Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 00:25   Mesaj No:8

Verda_Naz

Medineweb Sadık Üyesi
Verda_Naz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Verda_Naz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 176
Üyelik T.: 15 Eylül 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:30
Mesaj: 612
Konular: 248
Beğenildi:11
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kur'an Hud Suresi Tefsiri

İSLAM TOPLUMUNUN ORGANİK OLUŞUMU

İşte müslüman toplumun ilişkilerini, yapısal özelliğini ve organik oluşumunu düzenleyen temel kural böyle belirlenmiştir. Bu toplumu eski-yeni bütün zamanların cahiliye toplumlarından ayırdedecek olan, bu temel kuraldır. Buna göre toplumu, yüce Allah'ın bu ayrıcalıklı toplum için seçmiş olduğu bu temel kural dışındaki herhangi bir başka kurala dayandırma girişimini "İslâm" ile biraraya getirmek, "İslâm" ile bağdaştırmak mümkün değildir. Müslüman olduklarını söyledikleri halde toplumlarını cahiliye toplumlarına özgü birleştirici ilkelerden birine ya da birkaçına dayandıranlar, İslâmın inanç ilkesini yerlerine koyduğu cahiliyeye özgü toplumsal bağları geçerli sayanlar, ya İslâmı bilmiyorlar, ya da ona karşıdırlar. Her iki durumda da İslâm, böyle kimselerin lafta kalan, uygulamaya yansımayan, hatta fiilen cahiliye ilkelerini tercih etmelerine engel olmayan müslümanlık iddialarını tanımaz.
Bu ilkeye ilişkin o sözlerimizi burada noktalıyoruz. Çünkü onun iyice belirginlik kazandığı kanısındayız. Şimdi de yüce Allah'ın neden toplumu bu ilke üzerine kurduğunu, bu ilahi kararın bazı gerekçelerini irdelemeye çalışalım:
1- İnanç, "insan"ın en yüce özelliklerini, onu hayvanlar aleminden ayıran en üstün karakteristiklerini sembolize eder. Çünkü O, insanın bileşiminde ve yapısındaki hayvan bileşimini ve yapısını aşan unsurla ilgilidir. Bu hayvan bileşiminde bulunmadığı halde, insan bileşimine giren unsur, ruhi unsurdur. İnsanı bilinen biçimi ile insan yapan; bu unsurdur. Hatta son zamanlarda koyu Allah tanımazlar (ateistler) ve en su katılmamış maddeciler bile inancın, insanı hayvandan köklü biçimde ayıran ayrıcalıklardan biri olduğunun farkına varmışlardır. (Bu adamlardan biri "Yeni Darwin'cilik" akımının öncülerinden biri olan Julian Huxley'dir.)
Bu yüzden gerçek uygarlığın doruğuna ermiş olan bir insan toplumunun birleştirici bağı "inanç sistemi" olmalıdır. Çünkü inanç sistemi, insanı hayvandan ayıran en öncelikli insan özelliği ile ilgili bir unsurdur. İnsan toplumunun birleştirici bağı, insan ile hayvan arasında ortak olan niteliklerle ilgili bir unsur olmamalıdır. Meselâ toprak, mera, çıkar ve sınırlar gibi unsurlar, insanlar için olduğu kadar, hayvanlar için de geçerli unsurlardır. Bunlar koru ve otlama alanı gibi kavramları çağrıştırırlar! Yine insan toplumunun temel harcı kan, soy, aşiret, ırk, milliyet, devlet, deri rengi ve dil gibi ortak nitelikler de olmamalıdır. Çünkü bu niteliklerin tümü insan ile hayvanlar arasında ortak niteliklerdir. İnsana özgü olup da hayvanda bulunmayan nitelikler akılla ve kalple ilgili etkinliklerdir.
2- Bunun yanısıra inanç, insanı hayvandan ayıran bir başka unsurla ilişkilidir. Bu unsur tercih etme ve irade unsurudur. Her insan erginlik çağına erince benimsediği inancı özgür iradesi ile seçebilir. Böylece içinde özgür biçimde yaşamak istediği toplum türünü belirler. Bağlanacağı ve hayatında rehber edineceği inanç sistemini; sosyal, ekonomik, siyasi ve ahlâki düzeni tercih eder.
