Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 00:28   Mesaj No:12

Verda_Naz

Medineweb Sadık Üyesi
Verda_Naz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Verda_Naz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 176
Üyelik T.: 15 Eylül 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:30
Mesaj: 612
Konular: 248
Beğenildi:11
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kur'an Hud Suresi Tefsiri

LÛT PEYGAMBER VE KAVMİ

Bu kesin ifadenin arkasından ayetler susuyor. Hiç kuşkusuz Hz. İbrahim de susuyor. Hz. "İbrahim ile eşi" sahnesinin perdesi iniyor, arkasından Hz. Lût ile ilgili kalabalık, hareketli, reaksiyonlu sahnenin perdesi açılıyor. Hz. Lût'un soydaşları, Sodom ve Amurî'ye (Gomor) adlı Ürdün şehirlerinde yaşıyorlardı. Okuyoruz:



77- Elçilerimiz Lût'un yanına vardıklarında kaygıya kapıldı, canı sıkıldı ve "bugün, zor bir gündür" dedi.

Hz. Lût, soydaşlarını iyi tanıyor, onların fıtratlarının yakalandığı acayip sapıklığı, şaşırtıcı anormalliği yakından biliyordu. Bu adamlar kadınları bırakmış, gözlerini erkeklere dikmişlerdi. Bütün canlıların erkekli-dişili çiftler halinde yaratılmış olmalarındaki hikmetin farkında olan fıtratlarına ters düşmüşlerdi. Oysa yüce Allah'ın dilediği güne kadar insan soyunun devamlılığının sağlanması bu hikmete dayanıyordu. İnsan fıtratı bu ezeli hikmetin sesine uymaktan hep haz duyagelmiştir. Fıtrat bu sese düşünerek-taşınarak değil, içgüdüsel kılavuzluğun doğrultusundan sapmamanın yalın dürtüsü ile kulak veriyordu.
Gerçi insanlık tarihi kişisel düzeyde kalan birtakım patolojik sapmalara ve anormalliklere hep şahit olmuştur. Ama Hz. Lût'un soydaşları olayı acayiptir. Bu olay bize gösteriyor ki, psikolojik hastalıklar, tıpkı bazı organik hastalıklar gibi bulaşıcıdırlar. Herhangi bir toplumda değer ölçülerinin altüst olması sonucunda bu türden bir hastalık yaygınlık kazanabilir; bu yayılmanın başta gelen sebeplerinden biri, sözünü ettiğimiz hasta toplumun kötü örnek oluşturması ve diğer insanlar için kışkırtıcı bir rol oynamasıdır. Anormal davranışın fıtrata ters düşmesine rağmen, bu yayılma gerçekleşebilir. Oysa fıtrata egemen olan yasalar, hayata egemen olan yasaların aynılarıdır. Bu yasalar da hayatın isteklerinin karşılanmasından haz duyulmasını, hayatın gerekleri ile çatışarak ya da bu gerekleri yokederek tatmin aranmaması gerektiğini telkin ederler.
Halbuki, cinsel sapıklık hayatla çatışır, onu yokeder. Çünkü hayatin tohumlarını iğrenç bir toprağa akıtıp heba eder, bu iğrenç toprak o tohumları tutup yeşertecek yetenekte yaratılmamıştır. Oysa bu tohumları tutup geliştirmeye, üretime dönüştürmeye elverişli başka bir toprak, başka bir alan vardır. Cinsel sapıklık bu verimli alana atılması gereken hayat tohumlarını, onları çürütüp yokedecek iğrenç bir alana atar. Bundan dolayı sağlıklı insan fıtratı Hz. Lût'un soydaşlarında uygulaması görülen cinsel sapıklıktan nefret eder, tiksinir. Bu tiksinme, sadece ahlâktan kaynaklanan bir reaksiyon değildir, aynı zamanda insan fıtratının doğal gereği olarak ortaya çıkar. Çünkü bu fıtratı yönlendiren kanunlar, yüce Allah'ın hayata egemen kıldığı kanunlarla özdeştirler. Bu kanunlar da doğal ve sağlıklı biçimdeki cinsel hazzı, hayatla çatışarak, hayatı kesintiye uğratarak değil, onu geliştirecek, üretkenliğini sürdürecek yolda aramayı gerektirirler.
Gerçi dünyada yaşamaktan daha yüce bir ideal sözkonusu olunca kimi zaman ölümden haz duyduğumuz, seve seve ölüme koştuğumuz bile olur. Fakat bu haz, somut-maddi bir haz değil, itibarî-manevi bir hazdır. Üstelik bu hayatla çatışan, ona zıt düşen bir tarafı da yoktur. Tersine başka bir yoldan giderek hayatı geliştirmeyi, hayatın düzeyini yükseltmeyi amaçlar. Hayatı ve hayatın hücrelerini yokeden cinsel sapıklıkla, sözümüzün konusu olan homoseksüellik ile ideal uğruna ölüme atılma erdemi arasında uzaktan yakından hiçbir ilişki, hiçbir ortak nokta yoktur.
Hz. Lût, konuklarının gelişinden rahatsız oldu. Çünkü soydaşlarının onlara karşı nasıl bir tanır takınacaklarını biliyor, konuklarına yönelik edepsiz sataşmalar yüzünden uğrayacağı utancı şimdiden kestiriyordu. Bu yüzden;
"Bugün, zor bir gündür."
diyordu. İşte bu zor gün başlamıştı.

78- Soydaşları apar-topar evine koştular. Daha önce pis işler yapıyorlar, iğrenç ilişkilerde bulunuyorlardı. Lût onlara dedi ki; "Soydaşlarım, işte kızlarım, onlarla eşleşmek sizin için daha temiz bir iştir. Allah'dan korkun da beni konuklarım önünde rezil etmeyin. İçinizde aklı başında biri yok mu?"

