Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 11:37   Mesaj No:6

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Kasas Suresi Tefsiri

DIŞ ALEMDEN UYARICI MESAJLAR

Sonra surenin akışı onları yüce Allah'ın kendilerine ilişkin planından, hayatlarına ve geçimlerine ilişkin seçiminden habersiz olarak içinde yaşadıkları evrenin sahneleri arasında bir gezintiye çıkarıyor. İki büyük evrensel olayla, gece ve gündüz olayları ile, bunların ötesinde ilahi seçimin sırları ile, dilediğini seçme iradesine sahip yaratıcının birliğine tanıklık eden mesajlarla duygularını uyarıyor:



71- Ey Muhammed! De ki; "söyleyin bakalım; Allah, üzerinize geceyi Kıyamet gününe kadar sürekli kılsa ,Allah'dan başka size yık getirecek ilah kimdir. İşitmiyormusunuz?"


72- De ki; "Allah gündüzü kıyamete kadar üzerinizden kaldırmasa, Allah'dan başka hangi tanrı, dinleneceğiniz geceyi getirebilir? Görmez misiniz?"


73- Allah dinlenmeniz için geceyi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için gündüzü yaratmıştır. Bunlar O'nun rahmetidir. Belki artık şükredersiniz.

İnsanlar, bu iki olayın sürekli yenilenmesine uzun süre alıştıklarından dolayı, olayın pörsümez tazeliğini unutuyorlar. Güneşin doğuşu ve batışı karşısında çok az zaman ürperiyorlar. Gündüzün doğuşunun, ardından gecenin gelmesinin onları sarstığı çok nadirdir. Gece ve gündüzün bir düzen içinde dönüşümlü olarak birbirini izlemesinin kendilerine yönelik rahmet olduğunu, monotonluktan, bıkkınlıktan, durgunluktan yıpranmışlıktan, ölgünlük ve yok olmaktan kurtuluş olduğunu düşünmüyorlar.
Kur'an onları alışkanlıkların ve geleneklerin neden olduğu durgunluktan, ölgünlükten uyandırıyor. Çevrelerindeki evrene ve evrenin olağanüstü sahnelerine dikkatleri çekiyor. Bunu da, ebediyen gece veya ebediyen gündüz olması durumunda ne olacağını düşünmelerini sağlayarak, her iki durumda da karşı karşıya kalacakları zorluklardan korkutarak gerçekleştiriyor. Çünkü insan, kaybetmediği ya da kaybetmekten korkmadığı sürece bir şeyin değerini bilmez.
"De ki; Söyleyin bakalım; Allah, üzerinize geceyi kıyamet gününe kadar sürekli kılsa, Allah'dan başka size ışık getirecek ilah kimdir. İşitmiyor musunuz?"
İnsanlar kış günlerinde gece biraz uzayınca sabahı özlerler. Bir süre bulutların arkasında gizlenince güneş ışığına özlem duyarlar. Ya bu ışığı büsbütün kaybederlerse ne olacak? Şayet kıyamete kadar hep gece olsa ne olacak durumları? Bir an için hayatlarını sürdüreceklerini varsaydığımızda, bu tür endişeler söz konusudur. Oysa eğer hep gece olsa ve hiç gündüz olmazsa hayat yok olma ve sönme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.(Gecenin hiç bitmeden sürmesinden söz edildiği zaman "işitmiyor musunuz" şeklinde bir soru yöneltiliyor. Gündüzün hiç bitmeden sürmesinden söz edildiğinde ise "Görmez misiniz'!" şeklinde bir soru yöneltiliyor. Bunun nedeni, dinlenmenin geceye özgü "Görmenin ise gündüze özgü bir olgu olu5udur. Bu da ifadedeki edebi ahenk örneklerinden biridir)
"De ki Allah gündüzü kıyamete kadar üzerinizden kaldırmasa Allah'dan başka hangi tanrı dinleneceğiniz geceyi getirebilir Görmez misiniz
Gündüz saatlerinde sıcaklığın etkisi uzadıkça insanlar gölgelere çekilip dinlenmek isterler. Yaz mevsiminde gündüz birkaç saat uzadığı için, geceye özlem duyarlar. Gündüz saatlerindeki hareketlilik esnasında harcanan enerjiyi yeniden toplamak için hayatın bütünlüğü açısından bir süre geceleyin dinlenmeye ihtiyaç vardır. Bir an için hayatta kalacaklarını varsayarsak, şayet kıyamete kadar hep gündüz olsa, ne yapacak insanlar? Oysa eğer hep gündüz olsa, insanlık hayatı yok olma ve durma tehlikesi ile karşı karşıya kalır.
Dikkat edin, her şeyi bir plana göre hareket eder. Evrende yer alan büyük-küçük her şeyin bir programı vardır. Her şey Allah katında bir ölçüye göre belirlenmiştir:
"Allah dinlenmeniz için geceyi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için gündüzü yaratmıştır. Belki artık şükredersiniz."
Çünkü gece dinlenme ve huzur demektir. Gündüz ise, hareket demektir yorulma ve Allah'ın lütfuna yönelme demektir. İnsanlara ne verilmişse, Allah'ın lütfundandır. "Belki şükredersiniz." Yüce Allah'ın size bahşettiği nimetlere, size yönelik rahmete, gece ve gündüzün dönüşümlü olarak meydana gelmesi şeklindeki planı ve seçimine ve hayata egemen olan tüm yasalara karşılık şükredesiniz diye. Bütün bu yasaları, siz belirlememişsiniz. Onları bir rahmet, bir bilgi ve uzun süreli alışkanlıktan ve tekrardan dolayı farkında olmadığınız bir hikmet uyarınca seçip belirleyen yüce Allah'dır.
Bu gezintiler, kısa ve çabucak biten bir kıyamet sahnesi ile son buluyor. Burada, Allah'ın ortaklarının olduğuna ilişkin müşriklerin asılsız iddialarını reddetme, çürütme amacı ile bir soru yöneltiliyor. Sorgulama ve hesaplaşma anında eriyip silinen, asılsız ve boş iddiaları ile karşı karşıya bırakılıyorlar:



74- O gün onlara seslenerek; "Benim ortağım olduğunu iddia ettikleriniz nerede?" der.