Fakat bu kişi kanını, soyunu, derisinin rengini, milliyetini ve devletini belirleyemez: Ayrıca doğum yeri olmasını istediği yöreyi ve kafasındaki kavramlarla özdeşleşecek olan ana dilini kendi tercihi ile belirleyemez. Cahiliye toplumlarında birleştirici bağlar olarak sayılan diğer çevre şartları da böyledir. Bütün bu şartlar insanın dünyaya gelişinden önce belirleniyor. İnsanın bu şartlara ilişkin ne görüşü alınıyor ve ne de kendisine danışılıyor. Bunlar ona dışardan empoze ediliyor, onların isteyip istemediğine bakılmıyor. Eğer insanın dünyaya ve ahirete ilişkin geleceği -ya da sadece dünyaya ilişkin geleceği- kendisine dışardan empoze edilen bu tür şartlara bağlanırsa o zaman. o insan özgür iradeden, serbest tercihten yoksun bırakılmış demektir. Böyle olunca da kendisini insan yapan en öncelikli ayrıcalıktan mahrum edilmiş, insanı onurlu kılan dayanakların en köklülerinden biri yıkılmış; hatta insanı diğer canlılardan ayıran, insani yapısının ve bileşiminin özünü oluşturan temel niteliklerden biri dinamitlenmiş olur.
İnsanı insan yapan özellikleri korumak için, yüce Allah'ın insana bağışladığı bu özelliklerle uyumlu onuru zedelememek için, İslâm, inanç sistemini, müslüman toplumun birleştirici bağı yapıyor. Erginlik çağına giren herkesin özgür iradesi ile seçebileceği bu birleştirici bağa göre fertlerin kendi geleceklerini belirlemelerine imkân veriyor. Toplumun birleştirici bağını zorunlu faktörlerin oluşturmasını reddediyor. Çünkü insanın bu faktörlerin ortaya çıkmasında hiçbir kişisel rolü olmadığı gibi, onları isteğine göre değiştirmeye de gücü yetmez.
3- Birleştirici bağı inanç sistemi olan, dışardan empoze edilen diğer zorunlu faktörleri birleştirici saymayan bir toplum, bütün insanlara kapısı açık, milletler üstü bir toplum kurabilir. Böyle bir topluma her ırktan, her renkten, her dilden, her soydan, her kan grubundan, her yöreden ve her bölgeden insanlarla sınırlanmamış özgür iradeleri ve kişisel tercihleri ile katılabilirler. Hiçbir engel onları bu serbest katılmadan alıkoyamaz. Hiçbir şey önlerine dikilemez. İnsanı insan yapan yüce özelliklere ters düşen hiçbir yapmacık coğrafi sınır yollarını kesemez. Bütün insana özgü yetenekler ve güçler bu toplumun potasına akar, bir alanda toplanır. Böylece bütün ırkların yeteneklerinden yararlanan, hiçbir insan grubunun becerisine kapılarını kapatmayan uluslar üstü bir "insan uygarlığı" ortaya çıkar. Bu uygarlığın geniş ufuklu egemenliği altında her renkten, her ırktan, her soydan ve her bölgeden insan ortak bir üreticilik ideali etrafında ayırımsız bir mutluluğun tadını çıkarır.
"İslâm sistemi bu alanda göz kamaştırıcı pratik sonuçlar elde etmiştir. Irk, bölge, renk,. dil, kısa vadeli menfaat ve anlamsız coğrafi sınır bağlarına dayanan değil de sırf inanç bağına dayanan bir İslâm birliği kurmuştur. Bu geniş çaplı toplumda insan ile hayvan arasındaki ortak nitelikleri arka plana atarak "insanı insan yapan" özellikleri ön plana çıkarmış, geliştirip yüceltmiştir. Bu sistemin pratik hayata yansıyan göz kamaştırıcı sonuçlarının başlıcaları şunlar oldu: İslâm toplumu bütün ırklara, renklere ve dillere kucak açan "açık" bir toplum oldu. İnsan grupları arasındaki bütün "hayvan" kökenli basit birleşme engellerini ortadan kaldırdı. Böylece bütün ırklardaki insanı insan yapan özellikler ve yetenekler İslâm potasına aktı. Sözkonusu yetenekler ve özellikler bu potada eriyip kaynaştıktan sonra oldukça kısa bir süre içinde üstün bir organik sentez meydana getirdi. Bu homojen, uyumlu ve şaşırtıcı insan kütlesi, bölgeleri arasındaki mesafelerin uzaklığına ve zamanın ulaşım imkânlarının yetersizliğine rağmen günündeki tüm insanlık enerjilerinin özünü içeren parlak ve büyük bir uygarlık kurdu
"Bu üstün toplumda Arabı, İranlı'sı, Şamlısı, Mısırlısı, Kuzey Afrikalısı, Türk'ü, Çinlisi, Hintlisi, Bizanslısı, eski Yunanlısı, Endonezyalısı, Afrikalısı, bunlar gibi daha birçok ırktan insan biraraya geldi. Bu ırkların aynı potada toplanan yetenekleri, dayanışmalı ve uyumlu bir çalışma ile İslâm toplumunu ve İslâm uygarlığını kurdu. Bu uygarlık hiçbir zaman "Arap uygarlığı" olmadı, "İslâm uygarlığı" oldu; hiçbir zaman "ırk"' damgası taşımadı, her zaman "inanç" damgası taşıdı.