Evet; "Soydaşları apar-topar evine koştular."
Öyle hızlı koşuyorlardı ki, evine giderken, sanki kudurmuşlardı. Devam ediyoruz:
"Daha önce pis işler yapıyorlar, iğrenç ilişkilerde bulunuyorlardı." Zaten Hz. Lût'un konuklarının gelmelerinden rahatsız olmasının, onlar yüzünden sıkıntıya düşmesinin ve zor bir gün beklediğini söylemesinin sebebi buydu.
Hz. Lût, evine dalan, kendisini konuklarına zarar vermekle, onurunu zedelemekle tehdit eden soydaşlarının, kudurmuşlar gibi kendilerinden geçtiklerini görünce onların sağlıklı fıtratlarını uyarmak istedi, kendilerini yüce Allah'ın erkekler için yaratmış olduğu karşı cinse yöneltmeyi denedi. Evinde kızları vardı. Hazır bekliyorlardı. Eğer bu kudurmuş erkekler istese, hemen onlarla evlendirilirler, böylece kudurmuşluğun ateşi ve şehvet çılgınlığı yatışırdı. Okuyalım:
"Ey soydaşlarım, işte kızlarım, onlarla eşleşmek sizin için daha temiz bir iştir. Allah'dan korkunuz da beni konuklarımın önünde rezil etmeyiniz. İçinizde aklı başında biri yok mu?"
Evet, "İşte kızlarım, onlarla eşleşmek sizin için daha temiz bir iştir." "Temizlik" kavramının taşıdığı her anlamda, hem psikolojik-soyut anlamda ve hem maddi-somut anlamda daha temiz bir iştir. Çünkü bu kızlar, arı ve yalın fıtratın isteğini karşılarlar, aynı zamanda erkekte nezih duygular uyandırırlar. Yani hem fıtrat temizliğinin, hem ahlâk temizliğinin, hem de dinin aradığı cinsel temizliğin yolu budur. Sonra onlar somut olarak da temizdirler. Yaratıcı yüce kudret, onları körpe insan yavrularının temiz ve nezih yuvası olmak üzere yaratmıştır. Devam ediyoruz:
"Allah'dan korkunuz."
Hz. Lût, az önce fıtratın eğilimleri açısından sarsmaya çalıştığı vicdanları bu defa bu yönden sarsmaya çalışıyor. Devam edelim:
"Beni konuklarımın önünde rezil etmeyiniz."
Bu defa da bedevilik geleneklerinde son derece ağırlıklı bir yeri olan konukseverlik duyguları aracılığı ile bencillik güdülerini harekete geçirmeyi deniyor. Okuyoruz:
"İçinizde aklıbaşında, olgun biri yok mu?"
Evet, mesele fıtrat, din ve erkeklik meselesi olmasının yanısıra aklıbaşında ya da aptal olma meselesidir. Fakat bütün etkileme, yatıştırma çabaları, hasta ve sapık fıtratlara, ölü ve kokuşmuş kalplere, anormal ve yetersiz akıllara kâr etmedi. Hasta ve sapık kudurganlık, kızgın lavlarını püskürtmeye devam etti.

79- Soydaşları "Biliyorsun ki, bizim kızlarınla bir işimiz, onlara yönelik bir amacımız yok. Sen bizim ne istediğimizi iyi bilirsin " dediler.

İyi biliyorsun ki, eğer istediğimiz senin kızların olsa, evlenirdik onlarla; sen bizim ne istediğimizi biliyorsun. Yapmak istedikleri pis işi dolaylı biçimde açığa vuran iğrenç ve yılışık bir imadır onların bu sözleri.
Hz. Lût'un kolu kanadı kırıldı, zayıflığının bilincine vardı. Soydaşları arasında yabancı idi. Göçmen olarak aralarına katılmıştı. Kendisini koruyacak bir aşireti yoktu. Bu zor günde ortaya koyacağı bir vurucu güçten de yoksundu. Bu yüzden şu acıklı ve yanık sözler dudaklarından dökülüverdi:

80- Lût, melek konuklarına dönerek dedi ki, "Keşki siz bana dayanak olacak güçte olsaydınız, ya da himayelerine sığınabileceğim gözüpek adamlarım olsaydı!"

Bu sözleri şu karşısındaki gençlere seslenerek söylemişti. O gençler ki, aslında genç adam kılığına girmiş meleklerdi. Pek genç yaşta idiler, yüzleri pırıl pırıldı. Fakat Hz. Lût'a göre döğüşebilecek, adam yıldırabilecek kimseler değillerdi. Bu yüzden onlara bakarak hayıflandı, kavga adamları olsalardı da onlardan destek görseydi diye bir özlem geçti içinden. Ya da güçlü bir sığınağı, dayanağı olsaydı şu karşısındaki tehdidi başından savsaydı diye düşündü.
Aslında Hz. Lût, kapıldığı karamsarlıktan, etkisi altında bulunduğu can sıkıntısından dolayı sağlam bir dayanağın koruması altında olduğunu aklından çıkarmıştı. Bu güçlü dayanak, dostlarını asla yüzüstü bırakmayan yüce Allah'ın himayesi idi. Nitekim Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu ayeti okurken, "Allah'ın rahmeti Lût'un üzerine olsun. Oysa arkası sağlam yere dayalı idi" buyurmuştur.
Hz. Lût iyice daralınca, sıkıntıdan patlayacak duruma gelince, karamsarlığı doruk noktasına çıkınca karşısındaki `.`Allah'ın elçileri" sırtının dayalı olduğu bu güçlü kaleyi kendisine açıklayıverdiler. Okuyoruz:



81- Konukları dediler ki; "Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz; onlar sana ilişemeyecekler. Geceleyin bir ara aileni yanına alarak yola çık, hiçbiriniz geride kalmasın. Yalnız eşini yanına alma. Çünkü soydaşlarının başına ne gelecekse onun da başına gelecektir. Vadeleri tanyeri ağarınca dolacaktır. Tanyerinin ağarması yakın değil mi?"

