Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 00:19   Mesaj No:2

Verda_Naz

Medineweb Sadık Üyesi
Verda_Naz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Verda_Naz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 176
Üyelik T.: 15 Eylül 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:30
Mesaj: 612
Konular: 248
Beğenildi:11
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kur'an Hud Suresi Tefsiri

İNKÂRCILARIN MANZARASI

"Her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından muhkem, uyumlu cümlelerle örülen, sonra ayrıntılı biçimde açıklanan" bu kitabın özü dile getirildikten sonra bir bölüm müşriklerin, kendilerine "uyarıcı ve müjdeleyici" peygamber tarafından okunan bu kitabın ayetlerini nasıl karşıladıkları anlatılı yor. Okuyacağımız ayetler, müşriklerin takındıkları bu somut tavrı ve bu tavra eşlik eden somut hareketi tasvir ediyor. Bu adamlar kendilerini Allah'dan gizlemek amacı ile başlarını göğüslerine yapıştırarak iki büklüm oluyorlar. Ayetlerin akışında bu davranışın boşluğu, saçmalığı vurgulanıyor. Çünkü yüce Allah'ın bilgisi en gizli durumlarında bile onları adım adım izliyor. Yeryüzünün bütün canlıları da bu bakımdan onlar gibidirler. Yüce Allah'ın engel tanımaz, duyarlı bilgisi hepsini kapsamı içinde tutar.



5- "Haberiniz olsun ki, müşrikler kendilerine Kur'an okunurken Allah'dan gizlenmek için başlarını göğüslerine yapıştırarak iki büklüm olurlar. Haberiniz olsun ki, Allah başlarını elbiselerinin altında sakladıklarında gerek gizli tuttukları ve gerekse açığa vurdukları tüm duygularını bilir. O kalplerin özünü bilir. "


6- Yeryüzündeki bütün canlı türlerinin beslenmelerini ve geçinmelerini sağlamak Allah'ın garantisi altındadır. O, onların ilk barınma yerleri ile geçiş yerlerini bilir. Bütün bunlar açık bir kitapta yazılıdır. "

