Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 11:10   Mesaj No:3

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Sad Suresi Tefsiri

Hz. Eyyüb'ün kıssası ve sabrı dillere destan olacak kadar yaygınlık kazanmıştır. Öyle ki, bu sınama ve sabır insanlık tarihinde eşsiz bir örnek olarak yad edile gelmiştir. Yalnız bu konuya da, nezihliğini gölgeleyecek yahudi efsaneleri (israiliyat) karışmıştır. Bu kıssa ile ilgili olarak ileri sürülebilecek en güvenilir anlayış, Hz. Eyyüb'ün Kur'an-ı Kerim'de de ifade edildiği gibi Rabb'ine yönelen iyi bir Allah eri olduğudur. Yüce Allah O'nu bir sınavdan geçirmiş, O da güzel biçimde sabretmişti. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Eyyüb'ün sınanması, bütün malını, ailesini ve sağlığını aynı dönemde yitirmesi şeklinde olmuştu. Fakat O, buna rağmen Rabb'ı ile bağını gevşetmedi, O'na güveninden bir şey kaybetme-di ve ilahi takdirin her şeyine gönül rızası ile katlandı.
Şeytan bu dar günlerinde Hz. Eyyüb'e vefakâr kalan bir avuç dostları-ki bu dostlarından biri de eşiydi aracılığıyla bir takım kötü telkinlerde bulundu. "Eğer yüce Allah Hz. Eyyub'u sevseydi, onun başına bunca belayı yağdırmazdı." Şeklinde ki, sözler ile şüphe yaymaya çalıştı. Hz. Eyyub'un dostları da bu sözleri onunla konuşuyorlardı. Bu ise Hz. Eyyub'u uğradığı sıkıntı ve belalar-dan daha fazla üzüyor, rahatsız ediyordu. Bu şeytani telkinlerden bazılarını eşi kendisiyle konuşurken dile getirince Hz. Eyyub, eğer Allah'ın izniyle sağlığına kavuşursa bu eşine bir söylentiye göre sayısı yüz diye bilinen-belli sayıda dayak atacağına yemin etti.
Bu sırada Hz. Eyyub şeytanın eziyetlerine ve dostlarını kandırarak onları etkisi altına alışına karşı uğradığı sıkıntıları Rabb'ine şikayet etti. Bu eziyet kendisini ciddi boyutlarda etkiledi.
"Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azab verdi diye seslenmişti."
Yüce Rabb'i onun doğruluğunu, dürüstlüğünü ve gösterdiği sabrı, şeytanın manevralarından duyduğu nefreti ve onlara kanmadığını görünce rahmetini ona ulaştırdı. Sınanmasına son verdi, sağlığını geri verdi. Ayağı ile yere vurmasını, oradan serinleten bir kaynağın fışkıracağını, onunla yıkanıp suyundan içmesi halinde sağlığına kavuşacağını ve yaralarının iyileşeceğini bildirdi.
"Biz de O'na; "Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su dedik."
Ve Kur'an'a Kerim buyuruyor ki;
"Ona bizden bir rahmet ve sağduyu sahiplerine bir ibret olarak ailesini ve onlarla beraber bir eş daha bağışladık."
Bazı rivayetlerde deniyor ki, yüce Allah O'nun önceki çocuklarını diriltti. Ve onlar kadar daha verdi. Ayetin açık anlamından yüce Allah'ın O'nun ölen çocuklarını dirilttiğine dair bir açıklama yoktur. Ayetin anlamı şöyle de olabilir: Hz. Eyyub sağlık ve mutluluğuna tekrar dönünce sanki yok olan ailesi tekrar etrafında kümelendi. Bunlara ilave olarak ilahi korumanın, rahmetin ve ikramın bir cilvesi olarak başkaları da O'na verildi. Bunlar akıl ve anlayış sahipleri için güzel bir anı niteliğindedir.
Burada kıssaların sunuşlarında önemli olan, yüce Allah'ın sınavdan geçirdiği kullarına, sabrettikleri ve onun hükmüne gönülden razı oldukları takdirde, nasıl büyük lütuf ve ihsanlarda bulunduğunun tasvir edilmesidir.
Hz. Eyyub'un eşine dayak atma yeminine gelince; yüce Allah O'na ve O'nu korumaya çalışan, göğüsledikleri sınamaya sabreden eşine merhametinden dolayı kolay bir çözüm göstermiştir. Hz. Eyyub'un yemin ederken belirlediği sayıdaki sopaları birleştirerek onların hepsiyle bir kere vurmasını emretmiştir. Böylece Hz. Eyyub, yemininin gereğini yapmış ve onu çiğnememiş olacaktı.
"Ey Eyyub! `Eline bir demet sap al, onunla vur, yeminini bozma' demiştik."
Bunca kolaylık ve onca ikram, Allah'ın erlerinden biri olan Hz. Eyyub'un musibetlere göğüs germesinin güzelce itaat edip ona sığınmasının mükafatı olarak Rabb'i tarafından verilmişti.
"Gerçekten O çok sabırlı bir kulumuzdu; daima Allah'a yönelirdi."
Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- bir hatırlatmayı ve karşılaştığı zorluklara karşı sabretmeyi aşılayan ve bir ölçüye kadar detaylı sayılan bu üç kıssanın sergilenişinden sonra surenin akışı içinde bazı peygamberlere kısaca işaret ediliyor. Burada da Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz. Eyyub'un -selâm üzerlerine olsun- kıssalarındaki tema işleniyor. Sınanma ve sabırdan sonra ikram ve lütuflara kavuşma... Bu bölümde kendilerinden söz edilen peygamberlerin bazıları bu üç peygamberden önce gelmiştir. Gönderildikleri zaman bellidir. Bazılarının hangi tarihte peygamber olduklarını bilmiyoruz. Zira Kur'an-ı Kerim ve elimizdeki sağlam kaynaklar bu tarihi belirlememişlerdir.