Evet; "Konukları dediler ki; `Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz, onlar sana ilişemeyecekler."
Arkasından ö ana kadar sakladıkları bilgileri kendisine tek tek vermeye koyuldular. Kendisi, soydaşlarının iğrenç sapıklıklarına bulaşmamış aile bireyleri ile birlikte kurtulacaktı. Fakat eşi yanında olmayacaktı, o sapık soydaşlarının safında yeralmıştı. Ayeti okumaya devam ediyoruz:
"Geceleyin bir ara aileni yanına alarak yola çık, hiçbiriniz geride kalmasın. Yalnız eşini yanına alma. Çünkü soydaşlarının başına ne gelecekse, onun da başına gelecektir. Vadeleri tanyeri ağarınca dolacaktır. Tanyerinin ağarması yakın değil mi?"
Ayetteki "esri" kelimesinin kökü olan "sery" sözcüğü "gece yolculuğu", "bi kitaın minelleyli" ibaresi "gecenin bir bölümü" demektir. Yine ayetteki "Hiçbiriniz geride kalmasın" ifadesi "arkada kalmasın, kafileden ayrı düşmesin" anlamındadır: Çünkü bu sapık toplumun helâk olma zamanı tanyerinin ağarma vaktidir. Kim onlarla birlikte şehirde kalırsa onların yanında helâk olacaktır. Ayetin şu son cümlesi dikkat çekicidir:
"Tanyerinin ağarması yakın değil mi?"
Bu soru onca acılar çekmiş olan Hz. Lût'un gönlünü rahatlatmak amacını taşıyor. Kendisine acı çektirenlerin yok oluşlarının iyice yakınlaştığı vurgulanarak bozulan morali düzeltilmek isteniyor. Gerçekten o cezalandırma anı son derece yakındır. Gün ağarır-ağarmaz gelip çatacaktır. O zaman Hz. Lût'un "keşki gücüm olsaydı yapsaydım" diyerek özlediği, fakat yeterli gücü olmadığı için yapamadığı şeyi yüce Allah'ın sınırsız gücü fazlası ile yapacak, o sapıklara derslerin en ağırını verecektir.

82- Azaba ilişkin emrimiz geldiğinde orayı altüst ettik, oranın halkı üzerine, sağanak halinde balçıkla kaplanmış taşlar yağdırdık.


83- Bunlar Rabbinin katında dökülüp damgalanmış taşlardı. Bu tür bir azap, zalimlerin uzağında değildir.

Bu sapıkların cezalarını infaz etmenin vakti gelince oturdukları şehri "altüst ettik." Burada her şeyi tersine çeviren, yerden yüksekteki dikili her şeyi kesilerek tanınmaz hale getiren tam bir "yıkım"la eksiksiz bir "imha" tablosu ile karşı karşıyayız. Buradaki "her şeyi tersine çevirme, altını üstüne getirme" imayı, o sapıkların tersyüz olmuş, başaşağı dönmüş, insanlık doruğundan hayvanlık çukuruna, hatta hayvan düzeyinin bile altına gerilemiş olan fıtratlarının alçaklığı ile uyumlu bir çağrışım yapıyor. Onların düzeyi hayvanınkinin bile aşağısına geriledi dedik. Çünkü hayvan, hayvana özgü fıtratın önünde durmakta, fıtri yapısının sınırlarını aşmaya kalkışmamaktadır. Okumaya devam edelim:
"Oranın halkı üzerine sağanak halinde balçıkla kaplanmış taşlar yağdırdık."
"Balçıkla kaplanmış taşlar." Cezanın bu özelliği de o sapıkların iğrençliği ile uyumlu ve ölçülüdür."
"Sağanak halinde yağan" yani birbiri peşisıra iniyorlar başlarına. Ayrıca bu taşlar "Rabbinin katında dökülüp damgalanmış" taşlardır. Tıpkı koyun sürüsü örneğindeki kuzuların büyütülüp çoğalsınlar diye çayıra salınmaları gibi. Bu taşlar da döküldükten sonra gerektiğinde kullanılmak üzere bir yere yığılıp çoğaltılıyor gibi bir tasvir ile karşı karşıyayız. Tasvir gerçekten enteresan. İnsanın zihninde öyle somut çağrışımlar meydana getiriyor ki, açıklama ve anlatım yöntemi ile aynı etkiyi meydana getirmek mümkün değil. Devam ediyoruz:
"Bu tür bir azap, zalimlerin uzağında değildir."
Yakınlarındadır bu ceza ve sadece yüce Allah'ın dilemesine bağlıdır. Gerektiğinde bu taşlar atılır ve başlarına isabet ettirilir. (Ayetteki "musevvetin" kelimesinin bir anlamı da "damgalı, özel işaretli markalı"dır. Fakat tasvir yöntemli bu ifadeye bizim tercih ettiğimiz anlam daha uygun düşer.)
Hz. Lût'un soydaşlarına inen ceza ile ilgili olarak bu ayetin çizdiği tablo, bazı yönleri ile volkanik bir patlamayı çağrıştırıyor. Yerin yarıldığı ve çevresindeki her şeyi yuttuğu bir volkanik patlama ve bu patlamaya eşlik eden püskürtülmüş lavlar, taşlar ve çamurlar gözlerimizin önüne gelir gibi oluyor. Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın zalimlere verebileceği cezaların pek çok türü vardır.
Böyle derken "Bu olay bildiğimiz volkan patlamalarından biridir, o anda faaliyete geçmiş ve olanlar olmuştur" demek istemiyoruz. Bu ihtimali reddetmek de istemiyoruz. Meydana gelen olay, böyle bir olay olabilir de. Fakat "kesinlikle böyle olmuştur" da demiyor, böylece yüce Allah'ın takdirini, bildiğimiz bir olgu ile sınırlamaktan kaçınıyoruz.
Gerek bu ve gerekse benzeri olağanüstü olaylar konusunda söyleyebileceğimiz sözün özü şudur: Yüce Allah'ın tam o zaman, o cezanın infaz anında meydana gelmek üzere bir volkanik patlama olayı planlamış olması, böylece Hz. Lut'un soydaşlarını cezalandırmaya ilişkin ezeli ilmi uyarınca, olayın meydana gelişini cezalandırmanın anı ile çakıştırmış olması mümkündür. Bu çakışma ve zaman uyumu, yüce Allah'ın ilahlığının ve "Rabb"liğinin evrene yansıyan bir tezahürüdür. Evrende olup biten her olay, O'nun kapsamlı takdiri ve canlıların tümü ile uyumlu olarak O'nun tasarrufu altında meydana gelir.
Ayrıca bu olayın özel bir plan sonucu meydana gelmiş olması, yüce Allah'ın o sapıkları o biçimde ve o anda imha etmek isteyen dileğine bağlı özel bir irade ile gerçekleşmiş olması da mümkündür. Eğer yüce Allah'ın dileği ile evren arasındaki ilişkiyi az önce yukarıda Hz. İbrahim'in eşine ilişkin olağandışı olayı değerlendirirken yaptığımız yorumun ışığında anlarsak, bu tür olayları, bu çeşit olağanüstülükleri kavramakta, kafalarımıza sığdırmakta herhangi bir zorlukla karşılaşmayız.