Herhalde ayetin metni müşrikler tarafından ortaya konan somut bir davranışı tasvir ediyor. Peygamberimiz kendilerine Kur'an okurken bu adamlar Allah'dan saklanmak amacı ile önlerine eğdikleri başlarını göğüslerine yapıştırarak vücudlarını iki büklüm haline getiriyorlardı. Anlaşılan dinledikleri Kur'an'ın Allah sözü olduğunu vicdanlarının derinliklerinde seziyorlardı. Çünkü zaman zaman bu sevgiye vardıklarını gösteren davranışları, reaksiyonları görülmüştü.
Ayetin metni hemen arkasından bu hareketin saçmalığını, anlamsızlığını açıklıyor. Çünkü işitmekten kaçtıkları bu ayetleri indiren yüce Allah, hem gizlendiklerinde, hem meydana çıktıklarında kendileri ile beraberdir. Ayet, bu anlamı, Kur'an'ın üslubu uyarınca, ürkütücü, somut bir tabloda tasvir ediyor, onları son derece gizlilik sağlayan bir pozisyonda canlandırıyor. Adamlar yataklarına sığınmışlardır, sadece kendileri ile başbaşadırlar, üzerlerini gecenin karanlığı örtüyor. Gecelik elbiseleri de onların saklanmışlıklarını katlayan başka bir örtüdür. Bütün bu gözlenmelere rağmen yüce Allah yanıbaşlarındadır, bu katmerli örtülerin ötesinden onları gözetliyor, denetimi ve ezici iradesi altında tutuyor. Bu gizli pozisyonda onların gerek saklı tuttukları ve gerekse açığa vurdukları tüm duyguları biliyor. Okuyoruz:
"Haberiniz olsun ki, Allah başlarını elbiselerinin altına sakladıklarında, gerek gizli tuttukları ve gerekse açığa vurdukları tüm duygularını bilir."
Yüce Allah, aslında bundan daha da gizli olan şeyleri bilir. Onların elbiseleri, yorganları, O'nun bilgisinin yolunu kesen bir perde olamaz. Fakat insan böylesine kuytu köşelerdeyken normal olarak, alışkanlıklarının sonucu olarak yapayalnız olduğunu, hiç kimse tarafından görülmediğini sanır. Fakat Kur'an'ın bu somutlaştırıcı anlatım biçimi, insanın vicdanını avucunun içine alarak uyarıyor, onun derinliklerine kadar sarsarak çoğu kere farkında olmadığı bu gerçeği, yalnız başınayken kendisini gözetleyen bir gözün olmadığını sanmasına yolaçan gafleti ona hatırlatıyor. Okuyoruz:
"O kalplerin özünü bilir."
Yüce Allah, kalplerin yoldaşları, ayrılmaz yoldaşları, iki yakın arkadaş gibi hep ona yapışık kalan, mal ile sahibi arasındaki gibi sıkı beraberlik halinde bulunan sırlarını bilir. Bu sırlar, bu duygular son derece gizli oldukları için "kalplerin özü" deyimi ile ifade ediliyorlar. Buna rağmen yüce Allah onları bilir. d halde hiç bir şey O'ndan saklanamaz. İnsanların hiçbir hareketi, hiçbir eylemsizliği O'nun gözünden kaçmaz, bilgi alanının dışında kalmaz. Daha sonraki ayeti okuyalım:
"Yeryüzündeki bütün canlı türlerinin beslenmelerini ve geçinmelerini sağlamak, Allah'ın garantisi altındadır. O onların ilk barınakları ile geçiş yerlerini bilir. Bütün bunlar açık bir kitapta yazılıdır."
