve egemenliğine ilişkin kabulün yaşama yansımasıdır. Allah'ın şeriatını reddetmek ve ondan yüz çevirmek ise, O'nun ilahlığının, Rabliğinin ve egemenliğinin kabul edilmediğinin göstergesidir.
KUR'AN'LA HÜKMETMEYEN KAFİRLER
Yönetilenlerden, yaşamlarında Allah'ın şeriatındaki hükümleri kabule yanaşmayan kimseler hakkında, Allah'ın vermiş olduğu hüküm budur... Şimdi ise sıra Allah'ın, Allah katından gönderilmiş tüm semavî dinlerde mevcut olan hükümler ile, "Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyen" yöneticilere ilişkin verdiği hükme geliyor:

44- Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik; bu kitap doğru yol kılavuzluğu ve ışık içerir. Gerek İslâm'a bağlı peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna göre hüküm verirler. buna göre insanlardan değil, benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayınız. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar kafirlerin ta kendileridir.
45- Tevrat'ta, yahudilere yazılı olarak bildirdik ki, canın karşılığı can, gözün karşılığı göz, burnun karşılığı burun, kulağın karşılığı kulak, dişin karşılığı diştir ve yaralamalarda da karşılıklılık (kısas) ilkesi geçerlidir. Kim kısas hakkını bağışlarsa bu onun günahlarına kefaret olur. Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler ise zalimlerin ta kendileridirler.
Allah katından gönderilmiş her dinle amaçlanan, yaşama yön vermektir. Pratik, gerçekçi bir yaşam biçimi belirlemekdir. Allah'ın dine yüklediği misyon, insanların yaşam biçimlerini belirlemek, düzenlemek, yönlendirmek ve koruma altına almaktır. Dinler insanların, heykellerin, ikonların ya da mihrapların karşısına geçerek tapınmalarını sağlamak üzere, kişinin salt iç dünyasına yönelik olarak indirilmemiştir. İnsanların yaşamlarında ve onların iç dünyalarının eğitiminde bunların hiçbir önemi yoktur demiyoruz. Ancak bunlar, insanların yaşam biçimlerini belirleme, düzenleme, yönlendirme ve koruma altına alma konularında tek başına yeterli olamaz. İnsanların yaşamlarında pratik bir karşılığı olması gereken bir şeriat, bir düzen, bir sistem salt bunlar üzerine ikame edilemez. Bu saydıklarımızı insanlar, yasalar ve otorite çerçevesinde belirlerler. Yasalara ve otoriteye ters bir davranışta bulunduklarında bundan sorumlu tutulurlar ve belirli cezalara çarptırılırlar.
İnsanların yaşamlarını en düzgün bir biçimde sürdürebilmeleri ancak, inanç, idealler ve yasaların tek bir kaynağa dayanması durumunda mümkün olabilir. Allah, insanların hareketlerine ve davranışlarına egemen olduğu gibi, onların yüreklerine ve içlerinde sakladıkları her türlü sırra da egemendir. O, insanların davranışlarının ve tutumlarının karşılığını, dünya hayatında, gönderdiği şeriata göre, ahiret hayatında ise yapacağı sorgulamaya göre en adil biçimde verecektir.
Ancak otorite parçalanacak olursa... Anlayışlar farklı kaynaklarla temellendirilecek olursa... Allah'ın otoritesi sadece vicdanlara ve insanların iç dünyalarına indirgenerek, rejim ve yasalar konusundaki otorite Allah'ın dışında birine verilecek olursa... Ahiretteki ceza ve mükafatlar konusundaki otorite Allah'ın, dünyadaki cezalar konusundaki otorite ise bir başkasına ait kabul edilirse... İşte o zaman, insanlığın ruhu, farklı iki otorite, farklı iki yönelim, farklı iki yöntem arasında parçalanmış demektir. İşte bu durumda insanların yaşamlarında aksaklıklar, bozukluklar ortaya çıkmaya başlar. Nitekim, Kur'an'da çeşitli vesilelerle bu bağlamdaki aksaklıklara ve bozukluklara işaret edilmektedir: "Eğer yerle gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı ikisi de bozulurdu" (Enbiya Suresi, 22) "Eğer gerçek, onların keyfi arzularına göre belirlenseydi, gökler, yer ve oralarda bulunanlar bozulup giderdi." (Müminun Suresi, 71) "(Ey Muhammed!) Seni de din konusunda bir şeriat sahibi kıldık, ona uy; bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma."(Casiye Suresi, 18)
Bu nedenledir ki her din, insanlar için bir yaşam düzeni olmak üzere gönderilmiştir. Dinin, belirli bir yöreye, bir ulusa ya da tüm insanlığa gönderilmiş olması, söz konusu olguyu değiştirmez. Her dinde, yaşama en doğru yaklaşımı sağlayacak bir inanç sistemi, insanların yürekleriyle Allah arasında bir bağ oluşturacak ibadet esasları ve bunların yanısıra, yaşamı biçimlendirecek bir şeriat söz konusudur. Bu üç açı, Allah'ın dininin temel direkleri konumundadır. Allah katından gelen her dinde bu saydıklarımız mevcuttur. Zira, insanlığın yaşamının sağlıklı ve düzgün bir biçimde olması, ancak yaşam düzeninin Allah'ın dinine göre belirlenmesi durumunda mümkündür.
