Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 11:53   Mesaj No:2

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Nur Suresi Tefsiri

İşte bu iyi yürekli, bu tertemiz Aişe... Suçsuzluğuna, vicdanının parlaklığına, düşüncesinin temizliğine rağmen... Evet işte bu Aişe, en üstün varlığı hususunda iftiraya uğruyor, şerefine dil uzatılıyor. Üstelik Aişe, Ebubekir Sıddık'ın kızıdır, temiz ve ulu bir yuvada yetişmiştir. Emanetine dil uzatılıyor, ama kendisi Haşimoğullarının zirvesi Muhammed b. Abdullah'ın eşidir. Esine olan bağlılığı noktasında, sadakatı noktasında, iftiraya uğruyor. Ve o ulu kalbin nazlı ve yakın sevgilisidir İmanına dil uzatılıyor. Halbuki o, gözünü bu hayata açtığı andan itibaren islâmın kucağında yetişmiştir. Üstelik Allah'ın Peygamberinin eşidir.
İşte o iftiraya uğruyor. Halbuki suçsuzdur, tertemizdir, hiçbir şeyden haberi yoktur. Hiçbir tedbire başvuramıyor, hiçbir taraftan bir beklentisi de yok. Allah'tan başka suçsuzluğunu ortaya koyacak hiç kimse bulamıyor. Hz. Peygamberin rüyasında, kendisinin atılan iftiradan uzak ve suçsuz olduğunu görmesini bekliyor. Ne var ki vahiy, yüce Allah'ın dilediği bir hikmetten dolay tam bir ay gecikiyor. Ama Aişe -Allah ondan razı olsun- bu dayanılmaz acılar içinde kıvranıyor.
Aman Allah'ım, hele haberi Ümmü Mistah'tan duyduğu zamanki hali.. O hasta haliyle, ateşler içinde kıvranırken annesine dayanılmaz bir ıstırapla "Subhanallah, insanlar böyle mi konuşuyorlar?"derken ki durumu...Bir diğer rivayete göre, annesine "babam bunu biliyor mu?"diye sorar. Annesi "Evet" diye cevap verir. sonra "Ya Resulullah da biliyor mu?"deyince, annesi yine "Evet" diye cevap verince dünyası yıkılır.
Ne dayanılmaz bir acı!İman ettiği peygamberi, sevdiği kocası Resulullah gelmiş, kendisine şöyle diyor: "Senin hakkında şöyle şöyle sözler ulaştı bana. Suçsuz isen; kuşkusuz yüce Allah seni temize çıkaracaktır. Ama eğer bir günaha yeltenmişsen Allah'tan af dile, O'na tövbe et: Çünkü kul günahını itiraf edip Allah'a tövbe ederse, yüce Allah da onun tövbesini kabul eder." Peygamberin kendisinden kuşkulandığını, suçsuzluğundan emin olamadığını, ama suçlamada da bulunmadığını bilir. Çünkü Rabbi henüz kendisine haber vermemiştir. Aişe'nin bildiği ve fakat kanıtlayamadığı suçsuzluğunu ortaya koyamamıştır.
Kendisini seven ve baş köşesine oturtan bu ulu kalp tarafından suçlanmış bir durumda günlerini geçiriyor.
İşte Ebubekir Sıddık -Allah ondan razı olsun-vakarlılığı, duyarlılığı ve iyi yürekliliği ile birlikte acılar içinde kıvranıyor. Namusuna dil uzatılıyor, kendisini seven ve kendisine güvenen arkadaşı, inandığı ve sıkı sıkıya bağlı bir kalple doğruladığı, ona inanmak için bunun dışında bir kanıta ihtiyaç duymadığı peygamberi Muhammed'in eşi olan kızına büyük bir iftira atılıyor. İçinde duyduğu bu dayanılmaz acı dilinden dökülüyor. Aslında sabırlı, Allah'a bağlı ve acılara karşı dayanıklı bir kişidir:"Allah'a andolsun ki, biz cahiliye döneminde bile böyle bir suçlamâya uğramadık. islâmda mı bu suçlamayı kabulleneceğiz?" diyor. Bu sözler, alabildiğine acı yüklüdür. Öyle ki, acılar içinde kıvranan hasta kızı "benim yerime Resulullah'a cevap ver" dediğinde, sessiz ve derin bir acıyla şöyle demişti. "Allah'a andolsun ki, Resulullah'a -salât ve selâm üzerine olsun- ne diyeceğimi bilmiyorum."