Burada da yüce Allah'ın geniş kapsamlı ve ürkütücü bilgisini tasvir eden başka bir tablo karşısındayız. Şu yeryüzünde `kımıldayan' tüm canlıları düşünelim. Tüm insanlar, hayvanlar, sürüngenler ve böcekler bu kavramın kapsamına girerler. Yeryüzünün yüzeyini dolduran, toprağın derinliklerinde yaşayan, yerin gizli dehlizlerinde ve labirentlerinde saklanan bütün bu canlı türlerini hayalinizden geçiriniz. Bunlar ne sayılabilirler ve ne de istatistikleri tutulabilir. Ama onların tümüne ilişkin bilgi, yüce Allah'ın katında olduğu gibi, hepsinin beslenmesi, geçimlerinin sağlanması da yüce Allah'ın garantisi altındadır. O onların nerelerde barındıklarını, nerelerde saklandıklarını, nerelerden gelip nerelere gittiklerini bilir. Bu canlıların her biri O'nun ayrıntıları belirleyici, hassas bilgisinin satırlarında yazılıdır.
Bu tablo, O'nun yaratıklara ilişkin bilgisini akıl almaz ayrıntılar düzeyinde canlandıran bir tablodur. İnsan bu tabloyu, insana özgü hayalı ile tasavvur etmeye kalkışınca ürpertiye kapılır, dehşetten tüyleri diken diken olur.
Öte yandan yüce Allah bu yaratıkları sadece bilmekle yetinmiyor, ayrıca insanın tasavvur etmekten bile aciz olduğu bu korkunç kalabalık içindeki her canlı tekinin beslenmesini, geçimini de takdir ediyor. Bu bir başka aşamadır. İnsan hayali bunu tasavvur etmekten, bir önceki tabloya göre, daha da acizdir. Bunları tasavvur edebilmek için mutlaka yüce Allah'ın göndereceği özel bir ilhama muhtaçtır.
Yüce Allah yeryüzünde hareket eden bu korkunç kalabalığı beslemeyi özgür iradesi ile üstlenmiştir. Yeryüzünü bütün bu canlıların ihtiyaçlarını karşılayabilecek imkânlarla donatmış, ayrıca bu canlıları sözkonusu imkânlardan çeşitli biçimlerde yararlanarak besinlerini sağlayacak yetenekte yaratmıştır. Kimi canlılar besinlerini yalın, hammadde biçiminde, kimi tarımsal ürün biçiminde, kimi endüstriyel mamuller biçiminde ve kimisi de sentetik maddeler halinde alırlar. Bilimin ve teknolojinin gelişimine paralel olarak birçok besin maddesi üretme ve hazırlama yöntemleri keşfediliyor. Hatta bazı canlılar besinlerini sindirilmiş besin maddelerinden çıkan, özümlenmiş hazır kan biçiminde sağlarlar. Pire ve sivrisinek gibi.
Yüce Allah'ın evreni gördüğümüz, bildiğimiz gibi yaratmasına ilişkin hikmetine ve rahmetine uygun düşen şekil işte budur. Allah, bütün canlıları çeşitli yeteneklerle ve güçlerle donatarak yarattı. Özellikle insanı, onu yeryüzündeki halifesi, temsilcisi olarak ortaya çıkardı. Ona analiz ve sentez yapabilme yeteneği, üretme ve kalkınma gücü, yeryüzünü değiştirebilme ve sosyal hayatın şartlarını geliştirme yeteneği bağışladı. Yalnız insan, besin maddelerini sağlarken kendisi bu maddelerin ve sentetik ürünlerin hiçbirini yaratmıyor. Sadece evrenin birikimlerinden yararlanarak yeni bileşimler meydana getiriyor. Bu evrensel birikimleri, çeşitli güçler ve enerjiler biçiminde yaratan yüce Allah'dır. İnsan, Allah'ın koyduğu evrensel yasalar yardımı ile bu evrenin bütün canlıların yararına açık olan çeşitli birikimlerini ve besin kaynaklarını hizmetine sunuyor.