Kur'an-ı Kerim'de ilk dinlerin içeriklerine ilişkin çeşitli göstergeler vardır. Belirli bir yörenin ya da ulusun mevcut düzeyiyle uyum içerisinde, belirli bir yöreye ya da bir ulusa gönderilmiş olan ilk dinler, yukarıda sözünü ettiğimiz bütünlüğü tam anlamıyla sağlamıştır. Buradaki ayetlerde, üç büyük dinde de yani yahudilik, hristiyanlık ve İslâm'da da söz konusu bütünlüğün tam anlamıyla mevcut olduğu dile getiriliyor.
Ayetlerde önce, bu bölümde ele almakta olduğumuz Tevrat'tan söz ediliyor:
"Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik; bu kitap doğru yol kılavuzluğu ve ışık içerir."
Tevrat, -Allah'ın indirdiği biçimiyle- yahudileri doğru yola iletmek, Allah'a ulaştıran yol ve yaşam süresince izlenmesi gereken yol konularında onları aydınlatmak üzere indirilmiş bir ilahî kitaptır. Bu kitap, tevhid inancını içermektedir. Kapsamlı bir ibadet sistemi içermektedir. Ve aynı zamanda bir şeriat içermektedir:
"Gerek Allah'a teslim olmuş peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları, Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna göre hüküm verirler."
Bir inanç ve ibadet sistemini de beraberinde getirmiş olan Tevrat'ı Allah, insanların salt vicdanları ve yürekleri için doğru yol kılavuzu ve ışık olsun diye indirmedi. Onu, bundan da öte aynı zamanda, pratik hayata Allah'ın sistemi doğrultusunda yön verecek ve yaşamı bu sistem çerçevesinde korumaya alacak bir şeriat içermesi hasebiyle, bu bağlamda da bir doğru yol kılavuzu ve ışık olması için indirdi. Kendilerini Allah'a teslim etmiş peygamberler, Tevrat'la hüküm verirler. Onlar ona, kendilerinden birşey eklemezler. O kitap tümüyle Allah'a aittir. İlahlık niteliklerine ilişkin herhangi bir nitelik konusunda, peygamberlerin bir istemi, bir otoritesi ya da bir iddiası asla yoktur. -İslâm'ın özgün anlamı da budur zaten- O peygamberler, yahudilere Tevrat'a göre hüküm veriyorlardı. -Tevrat, sadece yahudilere ilişkin indirilmiş bir şeriattı- onların din adamları yani yargıçları ve bilginleri de yine Tevrat'a göre hüküm verïyorlardı. Zira onlar, Allah'ın kitabını korumakla ve onun doğruluğuna tanıklık etmekle yükümlüydüler. Nitekim, kendi yaşamlarını Tevrat'ın buyrukları doğrultusunda düzenleyerek, dindaşları arasında Allah'ın şeriatını hakim kılarak, söz konusu tanıklıklarının gereğini de yerine getirmekteydiler.
Burada, Tevrat'a ilişkin ayetler noktalanmadan önce, Allah'ın kitabıyla hüküm verilmesi ve de söz konusu hükümleri verirken insanların arzularından, diretmelerinden, savaşlarından etkilenilmemesi için gereken özeni göstermeleri için müslümanların dikkatleri çekiliyor. Allah'ın kitabına sahip çıkan herkes, bu noktada özen göstermek zorundadır. Bunun aksini yapanlara ya da bu konuda çekingen davrananlara gelince:
"İnsanlardan değil, benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayınız. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar kafirlerin ta kendileridirler."