Ümmü Ruman (Ebubekir Sıddık'ın eşi) -Allah ondan razı olsun- büsbütün yıkılmış, hasta ve ağlamaktan neredeyse ciğeri parçalanacak olan kızının karşısında duygularınà hakim oluyor ve "Yavrucuğum, aldırma, Allah'a andolsun ki, kocası tarafından sevilen, durumu parlak olan, bununla beraber çekemeyenleri olan çok az kadın vardır ki, hakkında dedikodu çıkarılmasın" diyor. Ama Aişe "Benim yerime Resulullah'a cevap ver" dediğinde bu kararlılıktan eser kalmıyor, o da kocası gibi "Allah'a andolsun ki, Resulullah'a ne diyeceğimi bilemiyorum" diyor.
Sonra iyi kalpli, Allah yolunda cihad eden tertemiz bir müslüman olan Safvan b. Muattal, o da Peygamberinin karısına hıyanet etmekle suçlanıyor. Bununla da müslümanlığına, güvenirliliğine, şerefine ve itibarına kısacası bir sahabinin değer verdiği her şeye dil uzatılıyor. Üstelik kendisi tamamen suçsuzdur. Böylesine zalim, böylesine haksız bir suçlama ile karşı karşıyadır. Oysa böyle bir şeyi düşünmek istemez. "Sübhanallah, asla bir kadının omuzunu açmış değilim diyor. Hasan b. Sabit'in bu ağır iftirayı yaydığını biliyor. Bu yüzden kafasına bir kılıç indirip neredeyse öldürecek şekilde yaralamaktan kendini alamıyor. Bu durum yasak olduğu halde, müslüman bir kişiye kılıç çekmesine neden oluyor. Demek ki, duyduğu acı gücünü aşıyor. Yaralı nefsini kontrol edemiyor.
Sonra Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'ın peygamberi, Haşimoğullarının zirvesi... Evet işte onun eşine dil uzatılıyor. Hem de hangisine? Kalbinde bir kız, bir eş ve bir sevgili olarak baş köşeye oturmuş Aişe'ye... Yatağının temizliğine iftira atılıyor. Oysa o temizdir ve temizlik her davranışına yansımaktadır. İşte onun çiğnenmesi yasak olan iffetine dil uzatılıyor. Halbuki o, ümmetinin iffetini korumakla yükümlüdür. Ve O Rabbinin kendisini koruması hususunda iftiraya uğruyor. Halbuki o, her türlü kötülükten korunmuş bir peygamberdir.
İşte, bu peygamberin her şeyine dil uzatılıyor. Aişe'ye iftira atıldığı zaman; yatağına namusuna, kalbine ve peygamberliğine dil uzatılıyor. Bir Arabın, bir peygamberin değer verdiği her şeye dil uzatılıyor. İşte o, bütün bu hususlarda iftiraya uğramışken, Medine'de tam bir ay insanlar bu konuyu konuşuyor. Ama bütün bunlara dur diyemiyor. Yüce Allah da gördüğü bir hikmetten dolay, hakkında hiçbir açıklama indirmeden bu işin bir ay sürmesini diliyor. Ama Hz. Muhammed bir insandır. Bu acı durum karşısında her insanın duyduğu ızdırabı o da duyuyor. Utanç duyuyor, kalbinin acılarla kıvrandığını hissediyor. Bunun da ötesinde elem verici bir yalnızlık çekiyor.