45- Ey Muhammed! Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an.


46- Biz onları Ahiret yurdunu düşünen, gönülden bağlı kullar yaptık.


47- Onlar bizim yanımızda seçkin ve hayırlı kimselerdir.


48- İsmail'i, Elyas'ı, Zülkifl'i yi de an. Hepsi iyilerdendir.


49- Bu bir hatırlatmadır. Korunanlar için güzel bir gelecek vardır.


50- Kapıları onlara açılmış, Adn cennetleri vardır.


51- Orada tahtlara yaslanmış olarak çeşitli meyveler ve içecekler isterler.


52- Yanlarında bakışlarını yalnız kocalarına diken kendileriyle yaşıt güzeller vardır.


53- İşte hesap günü için size söz verilen bunlardır.


54- Doğrusu, verdiğimiz rızıklar tükenmez.


55- Bu böyledir; ancak azgınlara kötü bir gelecek vardır.


56- Cehenneme girerler. Orası ne kötü bir konaktır.


57- İşte bu kaynak su ve irindir, artık onu tadsınlar.


58- Ve daha başka çeşit çeşit azab vardır.


59- İnkârcıların ileri gelenlerine "işte bu topluluk sizinle beraber gerçeğe karşı direnenlerdir. Onlar rahat yüzü görmesin. Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir" denir.


60- Toplulukta bulunanlar ise; "Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin; bizi buraya getiren sissiniz, ne kötü bir duraktır" derler.


61- Rabb'imiz! Bunu kim başımıza getirdiyse, ateşte onun azabını kat kat artır" derler.


62- Bize ne oldu ki, dünyada iken kötülerden saydığınız adamları burada niçin görmüyoruz? derler.


63- Hani onlarla alay ederdik. Yoksa onları gözden mi kaçırdık?


64- İşte ateş halkının tartışmaları böyledir ve bunlar gerçektir.

Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup ve aynı şekilde Hz. İsmail kesin olarak Hz. Davud ve Hz. Süleyman'dan önce peygamber olmuşlardı. Fakat Onların Hz. Eyyub'tan önce mi, sonra mı peygamber olduklarını bilmiyoruz. Elyesa ve Zülkifl peygamberlerin durumu da Hz. Eyyub'un durumu gibidir. Bu son iki peygamber hakkında bir kaç kısa işaretten başka bir açıklamaya Kur'an-ı Kerimde yer verilmemiştir. İsrailoğulları'na gönderilen peygamberlerden birinin adı İbranice "İlyesa"dır. Bu da tercihe şayan görüşe göre Arapça'daki "Elyesa"dır. Zülkifl hakkında ise Kur'an-ı Kerimin onu "seçkinlerden" biri olarak nitelemesinden başka bir şey bilmiyoruz.
Yüce Allah, Hz. İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u "kuvvetli ve basiretli kullarımız" diye tanıtıyor. Bu da onların elleriyle güzel işler yaptıklarını, sağlıklı görüş veya doğru düşünce sahibi olduklarını ortaya koyan bir kinayedir. Sanki güzel iş yapmayanın hiç eli yokmuş, sağlıklı düşünmeyenin aklı ve görebilme yeteneği yokmuş gibi!
Bunun yanında onların onurlandırıcı sıfatlarından da söz ediliyor. Yani yüce Allah onlara özellikle güzel bir sıfat vermiştir ki, ahiret yurdunu hatırlasınlar. Bunun dışında kalan her şeyden soyutlansınlar:
"Biz onları, ahiret yurdunu düşünme özelliğiyle temizleyip kendimize halis kul yaptık."
İşte onların özelliği ve üstünlüğü budur. Onları Allah katında seçkin insanlar haline getiren de bu özellikleridir:
"Onlar bizim yanımızda seçkinlerden, hayırlılardandır.
Yüce Allah, aynı şekilde Hz. İsmail, Hz. Elyesa ve Hz. Zülkifl'in de seçkinlerden olduğuna tanıklık etmektedir. Peygamberlerinin sonuncusu ve elçilerinin en seçkinini onları hatırlaması, onlarla yaşaması, onların sabırlarını ve Allah'ın onlara merhametini düşünmesi için yönlendirmektedir. Yalancı ve sapık olan toplumundan gördüğü sıkıntılara karşı sabretmesini istemektedir. Zira sabır peygamberliklerin yoludur. Çağrıların yoludur. Yüce Allah sabreden kullarını yüzüstü bırakmaz. Sabırlarına karşılık onlara iyilik, rahmet ve bereket verir. Onları seçkin kulları arasına katar... Allah'ın katındaki mükafat daha iyidir. Tuzak kuranların tuzakları ve yalan sayanların yalanlamaları Allah'ın rahmeti koruması, ikramı ve ihsanı yanında basitleşmektedir.
Önceki bölüm, yüce Allah'ın seçkin kullarıyla birlikte geçen hayat ve anılarla ilgili bir gezintiydi. Sınanma ve sabır, rahmet ve ikram durumlarını sergiliyordu. Yani, yeryüzünde ve bu dünyada yaşanan o yüksek değerli hayatın bir hatırlatmasıydı. Şimdi ayetlerin akışı, devam etmektedir. Gerçek anlamda Allah'a bağlı olan kullarla, ilahi mesajı yalan sayan azgınların ahiret alemindeki, öbür hayattaki durumlarını sergilemektedir. Onların bu hallerini bir kıyamet sahnesinde gözler önüne sermektedir. Bu konu "Kur'an da Kıyamet Sahneleri" kitabından biraz kısaltarak aktarıyoruz.
Sahne, bütünü, bölümleri, çehreleri ve şekilleriyle birbirini tamamen iki manzara ile başlıyor: Gerçek anlamda Allah'a bağlı olan "takva sahiplerinin" ve onları bekleyen "güzel bir geleceğin" manzarası... Tam karşısında Allah'a karşı gelen "azgınların" ve onları bekleyen "kötü bir geleceğin" manzarası... Birincilerin durumu iyi. Onlar için Adn cennetleri vardır. Kapıları onlara sonuna kadar açıktır. Onlar orada yan gelip yatacak, rahat edeceklerdir. En güzel yiyecekler ve en güzel içecekler onlarındır. Ayrıca onlar için genç-güzel huriler vardır. Bunlar güzelliklerine rağmen "gözleri eşlerinden başkasını görmeyen" gözleri başkasını aramaz ve başkasına takılmaz. Hepsi de genç ve yaşıttır. Bu sürekli bir zevk ve Allah katından verilen bir rızıktır. "Bitmez-tükenmez bu nimetler"
Diğerlerine gelince onların bir konakları vardır. Fakat orada rahat yüzü görülmez. Burası cehennemdir. "Orası ne kötü bir konaktır" Onların orada kaynak sulardan içecekleri, kusmuktan yiyecekleri .vardır. Bu da ateşe girenlerin vücutlarından süzülüp akan pis ve iğrenç şeylerdir! Ya da onların bu türden daha nice ezaları, cefaları vardır ki, bunlara ayeti kerimede "ezvac" yani birbirine benzer eziyetler denilmektedir.
Sahne, kapsadığı karşılıklı konuşmalarla somutlaşan, canlı hale gelen üçüncü manzara ile tamamlanıyor. Burada cehennemlik olan azgınlardan bir topluluk görülüyor: Bunlar dünyada birbirini seven, birbirine dost olan kimselerdi. Bu gün onlar birbirini tanımıyor, birbirinden kaçıyorlar. Bunların bazıları sapıklığı aşılıyor, bazıları mü'minlere karşı üstünlük taslıyor, onların çağrılarını, cennete ilişkin inançlarını alaya alıyorlardı. Nitekim Kureyşin ileri gelenleri de böyle yapıyor ve: "Kur'an aramızda O'na mı indirilmeliydi" (Sad Suresi. 8) diyorlardı.
Şimdi onlar bölük-bölük ateşe atılıyorlar. İşte onlar şimdi birbirlerine: "İşte bu topluluk sizinle beraber gerçeğe karşı direnenlerdir." dediklerine cevapları ne oluyor? Cevapları öfke dolu, tepki dolu: "Onlar rahat yüzü görmesin. Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir." Peki kendileriyle alay edilenler susuyorlar mı? Hayır! Onlar da cevap veriyorlar: "Toplulukta bulunanlar ise; `Hayır asıl siz rahat yüzü görmeyin, bizi buraya getiren sizsiniz, ne kötü bir duraktır' derler." Yani bu azaba düşmemize siz sebep oldunuz. Birden öfke, bunalım ve intikam dolu bir dua yükseliyor. "Rabb'imiz! Bunu kim başımıza getirdiyse, ateşte onun azabını kat-kat artır derler."
Sonra ne oluyor? İşte onlar mü'minleri arıyorlar. Dünyada kendilerine karşı üstünlük tasladıkları, haklarında kötü düşündükleri, cennete ilişkin inançlarını alaya aldıkları mü'minler... Evet onlar inananları arıyorlar. Onları kendileri gibi ateşte bulamıyorlar. Birbirlerine soruyorlar: Onlar nerede? Onlar nereye gittiler? Yoksa burada oldukları halde biz mi onları göremiyoruz? "Bize ne oldu ki, dünyada iken kötülerden saydığımız adamları burada niçin görmüyoruz? derler." (Bir kıraatte göre "Ette haznahum Sihriyyen" cümlesi soru değil, normal haber cümlesidir. Biz de bu kıraatı tercih ettik. Zira buna göre anlamı daha açık ve sağlıklı almaktadır. Bu durumda "Ette haznahum Sihriyyen" (onları alaya alırdık) kendisinden önceki cümleyi tamamlamış ve "ricalen" (adımlar) kavramının sıfatı olur.)
Halbuki onların arayıp sordukları adamlar uzakta, cennettedirler!
Sahne, cehennemliklerin gerçek durumlarını ortaya koyarak sona eriyor!
"İşte ateş halkının tartışmaları böyledir ve bunlar gerçektir."
Onların sonları ile gerçekten Allah'a bağlı takva sahiplerinin sonları arasında öyle mesafeler var ki. Bunlar onların kendilerini alaya aldıkları, Allah'ın onları seçmesini çok gördükleri kimselerdi. Onlar: "Rabb'imiz! Bizim azab payımızı hesap gününden önce ver" derken, paylarını almakta acele ederken bu kadar kötü bir nasibin kendilerini beklediğini hiç düşünmemiş olmalılar!
Surenin son bölümü baş tarafta işlenen tevhid, vahiy ve ahiretteki ceza-mükafat meselelerine tekrar dönmektedir. Bu arada vahyin bir delili olarak Hz. Adem'in kıssasına değinilmekte, o gün yüceler aleminde meydana gelen olaylardan söz edilmektedir. O günden kıyamet günündeki hesaba çekilmenin sapıklık veya doğru yol üzerinde olmaya bağlandığı belirtilmektedir. Kıssa aynı zamanda şeytanın içindeki kıskançlık duygusunun onu azdırdığını ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığını da ortaya koymaktadır... Çünkü o, yüce Allah'ın Hz. Adem'e verdiği nimeti ve ihsanı çok görmüştü. Şeytan ile Ademoğulları arasındaki ateşi sönmeyen ve asla gevşemeyen sürekli mücadeleyi ve savaşı da sergilemektedir. Bu savaşın amacı daha çok insanın şeytanın ağına düşürülmesi, onların kendisiyle beraber ateşe girmeleri ve böylece ataları Hz. Adem'den intikam alınmasıydı. Zira şeytanın kovuluşuna o sebep olmuştu. Bu savaş amaçları belli olan bir savaştır. Ama ne yazık ki, Ademoğulları ezeli düşmanlarına teslim olmaktadırlar!
Sure, vahiy konusunu ve onun ötesindeki gerçeğin önemini pekiştirerek sona eriyor. Fakat ilahi mesajdan haberi olmayanların ve onu yalanlayanların bu gerçekten haberleri dahi olmamaktadır!