ŞUAYB PEYGAMBER VE KAVMİ

Şimdi yine ölümsüz İslâm inancının peygamberlik misyonlarından biri karşısındayız. Bu misyonu üstlenen peygamberin adı Hz. Şuayb'dır. O, bu misyonu soydaşları olan Medyenliler arasında yürütmekle görevlidir. Bu misyonda Allah'ın birliği çağrısı yanında başka bir mesele daha ön plandadır. Bu mesele insanlar arası ilişkilerde adaleti, güvenirliği ve dürüstlüğü egemen kılma meselesidir. Bu mesele ile Allah'ın birliğine inanma, egemenliği O'nun tekeline verme, O'nun yasalarına ve buyruklarına uyma tutumu arasında köklü ve sıkı bir bağ vardır. Oysa Medyenliler bu yoldaki çağrıyı son derece büyük bir hayretle karşılamışlar, insanlar arasındaki mali ilişkiler ile yüce Allah'ın egemenliğini benimsemiş olmanın eylemsel bir ifadesi olan namaz arasındaki ilişkiyi kavrayamamışlardır.
Hikâyenin akışı, "Hz. Hud ile Adoğulları" hikâyesine "Hz. Salih ile Semudoğulları" hikâyesine benziyor. Gerçi gerek sonucu, gerek anlatım üslubu ve gerekse sonucuna ilişkin değerlendirmesi açısından Hz. Salih ile Semudoğulları'na daha çok benziyor. Hatta bu iki hikâyede, günahkârlara verilen ceza ile bu cezayı anlatan ibareler ortaktır.



84- Medyenoğulları'na da kardeşleri Şuayb'ı peygamber olarak gönderdik. Şuayb dedi ki; "Ey soydaşlarım, sadece Allah'a kulluk sununuz, O'ndan başka ilahınız yoktur. Birşey ölçer ya da tartarken eksik ölçüp tartmayınız. Bolluk içinde olduğunuzu görüyorum, ama sizin hesabınıza kıyamet gününün geniş kapsamlı azabından korkùyorum. "

Ayetin birinci bölümünde yüce Allah'ın ortaksız egemenliğinin benimsenmesi telkin ediliyor. Bu ilke, inancın da, hayat sisteminin de, yasal düzenin de, insanlar arası ilişkilerin de temelidir. Bu temel ilke olmadıkça ne inanç, ne ibadet ve ne de insanlar arası ilişkiler ayakta durabilirler. Şimdi de ayetin ikinci kısmı ile sonraki iki ayeti inceleyelim:
" . Bir şey ölçer ya da tartarken eksik ölçüp tartmayınız. Bolluk içinde
olduğunuzu görüyorum, ama sizin hesabınıza kıyamet gününün geniş kapsamlı azabından korkuyorum.

85- "Ey soydaşlarım, bir şey ölçer ya da tartarken adalete uyarak ölçüyü ve tartıyı tam tutunuz.' Halkın mallarına düşük değer biçmeyiniz. Yeryüzünde kargaşa çıkarıp dirliği bozmayınız. "


86- "Eğer mü'min kimseler iseniz, Allah'ın size bıraktığı pay, hakkınızda daha hayırlıdır. Ben sizi gözetlemekle, korumakla görevli değilim. "