Bu insanların tümü eşitlik ilkesi uyarınca, sevgi bağı etrafında kaynaşarak ve aynı amaca yönelerek biraraya gelmişler, hepsi yeteneklerini son noktasına kadar kullanmışlar, ırklarının en köklü özelliklerini harekete geçirmişler; kişisel, ırkî ve tarihi bütün tecrübelerini ortaya dökmüşler. Böylece ortak bir toplum kurmuşlar. Hepsi bu toplumun eşit üyesi idiler. Bu toplumdaki birleştirici bağları tek olan Allah'ları ile ilgili idi. Bu toplumda sadece "insan"lıkları -engelsiz olarak- ön planda idi. Bu kadar zengin sosyal birikim, tarih boyunca hiçbir toplumda biraraya gelmemiştir.
"Örnek verecek olursak, eski çağların en ünlü beşeri birleşme hareketi, Roma İmparatorluğu idi. Bu imparatorluğun yapısında birçok ırklar, birçok diller, birçok renkler ve birçok kültür sentezleri biraraya gelmişti. Fakat bütün bunları kaynaştıran ortak bağ "insana özgü sosyal bağ" değildi, bütün bu değişik unsurlar "inanç" gibi yüce bir değerin potasında eritilmemişti. Bu imparatorlukla bir yandan sosyal sınıf ilkesine dayalı birlik vardı. Bir tarafta aristokratlar ve öbür tarafta köleler sınıfı vardı. Bu imparatorluk aynı zamanda ırkçılık ilkesine dayanıyordu; genel olarak Roma ırkından gelenler yönetici, öbür ırklar ise köle konumunda idi. Bu yüzden bu imparatorluk hiçbir zaman İslâm toplumunun ulaştığı birleşme ufkuna varamadı ve asla İslâm birliğinin verdiği meyveleri veremedi.
"Yakın tarihte de başka "birleşme" örnekleri görüldü. Meselâ Britanya İmparatorluğu bunların başlıcalarından biridir. Fakat bu birlik, mirasçısı olduğu Roma İmparatorluğu gibi, ırkçı ve sömürgeci bir birliktir. Yapısı İngiliz ırkının efendiliği, egemenliği ve sınırları içindeki diğer milletlerin sömürülmesi ilkesine dayanır. Avrupa'da kurulan diğer tüm imparatorluklar da böyledir. Bir zamanların İspanya İmparatorluğu, Portekiz İmparatorluğu gibi. Hepsi aynı geri, çirkin ve iğrenç düzeye takıldı kaldı."
"Komünizm millet, ırk, yurt, dil ve renk engellerini aşan, başka bir birlik türü kurmak istedi. Fakat komünizm, bu birliği her yönü ile "insana yaraşır" bir temele değil "sınıf" temeline dayandırdı. Bu birlik eski Roma birliğinin bir başka türlüsü oldu. Roma birliği "Aristokrat" zümrenin egemenliğine dayandığı halde komünist birlik "proleterya"nın yani işçi sınıfının egemenliğine dayanıyor. Birliğin egemen motifi, toplumun diğer sınıflarına karşı duyulan kara bir kin duygusudur."