65- Ey Muhammed! De ki, "Ben sadece bir uyarıcıyım. Gücü her şeye yeten tek Allah'tan başka tanrı yoktur.


66- Göklerin-yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'ı olan Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır.

Akıl erdiremeyen hayret eden ve dehşete kapılan ve "tanrıları bir tek tanrımı yapıyor? Bu gerçekten tuhaf bir şeydir? diyen müşriklere de ki; bu gerçeğin ta kendisidir: "Gücü her şeye yeten tek Allah'tan başka tanrı yoktur."
Yine onlara de ki; benim görevim sadece uyarmak ve sakındırmaktır. Bunun ötesinde lehimde ve aleyhimde bir şey yoktur... Bundan sonra insanları tek başına her şeye egemen Allah'a havale etmekten başka yapabileceğim bir şey yoktur. "O göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabb'idir." Onun hiçbir ortağı yoktur... Göklerde-yerde veya bu ikisi arasında bulunan herhangi bir tarafta O'ndan başka sığınak da yoktur... "Aziz olan" O'dur; güçlü, kuvvetli olan O'dur. Bağışlayan" da O'dur. Günahları affeden, tevbeleri kabul eden ve himayesine sığınanları bağışlayan da O'dur. Yine onlara de ki; benim size getirip sunduğum, sizin de kendisinden yüz çevirdiğiniz bu gerçek sizin tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük ve çok önemli bir hakikattir. Bunun ötesinde öyle gerçekler vardır ki, siz bunların hepsinden habersizsiniz.



67- De ki; "Bu Kur'an, büyük bir haberdir."


68- Fakat siz ondan yüz çeviriyorsunuz?"