Bu ayetlerin gündeme getirdikleri mesele -Allah'ın birliğine ve kayıtsız egemenliğine inanma meselesinden sonra- adalet, dürüstlük ve güvenirlik meselesi, ya da Allah'a inanma ve ortaksız egemenliğini benimseme ilkesinden kaynaklanan yasa ve insanlar arası ilişkiler meselesidir. Sebebine gelince, Medyenliler'in yurdu, Hicaz'ı Şam'a bağlayan ana yol üzerinde idi. Bu yüzden ana geçim kaynakları ticaret idi. Fakat ticaretleri sırasında ölçüde ve tartıda hile yapıyorlar, ayrıca halkın mallarını düşük fiyata satın alıyorlardı. Bu, mertliği ve şerefi zedelediği gibi, insanın kalbini ve elini de kirleten çirkin bir huydu. Bunun yanısıra işlek bir ticaret yolu üzerinde oturdukları için, Arap Yarımadası'nın güneyi ile kuzeyi arasında gidip gelen kervanların yollarını kesebiliyorlar, önlerine çıkıp haraç isteyebiliyorlar ve yüce Allah'ın bu surede sözünü ettiği yolsuz kazanç türlerinden canlarının istediğini yolculara dayatıyorlardı.
İşte Allah'ın birliğine inanmak ve O'nun ortaksız egemenliğine teslim olmak ilkesi ile güvenilirlik, dürüstlük, temizlik, insanlar arasındaki ilişkilerde adalete uymak, alırken ve verirken şerefli davranmak, gerek fertlerin ve gerekse devletin işlediği gizli hırsızlıklarla, yolsuzluklarla mücadele etmek arasındaki ilişki burada kendini gösterir. Allah'ın birliğine inanmak ile O'nun ortaksız egemenliğini benimsemek, bu fonksiyonu ile insana daha yaraşır bir sosyal hayatın teminatı olduğu gibi, sosyal adaletin ve sosyal barışın da güvencesidir. Allah korkusuna ve O'nun hoşnutluğunu kazanma arzusuna dayanan tek güvence budur. Bu güvence bu niteliği ile şahsi çıkarlara ve keyfi arzulara göre oynaklık göstermeyen sarsılmaz bir temele dayanmış olmaktadır.
İnsanlar arası ilişkiler ve ahlâk kuralları, mutlaka değişken faktörlerden etkilenmeyen, sağlam bir temel üzerine oturtulmalıdır. İslâmın görüşü budur. Bu görüş ile sosyal ilişkileri ve ahlâk kurallarını, insan düşüncelerine, insan yorumlarına, insanlarca ortaya konmuş kurumlara ve görülebilen şahsi çıkarlara dayandıran teoriler arasında köklü bir farklılık vardır.
Eğer sosyal ilişkiler ile ahlâk kuralları değişmez bir tabana oturtulursa, maddi ve kısa vadeli çıkarlardan etkilenmedikleri gibi sosyal çevre ile bu çevreye egemen olan yozlaştırıcı etkenlerden de etkilenmezler.
O zaman ahlâk kurallarının ve insanlar arası ilişkilerin belirleyici faktörü toplumda egemen olan "üretim tarzı" olmaz. Başka bir deyimle toplumların göçebelik-çobanlık dönemlerinde başka, tarım toplumlarında başka ve endüstri aşamasındaki toplumlarda başka ahlâk kuralları ve sosyal ilişkiler geçerli olmaz. Eğer hayatın tüm kesimlerini kapsayan yasaların kaynağı, yüce Allah'ın hukuk sistemi (Şeriatı) olursa, eğer ahlâkın temel dayanağı yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanarak vereceği sevabı elde etmek ve biçeceği cezadan korunmak olursa, bu değişken faktörler ahlâk kuralları ve insanlar arası ilişkilerde etkili olamazlar. İnsan ürünü teorilerin savunucuları, ahlâk kurallarının ekonomik ilişkilerin ve toplumun gelişmişlik düzeyinin bağımlı sonuçları olduklarını ballandıra ballandıra anlatırlar. Oysa İslâmcı ahlâk görüşünün ışığı altında bu yaklaşım geçersiz kalır. Bu açıklamayı burada noktalayarak şimdi ayetleri inceleyelim:
"Bir şey ölçer ya da tartarken eksik ölçüp tartmayınız. Bolluk içinde olduğunuzu görüyorum."
Yüce Allah size bol kazanç bağışladı. Daha çok kazanmak için böyle alçakça yollara başvurmaya muhtaç değilsiniz. Eğer eksik ölçüp tartmaktan kaçınırsanız fakir düşecek, maddi zarara uğrayacak değilsiniz. Tersine gerçekleştirdiğiniz hileli ticari işlemler, yaptığınız yolsuz alışverişler, içinde yaşadığınız bu bolluğu, bu refahı tehdid edici bir faktördür. Devam ediyoruz:
"Ama sizin hesabınıza kıyamet gününün geniş kapsamlı azabından korkarım."
Bu azapla ahirette, yüce Allah'ın katında yüzyüze geleceğiniz gibi, daha dünyadayken de yüzyüze gelebilirsiniz. Bu şöyle olur. Yaptığınız hileler ve bunların doğuracağı kinler sosyal hayatta ve ticari ilişkilerde acı meyvalarını verir. İnsanlar bütün gündelik davranışlarında, bütün sosyal ilişkilerinde ve bütün sürtüşmelerinde birbirlerinin darbesini yerler.
Hz. Şuayb, bu dürüstlüğe ilişkin öğüdünü demin "hile yapmayın" şeklinde vermişti. Şimdi ise aynı öğüdü "doğru olun" şeklinde tekrarlıyor. Okuyalım:
"Ey soydaşlarım, bir şey ölçer ya da tartarken adalete uyarak ölçüyü ve tartıyı tam tutunuz."
"Ölçüyü ve tartıyı tam tutma" ifadesi "eksik ölçüp tartmama" ifadesinden daha güçlüdür. Çünkü birinci ifade "müşteri lehine işleyecek bir fazlalık" yapma tarafına daha yakındır.
Bu ifade somut çağrışım zenginliği taşır. Çünkü "tam tartma", "eksik ölçüp tartmama"dan farklı çağrışımlara yolaçar. Çünkü bu ifade, kolaylaştırma ve karşı tarafın hakkını tanıma açısından daha yüklüdür. Devam ediyoruz:
"Halkın mallarına düşük değer biçmeyiniz."
Bu ifade, hem ölçülebilir ve hem de tartılabilir bütün malları ve eşyayı içine alır. Her tür eşyanın doğru değerlendirmesini emreden kapsamlı bir direktiftir. Tartarken, ölçerken, fiyatlandırırken maddi ve manevi anlamda değer biçerken hile yapmayı yasaklar. Emekler, davranışlar, beceriler ve nitelikler de bu kapsama girer. Çünkü aslında somut nesneler için kullanılan "şey" sözcüğü, kimi zaman soyut değerler için de kullanılır.
İnsanların mallarına düşük değer biçerek onları aldatmak, bir zulüm türü olmasının ötesinde, insanların vicdanlarına kötü duyguların tohumlarını da eker. Acı, kin; adaletten, iyilikten ve doğru değerlendirme kriterlerinden umut kesmek, sözünü ettiğimiz kötü duyguların başlıcalarıdır. Bu duygular. toplumsal birliği, kişiler arası ilişkileri, sosyal dayanışmayı, fertlerin vicdanlarını ve duygu dünyalarını sarsıntıya uğratırlar. Sosyal hayatta hiçbir sağlıklı kurum ve değer bırakmazlar. Devam ediyoruz:
"Yeryüzünde kargaşa çıkarıp dirliği bozmayınız."
Ayetteki "tasev" kelimesinin kökü olan "usuv" sözcüğü "bozgunculuk yapmak" demektir. Yani bile bile kargaşa çıkarmayınız; kargaşa olsun, işler karışsın diye çalışarak toplumun dirliğini sarsmayınız.
Ayette daha sonra hilekârlığı alışkanlık haline getirmiş olan bu adamların vicdanları uyarılmaya çalışılıyor. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutarak, halkın ellerindeki mallara düşük değer biçerek elde edecekleri kirli kazançtan daha kalıcı bir yarara dikkatleri çekilmeye çalışılıyor. Okuyoruz:
"Eğer mü'min kimseler iseniz, Allah'ın size bıraktığı pay, hakkınızda daha hayırlıdır."
Arkasından kendilerini bu çağrı ile başbaşa bırakarak aradan çekiliyor. Onlara kendisinin hiçbir şey yapamayacağını belirtiyor. Ayrıca onları kötülüklerden ve azaptan da korumakla görevli değildir. Onları sapıklıktan korumakla görevli olmadığı gibi sapıtmalarından sorumlu da değildir. Onun tek görevi, ilahi mesajı duyurmaktı ki, o görevi de yerine getirmişti. Okuyalım:
"Ben sizi gözetlemekle; korumakla görevli değilim."
Bu tür bir ifade, karşı tarafa meselenin ciddiyetini ve sorumluluklarının ağırlığım hissettirir. Onları aracısız ve koruyucusuz olarak davranışların akıbeti ile yüzyüzè getirir.