Yolunu aydınlatmasına alışık olduğu Allah'ın nurundan uzak bulunmanın verdiği yalnızlık duygusunun acısını çekmektedir. Eşinin suçsuzluğunu gösteren birçok belirtiye rağmen şüphe kalbini kemirmektedir. Ama o, bu belirtilerle tatmin olmuyor. Medine'deki bu dedikodu furyası da almış başını gidiyor. Küçük eşini seven ama insan olmanın gerektirdiği duyguları bir tarafa atamayan kalbi şüphelerden acı duyuyor. Fakat bu şüpheleri kovamıyor. Çünkü o da nihayet bir insandır. Yatağına dokunulmasına tahammül edemeyen bir kocadır. Kalbine yerleşen en ufak bir şüpheyi son derece önemseyen bir erkektir. Bu konuda bir insanın kapılacağı duygulara o da kapılıyor, o da her insan gibi tepki gösteriyor.
İşte, bu yük ağır geliyor kendisine, yalnız başına çekemiyor. Bu yüzden sevgisi kalbine yakın olan Usame b. Zeydi ve amcası oğlu, destekçisi Ali b. Ebu Talib'i çağırıyor. Bu özel işi için onların göçüşlerine başvuruyor. Ali'ye gelince, o Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- soyundandır. Bu yüzden sorun karşısında çok duyarlıdır. Ayrıca amcası oğlu ve güvencesi olan Hz. Muhammed'in kalbini sıkan acı ve sıkıntıdan da etkilenmektedir. Bu yüzden Allah seni sıkıntıya sokmaz şeklinde görüş bildiriyor. Ayrıca Hz. Peygamber'in -salât ve selâm üzerine olsun-kalbinin huzura kavuşması ve kararsızlık derdinden kurtulması için bir de cariyeden sorması yönünde görüş belirtiyor. Hz. Usame ise, Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- eşine duyduğu sevgiyi ve ayrılık düşüncesinin ne kadar zor geleceğini bildiği için, bildiği şekliyle mü'minlerin anasının temizliği ve utanmaz iftiracılığını yalancılığı doğrultusunda görüş bildiriyor.
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- bir insanın hırsı ile, yine bir insanın sıkıntısı ile Usame'nin sözlerinden ve cariyenin şahitliğinden destek buluyor, güç alıyor. Bu güçle mescitte insanların karşısına çıkıyor. Namusuna dil uzatanları, eşine iftira atanları, hiç kimsenin bir kötülüğünü görmediği üstün nitelikli müslümanlardan birine iftira atanları şikayet ediyor... Bunun üzerine, Peygamberin mescidinde, Peygamberin huzurunda oldukları halde Evs ve Hazreç kabileleri arasında küfürleşmeler, sataşmalar başlıyor. Bu da o garip dönemde müslüman toplumu kuşatan havanın niteliğini gösteriyor. Önderliğin kutsallığı yara almıştır. Bu durum Hz. Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- son derece etkiliyor. İşini kolaylaştıran nur da bir türlü yolunu aydınlatmıyor. Sonra kalkıp bizzat Aişe'ye gidiyor, halkın konuştuklarını ona açıyor, doğru ve rahatlatıcı cevabı ondan istiyor.
Acılar bu şekilde zirveye ulaşınca, Rabbi kendisine acıyor; tertemiz ve doğru sözlü Aişe'nin suçsuzluğunu bildiren ayetleri indiriyor, Peygamberin temiz ve üstün ailesini aklıyor. Bu ağır iftirayı dillerine dolayan münafıkları ortaya çıkarıyor, böylesine önemli bir meselede müslüman toplumun izleyeceği doğru yolu gösteriyor.