"Böylesine basit amaçlı ve kin motifli bir birlik, insan denen varlığın en kötü duygularını dışa yansıtmaktan başka bir sonuç veremez. Bu birlik ilke olarak insanın sadece hayvani sıfatlarını ön plana çıkartma, onları geliştirip kökleştirme esasına dayanır. Ona göre insanın "temel istekleri" beslenme, konut ve cinsiyet içgüdüsüdür. Oysa bunlar "temel hayvansal içgüdüler"dir. Zaten komünizme göre insanlık tarihi "ekmek peşinde koşma" tarihidir."
"İslâm, insanı insan yapan en öncelikli nitelikleri ön plana çıkarmayı, kurduğu insani toplumda bunları geliştirip yüceltmeyi amaçlayan ilahi sistemi ile bütün diğer sosyal birleşme biçimlerinden apayrı olmuştur ve apayrı olma niteliğini sürdürmektedir. Bu sistemi bırakıp başka sisteme sapanlar; ırk, milliyet, toprak, sınıf gibi değişik ilkelere dayanan ve kokuşmuş komünist düzene kadar varan değişik temellere dayalı başka sistemler arayanlar gerçekten "insan" düşmanlarıdırlar. Bunlar insanın, evrende Allah tarafından yaratıldığı gibi, yüce özellikleri ile apayrı ve seçkin bir tür olarak yaşamasını istemeyen kimselerdir. İnsan toplumunun, yapısını oluşturan milletlerin olanca becerilerinden yeteneklerinden ve tecrübelerinden kaynaşma ve uyum içinde yararlanmasına razı olmayan kimselerdir."
4-Şunu hatırımızdan hiç çıkarmamalıyız. Bu dinin düşmanları onun yapısındaki ve uygulama stratejisindeki güçlü noktaları iyi biliyorlar. Nitekim yüce Allah bu düşmanlar hakkında "Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'nu (Muhammed'i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar" buyuruyor. (Bakara Suresi 146) Bunlar, inanç temeline dayalı birlik modelinin, bu dinin güçlülüğünün sırlarından biri olduğunu, bu temel üzerine kurulan İslâm toplumunun bu yüzden güçlü olduğunu kavramakta gecikmediler, Onlar bu toplumu yıkmayı ya da onu kolayca boyundurukları altına alacakları oranda zayıflatmayı, böylece bu dine ve bağlılarına yönelik kinlerini tatmin etmeyi; müslümanların geleceklerini, yurtlarını ve zenginlik kaynaklarını sömürmeyi kafalarına koyduklarında, bu iğrenç emelleri uğrunda bu toplumla savaşa girişmeye karar verdiklerinde, bu toplumun üzerinde oturduğu ana temeli zayıflatmayı, tek Allah inancı etrafında birleşen müslümanların karşısına yüce Allah dışında tapılacak putlar dikmeyi ihmal etmemişlerdir. Bu putun adı kimi zaman "yurt"dur, kimi zaman "ırk"dır, kimi zaman da "milliyet"dir.
Bu putlar tarihin çeşitli aşamalarında kimi zaman "halkçılık" kimi zaman "Turancılık" kimi zaman "Arap milliyetçiliği" ve kimi zaman da başka isimler ve kılıklar altında sahneye konmuştur. Bu putların bayraklarını değişik cepheler omuzlamışlardır. Bu cepheler, şeriat hükümlerine göre düzenlenmiş ve inanç temeline dayalı tek İslâm toplumu içinde birbirleri ile boğuşmaya girişmişlerdir. Sonunda sürekli darbeler altında yıpranan, iğrenç ve zehirli propagandaların hedef tahtası haline gelen bu ana temel zayıflamıştır. Bu zayıflamaya paralel sözünü ettiğimiz "put"lar kutsallaştırılmış, dokunulmazlık zırhına büründürülmüştür. Öyle ki, bu putlara karşı çıkanlar, milletlerinin dininden çıkmış, ülkelerinin menfaatlerine ihanet etmiş kimseler olarak sayılmışlardır.
Tarihte bir eşi bulunmayan İslâm birliğinin sarsılmaz temelini yıkmaya çalışan en iğrenç düşman kampı, mikrop yuvası yahudi kampıdır. Yahudiler "milliyetçilik" silahını, hristiyan birliğini parçalayarak, onu milli kiliselere bağlı, siyasi milletlere dönüştürme kampanyasında denemişlerdi. Böylece yahudi ırkı etrafındaki hristiyan çemberini parçalamışlardı. arkasından aynı silahı bu kez, lânetli ırklarını kuşatan İslâm çemberini kırmak için kullandılar.