BOZGUNCULAR

Fakat Hz. Şuayb'ın soydaşları, iyice azmış; sapıklıkta, bozgunculukta ve haksız kazanç .yolunda kaşarlanmış bir toplumdu. Okuyoruz:


87- Soydaşları dedi ki; "Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimiz tasarrufları yapmaktan kaçınmamızı emreden, empoze eden faktör, şu kıldığın namaz mıdır? Aslında sen yumuşak huylu, uslu ve aklı başında bir adamsın. "

Bu cevaplarından açıkça belli ki; Hz. Şuayb ile alay ediyorlar. Sözlerin her kelimesi, her cümlesi, buram buram alaycılık kokuyor. Ne var ki, cahilce, anlayışsızca, bilgiden ve zekâdan yoksun, körükörüne, inatçı insanların alaycılıkları ile karşı karşıyayız. Ne diyorlar?
"Ey Şuayb, atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimiz tasarrufları yapmaktan kaçınmamızı emreden, empoze eden faktör, şu kıldığın namaz mıdır?"
Bu adamlar anlamıyorlar ki -ya da anlamak istemiyorlar ki- namaz bu inanç sisteminin gereklerinden ve Allah'a kulluğun, Allah'ın kayıtsız egemenliğini benimsemenin ifade biçimlerinden biridir; tek Allah'a inanmadan, gerek kendilerinin ve gerekse atalarının Allah'ı bir yana bırakarak taptıkları putları bırakmadan bu inanç sisteminin varlığından söz edilemez; bunun yanısıra bu inanç sisteminin ayakta durabilmesi için ticarette, her türlü mal alışverişinde, pratik hayatın her alanında, bütün insanlar arası ilişkilerde yüce Allah'ın yasalarının uygulanması gerekir. Bunlar organik bir bütün oluştururlar. Ne inanç, namazdan ve ne de bunların ikisi pratik hayatın yasalarından ve sosyal kurumlardan ayrılamazlar.
İbadetler ile inanç ve her ikisi ile insanlar arası ilişkiler arasındaki ilişkiyi yadırgayan bu sakat zihniyeti kınamadan önce, Medyenliler'in bu binlerce yılın gerisinde kalmış aptalca zihniyetini uzun uzun karalamadan önce hatırlamamız iyi olur ki, günümüzün insanlarının böyle bir çağrı karşısındaki tepkileri, Hz. Şuayb'ın soydaşlarının tepkilerinden farklı değildir. Günümüzün içinde yaşadığımız cahiliyesi, klasik cahiliyeden daha üstün, daha zeki ve daha kavrayışlı değildir. Hz. Şuayb'ın soydaşlarının benimsedikleri müşriklik, putperestlik, günümüz insanlığının bir bütün halinde benimseyip uyguladığı müşrikliğin, putperestliğin aynısıdır. Yahudi olduklarını, hristiyan olduklarını ve hatta müslüman olduklarını söyleyenler de bu hükmün kapsamına girerler. Bunların hepsi, inanç ve ibadet ile yasayı ve insanlar arası ilişkileri birbirinden ayrı görürler. İnanç ile ibadetleri Allah'a yöneltir, O'nun emirlerine uygun yapmaya çalışırlarken yasalar ile insanlar arası ilişkileri Allah dışındaki kaynaklara dayandırırlar, bunları o kaynakların direktiflerine göre düzenlerler. İşte özü ve kökeni itibari ile müşriklik, putperestlik budur.
Gerçi şunu dikkatlerimizden kaçırmamalıyız ki, günümüzde pratik hayatları ile insanlar arası ilişkilerinin sözde inanç sistemlerine ve şeriatlerine uygun olması konusunda titizlik gösterenler, sadece yahudilerdir. Bunu söylerken onların inançlarının sapıklığını ve şeriatlerinin tahrif edilmişliğini bir yana bırakıyoruz. Bu titizliklerinin bir örneği şudur: Bir süre önce yahudi devletinin parlamentosu olan "Kresset" de bir siyasi kriz çıkmıştı. Sebebi şuydu: Bir İsrail feribotu yahudi olmayan yolcularına yahudi şeriatında yasak olan yemekler veriyordu. Tartışmaların sonunda gemi ve bağlı olduğu şirket, yolcularına sadece yahudi şeriatına uygun yemekler vermeye mecbur edildi, bu yüzden ne kadar zarar edilirse edilsin, bu yasaya uyulacaktı. Müslüman olduklarını iddia edenlerde böylesine bir dine bağlılık nerede?
Günümüzde içimizde müslüman olduklarını söyleyen öyleleri var ki, "İnançla ahlâk kuralları arasında, özellikle inançla insanlar arası ilişkiyi düzenleyen ahlâk kuralları arasında herhangi bir ilişki yoktur" diyorlar.
Gerek yerli ve gerekse yabancı üniversitelerden diploma almış, yüksek tahsillilerimiz önce şu yadırgama içerikli soruları soruyorlar: İslâmın kişisel davranışlarımızla ne ilgisi var? İslâmın sahillerdeki çıplaklıkla ne ilgisi var? İslâm ile kadının süslenerek sokağa çıkması arasında ne ilişki var? İslâm ile cinsel içgüdüyü şu ya da bu yolla tatmin etme arasında ne ilişki var? İslâm ile sinirleri yatıştırmak için bir kadeh içki içme arasında ne ilişki var? İslâm ile "uygar" insanın davranışları arasında ne ilişki var? Acaba bu soruları ile Medyenlilerin "Atalarımızın taptıkları ilahlara tapmayı bırakmamızı emreden faktör şu kıldığın namaz mıdır?" şeklindeki soruları arasında ne fark var?
Aramızdaki bu yüksek öğrenimli kimseler ikinci aşamada da dinin neden ekonomiye karışmasını, inançla kişiler arası ilişkiler arasında niçin ilişki kurulduğunu, hatta insanlar arası ilişkiler ile inanç kökünden kopuk, geleneksel ahlâk arasında nasıl olur da bağ kurulduğunu sorarlar.' Sormak bir yana, böyle bir yaklaşıma şiddetle karşı çıkarlar. Bu aşamaya ilişkin bazı soruları şöyledir: Din, faizli ekonomik ilişkilere ne karışır? Din, uzmanlaşmış aldatmacılığa ve hırsızlığa ne karışır? Yeter ki, adam paçasını yürürlükteki kanunlara kaptırmasın. Bu kadarı ile bile yetinmezler. Daha da ileri giderek "eğer ahlâk kuralları, ekonomik hayata müdahale ederse bu hayatı bozarlar" derler. Böylece Batıda geliştirilmiş bazı ekonomik nazariyelerin savunucularına -meselâ ahlâk yanlısı ekonomik teorinin savunucularına- bile karşı çıkarlar, onları eski çağlardan kalmış, modası geçmiş teoriler sayarlar.
O halde eski cahiliyenin pençesinde kıvranan Medyenliler'den kendimizi fazla üstün görmeyelim. Biz bugün onlarınkinden daha koyu bir cahiliyenin pençesinde kıvranıyoruz. Fakat bizim modern cahiliye çömezlerimiz bilgili, deneyimli ve uygar oldukları iddiasındadırlar. Sosyal hayatta ve çarşılardaki alışverişlerde Allah inancı ile kişisel davranışlar arasında bağ kuranları gericilikle, bağnazlıkla ve "çağdışı"lıkla suçlamaktadırlar.
Kalplerdeki Allah'ın birliğine yönelik inanç ile kişisel davranışlara ve insanlar arası ilişkilere ilişkin ilahi yasaları bir yana bırakarak bu alanlarda yeryüzü kanunlarına bağlanmak, birbiri ile bağdaşmaz. Allah'ın birliğine inanmak ile müşriklik, putperestlik aynı kalpde birarada barınamaz. Müşrikliğin, putperestliğin türlü türlü renkleri vardır. Bir rengi de şimdi içinde yüzdüğümüz müşrikliktir. Bu, müşrikliğin aslı ve özüdür; bütün zamanların ve bütün ülkelerin `müşriklerinin buluştukları, ortak zemindir.
Günümüz insanları, "Allah birliği" ilkesinin gèrçek çağırıcıları ile nasıl utanmadan alay ediyorlarsa, o zaman da Medyenliler, Hz. Şuayb ile alay ederek ona şöyle diyorlardı:
"Aslında sen yumuşak huylu, uslu ve aklı başında bir adamsın."
Böyle söylüyorlar, ama aslında söyledikleri sözlerin anlamının tam tersini kasdediyorlar. Onlara göre iyi huyluluk ve olgunluk, atalarının taptıkları putlara hiç düşünmeden körükörüne tapmaları ve ibadetleri ile çarşı-pazar işlemleri arasında bağ kurmamaktır. Tıpkı bu konuda kendileri gibi düşünmeyenleri bağnazlıkla ve çağdışılıkla karalamaya kalkışan günümüzün sözde aydınları ve uygarları gibi.