Nitekim Aişe -Allah ondan razı olsun- indirilen bu ayetler hakkında şöyle demişti: "Allah'a andolsun ki, ben suçsuz olduğumu biliyordum ve yüce Allah'ın suçsuzluğumu bildireceğinden emindim. Ama ben yüce Allah'ın hakkımda okunan bir vahiy indireceğini sanmazdım. Yüce Allah'ın hakkımda okunacak bir vahiy indirmeyecek kadar durumumun önemsiz olduğunu düşünüyordum. Fakat ben, Resulullah'a Allah tarafından suçsuzluğumu kanıtlayan bir rüya gösterileceğini umuyordum."
Ne var ki, olayın akışından da anlaşılacağı gibi bu mesele Hz. Aişe'nin meselesi değildir, sırf onun şahsını ilgilendiren bir olay değildir. Bu olay onu aşmış, Hz. Peygamberin şahsını ve o günkü toplum içindeki görevini ilgilendirmiştir. Daha doğrusu Rabbine olan bağlılığını ve peygamberliğini ilgilendirmiştir. Bu büyük iftira olay, sadece Hz. Aişe'ye yönelik bir iftira değildir. Peygamberinin ve kurucusunun şahsında inanç sistemine yönelik bir iftiradır. Bu yüzden yüce Allah bu asılsız sorunu çözümlemek, planlı komployu başarısız kılmak, İslâma ve İslâm'ın peygamberine karşı başlatılan savaşa müdahale etmek, ayrıca bütün bunların ötesinde yer alıp da yüce Allah'dan başkasının bilmediği yüce hikmeti ortaya koymak için ve vahiy gönderiyor, ayet indiriyor:
"O ağır iftirayı ortaya atanlar sizden bir gruptur. Bu olay kendiniz için kötü bir şey sanmayınız. Tersine o sizin için iyidir. O grubun içinde bulunan herkes payına düşen günahın cezasını görecektir. Suçun büyük bölümünü omuzlarında taşıyan o grubun elebaşısı ise büyük bir azaba çarpılacaktır."
Bu iftirayı ortaya atan bir kişi ya da birkaç kişi değildir. Onlar aynı amaç için örgütlenmiş bir "grup"tur. Bu büyük iftirayı ortaya atan sadece Abdullah b. Ubey b. Selul değildir. O sadece işin önemli kısmını üstlenmiştir. O yahudi veya münafık grubun temsilcisidir. Bu grup İslâma karşı açıkça savaşamadığı için İslâm perdesinin arkasına saklanıp gizlice İslâma komplolar düzenliyordu. Bu iftira olay ise, öldürücü komplolarından sadece biridir. Sonra müslümanlar da oyunlarına geldiler. Mihne binti Cahş, Hassan b. Sabit ve Mistah b. Esase gibi bazı müslümanlarda bu iftira olayına bulaştılar. Fakat planın aslı, kişisel olarak çarpışma alanında gözükmeyen uyanık komplocu ibni Selul'un başını çektiği gruba aitti. Kendisini sorumlu kılacak ve cezalandırılmasını gerektirecek şekilde açıktan açığa konuşmuyordu. Bunu, güvendiği ve aleyhinde şahitlik etmeyeceğini bildiği kişilere gizlice söylüyordu. Bu plan, Medine'yi tam bir ay boyunca sarsacak ve en temiz, en muttaki bir toplumda dillerde günlerce dolaşacak kadar ustaca ve profesyonelce hazırlanmıştı.
Ayetlerin akışı, olayın önemini ortaya koymak, köklerinin derinliğini, bunun da ötesinde İslâm ve müslümanlara bu denli ince düşünülmüş sağlam ve aşağılık komplolar düzenleyen komplocu grubu ortaya çıkarmak için bu gerçeği vurgulamakla başlıyor.
Arkasından beklemeden, müslümanlârın bu komplonun akıbetinden, emin olmalarını sağlayan bir ifade yer alıyor:
"Bu olay kendiniz için kötü bir şey sanmayınız. Tersine o sizin için iyidir."