Yüce Allah, -her zaman ve her ulustan- kimi insanların, Allah'ın indirdikleri ile hüküm verilmesine karşı çıkacaklarını biliyordu. Bu tür insanların öz benlikleri, Allah'ın hükümlerine razı olmaya ve söz konusu hükümlere boyun eğmeye kesinlikle yanaşmayacaktır. Burjuvalar, tağutlar, tahtları ve üst makamları ellerinde bulunduran mirasyediler, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmesine kesinkes karşı çıkacaklardır. Zira Allah'ın indirdiği hükümler uygulandığında, onların yüzlerine geçirmiş olduğu ilahlık maskesi yere düşecek ve ilahlık sadece Allah'a ait olacaktır. Böylece, insanlar için Allah'ın izin vermediği kanunlar koyan söz konusu kimselerin elindeki egemenlik, yasama ve yürütme yetkisi çekilip alınmış olacaktır. Sömürü, zulüm ve haram üzerine kurdukları düzene kendilerine maddi ve ekonomik çıkar sağlamakta olan söz konusu kimseler elbette ki Allah'ın indirdiği hükümlerin uygulanmaması için yırtınacaklardır. Çünkü Allah'ın şeriatı, onların zulüm üzerine kurulu çıkar mekanizmalarının kökünü kazıyacaktır. Şehvetlerinin, tutkularının, yarmaladıkları malların esiri olanlar, ahlâkî çözülmeyi yaşayanlar, Allah'ın indirdiği hükümlerin yürürlüğe konmaması için elbette ki direneceklerdir. Çünkü Allah'ın dini, onları bu niteliklerinden arınmaya zorlayacak, bunu yapmamaları durumunda ise onları cezalandıracaktır. Söz konusu kimseler, yeryüzünde iyiliğin, adaletin, barışın yaygınlaşmasından rahatsız olduklarından dolayı, her türlü yola başvurarak, Allah'ın hükümlerinin yürürlüğe konmasını engellemek için çabalayacaklardır.
Allah, indirdiği hükümler yürürlüğe konmak istendiğinde, her cephede bu tür direnişlerle karşılaşılacağını biliyordu. Bu durumda, Allah'ın dinini sahiplenenlerin ve dinin doğruluğuna tanıklık edenlerin yapacağı iş, karşıt-güçlere karşı direnmek, onları göğüslemek, mal ve can pahasına da olsa mücadele etmektir. Allah, onlara hitaben diyor ki:
"İnsanlardan değil, benden korkunuz!"
Onların, Allah'ın şeriatını uygulamaları dışında bir korkuları olamaz insanlardan. Bu insanlar ister, Allah'ın şeriatına boyun eğmemekte direten ve ilahlığın sadece ama sadece Allah'a ait olduğunu kabullenmeye yanaşmayan tağutlar olsun... İster, Allah'a isyan içerisinde olmakla birlikte, O'nun şeriatını kendi kişisel çıkarlarını korumak için kullanmakta olan kimseler olsun... İster, Allah'ın şeriatındaki hükümleri ağırlaştıran ve çarpıtan sapık güruhlar olsun... Her halukârda, durum değişmemektedir. Ayette kendilerine hitap edilenlerin, sözünü ettiğimiz kimselerden ve onların dışındaki insanlardan, yaşamda Allah'ın şeriatını hakim kılmak için didinme dışında korkmaları söz konusu olamaz. Asıl korkulması gerekenin, Allah olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır. Allah dışında hiç kimseden korkulmamalıdır.
Yine Allah, kitabının koruyucuları ve kitabının doğruluğunun tanıkları durumundaki din bilginlerinden kimilerinin, dünya hayatının çekiciliğine kapılıp baştan çıkabileceklerini de biliyordu. Bu tür din bilginlerinden, Allah'ın hükümlerini istemeyen devlet yetkilileri, zenginler ve şehvet düşkünleri ile diyalog içinde bulunanlar ve de dünya hayatının cazibesine kapılarak onların yaptıklarına hiç ses çıkarmamayı yeğleyenler de olacaktır. Zaten bu tür yoldan çıkmış din adamlarına her zaman, her toplumda rastlayabilmek mümkündür. Nitekim bu tür din adamları yahudiler arasında da vardı. İşte Allah, böylesi bir tutum içerisine girmiş din bilginlerine diyor ki:
"Ayetlerimi birkaç paralık çıkarlarınız uğruna satmayınız."