Bazı insanlar sanıyorlar ki, herkes için önceden belirlenmiş, kişiye özel bir rızk vardır. Bu rızık çalışmaya bağlı değildir, hiçbir engel onun ele geçmesini erteleyemez, ferdin ne yanlış davranışı ve ne de tembelliği onun kaybedilmesine yolaçamaz. Biz yukarıdaki açıklamalarımız ile böyle bir şey söylemek istemiyoruz. Öyle olsaydı, yapışmamızı emrettiği ve evrensel yasal sisteminin bir parçası saydığı sebeplerin ne fonksiyonu kalırdı? Sözünü ettiğimiz yetenekleri ve enerjileri canlı varlıklara sunmasının ne anlamı kalırdı? Sosyal hayat düzeyi, yüce Allah'ın bilgisinde belirlenen doruğuna nasıl ulaşabilecek? Oysa insan bu alandaki fonksiyonunu yerine getirsin diye, yeryüzünde Allah'ın halifesi, temsilcisi olarak görevlendirilmedi mi?
Her canlı yaratığın bir rızkı vardır. Bu doğru. Fakat bu rızık bu evrenin çeşitli yerlerinde saklıdır. Yüce Allah'ın evrensel yasaları uyarınca emek harcanarak üretilmesi, kullanılır hale getirilmesi planlanmıştır. Hiç kimse boş oturup bu rızkın kendiliğinden ayağına gelmesini beklememelidir. Herkes biliyor ki, gökten ne altın ve ne de gümüş yağar. Fakat gökler ve yeryüzü bütün canlılara yetecek miktardaki besin kaynaklarını yapılarında taşırlar. Bu canlı varlıklar, yüce Allah'ın yasaları uyarınca sözkonusu besin kaynaklarının peşinden koştukları taktirde, hiç kimse eli boş dönmez, emeği havaya gitmez, rızkının uzağına düşmez.
Yalnız bir de iyi-temiz kazanç ile kötü-kirli kazanç vardır. Her iki kazanç türü de çalışma ve emek karşılığında elde edilir, ama bunlar hem tür ve nitelik bakımından, hem de kendilerinden yararlanmayı izleyecek akıbet bakımından birbirlerinden farklıdırlar.
Az yukardaki direktif içerikli ayette "iyi rızık"tan "mutlu yaşatan geçim"den söz edildikten sonra bu ayette canlıların ve bu canlıların rızıklarının gündeme getirilmiş olmasının taşıdığı ince anlam dikkatlerimizden kaçmamalı, bu ikisi arasındaki ilişki aklımızdan çıkmamalıdır. Kur'an'ın "muhkem" ve uyumlu ayetleri, böylesine dikkat çekici üslup ve konu inceliklerini hiçbir zaman kaçırmaz, bu konu ve üslup kaynaklı uyarıların ortak katkısı ile ayetler grubunun özel atmosferi oluşturulur.
Bu iki ayet, insanlara gerçek Rabblerini tanıtmanın başlangıç adımını oluşturuyorlar. İnsanlar bu ayetlerde tanıtılan yüce Allah'ın ortaksız egemenliğini benimsemelidirler, yani sırf O'na kulluk sunmalıdırlar. Çünkü O, bilgisi ile bütün yaratıklarını kuşatan bir bilgindir. Yine O, hiçbir canlı varlığı aç bırakmayan bir rızık' vericidir. İnsanlar ile yaratıcıları arasında sağlıklı bir ilişkinin kurulabilmesi için, insanların kulluklarını yaratıcı,rızık verici, her şeyi bilen ve her şeyi avucunun içinde tutan Allah'a sunmaları için onların yüce Allah'ı bu nitelikleri ile tanımaları gereklidir.