O gerçekten yakın olan dış görünüşünden çok daha büyük bir olaydır. Çünkü O, bütün bu evrenin içinde yüce Allah'ın eşsiz işlerinden biridir. Bütün bu evreni ilgilendiren önemli işlerinden biridir. Bu varlık aleminde o Allah'ın kaderinden bir parçadır. Göklerin ve yerin durumundan kaybolup giden geçmişin ve uzakta bulunan geleceğin halinden kopuk ve uzak bir şey değildir.
Bu büyük haber, Mekke'deki Kureyş'i, yarımadadaki Arapları, o zaman yeryüzündeki yaşayan çağdaş kuşağı aşmak, yer zaman olarak belirlenmiş, sınırlandırılmış ortamı aşmaya, tüm çağlara ve nesillere ulaşıp insanlığın geleceğini etkilemeye, sonlarını ona göre belirlemeye gelmişti. Hem de yeryüzüne ulaştığı ilk günden itibaren ve Allah'ın kendisi için belirlediği zaman dilimi dolana kadar... Bu Kur'an bütün bir evrenin düzeni içinde kendisi için belirlenen zamanda inmiştir ki, Allah'ın kendisi için belirlediği bu zaman diliminde görevini yapsın, fonksiyonunu icra etsin.
İnsanlığın seyir çizgisi, kudret elinin bu büyük haberle belirlediği yola girmiştir. Bu konuda O'na iman etsinler veya ona engel olsunlar, yanında savaşsınlar veya ona karşı dirensinler fark etmez. İster O'nun indiği kuşaktan olsunlar, istér sonra gelen kuşaklardan olsunlar. Yolun seyri değişmez. İnsanlık tarihinde hiçbir olay veya hiçbir haber bu büyük haberin geride bıraktığı izler gibi kalıntı bırakmamıştır.
Kur'an-ı Kerim öyle değerler, öyle düşünceler ortaya koymuş, bu yeryüzünün hepsini, insanlık nesillerinin tümünü kuşatan öyle ilkeler öyle sistemler yerleştirmiştir ki, Araplar bunları asla düşünememişlerdi. Araplar o zamanlar bu haberin yeryüzünün çehresini değiştirmek, tarihin akışına yön vermek, bu hayatın geleceğine ilişkin ilahi takdiri gerçekleştirmek, insanlığın hem vicdanını hem de günlük hayatını etkisi altına almak ve bunların hepsini bütün bir evrenin seyir çizgisi göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin yaradılışında gizli olan gerçek ile bütünleştirmek, temasa geçirmek için geldiğini ve bunun kıyamete kadar süreceğini, insanların ve hayatın takdirini yönlendirmedeki görevini eksiksiz yapacağını kavrayamıyorlardı.
Bu günkü müslümanlar da bu haber karşısında tıpkı Arapların durdukları gibi durmaktadırlar. Onun karakterini ve onun varlığın karakteriyle ilgili bağını kavrayamıyorlar, onda gizli olan gerçeği düşünmüyorlar ki, bunun evrenin yapısında gizli olan gerçeğin ta kendisi olduğunu anlasınlar. Onun insanlığın tarihinde ve onun seyir çizgisinde meydana getirdiği etkileri gerçekçi olarak ortaya koyamıyorlar. Bu haber'in insanlığın hayatını belirlemede ve tarihin çizgisini yönlendirmede etkisini azaltmaya, oynadığı rolü sürekli olarak basitleştirmeye özen gösteren düşmanlarının ortaya koyduğu bir anlayışla değil, özgürce bir anlayışla Kur'an'ın bu eylemini ortaya koyamıyorlar... İşte bu nedenle müslümanlar kendi görevlerinin gerçek değerini anlamıyorlar. Geçmişteki, şu andaki ve gelecekteki görevlerinin değerini... Bu görevlerinin yeryüzünde dünyanın sonuna kadar devam edeceğini anlayamıyorlar...
Kur'an'la muhatab olan ilk Araplar sanıyorlardı ki, bu mesele sadece kendilerini ve Abdullah'ın oğlu Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- ilgilendirmektir. Onların aralarından Muhammed'in seçilip ona Kur'an'ın indirilmesinden ibaret sanıyorlardı olayı. Onlar bütün güçlerini bu yüzden hep böyle yüzeysel bir şekilciliğe sıkıştırmışlardı. Şimdi Kur'an bununla onların dikkatlerini çekmekte, bakış açılarını bu sığlıktan kurtarmaya çalışmaktadır. Yani mesele bu bakış açısından çok daha büyük, çok daha önemlidir. Olay hem kendilerini hem de Abdullah'ın oğlu Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- çok çok aşmaktadır. Muhammed bu haber'in sadece taşıyıcısı ve insanlara duyurucusudur. O bunu kendisi uydurmamıştır. Eğer Allah'ın öğretmesi olmasaydı bunun ötesinde ne olacağını bilemezdi. Yüceler aleminde neler olup bittiğini bilmiyordu. Bunları sadece yüce Allah ona bildirmiştir.