Burada suskun kalanlara, ayetleri çarpıtanlara, yamama fetvalar ürete bilmek için çaba harcayanlara sesleniliyor!
Gerçekten de bu tür kimselerin, yaptıklarına karşılık olarak alacakları para ya da sağlayacakları çıkar ne olursa olsun, neticede bir "hiç"tir. Maaş, görev, makam, unvan, titır ya da birtakım çıkarlar uğruna, dini satıp bile bile cehennemi satın aldıkları düşünülürse, kazançları gerçekten de bir hiç değil midir?
Bir emanet yüklenmiş kişinin, tutup ihanet etmesinden daha kötü bir şey düşünülemez. koruyucu konumundaki birinin, vurdumduymazlaşmasından daha korkunç birşey yoktur. Tanık konumundaki birinin, gerçeği. saptırmasından daha iğrenç bir şey olamaz. Ne var ki "din adamı" kisvesi altında pek çok kimse, dine ihanet etmekte, bu konuda vurdumduymazlaşmakta ve gerçekleri saptırmaktadır. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeleri gerekirken, suskun kalmayı yeğlemektedirler. Yöneticilere hoş görünmeyi Allah'ın kitabına tercilı ederek, ayetleri çarpıtmaktadırlar...
"Allah'ın indirdikleri ayetlere göre hüküm vermeyenler, kafirlerin ta kendileridirler."
Bu son derece kesin ve su götürmez bir ifadedir. Gerek ayetin orijinalinde şart edatı olarak "men"in kullanılması ve gerek cevap cümlesi, bu hükmün, herkesi kapsayabileceğinin göstergesidir. Ayette herhangi bir kapaklık olmadığı gibi bu hüküm, zaman ve mekan sınırlarını da aşmaktadır. Bu, hangi kuşakta ve hangi ulusta olursa olsun, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen herkesi kapsamına alan genel bir hükümdür...
Bunun nedenini ise daha önce açıklamıştık. Zira, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen, Allah'ın ilahlığını reddediyor demektir. Oysa ilahlık zorunlu olarak, egemenliği ve yasamayı da içermektedir. Allah'ın :ayetlerine göre hüküm vermeyen bir kimse ise bir yandan, Allah'ın ilahlığını ve ilahlığının niteliklerini reddetmekte, diğer yandan da ilahlık hakkını ve ilahlığın niteliklerini kendisine mal etmeye kalkışmaktadır. Gerçekten de küfür bu değil de nedir? Pratik -ki bu teoriden çok daha önemlidir- sırf küfür kokuyorsa, dil ile mümin ya da müslüman olduğunu savlamanın anlamı nedir?
Son derece kesin olan bu hüküm konusunda demagoji yapmak, gerçekten kaçmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Böylesi bir hükmü tevil etmeye Çabalamak, ayeti çarpıtmaktan başka bir şey olamaz. Bu bağlamda yapılan demogojiler ya da teviller, söz konusu ayetin muhatabı konumundaki kimseler hakkında Allah'ın koyduğu hükmü hiçbir biçimde değiştiremez.
KISAS
Allah'ın tüm dinlerindeki bu temel prensibin açıklanmasından sonra, Tevrat'taki şeriattan örnekler sıralanıyor. Ki Allah Tevrat'ı gerek Allah'a teslim olmuş peygamberler, gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları -Allah'ın bu kitabının koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatıyla- yahudiler arasında ondaki ayetlere göre hüküm versinler diye indirmişti:
"Tevrat'ta yahudilere yazılı olarak indirdik ki, canın karşılığı can, gözün karşılığı göz, burnun karşılığı burun, kulağın karşılığı kulak, dişin karşılığı diştir ve yaralanmalarda da kârşılıklı (kısas) ilkesi geçerlidir."