ALLAH'IN EŞSİZ KUDRETİ

Sonraki ayetlerde insanlara Rabbleri tanıtılmaya devam ediliyor, O'nun gücünün ve hikmetinin izlerine dikkatleri çekiliyor. Bu izler, öncelikle göklerin ve yerin belirli süreler, belirli zaman birimleri içinde belirli bir düzende yaratılması olgusunda irdeleniyor. Bu belirli süreler ile belirli düzen özel bir hikmete dayanır. Okuyacağımız ayette bu olgular ile yeniden dirilme, hesaba çekilme, davranışlar ve karşılıkları arasında bağ kuruluyor; birinci grup olgular, ikinci gruptaki olguları çağrıştırıyor.



7- Sizi sınavdan geçirerek hanginizin daha iyi işler yapacağınızı belirlemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Bu yaratılış süreci sırasında O'nun Arş'ı su üzerinde idi. Böyleyken eğer kâfirlere "Öldükten sonra dirileceksiniz" diyecek olsan, "Bu iddia, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir" diyeceklerdir.

"Göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı" olgusundan Yunus suresinde sözetmiştik. Burada bu olgu, evrensel düzenin dayandığı sistem ile insan hayatının dayandığı sistem arasındaki bağı vurgulamak için gündeme getiriliyor. Ayeti okuyoruz:
"Sizi sınavdan geçirerek hanginizin daha iyi işler yapacağınızı belirlemek için..."
Yunus suresinde yeralan "Göklerin ve yerin yaratılışı"na ilişkin açıklamanın yanında burada dikkatlerimizi çeken yenilik "...O'nun Arş'ı su üzerinde idi." cümleciğidir. Bu cümleden anladığımıza göre, göklerin ve yerin yaradılış süreci sırasında, yani bu iki evrensel kesimin bilinen son şekilleri ile varlık alanına çıkarılışları sırasında su vardı ve yüce Allah'ın Arş'ı bu su üzerinde idi.
Peki bu nasıl varolmuştu? Neredeydi? Hangi halde idi? Yüce Allah'ın Arş'ı bu suyun üzerinde nasıl duruyordu? Bunlar okuduğumuz ayetin değinmediği "fazlalık"lar, konu dışı sorulardır. Haddini bilen hiçbir tefsir bilgini ayetin anlamının sınırlarını aşarak bu bilinmezin, bu gayb konusunun karanlığına dalamaz, çünkü bu mesele hakkında bilgi edinebileceğimiz elimizdeki tek kaynak bu ayettir, bu ayetin sınırlı içeriğidir.
"Bilimsel" denen teorileri Kur'an'ın ayetlerini doğrulamak için kanıt olarak kullanmamız doğru değildir. Hatta ayetlerin zorlamasız anlamları ile bu teoriler uyuşsa; bâğdaşsa da bu doğrulama girişimi yine de yanlıştır. Çünkü "bilimsel" teoriler sürekli değişme, başaşağı dönmeye açıktırlar. Bilginler ne zaman yeni bir "hipotez'' bulurlar da bu yeni hipotezin evrensel olguları açıklamada eski teorinin dayanağı olan hipotezden daha yararlı olduğu kanısına varırlarsa, önsezileri ile bu sonuca ulaşırlarsa eldeki teorileri bir kenara bırakırlar.
Oysa Kur'an ayetleri özleri itibarı ile doğrudurlar. Onların anlattıkları gerçeğe ilmi araştırmalar, ister ermiş olsunlar, ister ermemiş olsunlar, farketmez. Ayrıca bilimsel gerçek ile bilimsel teori arasında da fark vardır. Bilimsel gerçek, her zaman için ihtimali bir nitelik taşır, kesinlik ifade etmez, ama denenmeye daima açıktır. Oysa bilimsel teori, bir ya da birkaç evrensel olguyu açıklayan bir hipoteze dayanır ve bu hipotez değişmeye, başkasına yerini bırakmaya, başaşağı dönmeye her zaman için açıktır. Bundan dolayı ne Kur'an, hipoteze dayandırılabilir ve ne de Kur'an'ın ayetlerine dayalı hipotezler ortaya atılabilir. Hipotezin yolu, Kur'an'ın yolundan, onun yararlılık alanı, Kur'an'ın etki alanından başkadır.
Kur'an'ın ayetleri konusunda "bilimsel" teorilerin onayı aramak psikolojik bir bozgundur. Kur'an'a yönelik imanın, içinde ne varsa hepsinin doğru olduğuna, her işi yerinde ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından gönderildiğine ilişkin kesin inancın ciddiyetinden şüphe ettirir. Bu psikolojik bozgun "bilim" tarafından baştan çıkarılmanın, ona doğal alamı aşacak oranda büyük yetki tanımanın sonucudur. Oysa bilime, ancak kendi alanında güvenilebilir, ancak bu alandaki sözleri onaylanabilir. Buna göre kim Kur'an'ı "bilim"le bağdaştırmak yolu ile bu yüce kitaba ve bu inanç sistemine hizmet ettiğini ve imanı pekiştirdiğini sanıyorsa, bu tür bir psikolojik bozgunun vicdanındaki ayak seslerini farketmelidir. Pekişmek, yerine oturmak için insan kaynaklı bilimin söyleyeceği sözü bekleyen iman, gözden geçirilmesi gereken bir imandır. Kur'an, asıldır. Bilimsel teoriler ister ona uyarlar, ister ters düşerler, farketmez.