69- Mele-i A'la'da kendi aralarındaki tartışmaları hakkında benim hiçbir bilgim yoktu.


70- Ben gelecek tehlikeleri apaçık uyarıcı olduğum içindir ki, bana vahy olunuyor.

Bundan sonra surenin akışı insanlığın kıssasına dönüyor. Ta başta yüceler aleminden onların seyir çizgisini belirleyen, kaderlerini ve sonlarını şekillendiren olaylarla ilgili açıklamaya geçiyor. İşte Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- dünyanın son döneminde insanlara açıklamak ve onları uyarmak için görevlendirildiği gerçek de budur.


71- Rabb'im Meleklere demişti ki; ben çamurdan bir insan yaratacağım.


72- Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secde edin.


73- Meleklerin hepsi birden secde ettiler.

Biz insanlar yüce Allah'ın meleklerle nasıl konuştuğunu, nasıl konuşacağını bilemiyor, anlayamıyoruz. Meleklerin Allah'tan nasıl emir aldıklarını ve onların nasıl bir varlık olduklarını kavrayamıyoruz. Tek bildiğimiz yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerimde onlara ilişkin bize verdiği bilgilerdir. Aslında kesin bir sonuç alınmayan ve bir yararı da olmayan bu tür konulara dalmaya da gerek yoktur. Biz sadece Kur'an'ın anlattığı biçimde kıssanın esprisi, temel amacı üzerinde yoğunlaşmalıyız.
Yüce Allah bu insan denen varlığı çamurdan yaratmıştır. Yani insanın tüm organizması çamurdandır. Sadece nereden geldiği ve nasıl geldiği bilinmeyen "Hayat Sırrı" hariç. İnsan denen bu varlığın, adı geçen bu sırrın dışında bütün organları çamurdandır. Bu çamurun bir insan olmasını sağlayan "Kutsal Soluk" dışındaki her şeyi çamurdandır. Vücudunun bütün elementleri çamurdandır. Yani insanın anası topraktır. İnsan bu toprağın ana maddelerinden meydana gelmiştir. Gizemli olan bu ilahi sır ondan ayrıldığında söz konusu organlar tekrar toprağa dönüşeceklerdir. Hayatta insanın seyir çizgisini belirleyen bu "Kutsal Soluğun" etkileri ondan ayrılınca tümüyle toprağa dönüşecektir.
Biz bu "Kutsal Soluğun" niteliğini, niceliğini bilemiyoruz. Sadece etkilerini, izlerini biliyoruz. İşte bu kutsal soluğun etkileri insan denen bu varlığı yeryüzündeki diğer varlıklardan ayırmıştır. Akli ve ruhi yönden yükselmeye elverişli olan özel yeteneğiyle onu diğer varlıklardan farklı kılmıştır. İşte bu özellik insan aklının geçmişin deneyimlerinden yararlanmasını, geleceğini ona göre planlamasını, programlamasını sağlamıştır. Bedenin akıl ve duyu organları ile algılanan varlıkları aşarak akıllara ve duyulara kapalı olan gizemli (bilinmez) dünya ile iletişim kurmasını temin etmiştir.
Akli ve ruhi yönden yükselebilme özelliği sadece insanlara özgü bir özelliktir. Bu, yeryüzünde diğer canlılar bu özelliğe sahip değildir. İlk insanın yaratıldığı sırada değişik türlerden ve cinslerden canlılar vardı. Bu uzun tarih süreci boyunca hiçbir tür veya cins, akli ve ruhi yönden bu tür bir gelişme gösterip ilerleme kaydetmemiştir. Bunların hiçbir türünde ilerleme görülmemiştir. Organik ilerlemenin varlığını kabul ettiğimiz takdirde bile hiçbir şey değişmemektedir.
Yüce Allah bu insan denen varlığa ruhundan bir soluk üflemiştir. Zira O'nun iradesi insanın yeryüzünde halife olmasını dilemiştir. Belirlediği sınırlar dahilinde bu evrenin anahtarlarını, yeryüzünün imarını ve bunun için gereken güç ve enerjileri ona teslim etmeyi uygun görmüştür.
Yüce Allah, insana bilgide ilerleme gücü vermiştir. O gün, bugündür insan bu ilahi soluğun kaynağı ile bağını sağlamlaştırdıkça ve sağlıklı bir biçimde bu kaynağa başvurdukça ilerlemiştir. Ne zaman, bu yüce kaynaktan sapmışsa yapısındaki ve hayatındaki bilgi akımlarının ahengi bozulmuş ve onu ileriye doğru yönlendirecek uyumlu-eksiksiz yönelişin istikameti değişmiştir. Bu birbiriyle çelişen akımlar onun yönelişindeki düzgünlüğü gölgelemeye başlamıştır. Onun insani özelliklerinin ters tepki yapmasına yol açmasa da, gerçek yükseliş merdiveninden onu aşağıya doğru yuvarlatmıştır. İsterse hayatın herhangi bir alanındaki bilimleri ve deneyimleri geniş bir yer tutmuş olsun, fark etmez.
Kütlesi küçük, gücü sınırlı, ömrü kısa, bilgisi sınırlı olan insanın bu şerefli Rabb'ini lütuf olmadan bu onurlu derecesine ulaşması mümkün değildir. Yoksa o kim bu derece kim? İnsan bu dünya gezegeni üzerinde yaşayan milyonlarca . canlı türünden canlı cinsinden sadece biri olan küçük, değersiz basit bir yaratıktır. Dünya gezegeni de yıldızlardan sadece birinin uydularından biridir. Allah'tan başkasının genişliğini ve büyüklüğünü dahi kavrayamadığı uzayda bu türden milyarlarca yıldız vardır... Öyleyse insan denen bu varlığı Rahman'ın meleklerinin kendisine secde etmesi derecesine ulaştıran bu büyük latif sırdan başka nedir ki? İnsan işte bu ilahi sır ile onurlanmış, şereflenmiştir. İlahi sır kendisinden ayrılınca veya ondan elini eteğini çekince değersiz olan aslına, yani çamura dönecektir!
Melekler, yaratılışları gereği Rabb'lerinin emrine kulak verdiler, gereğini yaptılar:
"Meleklerin hepsi birden secde ettiler."
Nasıl? Nerede? Ne zaman? gibi soruların hepsi yalnız Allah'ın bildiği gayb konularına girer. Bunların bilinmesi kıssanın amacına ve ana fikrine etki etmez. Çünkü burada önemli olan çamurdan yaratılan insanın değerini takdir etmek, yüce Allah'ın ruhundan ona üflemekle onu asıl kaynağı olan çamurdan ne kadar yükselttiğini ortaya koymaktır.
Melekler, Allah'ın emrine bağlılıklarından ve O'nun emirle mutlaka bir hikmeti ortaya koymak istediği bilincinde olduklarından hemen secdeye kapanmışlardır.