Tevrat'ta belirtilen bu hükümler, İslâm şeriatında da aynen muhafaza edilmiştir. Bu hükümler, kıyamete dek tüm insanlığın şeriatı olmak üzere indirilmiş bulunan, müslümanların şeriatının da bir parçası olmuştur. Gerçi bunlar, pratik zorunlulukların gereği olarak sadece "daru'l-İslâm"da uygulanabilir. Zira, "daru'l-İslâm" olmayan yerlerde, bu hükümleri uygulayabilecek bir İslâmî otorite yoktur. Ancak, madem ki İslâm şeriatı Allah'ın iradesiyle her zaman ve tüm insanlar için geçerli olacak bir şeriat olarak indirilmiştir, bu durumda her nerede olursa olsun İslâmî bir yönetim iş başına geldiğinde, söz konusu hükümleri yürürlüğe koymak ve uygulamakla yükümlüdür.
Tevrat'ta da geçen bu hükümlere İslâm, bir hüküm daha ekliyor:
"Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahlarına kefaret olur."
Tevrat'ta bu hüküm yer alınıyordu. Tevrat'taki hükme göre kısas, mutlaka uygulanırdı. Bu konuda ödün vermek, kısas hakkından vazgeçmek ve bu o kişinin günahlarına kefaret olması söz konusu değildi.
Burada, kısas cezalarına bir parça da olsa değinmekte yarar var.
Allah'ın şeriatında kısasla getirilen ilk şey, eşitlik prensibidir. İslâm şeriatında, kanda ve cezada eşitlik prensibi esastır. İnsanların makamları, sınıfları, soyları, ırkları ne olursa olsun, onlar arasında cana canla ve yaralara da karşılıklı ödeşmeyi getirmek, can konusunda tüm insanları eşit kabul etmek, Allah'ın şeriatı dışında hiç bir şeriatta söz konusu değildir.
Allah'ın şeriatında canın karşılığı candır. Gözün karşılığı gözdür. Burnun karşılığı burundur. Kulağın karşılığı kulaktır. Dişin karşılığı diştir. Yaralamalarda da karşılıklılık ilkesi geçerlidir. Bu hükümlerin uygulanmasında insanlar arasında hiçbir ayrım yapılmaz. Kişi hangi ırka, hangi sınıfa mensup olursa olsun, ister yönetici, ister yönetilen olsun, gerektiğinde bu hükümler kendisine uygulanacaktır. Çünkü her insan, Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah'ın şeriatı önünde, herkes eşittir.
Allah'ın şeriatında getirilen bu yüce prensip, gerçekten de "insan"ın yeniden doğuşunu muştulamaktadır. Artık, her insan eşittir. Çünkü bu şeriat sayesinde insanlar, birincisi aynı kanun ve aynı yargı huzurunda mahkemeleşme, ikincisi ise aynı esasla ve aynı ölçüde ödeşme imkanına kavuşmuş bulunmaktadırlar.
Bu prensibi ilk kez İslâm getirmiştir. Asırlar boyunca beşer tarafından pek çok görece şeriatlar belirlenmişti. Bu şeriatlarda, kanun bakımından teorik düzlemde oldukça iyi düzeyde bulunanlar olduysa da, pratikte aynı düzeyin korunabilmesi mümkün olmadı.
Yahudiler, kendilerine indirilen Tevrat'ta da bulunan bu yüce prensipten sapmışlardı. Kendileri ile diğer insanlar arasında bu yüce prensibi bir kenara bırakmışlardı: "Ümmilere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur." (Ali İmran Suresi, 75) diyorlardı. Hatta kendi aralarındaki ilişkilerde bile bu yüce prensibi unutmuşlardı. Benî Kurayza ile Beni Nadir kabileleri arasında olup bitenler bunun en güzel örneğiydi. Sonunda peygamberimiz geldi de onları tekrar Allah'ın şeriatına eşitlik ilkesini getiren şeriata döndürdü ve de perişan durumdaki Benî Kurayza ile üstün durumdaki Benî Nadir arasında tam bir eşitlik sağladı.