İyidir. Çünkü, Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- ve aile fertlerinin şahsında İslâma komplo kuranları ortaya çıkarmıştır... Çünkü zina suçlamasında bulunmayı yasaklamanın ve bu suçlamada bulunanı Allah'ın belirlediği cezaya çarptırmanın zorunlu olduğunu müslüman topluma göstermiştir... Çünkü şayet suçsuz ve iffetli mü'min kadınlara serbestçe zina suçlamasında bulunulacak olursa, toplumu saracak olan tehlikenin, boyutlarını ortaya koymuştur. Aksi taktirde bunlar bir noktada durmayacak en şerefli makamlara ulaşacak, en üstün değerlere uzanacaklardır. Artık toplumun korunacak bir tarafı, sakınılacak bir yönü kalmaz. Toplum utanma duygusunu yitirir.
Şu halde yüce Allah'ın -bu münasebetle- bunun gibi önemli bir olay karşısında müslüman toplumun izleyeceği doğru metodu göstermesi bir iyiliktir.
Hz. Peygamberin, aile fertlerinin ve bütün müslümanların çektiği acılar ise, deneyimden geçmenin ücreti, imtihanın vergisi ve görevi yerine getirmenin gereğidir.
Bu büyük iftiraya bulaşanlar ise olaydaki payları oranında cezaya çarptırılacaklardır
"O grubun içinde bulunan herkes payına düşen günahın cezasını görecektir."
Herbiri, günahları oranında, Allah katında kötü bir akıbetle karşılaşacaklardır. Ne kötü bir kazançtır bu. Şu halde bu, hem dünyada, hem de ahirette cezalandırılmalarını gerektiren bir günahtır:
"Suçun büyük bölümünü omuzlarında taşıyan o grubun elebaşısı ise büyük bir azaba çarpılacaktır."
Bu büyük azap, onun bu büyük iftiradaki büyük payına karşılıktır.
Suçun büyük kısmını üstlenen, bu girişime öncülük eden, büyük çapta olayın yaygınlaşmasını sağlayan, münafıklığın başı, entrikanın bayraktarı Abdullah b. Ubey b. Selul'dur. Eğer yüce Allah onun hareketlerini kontrol etmeseydi, dinini korumasaydı, peygamberini sakınmasaydı, müslüman toplumu gözetmeseydi Selul öldürücü noktayı iyi seçmişti. Rivayete göre Safvan b. Muattal mü'minlerin anasının içinde bulunduğu hevdeçle önlerinden geçerken, önde gelen taraftarları arasında bulunan İbni Selul, "Bu kadın kim?" diye sormuş. Onlar da "Aişe'dir" demişler. Bunun üzerine "Vallahi ne Aişe ondan kurtulmuş, ne o Aişe'den kurtulmuştur. Peygamberinizin karısı bir adamla sabaha kadar beraber olmuş, şimdi de o adam onun devesini çekiyor" demiş.
Bu son derece iğrenç bir sözdür. Abdullah b. Selul bu sözü münafık grubu aracılığı ile ve türlü dolambaçlı yollarla yaymaya başladı. Doğrulanmadığı ve tüm belirtiler böyle bir şeyi yalanladığı halde Medine bu iğrenç söylentiyle çalkalanmaya başladı. Hatta çekinmeyen bazı müslümanlar bile bu olayı dillerine doladılar. Tam bir ay bu konuyu konuştular. Oysa daha duyulur duyulmaz itibar edilmemesi, reddedilmesi gereken iğrenç bir yalandı bu.
İnsan dehşete kapılıyor -bugün bile- nasıl olur da o günkü müslüman toplum havasında böyle bir yalan ilgi görebiliyor, gündemde kalabiliyor? Toplumun bünyesine nasıl bu kadar büyük bir etki yapabiliyor, tartışmasız olarak yeryüzünün en temiz ve en büyük kişileri olan insanlara büyük acılar çektirebiliyor?