75- Her ümmetten bir şahit çıkarırız. "Delillerinizi getirin " deriz. O zaman, gerçeğin Allah'a ait olduğunu bilirler ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp kaçtığını anlarlar.

Çağrı gününün ve o günde, Allah'ın ortakları oldukları iddia edilen düzmece tanrılara ilişkin sorgulamanın tasviri bundan önceki gezintilerden birinde yer almıştı. Bu tasvir, burada sunulan yeni bir sahneden dolayı o ortamı ve atmosferi vurgulama ve pekiştirme amacı ile tekrarlanıyor. Her ümmetten bir şahidin belirlenip çıkarıldığı sahnedir bu. Bu şahit o ümmete gönderilen peygamberdir. Görevi esnasında gördüğü karşılıkla, getirdiği mesaja yönelttikleri tepkiyle ilgili olarak şahitlikte bulunur. İfadede geçen çekip çıkarma, sert bir harekettir. Amaç; şahidi belirgin bir şekilde göstermek, onu aralarından çıkarmak, bütün kavminin onu görmesini, onun da bütün kavmini görmesini sağlamaktır. İşte bu şahidin karşısında o ümmetlerden inanç sistemlerinin ve davranış biçimlerinin doğruluğunu belgeleyen kanıtlar getirmeleri istenir. Ama hiçbir kanıt yok ellerinde. O gün büyüklük taslamaları da söz konusu değildir.
"O zaman gerçeğin Allah'a ait olduğunu bilirler."
Her türlü şüpheden ve karşılıktan uzak, sat gerçeğin Allah'a ait olduğunu bilir1er.
"Ve uydurdukları şeylerin kendilerini bırakıp kaçtığını anlarlar.
İçinde bulundukları şirkin, Allah'ın ortakları olduklarını ileri sürdükleri düzmece tanrıların ortadan yok olduğunu görürler. Bu düzmece tanrılar onları, onlar da düzmece tanrıları yanlarında bulamazlar. Hem de tartışma ve kanıt gösterme anında kendilerine ihtiyaç duydukları bir sırada.
Bununla Hz. Musa ve Firavun kıssası üzerine yapılan değerlendirmeler sona eriyor. Bu değerlendirmelerde ruhlar ve kalpler engin ufuklarda, çeşitli alemlerde, değişik olaylar ve sahneler arasında dolaştırılıyor, dünya ile ahiret arasında ötürülüp getiriliyorlar. Evrenin etrafında, iç alemin derinliklerinde, geçmiş toplumların ibret verici şekilde yok edilişlerinde, evren ve hayatı yönlendiren yasalar içinde gezdiriliyorlar. Ama hepsi de surenin ana ekseni ile surede yer alan belli başlı iki kıssa ile yani Musa -Firavun kıssası ve Karun kıssası ile uyum oluşturuyorlar. Bu iki kıssadan ilkini daha önce okuduk. Bu değerlendirme ve gezintilerin ardından şimdi de ikinci kıssayı sunuyoruz.
Surenin baş tarafında Hz. Musa ve Firavun kıssası geçmişti. Orada egemenlik ve iktidarın sağladığı güç gözler önüne serilmiş, ama bu gücün azgınlık ve zulüm aracı olarak Allah'a karşı gelmekte, O'nun hidayetinden uzaklaşmak için kullanıldığında nasıl yok olup gittiği, yerle bir edildiği anlatılmıştı. Şimdi de Karun kıssası yer alıyor. Amaç mal ve bilginin sağladığı gücü gözler önüne sermek, bu gücün, azgınlık ve şımarıklık aracı olarak, yaratıklara karşı büyüklenme ve aratıcının nimetini inkâr etme için kullanılması durumunda nasıl yerle bir olacağını, yok olup gideceğini anlatmaktır. Bu arada gerçek değerler anlatılarak, iman ve salih amel değerleri karşısında mal ve süs değerlerinin basitliği, önemsizliği vurgulanıyor. Bununla beraber yeryüzünde büyüklük taslamadan, bozgunculuk yapmadan hayatın güzelliklerinden dengeli ve ölçülü bir şekilde yararlanılabileceği de ifade ediliyor.
Kur'an-ı Kerim kıssanın zamanını ve yerini belirtmiyor. Sadece Karun'un Musa'nın kavmine mensup bir kişi olduğunu ve onlara karşı azgınlaştığını belirtmekle yetiniyor. Acaba bu kıssa henüz İsrailoğulları'nın ve Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkmadıkları dönemde mi geçiyor? Yoksa Hz. Musa'nın Mısır'dan çıkışından sonraki hayatında mı meydana geldi? Yoksa Musa'dan sonra İsrailoğulları arasında mı yaşandı? Karun'un Hz. Musa hayattayken meydana geldiğini ifade eden rivayetler var... Bazıları da buna ek olarak Karun'un Hz. Musa'ya eziyet ettiğini, bir kadına ara vererek Hz. Musa'yla cinsel ilişkide bulunduğunu söyleterek ona komplo kurduğunu, buna karşılık yüce Allah'ın Hz. Musa'nın suçsuzluğunu ortaya çıkarıp, Karun aleyhinde ona izin verdiğini, Karun'u yerin dibine geçirdiğini 'söylüyorlar.
Bizim ne bu rivayetlere ne de yer ve mekân sınırlandırmasına ihtiyacımız var. Çünkü kıssa Kur'an'da yer aldığı şekliyle, surenin akışı içinde belirlenen . hedefi gerçekleştirmek, yerleştirilmesi istenen değer ve kuralları vurgulamak için yeterlidir. Şayet yer, zaman ve ortam sınırlandırılması, anlama bir katkıda bulunacak olsaydı, bu husus göz ardı edilmezdi. Şu halde hiçbir yarar sağlamayan bu rivayetlere başvurmadan Kur'an'da yeraldığı şekliyle kıssayı sunalım.