Bu yüce prensiple belirlenen kısas, -insanın yeniden doğuşunu muştulamasından da öte- bir insanı öldürmeye, yaralamaya ya da onun bir organına zarar vermeye kalkışabilecek kişilere karşı, aynı zamanda caydırıcı bir cezadır. Çünkü kısas söz konusuysa, bunları yapmaya kalkışan kişi, böyle bir eylemi gerçekleştirmezden önce, olayı kendi kendine, nedeniyle niçiniyle, defalarca düşünmek zorunda kalacaktır. Çünkü bilir ki karşısındaki insanı öldürdüğünde; -görevi, soyu-sopu, sınıfı, ırkı ne olursa olsun- kendisi de öldürülecektir. Karşısındaki insana ne yaparsa, aynısı kendisine de yapılacaktır. Bilir ki karşısındaki insanın elini ya da ayağını kesse, kendi eli ya da ayağı da kesilecektir. Karşısındakinin göz, kulak, burun ya da dişine zarar verse, kendi organının da aynı şekilde zarara uğramasına neden olacaktır. Ama kişi bu suçları işlediğinde, sadece hapis cezasına çarptırılacağını biliyorsa, bu durumda cezanın caydırıcılığı kısastakiyle hiç bir zaman eşdeğer olamaz. Hapis cezası uzun olmuş, kısa olmuş birşey fark etmez. Bedende yaşanan acı ya da bir organın yitirilmesiyle duyulan ıstırap ile hapiste yatmanın verdiği acı kesinlikle eş değildir. Bunları, hırsızlığın cezasına ilişkin ayetin açıklanması sırasında da açıklamıştık.
Bu yüce prensiple belirlenen kısas, -yine insanın yeniden doğuşunu muştulamasından da öte- aynı zamanda, insanın öz benliğini rahatlatan, iç dünyasındaki sarsıntıları ve yüreğindeki yaraları gideren, gözü kör bir öfkeyle harekete geçen dayanılmaz intikam tutkusunu yatıştıran bir hükümdür. Kimi insanlar bir yakınları öldürüldüğünde, diyet almaya ya da yaralandıklarında sadece tazminat almaya razı olabilirler. Ama kimi insanlar da acılarını, ancak aynı şeyin suçluya da yapılmasıyla, yani kısasın uygulanmasıyla dindirebilirler.
Allah'ın İslâm'la belirlediği şeriat -tıpkı Tevrat'la belirlediği şeriat gibi insanın doğasını gözeterek, kısas hakkını garanti altına almıştır. Ancak, insanların vicdanlarına ve hoşgörülerine seslenerek, kısas uygulanmasını isteme hakkına sahip olan kişileri, yine de bağışlamaya özendirir:
"Kim kısas hakkını bağışlarsa bu, onun günahlarına kefaret olur.."
Kişinin kendi arzusuyla, kısas hakkını bağışlamasında durum bu şekildedir. İster bir yakını öldürülen kan sahibi olsun, (Bu durumda bağışlama, kan sahibinin, kısas yerine diyet alması ya da hem kısas hem de diyet hakkından vazgeçmesiyle olur. Her ikisi de kan sahibinin hakkıdır. Zira, cezayı uygulatmak ya da bağışlamak ona bırakılmıştır. Onun bağışlaması durumunda hükümdara düşen, kâtil için uygun bir tazir cezası belirlemektir.) isterse yaralanmış durumdaki hak sahibi olsun, dilerlerse kısasın uygulanmasını istemeyebilirler. Kişinin, kısas hakkını bağışlaması durumunda bu, onun günahlarına kefaret olur ve Allah, onun günahlarını affeder.
Bu çağrı daha çok, insanları hoşgörü ve bağışlamaya, özendirmeye ve yürekleri Allah'ın affına ve bağışlamasına, eğitmeye yöneliktir. Çünkü öyle insanlar olabilir ki, yitirdikleri kişi ya da uğradıkları zarar sonucu duydukları acıyı, ne aldıkları tazminat ne de uygulattıkları kısas dindiremeyecektir... Öldürülen kişinin velisi, katili öldürtse bile, giden geri gelecek midir? Yitirdiği kişi için tazminat alacak olsa da bunun ne kıymeti olacaktır? Burada asıl amaç, yeryüzünde azami düzeyde adaleti sağlayabilmek ve toplumu güvenlik altına almaktır. Bu durumu yaşayan bir kişinin, yüreğinde elbette bir acı olacaktır. Ancak bu acıyı, yüreğini, Allah katından gelecek karşılığa bağlamaktan başka hiçbir biçimde dindiremez...