Hiç kuşkusuz bu, Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- o günkü müslüman toplumun ve İslâmın giriştiği bir savaştı. Bu savaş son derece çetindi. Belki de Hz. Peygamberin zaferle çıktığı, büyük acılarının üstesinden geldiği, kişiliğinin vakarını, kalbinin yüceliğini ve sabrının güzelliğini koruduğu en çetin savaştı bu. Bu büyük iftiranın gündemde olduğu süre içinde sabrının tükendiğini, dayanma gücünün zayıfladığını gösteren tek bir söz işitilmemişti kendisinden. Oysa bu sırada çektiği acılar belki de hayatı boyunca karşılaştığı acıların en büyüğüydü. Bu iftiranın yayılması ile İslâmın karşı karşıya kaldığı tehlike tüm tarihi boyunca atlattığı en şiddetli tehlikeydi.
Şayet o gün her müslüman kalbine danışsaydı, işin içinden çıkacak, olumlu bir sonuç alacaktı. Fıtratının mantığına başvursaydı takınılacak doğru tavrı bulacaktı. İşte Kur'an, müslümanların sorunları karşılarken, o konuda hüküm vermek için ilk adım atılırken bu yönteme başvurmaları direktifini veriyor.
"O iftirayı işittiğinizde erkek-kadın bütün mü'minlerin kendileri hakkında hüsnü-zan besleyerek özlerine leke kondurmaya yanaşmayarak 'Bu apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi"
Evet uygun olanı buydu... Erkek-kadın bütün mü'minlerin kendileri hakkında hüsnü-zan beslemeleri, böyle bir bataklığa gireceklerine ihtimal vermemeleri daha doğru bir tutumdu. Peygamberlerinin tertemiz karısı ile kardeşleri mücahid sahabi de onlardandılar. Şu halde onlar hakkında hüsnü-zan beslemeleri daha iyi olacaktı. Çünkü kendilerine yakışmayan bir tavır Hz. Peygamberin karısına, hakkında iyilikten başka bir şey bilinmeyen arkadaşına da yakışmazdı. Nitekim Ebu Eyyüb halid b. Zeyd el-Ensari ve karısı -Allah onlardan razı olsun- böyle yapmışlardı. İmam Muhammed b. İshak'ın rivayetine göre: Ebu Eyyub'un karısı Ümmü Eyyüb "Ya Ebu Eyyüb., insanların Aişe -Allah ondan razı olsun- hakkında neler söylediklerini duydun mu?" der. Ebu Eyyub "Evet, duydum, ama yalandır. Sen böyle bir şey yapar mıydın ey Ümmü Eyyub?" der. Ümmü Eyyub "Hayr vallahi böyle bir şey yapmazdım" der. Bunun üzerine Ebu Eyyub "Oysa Allah'a andolsun ki Aişe senden hayırlıdır" der. İmam Mahmud b. Ömer ez-Zemahşeri "el-Keşşaf" adlı tefsirinde Ebu Eyyub el-Ensarinin Ümmü Eyyub'a şöyle dediğini nakleder: "Neler konuşuluyor görüyor musun?" Ümmü Eyyub "Şayet sen Safvan'ın yerinde olsaydın, Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- ırzına, namusuna kötü gözle bakar mıydın?"diye sorar. Ebu Eyyub "Hayır" der. Ümmü Eyyub: "Ben de Aişe'nin, -Allah ondan razı olsun- yerinde olsaydım Resulullah'a ihanet etmezdim. Oysa Aişe benden, Safvan da senden hayırlıdır" der.
Bu iki rivayet,bazı müslümanların kendilerine gelip, kalplerine çözüm için başvurduklarını, Aişe'ye ve müslümanlardan birine tartışmaya bile değmeyen ufak bir kuşkudan dolayı yakıştırılan Allah'a isyan, peygamberine ihanet ve fuhuş bataklığına yuvarlanma cürmünün işlenmiş olmasına ihtimal vermediklerini göstermektedir.