Deneysel bilimin ortaya koyduğu gerçeklere gelince, bunların alanı Kur'an'ın alanından farklı ve başkadır. Kur'an bu alanı insan aklına bırakmıştır. O bu alanda tam bir özgürlükle çalışır ve deneylerinin ulaştığı sonuçları ortaya koyabilir.
Üstelik Kur'an, bu aklı geliştirmeyi; onun sağlığını, sapmazlığını, esenliğini korumayı üstlenmiş; onu saplantıların, masalların ve hurafelerin baskılarından uzak tutmayı kendine görev bilmiştir. Bunun yanısıra Kur'an aklın sapmazlığını, serbestliğini, esenlik ve faaliyet içinde yaşamasını garanti eden bir hayat düzeni kurmaya çalışır. Kur'an bu noktadan sonra aklı kendi alanında çalışmak üzere serbest bırakmış, deneysel yöntemden yararlanarak göreli, pratik gerçeklere ulaşmasını beklemiştir. Ayrıca Kur'an, sayılı birkaç örnek dışında bilimsel gerçekleri gündeme getirmemiştir. Bu istisnalara şunlar misal gösterilebilir: Bu hayatın kaynağıdır ve bütün canlıların ortak maddesidir. Bütün canlılar, erkek ve dişi türlerden oluşmuş çiftlerden meydana gelir. Hatta kendi kendine döllenen bitkiler bile erkek ve dişi hücreleri yapılarında taşırlar. İşte Kur'an'ın ayetlerinde açıkça belirtilen bunlar gibi birkaç tane daha bilimsel gerçek vardır.
Araya koyduğumuz bu açıklamadan sonra tekrar okuduğumuz ayete dönerek onun asıl alanı olan inanç sistemini yapılandırma ve hayata yön verme alanındaki mesajlarını izleyelim:
"Sizi sınavdan geçirerek hanginizin daha iyi işler yapacağınızı belirlemek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Bu yaratılış süreci sırasında O'nun Arş'ı su üzerinde idi."
Evet, "O, gökleri ve yeri altı günde yarattı." Bu cümleden sonra anlam bakımından varlıklarını hissettiren, fakat somut olarak satırlar arasında yeralmayan, ama en son cümlenin anlamlarına değinerek fiilen varolmalarını gereksiz kıldığı birçok cümle vardır. Buna göre ayetin genişletilmiş anlamı şöyle olur: Allah, gökleri ve yeri bu süre içinde yarattı. Amaç, göklerin ve yerin insan soyunun yaşaması için elverişli ve donanımlı olmasıdır. O sizi yarattı ve yerle göklerin yararlı taraflarını emrinize sundu. O, bütün evrene tek başına egemendir. Amaç "sizi sınavdan geçirerek hanginizin iyi işler yapacağınızı belirlemek"tir. Ayeti okurken edindiğimiz izlenime göre göklerin ve yerin altı günde yaratılması, yüce Allah'ın evrenin tümü üzerindeki kesin egemenliği ile birlikte, insanları sınavdan geçirmek içindir. Bu ifade biçimi, sözkonusu "sınavdan geçirilme" olgusunun konumunu yüceltiyor, insanlara önemli oldukları ve geçirdikleri sınavın da son derece ciddi olduğu mesajını veriyor.
Yüce yaratıcı, nasıl bu yeryüzünü ve gökleri insan denen bu canlı türünün yaşamasına elverişli imkânları ile donattı ise, bu canlı türünü de çeşitli yeteneklerle ve güçlerle donattı. Onun fıtratını, yapısal özünü evrene egemen olan yasalarla uyumlu yarattı. Bunun yanısıra ona hayat sürecinde bir serbestlik alanı tanıdı. İnsan bu serbesti sayesinde doğru yola da sapık yola da yönelebilir. Eğer doğru yolu seçerse Allah kendisini destekler, elinden tutar; eğer eğri yolu tercih ederse bu yolda da Allah'ın yardımından yararlanır. Allah insanları sınavdan geçirerek hangisinin daha iyi işler yapacağını belirlemek üzere onları davranışlarında serbest bırakmıştır. Bu sınavdaki amacı insanların ne yapacaklarını öğrenmek değildir. Çünkü O, onların ne yapacaklarını baştan biliyor. Onları sınavdan geçirmekteki amacı, davranışlarının işlenmiş halde ortaya çıkmaları ve insanların O'nun iradesi ve adaleti uyarınca bu davranışlarının karşılıklarını almalarıdır.
Bundan dolayı bu hava içinde yeniden dirilişin, hesaba çekilmenin ve davranışlara karşılıklar biçilmesinin yalanlanması, tuhaf ve şaşırtıcı bulunuyor. Çünkü sınavdan geçirilmenin, göklerin ve yerin yaradılışı ile bağlantılı, evrensel düzende varoluş yasasında köklü bir yeri olduğu belirtilmiştir.
Bu yalanlayıcılar "düşüncesiz ve evrenin oluşumunda gizlenen büyük gerçekleri kavrayamamış, kimseler olarak görülüyorlar. Bu yüzden tuhaf gördükleri bu gerçeklerle ansızın yüzyüze geliyorlar" ve sürprizle karşılaşmanın paniğine kapılıyorlar. Okuyoruz:
"Böyleyken eğer kâfirlere `Öldükten sonra dirileceksiniz' diyecek olsan, `Bu iddia, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir' diyeceklerdir."
Ne kadar tuhaf, ne kadar garip ve ayetin daha önceki cümlelerinde yapılan açıklamaların ışığında ne kadar yalan, ne kadar dayanaksız bir söz!