Hristiyanlar da İslâm toplumuna karşı aynı silahtan yararlandılar. İslâm toplumu potasında eriyip bütünleşmiş değişik milletler arasında yüzyıllar boyunca ırkçılık, milliyetçilik ve yurtçuluk kışkırtması yaptılar. Bu yolla, en sonunda, bu dine ve bağlarına karşı besledikleri hristiyanlık kaynaklı derin kinlerini tatmin etmeyi başardılar. Bu kışkırtmaların doğurduğu bilinçsiz naralar sonunda müslümanları parçalamayı, onları hristiyan Avrupa boyunduruğu altına girmeyi kabul etmeyi başardılar. Onların bu egemenliği halâ sürüyor. Yüce Allah'ın izni ile o iğrenç, o lânetli putlar yıkılıp da İslâm birliği sözünü ettiğimiz sarsılmaz ve eşsiz temeli üzerinde yeniden kurulunca bu amansız düşmanların 'sömürgeci egemenliği devam edecektir.
5- Son olarak gerçeği vurgulayalım: İnsanlar sırf inanç temeline dayanan bir birleşme modelini benimsemedikçe, putperest cahiliyenin boyunduruğundan bütünüyle kurtulamazlar. Çünkü insanların düşüncelerinde ve toplum yapılarında bu temel kural geçerli olmadıkça egemenliği yüce Allah'ın tekeline verme ilkesi gerçekleşemez.
Ortada bir tek "kutsal" varlık olmalı, sadece o kutsanmalıdır, çok sayıda "kutsallar" bulunmamalıdır. Bir tek "parola" olmalı; "parolaların" sayısı artmamalıdır. insanların tüm varlıkları ile yönelecekleri "kıble" bir tek olmalı, kıbleler ve yönelme yerleri çok sayıda olmamalıdır.
Putperestliğin bir tek türü yoktur. Putperestlik sadece taştan oyulmuş putlara ve masal ürünü tanrılara tapmaktan ibaret değildir. Putperestlik değişik biçimlerde ortaya çıkabilir. Putlar da değişik kılıklara girebilirler. Eski masallarda anlatılan putlar, yüce Allah dışındaki değişik "kutsallar"ın ve "mabutlar"ın varlığında tekrar sahneye çıkabilirler. Bu kutsalların ve "mabut"ların isimleri şu ya da bu olmuş, bunlara sunulan tapınma törenleri şöyle ya da böyle olmuş, farketmez.
İnsanları tek Allah'a inanmaya, tek Allah'ın egemenliğini benimseyerek bütün yaratıkların egemenlik iddialarını reddetmeye çağıran İslâm, insanları taşlardan yontulmuş ya da masal ürünü putların boyunduruğundan kurtardıktan sonra onların milliyetçilik, ırkçılık, yurtçuluk ve benzeri putların boyunduruğuna girmelerine, bu putların bayrakları ve sloganları altında birbirlerini kırmalarına razı olamaz!
Bu yüzden yüce Allah insanlık tarihi boyunca yaşamış ve kıyamet gününe kadar yaşayacak olan tüm insanları iki "ümmet"e ayırmıştır. Bu ümmetlerin biri, ilk peygamberden peygamberlerin sonuncusu olan ve tüm insanlığa seslenen bizim Peygamberimize kadar gelip geçen tüm peygamberlerin bağlılarından oluşmuş müslüman ümmetidir. Öbürü de müslüman olmayanların oluşturduğu ümmettir ki, bunlar da yüzyıllar boyunca sadece adları ve biçimleri değişen tağutlara, zorbalara, diktatörlere ve putlara tapan kimselerdir.