MAL-MÜLKLE İMTİHAN


76- Karun, Musa'nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki; "Şımarma, Allah şımaranları sevmez. "


77- "Allah'ın sana verdiği bu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez. "


78- Karun: "Bu servet, ancak bende mevcut bir bilgi sayesinde bana verildi" dedi. O bilmiyor mu ki, kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok cemaati bulunan nice kimseleri Allah helâk etmişti. Suçlulardan günahları sorulmaz. Çünkü Allah onları bilir.

Böylece kıssa başlıyor ve kahramanın ismini belirtiyor: "Karun". Mensup olduğu kavmi açıklıyor. "Musa'nın kavmi" kahramanın kavmine karşı takındığı tavrı, azgınlık olarak nitelendiriyor. "Onlara karşı azgınlık etti." Ve bu azgınlığın sebebinin zenginlik olduğuna işaret ediyor. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk zor taşırdı."
Sonra bu esnada geçen olayları ve konuşmaları, bunlarla birlikte ruhlarda oluşan tepkileri sunmaya başlıyor.
Karun, Hz. Musa'nın -selâm üzerine olsun- kavmine mensup bir kişiydi. Yüce Allah ona çok mal vermişti. Kur'an-ı Kerim bu çokluğu "hazineler" olarak nitelendiriyor. Hazine ise, kullanım ve tedavül fazlası malın saklandığı, yatırıldığı gizli depodur. Bu hazinelerin anahtarlarının bir grup güçlü, kuvvetli erkek tarafından zor taşınabildiğini belirtiyor. Bu yüzden Karun, kavmine karşı azgınlaşıyor, haksızlık ediyor. Ancak onlara hangi konuda haksızlık ettiği belirtilmiyor. İfade, türlü azgınlığı ve haksızlığı kapsayacak şekilde belirsiz olarak bırakılmak isteniyor. Belki de onlara zulmederek, çoğu zaman mal sahibi tağutların yaptığı gibi topraklarına ve araç gereçlerine el koyarak azgınlaşmıştı. Belkide onları bu maldaki haklarından yoksun bırakma suretiyle haksızlık etmişti. Bilindiği gibi zenginlerin mallarında yoksulların hakkı vardır. Ancak bu şekilde çevrelerinde bu mala ihtiyaç duyan birçok yoksul varken, sadece zenginler arasında dolaşan bir servet olması engellenir. Aksi takdirde kalpler kin ve kıskançlık duygularıyla bozulur, insanlık hayatı dejenere olur. Kısacası Karun bu ve benzeri nedenlerden dolayı kavmine karşı azgınlaşmış, haksızlık etmiş olabilir.
Her ne şekilde olursa olsun, o zaman kavmi arasında onu bu azgınlıktan vazgeçirmeye ve yüce Allah'ın servet konusunda uyulmasını istediği dengeli ve tutarlı sisteme döndürmeye çalışan kimseler bulunuyordu. Yüce Allah'ın servet için belirlediği bu sistem, zengini servetinden yoksun bırakmaz, onları yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği maldan dengeli bir şekilde yararlanmaktan alıkoymaz. Sadece onların, kontrollü ve dengeli harcamada bulunmalarını öngörür. Bundan önce de, kendilerine bu nimetleri veren yüce Allah'ın gözetimini ve ahiret günü ile bu günde gerçekleşecek olan hesaplaşmayı düşünmelerini ister:
"Kavmi ona demişti ki; şımarma, Allah şımaranları sevmez." "Allah'ın sana verdiği hu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma, Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et, yeryüzünde bozgunculuk isteme, çünkü Allah bozguncuları sevmez."
Bu sözler, dengeli ve tutarlı ilahi sistemi diğer hayat sistemlerinden ayıran bir demet değerler ve özellikler içermektedir.
"Şımarma" mala güvenmekten, servet biriktirmekten, mal-mülk sevgisi ile dopdolu olmaktan kaynaklanan kibire kapılıp şımarma. Malı kendisine bahşedeni unutan, dolayısıyla onun nimetini unutan, bu nimete karşı gerekli olan hamd ve şükür görevini yerine getirmeyen azgınlar gibi, şımarıp kendinden geçme. Malın cazibesine kapılan, kalbini mal sevgisi ile dolduran, aklını hep onun için çalıştıran, elde ettiği bu servetle de küstahlaşıp Allah'ın kullarına karşı büyüklük taslayan kimseler gibi şımarma.
"Allah şımaranları sevmez."
Böyle yapmakla kavmi, onu malın cazibesine kapılıp kendinden geçercesine sevinen, mal varlığı ile övünen ve malın kendisine verdiği güçle insanlara karşı büyüklük taslayan, küstahları sevmeyen yüce Allah'a döndürmeye çalışıyorlar.
"Allah'ın sana verdiği bu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma." Bu ifadede tutarlı ilahi hayat sisteminin dengeliliği dile getiriliyor. Bu sistem, mal varlığı bulunanın kalbini ahirete bağlar. Bununla beraber onu bu dünya hayatının nimetlerinden yararlanmaktan alıkoymaz. Tam tersine, onu bu nimetlerden yararlanmaya teşvik eder, bu konuda ona bazı yükümlülükler getirir. Hayatı ihmal eden, hayatla bağlarını zayıflatan mistikler gibi dünya nimetlerinden el-etek çekmesine engel olur.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, hayatın güzelliklerini insanlar yararlansınlar, yeryüzünde çalışsınlar, bu güzellikleri geliştirip daha iyisini elde etsinler diye yaratmıştır. Amaç, hayatın gelişmesi, sürekli yenilenmesidir. İnsanın yeryüzü halifelik misyonunun hedefine varmasıdır. Ancak bu yararlanmada asıl amaçları ahiret olmalıdır. Ahiret yolundan ayrılmamalıdırlar. Bu şekilde dünya nimetlerinden yararlanma, yükümlülüklerini yerine getirmelerine engel olmamalıdır. Böyle bir amaç dünya nimetlerinden ve güzelliklerinden yararlanma nimeti bahşeden yüce Allah'a şükretmenin, O'nun bağışını hoşnutlukla kabul etmenin, onlardan olumlu yönden yararlanmanın bir çeşididir. Yüce Allah'ın iyilikle ödüllendirdiği bir itaat şeklidir bu.