Olaylar karşısında Kur'an'ın uygulanmasını istediği yöntemin ilk adımı budur. Subjektif ve vicdani delille ilgili bir adım. Bu yönteme göre atılacak ikinci adım ise, objektif bir delil ve pratikte değeri olan bir belge istemektir:
"Bu konuda dört şahit göstermeleri gerekmez miydi? Madem ki, bu şahitleri gösteremediler o halde onlar, Allah katında yalancıların ta kendileridirler."
Makamların en üstünü, ırzların en temizi aleyhinde ortaya atılan bu furya bu kadar kolay, bu kadar rahat geçmemeliydi. Ortada bir kanıt bir tesbit yokken bu şekilde yayılmamalıydı. Bir gören, bir delil olmaksızın dillerde dolaşmamalıydı, ağızlarda gevelenmemeliydi?
"Bu konuda dört şahit göstermeleri gerekmez miydi?"
Bunu yapmadıklarına göre, yalancıdırlar onlar. Katında hiçbir sözün çarpıtılmadığı, hiçbir hükmün değişmediği, hiçbir kararın bozulmadığı yüce Allah nezdinde yalancıdırlar. Bu, onların hiçbir zaman aklanamayacakları, cezasını çekmekte kurtulamayacakları kalıcı, gerçek ve sürekli bir damgadır.
Bu iki adımdan... İşi kalbe havale etme, çözüm için vicdana başvurma adımı ile belge ve kanıtla ispat etme adımından... Evet o büyük iftira olayında müslümanlar bu iki adımdan habersizdiler. Hz. Peygamberin ırzını dillerine dolayanları kendi hallerine bıraktılar. Oysa bu büyük ve korkunç bir olaydı. şayet yüce Allah'ın onlara yönelik lütfu olmasaydı bütün toplum büyük bir felakete uğrayacaktı. İşte yüce Allah, bu acı dersten sonra bir daha asla böyle bir şey yapmamaları konusunda onları uyarıyor:
"Eğer dünyada ve ahirette Allah'ın size yönelik lütfu ve merhameti olmasaydı, yoğun dedikodu konusu yaptığınız bu iftiradan dolay büyük bir azaba çarpılırdınız."
Yüce Allah bu olayı yeni oluşmuş müslüman toplum hesabına acı bir ders olarak saydı. Onlara lütfunu ve merhametini göstererek çetin azabına çarptırmadı çünkü bu büyük bir azabı gerektiren bir eylemdir. Hz. Peygambere eşine, dostuna ve hakkında iyilikten başka bir şey bilmediği arkadaşına çektirdikleri azaba uygun bir azap. Müslüman toplum içinde yaylan ve yaygınlaşan kötülüğe, toplum hayatının dayanağı olan tüm kutsal değerlere bulaşan kötülüğe uygun bir azap. Münafık grubun bir ay boyunca mü'minlerin Rabblerine, peygamberlerine ve sıkıntıyla, kararsızlıkla ve bir türlü tatmin olmayan bir şaşkınlıkla kıvranan şahıslarına olan güvenlerini sarsmak suretiyle İslâm inanç sistemini temelinden sökmek için kurdukları iğrenç komploya uygun bir azap. Ne var ki, yüce Allah'ın lütfu acı bir dersten sonra yeni oluşmuş topluma ulaşıyor, rahmeti bu hatayı işleyenleri kuşatıyor...
Kur'an-ı Kerim dizginlerin koptuğu, ölçülerin bozulduğu, değerlerin karıştığı, temellerin ortadan kaybolduğu bu dönemin bir tablosunu çiziyor:
"Hani bu iftirayı dilden dile yayıyordunuz. Hakkında hiçbir bilgiye, sahip olmadığınız bu söylentiyi rastgele ağızlarınızda geveliyordunuz. Yaptığınız kötülüğü önemsiz sanıyordunuz. Oysa O, Allah katında ağır bir suçtu."