Yüce Allah, müslümanlara, çağlar boyunca kendilerini birleştiren ümmetlerini tanıtırken, her dönemdeki peygambere uyulmasını esas almış ve bu ümmetin kuşaklarını gözden geçirdikten' sonra şöyle buyurmuştur:
"İşte bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız bana kulluk ediniz." (Enbiya Suresi 92)
Görülüyor ki, yüce Allah Araplar'a "Sizin ümmetiniz Arap ümmetidir; cahiliye döneminde olmuş, İslâm döneminde olmuş farketmez" demiyor. Yahudilere "Sizin ümmetiniz İsrailoğulları, ya da İbraniler'dir. Cahiliye döneminde olmuş, İslâm döneminde olmuş farketmez." Selman-ı Farisî'ye "Senin ümmetin Farslılar'dır", Suheyb-ı Rumi'ye "Senin ümmetin Bizanslılar'dır" ya da Bilâl-i Habeşi'ye "Senin ümmetin Habeşliler'dir" demiyor. Tersine ister Arap kökenli, ister Fars kökenli, ister Bizans kökenli ve ister Habeşistan kökenli olsunlar, tüm müslümanlara şunu söylüyor: "Sizin ümmetiniz Musa'nın, Harun'un, İbrahim'in, Lût'un, Nuh'un, Davud'un, Süleyman'ın, Eyyub'un, İsmail'in, İdris'in, Zülkifl'in, Zunnun'un, Zekeriyya'nın, Yahya'nın, Meryem'in dönemlerinde gerçek anlamda Allah'ın buyruklarına bağlanmış müslümanlar topluluğudur." Enbiya suresinin 48. ayeti ile 92. ayeti arasında bu gerçek vurgulanmıştır.
İşte bizzat yüce Allah'ın tanımı ile "müslüman ümmet" budur. Kim yüce Allah'ın yolundan başka bir yol istiyorsa, istediği yolu seçsin. Fakat dürüst davranıp "müslüman olmadığını" söylesin. Biz müslümanlara gelince, bizler yüce Allah'ın bize tanımladığı ümmetten başka bir ümmet tanımıyoruz. Yüce Allah gerçeği anlatır ve doğru hüküm verir.
İslâm dininin bu temel meselesi hakkında Hz. Nuh ile ilgili hikâyeden ilham alarak yapmış olduğumuz bu açıklamayı burada noktalamayı uygun görüyoruz.

İLAHİ TERAZİDE MÜSLÜMANIN DEĞERİ

Son olarak Hz. Nuh ile ilgili hikâyenin üzerinde bir kere daha duralım ve bir avuç müslümanın yüce Allah'ın terazisindeki değerini görelim:
Hz. Nuh'un bağlıları olan müslümanlar bir avuçluk, küçük bir azınlıktı. Elimizdeki bazı rivayetlere göre sayıları on iki idi. Bu konudaki tek doğru ve güvenilir kaynağın belirttiğine göre bu oniki müslüman, Hz. Nuh'un dokuz yüz elli yıllık İslâma çağrı çabalarının ürünü idi.
İşte bu uzun ömrün ve yoğun çabanın ürünü olan sözkonusu bir avuç müslüman, yüce Allah katında o kadar ağırlıklı bir önem taşıyordu ki, yüce Allah onların hatırı için evrenin alışılagelmiş bazı geleneklerini değiştirerek, o gün üzerinde hayat süren yeryüzü parçasındaki tüm varlıkları, tüm canlıları etkileyen bir "Tufan" olayı meydana getirdi. Bu "Tufan" olayının arkasından bu bir avuç müslümanı yeryüzünün mirasçısı yaptı. Onlara yeryüzünü yeniden onaracak, kalkındıracak, sahipleşecek insan kuşağının çekirdeği olma fırsatını verdi.
Bu son derece önemli bir olgudur.
Günümüzde İslâmi diriliş hareketinin, İslâm Rönesansının öncüleri yeryüzünün her tarafında yaygın cahiliye ile yüzyüze boğuşuyorlar. Bu cahiliye ortasında ve bu kimsesizlik ortamında gariplik çekiyorlar. Bunun yanısıra çeşitli eziyetlere, itilip kakılmalara, işkencelere ve ağır cezalara göğüs geriyorlar. İşte bu kahraman öncülerin bu son derece önemli olgunun, iyi düşünülmesi ve iyi değerlendirilmesi gereken anlamının üzerinde uzun uzun durmaları gerekir.
