Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 12:02   Mesaj No:3

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Hac Suresi Tefsiri

Bununla bayram ve teşrik günleri kesilen kurbanlar kastediliyor. Kur'an-ı Kerim kurban kesilirken Allah'ın isminin anılmasını öncelikle vurguluyor. Çünkü hava ibadet havasıdır, kurbandan maksat Allah'a yakınlaşmadır. Bu yüzden kurban kesme olayında Allah'ın adının anılması daha bir belirginleştiriliyor. Sanki, kurban kesmenin asıl hedefi budur, kurbanın kendisi hedef değildir, denmek isteniyor.
Kurban İsmail'in -selâm üzerine olsun- fidye ile kurtuluşunun anısıdır. Kurban Allah'ın ayetlerinden birinin Allah'ın kulları İbrahim'le İsmail'in Allah'a yönelik itaatlerinden birinin anısıdır. Bunun ötesinde bir sadakadır fakirleri doyurmak suretiyle Allah'a yakınlaşma aracıdır. Ayette işaret edilen hayvanlar ise deve, sığır, koyun ve keçidir.
"Bu hayvanların etinden hem kendiniz yiyin, hem de sıkıntı içinde bulunan yoksullara yediriniz."
Kurban bayramında kesilen kurbandan yenmesine ilişkin emir, bu etten yemenin serbestliğine işaret etmek ya da yemeye teşvik etmek amacına yöneliktir. Ama fakiri doyurmaya ilişkin emir, bu eylemin bir zorunluluk olduğunu göstermektedir. Belki de kurban sahibinin de kestiğini yemesinden maksat, bu etin temiz ve güzel olduğunu fakirlere göstermektir.
Kurban kesmekle birlikte ihramda bulunma süresi sona eriyor. Artık hacı saçını kesebilir ya da kısaltabilir. Koltuk altlarını tıraş edebilir. Tırnaklarını kesebilir, banyo yapabilir. Ama bunlar ihramlıyken yasaktır. Ayet buna şu şekilde değinmektedir:
"Sonra kirlerini giderip temizlensinler, adaklarını yerine getirsinler." Buradaki adak, haccın zorunluluklarından, biri olan kurbandan ayrı olarak adanan hayvanlardır.
"Ve bu tarihi evi (Kâ'be'yi) tavaf etsinler.
Bununla kastedilen Arafat dönüşü yapılan tavaftır. Ve bu hac ibadetinin son şiarıdır. Ama veda tavafından ayrıdır.
Ayette geçen "Beytulatik" bu dokunulmaz mescittir; Kâ'be'dir. Allah onu korumuştur ve hiçbir zorba onu yıkamayacaktır. İbrahim peygamberin -selâm üzerine olsun- döneminden beri hep ayaktadır, bundan böyle de ayakta bayındır kalacaktır.
İşte, dokunulmaz evin, kutsal Kâ'be'nin kuruluş hikâyesi.. Ve işte bu evin dayandığı temel... Yüce Allah bu evi tevhid temeline dayalı olarak kurmasını ve şirkten arındırmasını emretmiştir dostu İbrahim'e. İnsanları Allah'ın adını anmak -düzmece tanrıların adını değil- onun rızık olarak bahşettiği çeşitli hayvanlardan dolayı şükretmek için bu evi ziyaret etmeye çağırmasını emretmiştir. İnsanlar gelsinler Allah'ın rızık olarak bahşettiği hayvanlardan yesinler, Allah adına -başkasının adına değil- fakirleri doyursunlar diye. Burası dokunulmaz evdir. Allah'ın koyduğu dokunulmaz prensiplerdendir. Bunun yanında kanın dokunulmazlığı, antlaşma ve sözleşmelerin saygınlığı barış ve güvenliğin korunması da gözetilmesi gereken hususlardır.



30- İşte böyle. Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse bu tutum Rabb'inin katında kendisi için hayırlıdır. Tek tek sayılarak yasaklananlar dışındaki bütün hayvanlar size helâl kılındı. Artık o pis putlardan ve yalan sözden kaçınınız.


31- Allah'ın birliğini onaylayan kimseler olunuz, O'na ortak koşmayınız. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki gökten yere düşmüş de kuşlara yem olmuş ya da rüzgâr tarafından sürüklenerek ıssız bir köşeye atılmış gibi olur.