İmam Ahmed'in rivayetine göre: "Vekî' ve Yunus bin Ebî İshak'ın aktardıklarına göre Ebû Sufr şöyle dedi: "Kureyşli bir erkek, Ensar'dan bir erkeğin dişini kırınca, Muaviye'den yardım istedi. Muaviye de: `Onu ikna ederiz' dedi. Ancak dişi kırılan kişi ikna olmuyordu. Muaviye bunun üzerine: `Meseleni arkadaşınla hallet' dedi. O arada, orada oturmakta olan Ebû Derdâ dedi ki; Peygamberimizin şöyle dediğini işitmiştim: `Bedeni zarara uğratılan bir müslüman eğer hakkını bağışlayacak olursa, Allah da onun derecesini yükseltir ya da bir günahını bağışlar'. Bunun üzerine Ensardan olan kişi de: `Öyleyse bağışladım' dedi."
İşte, kendisine Muaviye'nin tazminat olarak önerdiği karşılığı kabul etmeyip kısasta direten söz konusu kişi, bu hadisi duyar duymaz rahatlamış ve hakkından vazgeçmeye razı olmuştu.
İşte, yaratıkların, onların iç dünyalarındakï duyguları ve kımıltıları, yüreklerinin derinliklerinde neler olduğunu ve nasıl huzur bulacağını en iyi biçimde bilen Allah'ın şeriatı budur. O, belirlediği hükümleriyle, insanların yüreklerinde gerçek huzur ve güvenceyi en iyi biçimde sağlamaktadır.
Aynı zamanda, Kur'an'ın da bir parçası haline gelen, Tevrat'tan bu parçalar aktarıldıktan sonra, genel bir hüküm belirtiliyor:
"Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, zalimlerin ta kendileridirler."
Bu, genel bir ifadedir. Bunu özele indirgeyebileceğimiz herhangi bir dayanak söz konusu değildir. Ancak burada, "zalimler" diye yeni bir nitelik daha ekleniyor.
Bu yeni nitelik, daha önce geçen "kafirler" biçimindeki nitelikten farklı bir durumun olduğu anlamında değildir. Bu, Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye sadece yeni bir niteliğin eklenmesinden ibarettir. Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişi, Allah'ın ilahlığını ve kullar üzerindeki yasama yetkisinin ona özgü olduğunu reddetmesinden ve de insanlar üzerinde yasama yetkisini kendisine mal ederek ilahlık iddiasına kalkışmasından ötürü kafirdir. Yine, insanları, -onlar için en uygun olan- Allah'ın şeriatından koparıp başka bir şeriata uymaya zorlamasından ötürü de zalimdir. Aslında bu tür bir kişi, tehlikeli bir yola atılmakla, küfrün cezasına çarpılmayı haketmekle ve -aralarında yaşadığı- insanların yaşamlarını kargaşaya, bozguna maruz bırakmakla, bizzat kendisine de zulmetmektedir.
Gönderme yapılan nokta ve "Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler" biçimindeki şart cümlesi, ayeti böyle anlamamızı gerektiriyor. İkinci şart cümlesinin cevabı, birinci şart cümlesinin cevabına ekleniyor. Her ikisinde de, mutlaklık ve genellik ifade eden şart edatı "men (kim ki...)" kullanılmış ve aynı noktaya gönderme yapılmıştır.

46- Bu peygamberlerin ardından kendisinden önce gelen Tevrat'ı onaylayıcı olarak Meryemoğlu İsa'yı gönderdik; O'na doğru yol bilgisi ile ışık içeren, önündeki Tevrat'ı onaylayan, takvalılar için yol gösterici ve öğüt olan İncil'i verdik.
47- İncil ümmeti, Allah'ın bu kitapta indirdiklerine göre hüküm versin. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar fasıkların, doğru yoldan çıkmışların ta kendileridir.