MÜŞRİKLERİN ŞAŞKINLIĞI

Müşriklerin ölümden sonraki dirilişe ilişkin tutumları, bu olgunun evrensel yasalarla ilişkili olduğundan habersiz oluşları dünya azabına ilişkin tavırlarına benzer. Onlar dünya azabının bir an önce gerçekleşmesini isterler, yüce Allah'ın ezeli hikmeti bu azabın belirli bir sürenin sonuna ertelenmesini gerektirdiği zaman "Niye gecikti?" sorusunu sorarlar.



8- "Eğer onların azabını belirli bir sürenin sonuna ertelersek, `Bu azabı bizden alıkoyan nedir?' derler. Haberleri olsun ki, azabımızla yüzyüze geldiklerinde onu hiç kimse başlarından savamaz, böylece alay konusu ettikleri akıbetin pençesine düşerler. "

Eski çağlardaki bazı milletler, yüce Allah'dan gelen bir azapla toplu kırıma uğruyorlardı. Bu toplu kırıma uğratıcı azap, istekleri üzerine kendilerine mucizeler gösteren peygamberlerini, bu olağanüstü kanıtlara rağmen yalanlamaya devam etmeleri üzerine başlarına iniyordu. Çünkü o dönemlerin peygamberlik misyonları, belirli bir zaman kesiti ile sınırlı idi, yani belirli milletlere ve bu milletlerin belirli kuşaklarına hitap ediyordu. O dönemdeki peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de öyleydi, yani onları sadece peygamberlerin muhatap aldıkları kuşaklar görebiliyordu. Bu mucizeler daha sonraki kuşaklar tarafından görülecek biçimde kalıcı ve sürekli değillerdi. Eğer öyle olsaydı, ilerdeki kuşakların onlara, sözkonusu ilk kuşaktan daha çok inanmaları beklenebilirdi.
Bizim peygamberimize gelince, O'nun misyonu, tüm peygamberlik misyonlarının sonuncusudur. Bütün milletlere ve bu milletlerin bütün kuşaklarına seslenir. O'nun gösterdiği mucize de somut değil, soyut bir mucizedir, kalıcı ve sürekli olmaya elverişlidir. Kendisinden sonraki kuşakların onu incelemesi ve birçok kuşakların ona iman etmesi mümkündür. Bundan dolayı bu ümmeti, toplu kıyıma uğratıcı bir azapla cezalandırmayı uygun görmedi, sadece belirli fertleri, belirli zamanlarda felâketlerle cezalandırmakla yetindi. Daha önce kendilerine kitap verilmiş olan yahudi ve hristiyan ümmetleri hakkında da aynı kural işletildi. Onlar da toplu kırım nitelikli bir azaba uğratılmadılar.
Fakat müşrikler cahildirler, yüce Allah'ın niçin insanı kendi yolunu serbest iradesi ile belirleyebilecek yetenekte yarattığını, bu ilkeye ilişkin ilahi yasaların hikmetini bilmezler, bunun yanısıra göklerin ve yerin insanın çalışmasına, gelişmesine ve sınavdan geçmesine elverişli biçimde yaratılmış olmasının hîkmetinden de haberdar değildirler. Bu cahillikleri yüzünden ölümden sonraki dirilişi inkâr ederler. Yüce Allah'ın, peygamberlik misyonlarına, mucizelere ve dünyada toplu kırıma yolaçıcı azaplara ilişkin yasalarından habersiz oldukları için, kendilerine yönelik dünya azabı belirli yılların ya da günlerin sonuna ertelendiğinde, hemen sormaya başlarlar: "Azabımızı bizden alıkoyan faktör nedir?" "Başımıza geleceği söylenen azap niye ertelendi?" Onlar yüce Allah'ın hikmetini ve rahmetini kavrayamıyorlar. Oysa bu azapla ..yüzyüze geldiklerinde onu hiç kimse başlarından savamaz, bu sorularının ve bu hafife almalarının kanıtladığı alaycı tutumlarının cezası olarak, ilahi azap tarafından çepeçevre kuşatılırlar. Okuyoruz:
"Haberleri olsun ki, azabımızla yüzyüze geldiklerinde onu hiç kimse başlarından savamaz. Böylece alay konusu ettikleri akıbetin pençesine düşerler."
Hiçbir mü'min kimse, aklıbaşında hiçbir ciddi kimse, yüce Allah'ın azabı bir an önce gelsin istemez. Çünkü bu azap eğer gecikirse bunda hikmet ve rahmet vardır. Böylece iman etmeye hazırlıklı olan kimse o fırsattan yararlanarak iman eder.
Meselâ yüce Allah'ın, azabını Kureyşli müşriklerden uzak tuttuğu o "mühlet" döneminde nice kimseler müslüman olmuşlar, hem de iyi birer müslüman olmuşlar, girdikleri sınavlardan alınlarının akı ile çıkmasını bilmişlerdir. Nice kâfir çocukları ve torunlarına en verimli yıllarını İslâmın kucağında yaşamak nasip olmuştur. Bu iki sebep, bu ertelemenin bizim görebildiğimiz birkaç sebebidir. Göremediğimiz hikmetlerin neler olduğunu ise yalnız yüce Allah bilir. Fakat kısa görüşlü ve aceleci yapıda olan insanlar bu tür inceliklerden habersizdirler.