Allah'ın koyduğu yasaklara saygı göstermek, onları önemsemek, onları çiğnememeyi gerektirir. Allah katında budur iyilik. Vicdan ve duyu alemi için, hayat ve pratik dünya için iyiliktir. Çünkü Allah'ın yasaklarını çiğnemekten kaçınan vicdan, kötülüklerden arınan bir vicdandır. Allah'ın koyduğu yasakların gözetildiği bir hayat insanların azgınlık ve düşmanlıktan emin oldukları bir hayattır. Bu hayatta insanlar huzur ortamında, barış yurdunda, güvenlik bölgesinde yaşarlar.
Müşrikler -Bahira, Saibe, Vasile ve Hami- gibi birtakım hayvanların etlerini yasaklayıp onlara dokunulmazlık tanımış olsalar bile bunlar, Allah'ın koyduğu yasaklar değildir. Üstelik onlar böyle yapmakla Allah'ın yasaklarını çiğniyorlar. -Çünkü ayet, Allah'ın yasakladıklarının dışında hayvanların helâl oluşundan söz ediyor- Allah'ın yasakladıkları ise, murdar, kan, domuz eti ve Allah'dan başkası için kesilen diğer hayvanlardır. "Tek tek sayılarak yasaklananlar dışındaki bütün hayvanlar size helal kılındı."
Bununla Allah'dan başka hiç kimsenin birtakım yasaklar tesis etmemesi, Allah izin vermedikçe hiç kimsenin kanun koymaması, Allah'ın şeriatının dışında herhangi bir düzmece yasa ile insanları yönetmemesi kastediliyor.
Hayvanların helal oluşunun belirtilmesi münasebetiyle putların pisliğinden uzak durulması emrediliyor. Müşrikler bu putlar için kurban keserlerdi: Ve bu davranışları bir pislikti. İnsan ruhu için bir pislik, bir lekedir. Allah'a ortak koşmak vicdanı yaralayan kalpleri kirleten bir pisliktir. Vicdanların ve kalplerin temizliğini, arılığını, lekeler. Pisliğin giysi ve yerleri lekelediği gibi.
Çünkü şirk, Allah'a iftira etmektir, yalan söylemektir. Bu yüzden yüce Allah her türlü yalan sözü söylemekten sakındırıyor.
"Artık o pis putlardan ve yalan sözden kaçınınız."
Ayet, yalan sözü, Allah'a ortak koşma eylemi ile birlikte sözkonusu etmekle yalan sözün kötülüğünü daha bir vurgulamaktadır. İmam Ahmed Fatik el Esedil'den şöyle rivayet eder:
Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- "Haydi sabah namazı" dedi. Namazı bitirdikten sonra ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: "Yalan şahitlik ulu ve üstün iradeli Allah'a ortak koşmakla bir tutuldu" sonra bu ayeti okudu."
Yüce Allah insanların her türlü şirkten uzaklaşmalarını, tüm yalan sözlerden kaçınmalarını, dosdoğru ve katışıksız tevhid çizgisini izlemelerini istiyor:
"Allah'ın birliğini onaylayan kimseler olunuz, O'na ortak koşmayınız." Sonra ayet son derece sert bir sahneyi canlandırıyor. Bu sahnede, ayakları tevhidin ulu ufuklarından kayan, şirkin bataklığına doğru yuvarlanan birinin durumu tasvir ediliyor. Ve bu adam birdenbire kayboluyor, dağılıp gidiyor, bundan önce hiç olmamış, yaşamamış gibi...
"Kim Allah'a ortak koşarsa sanki gökten yere düşmüş de kuşlara yem olmuş ya da rüzgâr tarafından sürüklenerek ıssız bir köşeye atılmış gibi olur." Bu, çok yüksek bir yerden boşluğa doğru yuvarlanmanın sahnesidir! "Sanki gökten düşüyor gibi."
Bir göz açıp kapama anı gibi kısa bir zamanda paramparça oluyor. "Kuşlara yem olmuş."
Ya da rüzgâr alıp onu gözden uzak bir yere savuruyor. "Ya da rüzgâr tarafından sürüklenerek ıssız bir köşeye atılmış gibi olur."
Uçsuz bucaksız bir boşlukta, yuvarlanıp gider.
Burada, dikkati çeken şey, sahnenin sertliğinin, ifadedeki "fa" harfi ile sağlanan hızlı sıralanışın yanında hareketin çabukluğudur. Özellikle gökten boşluğa doğru düşen adamın kuşlar tarafından kapılıp götürülmesini dile getiren ifade bunun en somut örneğidir. Bu da Kur'an-ı Kerim'de başvurulan tasvirli ifade tarzının örneklerinden biridir.
Aslında bu, Allah'a ortak koşanların durumunu dile getiren gerçek bir tablodur. Onlar da imanın yüce ufuklarından yokluğa, uçsuz bucaksız bir boşluğa doğru yuvarlànırlar. Çünkü insanın kendine güven duymasını sağlayan sağlam temeli kaybederler. Bu temel tevhiddir. Sığınabilecekleri güvenlik yurdunu yitirirler. Dolayısıyle sınırsız arzular, bitmez tükenmez ihtiraslar kapıp götürür onları. Rüzgârın sürüklemesi gibi asılsız kuruntular, karanlık bir boşluğa doğru sürükler onları. Çünkü sağlam bir kulpa bağlanmamışlar, sarsılmaz bir temele; kendilerini içinde yaşadıkları varlıklar alemine bağlayacak bir temele dayanmamışlar.