İşte ilahi sistem, insan hayatında bu şekilde bir denge ve bir ahenk gerçekleştirir. Dengeli ve tabii hayatının içinde sürekli bir ruhsal yüceliğe eriştirir. Ama hiçbir şeyden yoksun bırakmadan, hayatın basit fıtri dayanaklarını yıkmadan.
"Allah sana nasıl iyilik ettiyse, sen de öyle iyilik et."
Çünkü bu mal, yüce Allah'ın bağışı ve iyiliğidir. Buna iyilikle karşılık vermek gerekir. İyi karşılama, iyi yerlerde harcama, yaratıklara iyilikte bulunma, nimetin bilincinde olma ve O'na şükürle karşılık verme gibi.
"Yeryüzünde bozgunculuk isteme."
Azgınlaşarak, insanlara zulmederek bozgunculuk yapma. Allah'ın gözetimini ve ahiret korkusunu hesaba katmaksızın nimetlerden dilediğin gibi ve sınırsızca yararlanmak suretiyle bozgunculuk yapma. İnsanların içinin kinle, nefretle, kıskançlıkla ve çekememezlik duyguları ile dolmasına neden olacak şekilde bozgunculuk yapma. Malını, amacının dışında harcayarak veya çeşitli yollarla amacı uğruna harcanmasına engel olarak bozgunculuk yapma.
"Çünkü Allah bozguncuları sevmez."
"Tıpkı maldan dolayı küstahlaşıp şımaranları sevmediği gibi.
Kavmi Karun'a böyle demişti. O da tek bir cümleyle cevap vermişti. Bu cümle bozgunculuğun ve bozulmuşluğun birçok anlamını içermektedir.
"Karun; `Bu servet, ancak bende mevcut bir bilgi sayesinde bana verildi' dedi."
Bu malı, sahip olduğum bilgiyle hak ederek topladım. Malı toplayıp biriktirmemi bu bilgi sağladı. O halde size ne oluyor ki, bu malı belli bir yönde harcamamı empoze etmeye çalışıyorsunuz? Neden özel mülkiyetime müdahale ediyorsunuz? Ben bu malı özel çabamla elde ettim. Kendi özel bilgimle bu serveti hakettim.
Bunlar nimetin kaynağını ve veriliş hikmetini unutan, gözü hiçbir şeyi görmeyen, malın çekiciliği ile aldanan ve zenginliğin kör ettiği kibirli birinin sözleridir.
İnsanlar arasında bu örneğe her zaman rastlanır. Çünkü zenginliğinin tek nedeninin bilgi ve becerisi olduğunu sanan çok insan vardır. Bu yüzden bu tür insanlar, mallarını harcamaları veya harcamamaları konusunda kimseye karşı sorumlu olmadıklarını sanırlar. Malı ile neden olduğu bozgunculuk ve iyilikten dolayı hesap vermeyeceklerini düşünürler, mala karşı tutumları ile yüce Allah'ın öfkesini ve hoşnutluğunu çekeceklerini düşünmezler.
İslâm, ferdi mülkiyeti tanır ve kendisinin belirlediği helâl yollarla mülk edinmek için harcanan kişisel çabalara değer verir. Hiçbir zaman kişisel çabayı küçümsemez ya da geçersiz saymaz. Şu kadarı var ki, İslâm aynı zamanda ferdi mülkiyet edinmek ve geliştirmek için belli bir sistemi zorunlu kıldığı gibi, bu mülkiyetin kullanımı ve tasarrufu açısından da belli bir sistemi zorunlu görür. Bu sistem dengeli ve tutarlıdır. Ferdi, emeğinin ürününden yoksun bırakmaz.
Fakat savurganlığa varacak kadar serbestçe harcamasına cimriliğe varacak kadar da eli sıkı davranmasına izin vermez. Bunu sağlamak içinde mal üzerinde topluma bazı haklar verir. Topluma mal kazanmanın, geliştirmenin, harcamanın ve bu maldan kişisel olarak yararlanmanın yollarını denetleme yetkisini tanır. Bu sistem özeldir. Açık çizgileri, ayırıcı özellikleri vardır.
Ancak Karun kavminin çağrısını dinlemiyor. Rabb'inin kendisine yönelik nimetini düşünmüyor. Onun dengeli sistemine uymuyor. İğrenç bir büyüklenme kompleksi ile küstahça bir nankörlükle bütün bunlardan yüz çeviriyor.
Bu yüzden daha ayet bitmeden, günahkârlığının ve gururluluğunun ifadesi olan bu sözlere karşılık olarak şu tehdit yer alıyor:
"O bilmiyor mu ki, kendisinden daha güçlü ve ondan daha çok cemaati bulunan nice kimseleri Allah helâk etmişti. Suçlulardan günahları sorulmaz. Çünkü Allah onları bilir."
Eğer kendisi güç ve mal sahibi ise, yüce Allah kendisinden önce daha güçlü ve daha zengin kuşakları yok etmiştir. O, bunları bilmelidir. Çünkü işe yarayan, kurtarıcı bilgi budur. Şu halde bunları bilsin. Ve bilsin ki, O ve benzeri suçlular Allah katında çok önemsizdirler. Hatta günahları bile sorulmaz. Çünkü hükme ve şahit gösterilmeye bile değmezler.
"Çünkü Allah onları bilir."