DUYGULARDA YAPILAN GEZİNTİ

Müşriklerin, ilahi azabın bir an önce başlarına gelmesine yönelik istekleri münasebeti ile bir sonraki ayet, insan denen bu tuhaf yaratığın duygu dünyasının labirentlerine dalıyor. O duygu dünyası, o insan vicdanı ki, imanla donanmadıkça durulamıyor, huzura ve istikrara kavuşamıyor.


9- Eğer insana önce rahmetlerimizi tattırıp sonra onu elinden alsak, o mutsuz bir nanköre dönüşür.


10- Eğer insanın başına gelen bir sıkıntının ardından kendisine mutluluk tattıracak olursak, kesinlikle "Kötü günler artık geride kaldı" diyecektir. İnsan gerçekten kendini beğenmiş bir şımarıktır.


11- Yalnız sıkıntılı günlerde sabreden ve iyi ameller işleyenler bu iki kategorinin dışındadırlar; onları bağışlanma ve büyük ödül bekliyor.

Bu ayetlerin oluşturduğu tablo, şu kısa görüşlü ve aceleci yapılı insanı aslına uygun biçimde tasvir ediyor, onu tıpatıp tanıtıyor bize. İnsan denen bu yaratık içinde bulunduğu anın sınırları içinde yaşıyor. Bu anın geçici şartları onu azdırıyor, baştan çıkarıyor. Bu yüzden ne geçmişi düşünüyor ve ne de gelecek hakkında kafa yoruyor. Bunların yanısıra hayırdan, iyilikten umut kesmeye son derece yatkındır, elindeki nimeti kaybeder-etmez, hemen nankör kesilir. Oysa elindeki o nimet, yüce Allah'ın kendisine yönelik, karşılıksız bir bağışı idi. Yine bu insan denen varlığın aklı bir karış havadadır, sıkıntıyı atlatıp rahatlığa geçer geçmez hemen şımarır. Sıkıntıya katlanıp sabretmez, yüce Allah'ın rahmetini umutla beklemez, sıkıntısının geçeceğine dair içinde iyimserlik beslemez. Buna karşılık nimete konunca sevincinde ve övünmesinde ölçülü olmaz, bu nimetin bir gün elinden gideceğini hiç hesap etmez. Son ayeti cümle cümle okuyalım:
"Yalnız sıkıntılı günlerde sabredenler müstesna."
Bunlar sıkıntılı günlerde sabrettikleri gibi, nimetli günlerde de sabretmişlerdir. İnsanların çoğu sıkıntılara katlanırlar. Böyle dönemlerde dişlerini sıkarak erkeklik gösterirler, kendilerini zayıf ve düşkün göstermek istemezler. Fakat nimetli günlerde sabırlı davranarak gurura kapılmayan, şımarmayan insanların oranı çok küçüktür. Devam ediyoruz:
"...Ve iyi ameller işleyenler."
Her iki durumda iyi işler yapanlar. Yani sıkıntılı günlerde çektikleri sıkıntılara gönül hoşnutluğu ile katlananlar, sabırlı davrananlar; buna karşılık nimete konduklarında şükredenler ve başkalarına iyilik edenler. İşte onlar:
"Onları bağışlama ve büyük ödül bekliyor."
Bu bağışlanmayı ve büyük ödülü sıkıntılara karşı sabrettikleri ve sevindirici günlerde şükrettikleri için haketmişlerdi.
İnsan nefsini, kâfirliğin göstergesi olan sıkıntılı günlerdeki umutsuzluktan ve fasıklığın göstergesini oluşturan rahat günlerindeki şımarıklıktan koruyan tek faktör, iyi amellerde somutlaşan ciddi imandır. Böyle bir iman, insan kalbini sıkıntılı günlerde de nimetli günlerde de aynı doğrultuda tutar, onu her iki durumda da yüce Allah'a bağlar; ne sıkıntıların darbeleri altında sarsılmasına, burkulmasına meydan verir ve ne de nimetlerin oluk oluk aktığı günlerde böbürlenmesine, kabarmasına izin verir. Her iki durum da mü'min hesabına ayrı birer hayırdır. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- buyurduğu gibi böyle bir durum, böyle çift bir mutluluk sadece mü'minler için sözkonusudur.
Alıntı ile Cevapla