ALLAH'IN EMİRLERİNE SAYGI GÖSTERENLER

Arkasından surenin akışı Allah'ın koyduğu yasaklardan sakınmalarını onları çiğnemekten kaçınmak suretiyle bu yasaklara önem vermelerini, Allah'ın belirlediği şiarlara saygı göstermelerini istiyor. Bunlar hacda kesilen kurbanlardır. Semizleştirmek, fiyatlarını yükseltmek suretiyle gereken değeri vermek gerekir.



32- Bu böyledir. Kim Allah'ın emrettiği ibadet biçimlerine saygı gösterirse hiç kuşkusuz bu saygı kalplerdeki takvadan kaynaklanır.


33- Kurbanlık hayvanlar belirli bir süreye kadar size yararlı olur, sonra varacakları yer o tarihi evdir. (Beytullah'tır.)

Ayet, hacıların kestiği kurban ile kalplerde yer eden takva duygusunu birbirine bağlıyor. Çünkü hacda yerine getirilen özel ibadetlerin ve şiarların esas gayesi kalplerde takva (Allah korkusu) duygusunu uyandırmaktır. Zaten hac mevsiminde yerine getirilen özel ibadetler ve şiarlar evin Rabb'ine yönelişden, O'na itaat etmeyi somutlaştıran sembolik davranışlardan başka bir şey değildir. Bu davranışlar, özünde Hz. İbrahim'den bu yana yaşanan anıları barındırmaktadır; Allah'a itaat etme, O'na dönme, bu müslüman ümmet ortaya çıktıktan bu yana somutlaşan Allah'a yönelişin anıları. Dolayısıyla hac mevsiminde yerine getirilen özel ibadetler, uygulanan sembolik davranışlar dua ile, namaz ile aynı değere sahiptirler.
İhramlı günlerin bitmesi ile birlikte kurban edilmek üzere getirilen bu hayvanlardan sahipleri yararlanabilir. Gerektiğinde biner, gerektiğinde sütünü sağar, içer. Ta ki, yerine, yani bu kutsal eve ulaşana kadar. Sonra bu kurbanları keser ve onlarla fakirleri doyurur.
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- döneminde müslümanlar kurban seçimine büyük özen gösterirlerdi. En semizini, en pahalısını seçerlerdi. Bununla da Allah'ın şiarlarını yücelttiklerini, O'ndan korktuklarını vurgulamış olurlardı. Abdullah b. Ömer -Allah onlardan razı olsun- şöyle rivayet eder; Hz. Ömer'e soylu bir deve hediye edildi. Değeri de üçyüz dinardı. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yanına gelerek "Ya Resulullah bana soylu bir deve hediye edildi. Değeri de üçyüz dinardır. Onu satıp yerine bir başka deve veya sığır alabilir miyim? dedi. Peygamberimiz: "Hayır onu kurban et" dedi.
Hz. Ömer kendisine hediye edilen ve üçyüz dinar değer biçilen bu soylu devenin parasını almak istemiyordu. Esas amacı onu satıp yerine daha çok deve veya sığır kurban etmekti. Ama Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- değerinin yüksekliğinden ve güzelliğinden dolayı o soylu deveyi kurban etmesini istemiş, onu satmasını hoş karşılamamıştı. Halbuki Hz. Ömer'in almak istediği hayvanların eti daha fazla olurdu. Ama şuur açısından değerleri azdır. Çünkü önemli olan duygulardaki değerdir. `Şüphesiz ki bu kalplerin takvasındandır."
Hz. Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- Hz. Ömer'e "O değerli deveyi kurban et" derken bu anlamı vurgulamak istemişti. Evet o değerli deveyi kurban etmesini istemişti, başkasını değil.