SERVET KARŞISINDA İNSANLARIN TUTUMU

Bu, Karun kıssasında yer alan sahnelerin ilkiydi. Bu sahnede azgınlık ve küstahlık, öğütlere dudak bükme, uyarılara tepeden bakma, bozgunculukta ısrarlı olma, mal ile övünme ve insanı şükretmekten alıkoyan nankörlük olguları ön plana çıkıyor.
Ardından, Karun'un onca şatafatıyla, göz kamaştırıcı süsleriyle kavminin karşısına çıktığı ikinci sahne geliyor. Kavminden bazılarının gönlü onun şatafatına kayıyor, süslerinin cazibesine kapılıyor. Arzuyla seyrediyorlar. Karun gibi kendilerinin de büyük bir servete sahip olmalarını istiyorlar. Yoksulların imrenerek baktıkları büyük ve onurlu bir konumda olduğunu, bu dünyadan iyi bir pay edindiğini sanıyorlar. Bu sırada kavminden bir diğer grubun kalplerinde iman duygusu uyanıyor ve malın çekiciliğine, Karun'un göz kamaştırıcı süslerine karşı bu imana dayanıp onur duyuyorlar. Büyük bir güven ve kararlılık içinde Karun'un şatafatına kapılan, göz kamaştırıcı süsleri karşısında kendilerinden geçen kardeşlerini uyarıyorlar.



79- Karun süsü, debdebesi içïnde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayamı isteyenler; "Keşke Karun'a verilenlerin bir benzeri de bize verilse, doğrusu o büyük varlık sahibidir" demişlerdi.


80- Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise; "Size yazıklar olsun, inanan ve yararlı iş yapanlar için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşur" dediler.

Böylece içlerinde bir grup, dünya hayatının çekiciliği karşısında, kendinden geçiyor, bu güzelliklerin büyüsüne kapılıyor, çarpılıyorlar. Mest oluyorlar. Bir diğer grup ise, iman değeri ile Allah katındaki kalıcı güzelliklerin ümidiyle, Allah'ın sevabına yönelik güvenle bütün bunlar karşısında yüceliyorlar, bunlara tepeden bakıyorlar. Böylece mal değeri ile iman değeri terazide buluşuyorlar!
"Dünya hayatını isteyenler; `Keşke Karun'a verilenin bir benzeri bize de verilse, doğrusu o büyük varlık sahibidir' demişlerdi."
Her zaman ve her yerde dünyanın çekiciliği, göz alıcı süsleri bazı kalpleri kendine çeker. Bu çekicilik, bu göz kamaştırıcı süsler, dünya hayatını isteyenlerin başını döndürür. Bunlar dünya hayatının çekiciliğinden, göz kamaştırıcı süslerinden daha üstün,daha onurlu değerlerin farkında değildirler. Bu süslere sahip olanların bunları ne pahasına satın aldıklarını sormazlar. Mal-mülk ve makam mevki gibi yeryüzü nimetlerini hangi yollarla elde ettiklerini bilmezler. Bu yüzden sineklerin tatlının başına üşüşmesi gibi bu çekici güzelliklere kapılır, başına üşüşürler. Bu malı elde etme karşılığında ödedikleri ağır bedele, geçtikleri iğrenç yollara, kullandıkları pis yöntemlere bakmadan zenginlerin sahip oldukları debdebeye bakıp salyalarını akıtırlar.
Allah'a bağlı olanlara gelince, onların hayatı değerlendirdikleri bir başka ölçüleri vardır. Mal, süs ve dünya nimetlerinden başka değerler yer etmiştir içlerinde. Onlar yeryüzünün bütün değerlerinin cazibesine kapılmayacak, göz alıcı süslerin önünde küçülmeyecek kadar yüce ruhlara, ulu kalplere sahiptirler. Onlar Allah'a bağlanarak yüceldikleri için, kulların sahip oldukları mevki ve makamlar karşısında küçülmekten korunmuşlardır. Onlar "Kendilerine ilim verilmiş" kimselerdir. Onlara hayatı gereği gibi değerlendirdikleri gerçek bilgi verilmiştir.
"Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, Size yazıklar olsun, inanan ve yararlı iş yapanlar için Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşur' dediler."
Allah'ın vereceği sevap bu göz alıcı süslerden daha iyidir. Allah'ın katındaki nimetler Karun'un yanındaki mal ve mülkten daha hayırlıdır. Böyle bir bilince sahip olmak, ancak sabırlı kimselerin ulaşabildikleri üstün bir derecedir. Bu dereceye ulaşan kimseler insanların eşya ve olayları ölçüp değerlendirdikleri kriterler, ölçüler karşısında sabrederler. Hayatın çekiciliğine, baştan çıkarıcı özelliğine karşı sabrederler. Birçoklarının imrenerek baktıkları şeylerden yoksun olmaya sabrederler. Yüce Allah da onların bu şekilde sabırlı olduklarını bildiği için, onları bu üstün dereceye yükseltmiştir. Bu, yeryüzündeki her şeyin üstüne çıkma, onlara tepeden bakma derecesidir. Hoşnutlukla, güvenle ve içtenlikle yüce Allah'ın vereceği sevabı tercih etme, O'nun katındaki nimetleri isteme derecesidir.
Göz alıcı süslerin baştan çıkarıcılığı zirveye ulaşınca, nefisler bu güzellikler karşısında kendilerinden geçip cazibelerine kapılınca, kudret eli saptırıcı imtihana dur demek için olaya müdahale ediyor. Bu fitneye kapılıp aldanmamaları için zayıf iradeli kullarına merhamet ediyor. Gurur ve kibir sahiplerini yerle bir ediyor. Bu bakımdan kıssanın üçüncü sahnesi son derece kesin ve çözümleyici açıklamalar içeriyor:



81- Sonunda biz onu da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Kendi kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi.