74- Yalnız İblis secde etmedi, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.


75- Allah: `Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?"


76- İblis: `Ben ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın. Onu çàmurdan yarattın " dedi.

Acaba iblis de meleklerden biri miydi? Açık olan duruma göre hayır.
Zira eğer o meleklerden olsaydı karşı gelmezdi. Çünkü melekler Allah'ın emirlerine karşı gelmezler. Kendilerine verilen emri hemen yerine getirirler. İlerde İblis'in ateşten yaratıldığı da ifade edilecektir. ?~feleklerin ise nurdan yaratıldıkları bildirilmektedir... Fakat İblis buna rağmen meleklerle beraberdi ve secde etmekle yükümlüydü. Secde emri sırasında ona secde etmesinin açıkça bildirilmemesi, emre karşı gelişi nedeniyle onun tavrına değer vermemek içindi. İblis'in de secde emri ile yükümlü olduğunu kendisine yöneltilen azarlamadan anlıyoruz.
"Allah: Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?"
Kendi ellerimle yarattığım insana secde etmene engel olan nedir? Yüce Allah her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse bu insanın yaradılışında bu kadar taktire şayan bir özelliğin olması gerekmektedir. Bu özellik insana Rabb'ani yardım ve koruma özelliğidir. Bu yardımın bir delili olarak ruhundan bir soluğu onun bünyesine yerleştirmesidir.
Büyüklük mü tasladın? Emrime karşı. "Yoksa yücelerden mi oldun?" Boğun eğmeyen.
"İblis: `Ben ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi."
Bu karşı gelişin temelinde kıskançlık var. Hz. Adem'in çamur'dan yaratılışının ötesinde ona değer kazandıran temel faktörü hesaba katmama veya görmezlikten gelme var. Aslında o bu onurlandırmayı hak etmiştir. Bu gözler önüne serilen tutumuyla bütün olarak iyilikten uzak düşmüş bir karaktere sahip olan kişinin çirkin cevabıdır.
Şimdi çirkin biçimde şımaran bu yaratığın kovulmasını öngören yüce ilahi ferman çıkıyor:

77- Allah: "Çık oradan sen artık kovulmuş birisin. "


78- Ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir dedi.

Biz ayeti kerimede geçen "oradan çık" cümlesinin "cennetten çık mı" yoksa "Allah'ın rahmetinden çık mı"? anlamına geldiğini kesin belirleme imkanına sahip değiliz. Bu da olabilir, diğeri de. Bu konuda fazla ileri-geri tartışmalara girmeye de gerek yok. Bu, yüce Allah'ın uygun emrine karşı isyan ve cüretkârlığın cezası olan kovuluş, lanet ve gazaptır.
Burada kıskançlık, kine yani İblis'in içindeki intikam hırsının kesinleşmesine, alevlenmesine dönüşüyor

79- İblis "Ey Rabbim! O halde tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver" dedi.