İçinde hafïfliğin şımarıklığın, sakınmazlığın, en önemli ve en tehlikeli konuları laubalilikle özensizlikle ele alma unsurlarının ön plana çıktığı bir tablodur bu.
"Hani bu iftirayı dilden dile yaşıyordunuz."
Düşünmeden, ölçüp biçmeden, doğruluğunu araştırmadan, dikkatle bakmadan bir dil diğerinden alıyordu Sanki sözler kulaklara uğramıyordu, kafalarına girmiyordu, kalplerde değerlendirilmiyordu. "Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız bu söylentiyi rastgele ağızlarınızda geveliyordunuz."
Ağzınızla söylüyordunuz, bilincinizle, aklınızla ve kalbinizle değil. Zihinlerde yer etmeden, akıllar tarafından algılanmadan ağızlarda gevelenen sözlerdir bunlar. "Yaptığınız kötülüğü önemsiz sayıyordunuz."
Resulullah'ın namusuna dil uzatmâyı onun eşinin ve ailesinin kalbini acılarla kıvrandırmayı, cahiliye döneminde bile namusuna dil uzatılmayan Ebubekir Sıddık'ın -Allah ondan razı olsun- ailesini lekelemeyi, mücahid bir sahabeyi suçlamayı, Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- masumluğuna, Rabbi ile olan bağlılığına ve Rabbinin ona yönelik gözetimine dokunmayı, bunları itham etmeyi "Önemsiz sanıyordunuz"... "Oysa O Allah katında ağır bir suçtur." Allah katında ağır ve önemli olan şeylerse, dağları yerinden oynatan yeri-göğü titreten ulu ve korkunç şeylerdir.
Aslında kalpler duyar duymaz bu dedikodudan kaçmalıydılar, bunu konuşmaktan bile kaçınmalıydılar, böyle bir şeyin sözkonusu edilmesine karşı çıkmalıydılar, peygamberini böyle bir duruma düşürmekten Allah'ı tenzih etmeliydiler, bu iftirayı bu temiz ve ulu atmosferden uzak bulundurmalıydılar.
"Onu işittiğiniz zaman 'Bu konuda konuşmak bize yakışmaz. Haşa Allah'a! Bu ağır bir iftiradır' demeniz gerekmez miydi?"
Bu mesaj kalplerin derinliklerine kadar nüfuz edince onları iyice sarsıyor; yeltendikleri suçun büyüklüğünün, yaptıkları işin iğrençliğinin farkına varmalarını sağlıyor. Tam bu sırada bir daha böylesine korkunç bir eyleme yeltenmemelerine ilişkin bir uyarı yer alıyor.
"Allah size öğüt veriyor ki, eğer mü'min iseniz, böyle bir hataya bir daha asla düşmeyesiniz."
"Size öğüt veriyor." Etkin bir terbiye metoduyla... Hem de dinleyip itaat etmeye, önemsemeye son derece uygun bir ortamda...Bunun yanında bir daha böyle bir şeye yeltenilmemesine ilişkin ifade de uyarı anlamını içermektedir. "Böyle bir hataya bir daha asla düşmeyesiniz diye Allah size öğüt veriyor."
Bunun yanında imanlarını bu öğütten yararlanmaya bağlamayı da gözardı etmiyor: "Eğer mü'min iseniz."
Çünkü bu işin iğrençliği bu şekilde kendilerine gösterilmişken ve bu tarzda uyarılmışlarken mü'minlerin böyle bir suçu yeniden işlemeleri buna rağmen mü'minlik sıfatını korumaları mümkün değildir: "Allah, aynı zamanda size ayetlerini ayrıntılı biçimde açıklıyor."
Alıntı ile Cevapla