İşte böyle, tek bir cümleyle ifade edilebilecek kısa bir sürede, yıldırım hızıyla gelişen ani bir hareketle "Onu da sarayını da yerin dibine geçirdik." O da sarayı da toprağa gömüldü. Üzerinde büyüklük kompleksine kapıldığı, mal varlığına güvenerek herkese tepeden baktığı yerin dibine girdi. Hiç kuşkusuz bu, onun sergilediği tavra uygun bir karşılıktır, yerinde bir cezadır. Böylesine böbürlenen, malın sağladığı güce güvenerek insanlara tepeden bakan Karun, güç-süz ve çaresiz biri olarak yok olup gitti. Hiç kimse ona yardım etmedi. Ne malı ne de mevkisi kendisini kurtaramadı.
Onunla birlikte bazı insanları etkisi altına alan bu zor imtihan da bitti. Bu öldürücü darbe fitnenin büyüsüne kapılan bu insanları Allah'a döndürdü. Kalplerinin üzerini örten gaflet ve sapıklık perdesi kalktı. Kıssanın son sahnesi de şu şekilde gelişiyor.

82- Dün onun yerinde olmayı isteyenler; "Demek Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip bir ölçüye göre veriyor. Allah bize lutfetmemiş olsaydı, bizi de yerin dibine batırırdı. Demek ki, kâfirler kurtulmazlar" demeye başladı.

Onun acıklı akıbetini seyrederek, dünkü isteklerine karşılık vermediği, Karun'a verdiği mal-mülk gibisini kendilerine vermediği için Allah'a hamd ediyorlar. Bir gece ve gündüz içinde meydana gelen iç karartıcı akıbeti görüyorlardı. Ve artık zenginliğin yüce Allah'ın hoşnutluğunun ifadesi olmadığını anlamışlardı. Çünkü yüce Allah kullarından dilediğinin rızkını bollaştırır, hoşnutluk ve öfkenin dışındaki nedenlerden dolayı dilediğinin de rızkını daraltır. Şayet zenginlik onun hoşnutluğunun ifadesi olsaydı, Karun'u bu kadar sert ve katı bir şekilde cezalandırmazdı. Tanı tersine, zenginlik bir sınavdır ve arkasından acıklı bir belâ gelebilir. Öte yandan, kâfirlerin ilahi cezadan kurtulamayacaklarını da öğrendiler. Şu kadarı var ki, Karun küfür sözünü açıkça söylememişti. Ama mal ile gururlanması ve malın kaynağı olarak sahip olduğu bilgiyi göstermesi; kavminin onu kâfirlerden saymasına neden olmuştu. Bu yüzden onun yok edilişini, kâfirlerin yok edilişi olarak nitelendirmişlerdi.

İNANANLARA AHİRET ÖDÜLÜ

Bu sahnenin de perdeleri iniyor. Kudret elinin açıkça ve dolaysız olarak olaya müdahale etmesiyle mü'min gönüller üstün gelmiş, iman değeri terazinin kefesinde ağır basmıştı. Şimdi de en uygun bir zamanda sahneye ilişkin değerlendirme yer alıyor:

83- İşte ahiret yurdu. Onu yeryüzünde böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmayanlara veririz. Güzel sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır.

Kendilerine ilim verilenlerin, eşyayı gerçek değeri ile değerlendiren, gerçek bilgiye sahip olanların sözünü ettiği ahireti... Çok üstün dereceli, engin ufuklu ahiret yurdunu... Evet bu ahiret yurdunu: "Yeryüzünde böbürlenmeyen ve bozgunculuk yapmayanlara veririz." İçlerinde kendilerini üstün görme gibi bir düşünce yer etmez. Kalplerinde kendilerini beğenme, şahıslar ve onunla bağlantılı şeylerle gurur duyma, büyüklük kompleksine kapılma gibi bir duygu uyanmaz. Şahıslarına ilişkin düşünceleri bir kenara bırakarak kalplerini Allah düşüncesi ile O'nun hayat sistemine ilişkin bilinç ile doldururlar. Onlar bu dünya hayatındaki varlıklara, eşyalara, yeryüzü değerlerine ve ölçülerine bir değer vermezler. Bir şey yaparken, bunları göz önünde bulundurmazlar.
Aynı şekilde yeryüzünde bozgunculuk yapmak da istemezler. İşte onlar, yüce Allah'ın kendilerine ahiret yurdunu, o yüce ve ulu yurdu bahşettiği kimselerdir. "Güzel sonuç, Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır."
Allah'dan korkan, onu gözeten, öfkesinden sakınan ve hoşnutluğunu isteyenlerindir güzel akıbet.
Ahiret yurdunda her amel, yüce Allah'ın belirlediği şekliyle karşılığını görür. Dünyada yapılan iyilik kat kat fazlasıyla ve daha iyisiyle ödüllendirilir. Kötülük ise, yaratıkların zayıflığına yönelik bir rahmet ve kolaylaştırma olarak kendisine denk bir ceza ile karşılığını alır.