VE DÖNEKLİK

Hz. Şuayb, taşıdığı gerçeğin doğruluğuna güvenen bir dava adamının soğukkanlılığı ile soydaşlarına cevap verirken, yumuşak konuşuyor. Yetersiz ve cahil olduklarını bildiği için alaycılıklarına aldırış etmiyor, bu terbiyesizliklerini umursamıyor. Son derece tatlı bir dille onlara anlatmaya çalışıyor ki, Rabbinden gelen kesin belgelerin kılavuzluğu altındadır; bunu kalbinin derinliklerinde hissediyor, söylediğinin doğruluğundan emindir. Çünkü soydaşlarına verilmeyen bilgi, kendisine verilmiştir. O, onları ticari işlemlerde dürüst davranmaya çağırırken, bu çağrının sonuçlarından kendisi de etkilenecektir. Çünkü onun da malı ve başkaları ile kurulmuş ticari ilişkileri vardır. Buna göre onlara yönelttiği çağrının ardında kişisel çıkar aramamaktadır. Onlara yasakladığı yolsuzlukları kendi yapıp da müşterilerini ele geçirmek, pazarı tek başına kapatmak istememektedir. Amacı hem onları, hem kendisini ve hem de tüm insanları ıslah etmek, kötü alışkanlıklarından arındırmaktır. Onları benimsemeye çağırdığı ilkeler, sandıkları gibi, kendilerine, ticaretlerine zarar getirmeyecektir.



88- Şuayb dedi ki; "Soydaşlarım, baksanıza, ya ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam ve O bana kendi rahmetinin sonucu olarak temiz bir geçim kaynağı vermiş ise? Yasakladığım hareketleri kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum. Tek isteğim, gücümün yettiği oranda bozuklukları düzeltmektir. Başarım Allah'ın yardımına bağlıdır. Yalnız O'na dayanıyor ve sadece O'na yöneliyorum."