Yeryüzünde müslüman bir çekirdeğin varlığı, yüce Allah'ın katında son derece önemli bir olgudur. O kadar ki, yüce Allah bu çekirdeğin hatırı için cahiliye sisteminin tüm varlığını, yurdunu, uygarlık eserlerini, yapılarını, güçlerini, birikimlerini tümü ile yokeder. Arkasından bu çekirdeği yeşertir, gözetip geliştirir. Günü gelip bu çekirdek esenlik içinde kurtuluşa erince, yeryüzünü yeniden onarıp kalkındırmakla görevlendirilir, tüm dünyanın mirasçısı olur.
Hz. Nuh, yüce Allah'ın yukarıda okuduğumuz "Bizim gözlerimiz önünde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap, zalimler konusunda bana başvurma, çünkü onlar kesinlikle konuşacaklardır." buyruğu gereğince "yüce Allah'ın gözleri önünde ve vahyinin ışığında" bir gemi yapıyor. (Hud Suresi 37)
Daha önce soydaşlarının kovalamaları, eziyetleri ve ihtarı ile yüzyüze gelen Hz. Nuh, aşağıdaki ayette bize anlatıldığı üzere, çaresizlik içinde yüce Allah'a sığınıyor. Okuyoruz:
"Onlardan önce Nuh'un soydaşları da yalanladı. Onlar bizim kulumuzu yalanlayarak `Bu adamı cinler çarptı' dediler ve çalışmasını engellediler. Bunun üzerine `Ben yenik düştüm, bana yardım et' diye Rabbine dua et. ti. (Kamer Suresi 9-10) Hz. Nuh, Rabbine sığınırken "yenik" düştüğünü ilan ediyor ve Rabbine dua ediyor ki, yenik düşmüş olan Peygamberine "yardım" etsin. İşte o zaman yüce Allah, yenik düşen bu kulunun hizmetine girsinler diye evrenin korkunç güçlerini harekete geçiriyor:
"Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşalan sularla açtık.
Yeryüzünde de kaynaklar fışkırttık. Her iki yönden gelen su, belirlenen bir ölçü uyarınca birleşti." (Kamer Suresi 11-12)
Bu korkunç evrensel güçler böylesine evrensel düzeydeki korkunç ve göz kamaştırıcı fonksiyonlarını yerine getirirlerken, bizzat yüce Allah'ın kendisi yenik düşen kulu ile beraberdir. Okuyoruz:
"Nuh'u tahtalardan yapılmış ve çivilerle çakılmış bir gemiye bindirdik. Bu gemi gözlerimiz önünde sular arasında yolalıyordu. O soydaşları tarafından yalanlanan Nuh'un çektiği sıkıntılara karşılık bir ödüldü." (Kamer Suresi 13-14)
İşte çağdaş "islâmi diriliş hareketi" öncülerinin cahiliye rejimleri tarafından itilip kakıldıklarında, "yenilgiye" uğratıldıklarında her yerde ve her zaman karşısına geçip dikilecekleri korkunç tablo budur.
Onlar, yüce Allah'ın evrensel korkunç güçleri emirlerine vermesini hakeden kahramanlardır. Bu evrensel güçlerin "Tufan" olayı bu evrensel güçlerin sayısız aksiyon biçimlerinden sadece bir tanesidir. Nitekim yüce Allah "Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilemez." buyuruyor.
Bu kahraman öncülere düşen sadece şudur: Direnecekler, yollarında ısrarla yürüyecekler. Güç kaynaklarını bilecekler ve O'na yönelecekler. Yüce Allah'ın destekleyici kararı gerçekleşinceye kadar sabredecekler. Güçlü dostları ve dayanakları olan yüce Allah'ı gökte ve yerde hiçbir şeyin aciz bırakamayacağına, O'nun dostlarını, düşmanlarının ellerinde bırakmayacağına, eğer bir süre onları düşmanlarının ellerine teslim etmiş gibi görünse de bunun eğitme ve sınavdan geçirme amacına yönelik olduğuna güvenecekler. Bu eğitim ve sınav dönemi başarı ile aşılınca, yüce Allah, bu öncülere ve onlar eli ile yeryüzüne dilediğini kesinlikle yapar.