84- Kim bir iyilik getirirse, ona ondan daha güzeli vardır. Kim kötülük getirirse, kötülükleri yapanlar, ancak yaptıkları kötülük kadar cezalandırılırlar.


PEYGAMBERE ZAFER VAADİ

Şu anda surede yer alan kıssalar bitmiş, doğrudan doğruya bu kıssalar üzerine yapılan değerlendirmeler sona ermiş bulunuyor. Şimdi de hitap, Peygamber efendimize ve o zamanlar Mekke'de kendisine uyan müslüman azınlığa yöneltiliyor. Şehrinden çıkarılmış, toplumdan uzaklaştırılmış, Medine'ye doğru yol alan ama henüz oraya ulaşmamış bulunan Peygamberimize yöneltiliyor hitap. O sırada Mekke'ye yani tehlikenin merkezine yakın Cuhfe denilen yerde bulunuyordu. Kalbi ve gözü sevdiği memleketinden kopamıyordu. Oradan ayrılmak zor geliyordu kendisine. Ancak davası, çocukluğunun geçtiği, hatıralarının beşiği, ailesinin yurdu olan bu şehirden daha önemliydi, daha üstündü. İşte Peygamber efendimiz böyle bir konumdayken, hitap kendisine yöneltiliyordu:

85- Ey Muhammed! Kur'an'ı sana indiren ve onu okumayı sana farz kılan Allah, ebette seni dönülecek yere döndürecek. De ki; "Rabb'im .kimin hidayet getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu bilir. "

Allah seni müşriklerin insiyatifine terk etmeyecektir. O'dur sana Kur'an'ı indiren ve Kur'an'ın içerdiği mesajı duyurma misyonunu omuzlarına yükleyen. O, seni çok sevdiğin memleketinden çıkarandır. Sana baskı yapan, davet hareketine karşı zorluk çıkaran, çevredeki mü'minleri dinlerinden döndürmeye çalışan müşriklerin eline bırakmayacaktır. O, sana bu Kur'an'ı takdir ettiği bir sırada, uygun gördüğü bir zamanda zafere ulaşasın diye indirmiştir. Bugün oradan çıkarılıyor, kovuluyorsun, ama yarın zafer kazanarak oraya geri döneceksin.
Yüce Allah'ın hikmeti, böylesine zor ve sıkıntılı bir atmosferde kuluna bu kesin vaadi indirmeyi öngörmüştü. Böylece Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- kendinden emin olarak, güven içinde yoluna devam etmesi, doğruluğunu bildiği ve bir an bile kuşku duymadığı yüce Allah'ın vaadine içten güvenerek hareket etmesi amaçlanmıştı.
Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın bu vaadi, O'nun yolunu izleyen herkes için geçerlidir. Allah yolunda eziyet gören, baskılara uğrayan, buna karşılık sabreden ve Allah'ın vaadine güvenen kimselere yüce Allah mutlaka yardım etmiş ve en sonunda tağutlara karşı onlara zafer vermiştir. Bunlar ellerinden gelen tüm çabayı sarf ettikten, üstüne düşeni yapıp görevini yerine getirdikten sonra yüce Allah onlar adına savaşı üstlenmiştir.
"Kur'an'ı sana indiren ve onu okumayı sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecek."
Daha önce yüce Allah Musa'yı kaçarak, kovularak çıktığı yere geri döndürmüştü. Geri döndürmüş ve onun aracılığı ile kendi kavminden ezilenleri kurtarmıştı. Yine onun aracılığı ile Firavun ve kurmaylarının kökünü kurutmuştu. Akıbet doğru yolda olanların olmuştu. Şu halde yoluna devam et. Kavminle senin arandaki meseleye ilişkin çözümleyici hükmü, sana bu Kur'an'ı indiren Allah'a bırak.
"De ki; "Rabb'im kimin hidayet getirdiğini ve kimin sapıklık içinde bulunduğunu bilir."
Meseleyi Allah'a bırak. O, doğru yolda olanlarla, sapık olanların hakettikleri karşılığı verir.
Kur'an'ın sana indirilmiş olması bir nimettir, bir rahmettir. Bu emaneti yüklenmek üzere seçileceğin aklından geçmezdi. Bu, büyük bir makamdır ve bu makam sana bahşedilmeden önce böyle bir beklenti içinde değildin.

86- Sen Kitab'ın senin kalbine bırakılacağını ummazdın. O Rabb'inden bir rahmettir. O halde kâfirlere yardımcı olma.

Bu, Peygamber efendimizin -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberlik görevinin beklentisi içinde olmadığını, bunun yüce Allah'ın seçimine bağlı olduğunu ifade eden kesin bir açıklamadır. Yüce Allah dilediğini yaratır, dilediğini seçer. Peygamberlik görevi de, yüce Allah seçmeden, ulaşmasına layık görmeden bir insanın kendi kendine düşünemeyeceği yüce bir ufuktur. Bu, yüce Allah'ın peygamberine ve doğru yola iletmesi için bu mesajla seçip gönderdiği insanlığa yönelik bir rahmettir. Bu rahmet, seçilmişlere verilir, isteyenlere değil. Nitekim etrafında gerek Araplar arasında, gerekse İsrailoğulları içinde kıyamete yakın son zamanda gelmesi beklenen peygamberliği isteyen çok kişi vardı. Ne var ki -peygamberlik görevini kime vereceğini çok iyi bilen- yüce Allah, bu görev için, onu istemeyen, böyle bir beklenti içinde olmayan ve bu iş için istekli ve arzulu olanların dışında bu büyük lütfu algılayacak yetenekte olduğunu bildiği birini seçti.
Bu yüzden yüce Allah -kendisine bu Kitab'ı bahşettiği için- kâfirlere destekçi olmamasını emrediyor. Kâfirlerin onu Allah'ın ayetlerine uymaktan alıkoymalarına karşı uyarıyor. Şirk ve müşriklere karşı saf tevhid inancını hiçbir kapalılığa yer bırakmayacak şekilde açıklıyor.
"O halde kâfirlere yardımcı olma."