Yüce Allah'ın dilemesi, ilminde takdir edilen hikmet gereği İblis'in bu isteğinin yerine getirilmesini gerektirmiştir. Ona istediği fırsatı vermiştir. Şeytan kinini dindirecek hedefini de açıklıyor.



80- Allah: "Haydi sana mühlet verildi.


81- O belli vaktin gününe kadar.


82- İblis: senin izzet ve şerefine andolsun ki, onların tümünü azdıracağım dedi.


83- Yalnız onlardan ihlas sahibi kullar hariç.

Bununla metodunu ve yolunu belirlemiştir. O Allah'ın yüceliğine yemin ederek tüm insanları saptıracağını söylüyor. Üzerlerinde hiçbir otoritesi olmayan insanların dışında kimseyi müstesna tutmuyor. Bunları dışarıda bırakırken de keyfinden değil, onları saptırmaktan aciz düştüğü için istisna ediyor! Böylece kendisi ile onun tuzağından ve aldatmasından kurtulanlar arasındaki engeli, kendisi ile onlar arasındaki koruyucuyu açıklamış oluyor. Bu koruyucu da onları sırf Allah'a bağlayan kulluk bilincidir bu. İşte bu kurtuluş dizgini ve hayat ipidir. Hayata doğru çeken bağ budur... Kurtuluş ve kaybedişte yine yüce Allah'ın iradesine ve takdirine uygun olarak gerçekleşmektedir... Bu nedenle yücè Allah iradesini açıklamış, yolunu ve programını belirlemiştir.

84- Allah: "İşte bu doğrudur. Ben gerçeği söylüyorum.


85- Sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım dedi.

Yüce Allah zaten her zaman doğruyu, gerçeği söyler. Kur'an-ı Kerim bu olguyu bu surenin değişik yerlerinde ve değişik vesilelerle belirtip pekiştirmektedir. Duvarların üzerinden atlayarak Hz. Davud'a gelen davacılar ona şöyle demişlerdi: "Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, adaletten ayrılıp bize zulmetme" (Sad Suresi, 22). Yüce Allah kulu olan Hz. Davud'a şöyle demişti. İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma (Sad Suresi, 26) Bundan sonra da göklerin ve yerin yaradılışında gizli olan gerçeğe değinmişti: "Biz göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boşuna yaratmadık." (Sad Suresi, 27) Sonra yüce güç ve kudret sahibinin diliyle hak'tan söz ediliyor. "İşte bu doğrudur. Ben gerçeği söylüyorum." Bu yerleri ve şekilleri farklılık gösterse de yapısı ve karakteri değişmeyen Hak'tır. İşte bu doğru söz de onun bir parçasıdır. "Sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım."
Demek ki, bu şeytan ile Ademoğulları arasındaki mücadeledir. Bilerek bu mücadeleye girişiyorlar. Sonuç yüce Allah'ın apaçık ve şaşmayan sözünde ifade edildiği için kesin olarak bilinmektedir. Bu apaçık durumdan sonra herkes yaptığı tercihinin sonucuna katlanmak zorundadır. Allah'ın rahmeti onları cahil ve habersiz bırakmak istemediğinden kendilerine uyarıcı peygamberler göndermiştir.
Bu bölümün ve aynı zamanda Surenin sonunda Hz. Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- onlara son sözünü söylemesi için emir veriliyor.

86- Ey Muhammed! De ki; "Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum, kendimden bir şey teklif edenlerden de değilim. "


87- Bu Kur'an, alemler için bir öğüttür.


88- Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız.

Bu sonucu açıkladıktan ve uyarıcı gönderdikten sonra kurtuluş için yapılan içtenlikle çağrıdır. Öyle içli bir çağrı ki, bu çağrıyı yapan adam hiçbir ücret talep etmemektedir. Bu sağlıklı yaratılışa sahibi olan davetçidir. Normal diliyle konuşuyor. Zorlanmaya yapmacık hareketlere baş vurmuyor, insana yakın olan fıtrat (yaradılıştan gelen) mantığının gereği dışında hiçbir şey istemiyor. Bu Kur'an insanlara bir hatırlatmadır. Çünkü insanlar unutabilirler, habersiz kalabilirler. Bu gün ona kulak vermeseler de geçekten o en büyük haberdir. Bir süre sonra onun haberini öğreneceklerdir, onlar. Hem bu yeryüzündeki haberini -zaten birkaç sene sonra bu sözün doğruluğunu öğrendiler- hem de bilinen gündeki haberini yüce Allah'ın kesin sözü, gerçekleştiği zaman öğreneceklerdir: "Sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım" dedi.
İşte bu surenin girişi, konusu ve ele aldığı meselelerle tam uyum sağlayan bir sondur. Derinlerde yankılanan ve ilerde meydana geleceklerin dehşetini ortaya koyan bir sarsma meydana getiriyor: "Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız."
Alıntı ile Cevapla