Meryemoğlu İsa, İncil'i bir yaşam düzeni, hüküm verilecek bir şeriat olsun diye getirmişti. İncil'de, Tevrat şeriatındaki bazı meselelerde küçük değişiklikler dışında yasamaya ilişkin yeni esaslar bulunmuyordu. Ama İncil, önündeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirilmişti. Söz konusu meselelerdeki küçük değişiklikler arasında, Tevrat şeriatını da yine kabul ediyordu. İncil de, bir doğru yol kılavuzu, bir aydınlatıcı, bir öğüt olarak indirilmişti. Ama kimlere? Elbette ki takvalı insanlara... Takvalılar, Allah'ın kitaplarının birer doğru yol kılavuzu, birer ışık, birer öğüt olduğunu kavrayanlardır. Onlar, yürekleri Allah'ın kitabı sayesinde doğru yolu bulmuş, aydınlanmış kimselerdir. Onlar, yürekleri bu kitaptaki doğru yolu ve ışığı algılayabilmiş kimselerdir. Ancak, yürekleri taşlaşmış, körelmiş ve algılama gücünü yitirmiş kişilere gelince... Onlar öğütten anlamazlar. Ayetlerin anlamını kavrayamazlar. Ayetlerdeki buyrukların esprisini kavrayamazlar. İnancın ne denli güzel olduğunu bilemezler. Kitabın doğru yol kılavuzu oluşundan, aydınlatıcılığından faydalanamazlar. Doğru yolu bulamazlar. Gerçek bilgiye kavuşamazlar. Kitab'ın çağrısına olumlu yanıt vermezler. Gerçi ışık, önlerindedir. Ama, ışığı görebilmek için açık bir göz gerekir. Doğru yol, önlerindedir. Ama onu kavrayabilmek için aydınlanmış bir ruh gerekir. Öğüt, önlerindedir. Ama ondan yararlanabilmek için bilinçli bir kalp gerekir.
Allah, İncil'i bir doğru yol kılavuzu, bir aydınlatıcı, takvalılar için bir öğüt, İncil ümmeti için bir yaşam düzeni, hüküm verebilecekleri bir şeriat olsun diye indirmiştir. Bir başka deyişle bu kitap sadece İncil ümmetine özgüdür. Tüm insanlığa gönderilmiş bir kitap değildir. İslâm dininden önceki, her kitap, her peygamber için aynı olgu söz konusudur. Ancak İncil'de -ki bu bir bakıma Tevrat'ta demektir- Kur'an'ın hükmüne uyan şeriat esasları, yine İslâm şeriatı demektir. Nitekim, bunu kısas cezasına ilişkin hükümlerde görmüştük.
Dolayısıyla İncil'e inananların, Allah'ın İncil'de belirlediği ve Tevrat'taki şeriattan da onayladığı esaslar doğrultusunda hüküm vermeleri gerekiyordu:
"İncil ümmeti, Allah'ın bu kitapta indirdiklerine göre hüküm versin."
Bu konuda kural, sadece Allah'ın indirdiklerine göre hüküm vermektir.
Hristiyanlar ve yahudiler -İslâm öncesinde- Tevrat ve İncil'in gereklerini yerine getirmemişlerse ve -İslâm sonrasında- Allah katından gönderilen Kur'an doğrultusunda harekât etmemişlerse, neticede bir hiçtirler. Tüm bu kitaplarda tek bir şeriat söz konusudur. Onlar bu şeriata uymakla yükümlüdürler. Allah'ın, tek bir harfi bile olmaksızın korunmuş son şeriatı da İslâm'dır:
"Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyenler, fasıkların, doğru yoldan çıkanların ta kendileridirler."
Buradaki nassta da yine genel ve kesin bir ifade kullanılıyor. Yalnız burada, daha önceki "kâfirler" ve "zalimler" biçimindeki niteliklere, "fasıklar" diye bir yenisi daha ekleniyor. Bu, daha önceki ayetlerde bahsedilenlerden farklı bir topluluk ya da değişik bir durum söz konusu olduğu anlamında değildir. Durum yine aynıdır. Olay, bu ayetle, hangi ulustan ve hangi kuşaktan olursa olsun Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermeyen kişiye, daha önceki iki niteliğe ek olarak, yeni bir niteliğin daha eklenmesinden ibarettir.
Küfür, Allah'ın şeriatını reddederek O'nun ilahlığını inkâr ederek olur. Zulüm, insanları Allah'ın belirlediği şeriat dışında bir şeriata uymaya zorlamak ve onların yaşamlarında kargaşaya, bozguna neden olmakla işlenir. Fasıklık ise, Allah'ın sistemini bırakıp başka bir sisteme tabi olmak demektir. İşte ilk fiil, bu niteliklerin her üçünü de kapsamakta ve söz konusu fiili işleyen kişi her üç niteliği de -aralarında hiçbir ayrım yapılmaksızın- bütünüyle haketmektedir.
Alıntı ile Cevapla