DAVETİN TEMEL İLKESİ


87- Ve Allah'ın, ayetleri sana indikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar. Rabb'ine davet et, ortak koşanlardan olma.


88- Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma. O'ndan başka ilah yoktur. O'ndan başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz.

Bu, surenin verdiği son mesajdır. Bu mesaj, Peygamber efendimizle onun yolunu, küfür ve şirkle onların yolunu birbirinden kesin şekilde ayırıyor. Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- uyanlara kıyamet gününe kadar izleyecekleri yolu açıklıyor. Peygamber efendimiz tarihsel dönemler içinde en belirgin iki dönemi birbirinden ayıran hicret yolculuğunu sürdürdüğü bir sırada bu son mesaj gelmişti.
"Öyle ise sakın kâfirlere yardımcı olma." Çünkü mü'minlerle kâfirler arasında yardımlaşma ve dayanışma söz konusu olamaz. Onların yolları ve hayat sistemleri birbirinden farklıdır. Bunlar Allah'ın taraftarları (hizbullah) ötekiler şeytanın taraftarları (hizbuşşeytan)dır. Hem nasıl yardımlaşacaklar? Ve ne üzerinde yardımlaşacaklar?
"Ve Allah'ın, ayetleri sana indikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar."
Çünkü kâfirlerin hiçbir zaman izlemekten vazgeçmedikleri yol, çeşitli yöntemlere ve araçlara başvurarak dava adamlarını, davet hareketinden alıkoymaktır. Mü'minlerin tutumu ise kendi yollarını izlemektir. Engellemeye çalışanlar onları durduramaz. Düşmanları, onları bu yolu izlemekten alıkoyamaz. Çünkü Allah'ın ayetleri ellerindedir ve bu ayetlere uymakla yükümlüdürler. Bu onların omuzladıkları bir emanettir.
"Rabb'ine davet et." Hiçbir karışıklığa ve kapalılığa meydan vermeden açık ve net olarak insanları Rabb'inin mesajını kabul etmeye çağır. Allah'a çağır, milliyetçiliğe, ırkçılığa değil. Bir toprak parçasını zaptetmeye, bir bayrağı dalgalandırmaya, bir çıkar sağlamaya, bir ganimet elde etmeye, bir arzuyu tatmin etmeye ve bir ihtirası dindirmeye değil. Kim bu şekilde her türlü karışıklıktan, tüm yabancı unsurlardan soyutlanmış şekliyle bu çağrıya uymak istiyorsa uysun. Ama onunla birlikte başka unsurları da isteyenler varsa, bu; Allah'ın uyulmasını istediği yolu değildir.
"Sakın müşriklerden olma." "Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma."
Bu ilke, iki defa vurgulanıyor. Birincide şirk yasaklanıyor, ikincide de Allah'la birlikte başka tanrılar edinmek yasaklanıyor. Çünkü bu ilke, inanç sisteminin saf ve katışıksızlığı ile kapalılığı ve karışıklığı arasındaki yolların ayrılış noktasıdır. İslâm inanç sistemi, davranış ve ahlâk kuralları, yükümlülükleri ve yasalarıyla bütünüyle bu ilkeye dayanır. Bu ilke aynı zamanda bütün direktiflerin, bütün yasamaların etrafında döndüğü eksendir. Bu yüzden bu ilke bütün direktiflerden, yasama amaçlı tüm açıklamalardan önce hatırlatılır.
Ayet bu ilkeyi vurgulamaya ve açıklamaya devam ediyor:
"O'ndan başka ilah yoktur. O'ndan başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur. Ve O'na döndürüleceksiniz."
"O'ndan başka ilah yoktur."
Çünkü ancak Allah'a teslim olunur. Sadece O'na kulluk yapılır. O'nun dışında güç, kuvvet sahibi yoktur. Yalnızca O'nun koruyuculuğuna sığınılır. "O'ndan başka her şey yok olacaktır." Çünkü her şey geçicidir, gidicidir.
Mal-makam, güç-iktidar, hayat-nimetler, yeryüzü ve üstündekiler, gökler ve içindeki canlı-cansız tüm varlıklar, bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm yönleriyle bu evren... Her şey yok olacaktır. Sadece yüce Allah'ın zatı baki kalacaktır. Tek başına O kalacak ve geride hiç kimse kalmayacaktır.
"Hüküm O'nundur." Dilediği gibi hükmeder ve bu hükmü istédiği gibi uygular. Hiç kimse hükmünde O'na ortak değildir. Ve kimse O'nun hükmünü geri çeviremez. Hiçbir emir O'nun emrinin önüne geçemez. Sadece O'nun dilediği olur. Başkası değil.
"Ve O'na döndürüleceksiniz." O'nun hükmünden kaçılmaz. Kararından kurtulmak mümkün değildir. O'nun dışında sığınılacak, kaçılacak bir yer yoktur.
Böylece kudret elinin açıkça belirginleştiği, Allah'ın davasını koruyup gözettiği, azgın, tağuti güçleri yerle bir edip yok ettiği bu sure, davetin temel ilkesini açıklayarak son buluyor. Bu ilke, yüce Allah'ın birliği; ilahlıkta, kalıcılıkta, hüküm ve yürütmede tekliği ilkesidir. Bu açıklamanın amacı, dava adamlarının Allah'ın yol göstericiliğinin ışığında, güvenle, bağlılıkla ve inançla yollarını izlemeleridir.
Alıntı ile Cevapla