İşte bu son derece önemli evrensel olaydan çıkarılacak olan ders budur. İslâmın tarafını tutup cahiliye ile göğüs göğüse boğuşan hiç kimse sanmamalıdır ki, kendisi yüce Allah'ın ortaksız ilahlığını ve Rabblığını savunurken, O kendisini cahiliye karşısında yalnız bırakır. Yine bu kişi kendi kişisel gücü ile cahiliyenin gücünü karşılaştırarak bu dengesiz düşman güçleri karşısında yenik düşüp de "ben yenildim, ya Rabbim, yetiş imdadıma" diyerek yardım göndermesi için yalvarınca, yüce Allah'ın kendisini bu zalim güçlerin kucağında bırakacağını asla düşünmemelidir.
"İslâmi diriliş hareketi" öncüsünün gücü ile karşıt cahiliye güçleri arasında denge bir yana, yakınlık bile yoktur. Cahiliye, alabildiğine güçlüdür. Fakat insanları yüce Allah'ın yoluna çağıran mücahidin arkasında yüce Allah'ın gücü vardır. Yüce Allah, dilediği zaman ve dilediği biçimde evrensel güçlerin bazılarını onun emrine verebilir. Bu güçlerin en hafifi bile karşısındaki cahiliyeyi hiç beklemediği bir biçimde yok eder, tozunu havada uçurur.
Fakat sözünü ettiğimiz sınav döneminin bazan uzun sürebileceğini hatırdan çıkarmamak gerekir. Bu süre uzunluğunun altında mutlaka yüce Allah'ın bildiği bir hikmet yatar. Meselâ Hz. Nuh, soydaşları arasında tam dokuz yüz elli sene mücadele verdi. Ancak o zaman bu sınav süresini doldurabildi. Bu uzun mücadele döneminin ürünü sadece oniki müslüman olabildi. Fakat bu bir avuç müslüman, yüce Allah'ın terazisinde o kadar büyük bir değer sayıldı ki, onların hatırı için bir bölüm evrensel güçler harekete geçirilerek o günün sapıtmış insanlığı tümü ile imha edildi; yeryüzü tümü ile bu bir avuç müslümanın eline verildi, onu yeniden onarıp kalkındırmak ve yurt edinmek de sadece bu azınlığın görevi oldu.
Olağanüstü olaylar çağı sona ermiş değil. Çünkü yüce Allah'ın özgür dileği uyarınca her an olağanüstü olay gerçekleşiyor. Fakat Allah her dönemin pratiğine ve şartlarına göre olağanüstü olayların biçimlerini ve türlerini değiştiriyor. Ayrıca bazı olağanüstü olaylar, bazı akıllar tarafından kanıksandığı için olağanüstülükleri kavranmaz oluyor. Fakat yüce Allah ile sürekli ilişkide olanlar bu olaylarda O'nun elini görebilirler, O yüce elin harika eserlerini somut biçimde algılayabilirler.
Yüce Allah'ın yolunun yolcularına düşen görev şudur:
Yapmaları gereken her şeyi, güçlerini son zerresine kadar harcayarak yapmalı, sonra da huzur ve güven içinde işi Allah'a havale etmelidirler. Eğer düşman karşısında yenilgiye uğrarlarsa, yüce yardımcıya ve ulu destekleyiciye başvurmalı ve Hz. Nuh'un "Ben yenik düştüm, bana yardım et" dediği gibi, yüce Allah'a el açıp yalvarmalıdırlar. Bundan sonra yapacakları tek iş, yüce Allah'ın yakın vadeli kurtuluşunu, çıkar yol gösterişini beklemektir. Yüce Âllah'dan çıkar yol beklemek ibadettir. Buna göre bu kahramanlar bu bekleyişleri karşılığında sevap alacaklardır.
Daha önce vurguladığımız şu gerçek burada tekrar karşımıza çıkıyor. Bu Kur'an kendisi ile birlikte savaşa girenlerden, kendisinden aldıkları güçle büyük cihada girişenlerden başka hiç kimseye sırlarını açmaz. Sadece böyleleri Kur'an'ın indiği ortamın havasına benzer bir havada yaşayabilirler ve bu sayede onun zevkine varabilirler, inceliklerini kavrayabilirler. Çünkü ilk müslümanlar nasıl bu Kur'an'ın dolaysız muhatapları oldular, bu sayede onun zevkine vardılar, inceliklerini kavradılar ve direktifleri uyarınca hareket etmişlerse, böyleleri de Kur'an'ın doğrudan muhatapları oldukları duygusunu içlerinde bulurlar.
Önünde-sonunda hamd Allah'a mahsustur.
Alıntı ile Cevapla