Evet; "Ey soydaşlarım..."
Sevgi dolu, yaklaşma amaçlı ve karşısındakiler ile arasındaki soy bağını hatırlatan bir girişle sözlerine başlıyor. Devam ediyoruz:
"Baksanıza, ya ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam..."
Allah gerçeği"ni içimde buluyor, size duyurduğum gerçekleri O'nun bana vahyettiğini, bu gerçekleri size iletmemi emredenin O olduğunu kesin olarak biliyorum. Kalbimi dolduran bu açık bilince dayanarak kuşkusuzca ve kendime güvenerek ortaya çıkıyorum. Devam edelim:
"O bana kendi rahmetinin sonucu olarak temiz bir geçim kaynağı vermiş ise..."
Elimdeki servet O'nun bağışıdır. Bu serveti bende sizler gibi işleterek kazanç sağlıyorum. Devam ediyoruz:
"Yasakladığım hareketleri kendim yaparak size ters düşmek istemiyorum."
Yapmakta olduğunuz bazı kötülükleri "yapmayın" dedikten sonra, arkanızdan onları kendim yapmak suretiyle kişisel kazanç sağlamak gibi sinsi bïr amacım yok. Devam edelim:
"Tek istediğim, gücümün yettiği oranda bozuklukları düzeltmektir."
Amacım tüm toplumsal hayatı kapsayacak geniş bir ıslâhat ve yaygın bir iyileştirmeyi gerçekleştirmektir. Bunun yararı herkese ve toplumun her kesimine yansıyacaktır. Bazıları sanabilir ki, eğer bu inanç sistemi benimsenirse, eğer bu inancın getirdiği ahlâk kurallarına uyulursa, bazı kişisel kazançlar elden gider, bazı fırsatlar kaçırılır. Oysa elden gidecek olan sadece kirli kazançlar, kaçacak olan sadece çirkin fırsatlardır. Bunların yerini temiz kazançları ile helâl rızıklar alacaktır. Ayrıca toplum dayanışmalı, kaynaşmış; kinlerden, haksızlıklardan ve düşmanlıklardan arınmış bir toplum olacaktır. Devam ediyoruz:
"Başarım, Allah'ın yardımına bağlıdır."
O'nun gücü, toplumu düzeltmeyi amaçlayan bu çabalarımı başarıya ulaştırmaya yeter. Çünkü, niyetimin ne olduğunu biliyor ve emeklerimin karşılığını verecektir. Okumaya devam ediyoruz:
"Yalnız O'na dayanıyorum."
Dayanağım sadece O'dur. O'ndan başka bir güvendiğim yok. Ve;
"Sadece O'na yöneliyorum."
Önüme çıkan terslikler, üzücü gelişmeler karşısında yalnız O'nun dergâhına sığınıyorum. Niyetimi, çalışmamı, çabalarımı sadece O'na yöneltiyorum. Hz. Şuayb, bundan sonra sözü değiştirerek hatırlatmalarını başka bir alanda yoğunlaştırıyor. Soydaşlarına uzun uzun Hz. Nuh'un, Hz. Hud'un, Hz. Salih' in, Hz. Lût'un soydaşlarının başlarına gelen felâketleri, bu felâketlerin sonucundaki yokoluşlarını hatırlatıyor. Çünkü bu acı olayların hatırlatılışı, böylesine katı kalplerde, mantığa dayalı yumuşak sözlerden çok etkili olabilir. Yumuşak ve mantıklı sözlerden yararlanabilmek, akılca olgun olmayı ve düşünebilmeyi gerektirir.

89- "Soydaşlarım, içinizdeki bana ters düşme, zıt çıkma tutkusu, Nuh'un, Hud'un ya da Salih'in soydaşlarının başına gelen felâketler gibi bir felâketin sizin de başınıza gelmesine sakın yolaçmasın. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil. "

Sırf bana ters düşesiniz diye, sırf bana karşı inat olsun diye size duyurduğum gerçekleri körü körüne yalanlamaya, bana karşı çıkmaya kalkışmayız. Eğer böyle yaparsanız, sizden önceki günahkâr toplumların başlarına gelen felâketlerin sizin de başınıza gelmesinden endişe ederim. Meselâ Hz. Lût'un soydaşlarını düşününüz. Onların hem yurtları ve hem de yaşadıkları dönem size yakındır. Çünkü Medyen yöresi, Hicaz'ı Şam'a bağlayan yol üzerindedir.
Hz. Şuayb, soydaşlarını azap ve yokolma sahneleri ile karşı karşıya getirdikten sonra arkasından önlerine tevbe ve af kapısını açıyor. En sevgi dolu, en cana yakın sözler ile onlara umut aşılıyor, kendilerini Allah'ın rahmetini haketmeye ve yakınlığını kazanmaya özendiriyor.

90- "Soydaşlarım, Rabbinizden af dileyiniz, sonra O'na yöneliniz. Hiç şüphesiz Rabbim kullarına karşı merhametlidir, sevecendir. "

Görülüyor ki, Hz. Şuayb, her yolu deniyor, soydaşlarını kimi zaman öğüt, kimi zaman hatırlatma, kimi zaman korkutma ve kimi zaman umutlandırma alanlarında gezintilere çıkarıyor. Belki kalplerini yumuşatırım, belki yüreklerine korku salarım, belki gerçeklere açılmalarını sağlarım diye her çareye başvuruyor. '
Fakat soydaşlarının kalpleri iyice bozulmuştur, hayata ilişkin değer yargıları son derece çürümüş-kokuşmuştur. Çalışma ve davranış motifleri konusunda alabildiğine bencil düşüncelere sahiptirler. Az yukardaki iyi niyetli öğütlere karşı takındıkları alaycı ve inkârcı tutum, pençesinde kıvrandıkları inanç ve ahlâk bunalımının ulaştığı boyutları açıkça kanıtlamaktadır. Nitekim şimdi de aynı katı yürekliliği yansıtmaktadırlar.
Alıntı ile Cevapla