ALLAH'IN ADI ANILDIĞINDA KALBİ ÜRPERENLER

Kur'an-ı Kerim kurbanların değişik toplumlarda yaygın olduğunu dile getirmektedir. Ama İslâm, kurban ibadetini gerçek merciine, yani yüce Allah'a yöneltmiştir.



34- Biz her ümmete kurban kesmeyi, ibadet olarak emrettik. Amaç, Allah'ın insanlara rızık olarak sunduğu hayvanları keserken O'nun adını anmaktır. İlahınız tek ilahtır, yalnız O'na boyun eğiniz. Ey Muhammed, alçak gönüllü saygılıları müjdele.


35- Onlar ki, yanlarında Allah'ın adı anıldığında kalpleri ürperir, başlarına gelen belalara karşı sabrederler, namaz kılar ve kendilerine verdiğimiz rızıkların bir bölümünü Allah yolunda harcarlar.

İslâm duygu ve yönelişleri birleştirir ve hepsini birlikte Allah'a yöneltir. Bu yüzden bilinç ve uygulamayı, enerji ve ibadeti, hareket ve alışkanlıkları bu biricik noktaya yöneltmeye çalışır. Böylece tüm hayat onun boyası ile boyanır.
Bu noktadan hareketle Allah'dan başkası adına kesilen hayvanlar haram kılınmış, üzerlerine Allah'ın adının anılması zorunluluğu getirilmiştir. Amaç, Allah'ın adının anılmasını en belirgin hedef yapmaktır. Sanki bu hayvanlar Allah'ın adını anmak için kesilirler:
"Biz her ümmete kurban kesmeyi, ibadet olarak emrettik. Amaç, Allah'ın insanlara rızık olarak sunduğu hayvanları keserken O'nun adını anmaktır."
Bunun üzerine ilahlığın tek ve ortaksızlığının vurgulanması "İlahınız tek ilahtır" ve sadece O'na teslim olunması; "yalnız O'na boyun eğin" değerlendirmesi yapılıyor. Kuşkusuz bu baskı ve zorlama ile sağlanan bir teslimiyet değildir. Bu içten gelen ve istekle yerine getirilen bir teslimiyettir.
"Ey Muhammed alçak gönüllü saygılıları müjdele. Onlar ki yanlarında Allah'ın adı anıldığında kalpleri ürperir."
Sadece Allah'ın adının anılması ile vicdanlarını ve duygularını bir ürperme alır.
"Başlarına gelen belalara karşı sabrederler."
Yüce Allah'ın onlar hakkında önceden belirlediği kadere karşı çıkmazlar.
"Nâmazı kılarlar."
Onlar gerçekten Allah'a kulluk ederler.
"Ve kendilerine verdiğimiz rızıkların bir bölümünü Allah yolunda harcarlar."
Sahip oldukları şeyleri Allah yolunda harcamak konusunda cimrilik yapmazlar.
Bu şekilde inanç ile sembolik ibadetler arasında bir ilgi kuruluyor. Çünkü bu sembolik ibadetler inançtan kaynaklanıp ona dayanmaktadırlar. Sembolik ibadetler, inancın somut ifadesi, onun belirtisidirler. Önemli olan bütün hayatın, hayatta ortaya konan tüm davranışların bu boya ile boyanmasıdır. Böylece hareketle yöneliş birleşmiş olur. İnsan ruhu birbirinden farklı yönler arasında parçalanmamış olur.
Surenin akışı, kurbanlık deve ve sığırların kesilmesi ile yerine getirilen hacca özgü sembolik ibadetleri açıklarken yine bu anlamı ön plana çıkarıyor, onu vurguluyor.



36- Büyükbaş hayvan kurban etmeyi de Allah'ın size emrettiği ibadet biçimlerinden saydık. Onlar size çeşitli yararlar sağlarlar. Ön ayaklarını bağlayarak onları boğazlarken Allah'ın adını anınız. Yan üstü düşüp öldüklerinde, etlerinden hem kendiniz yiyiniz, hem de isteyene ve istemeyene yediriniz. Şükredesiniz diye o hayvanları böylece yararınıza sunduk.


37- Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan şey, sadece gönlünüzdeki Allah saygısıdır, takvadır. Bu şekilde onları yararınıza sunduk ki, sizi doğru yola ilettiği gerekçesi ile Allah'ın yüceliğini dile getiresiniz. Ey Muhammed, iyi ameller işleyenleri müjdele.

Burada özellikle kurbanlık deve ve sığırlardan sözedilmesi, kurbanlık hayvanların en büyükleri olmalarındandır. Yüce Allah'ın bunlarla insanlar için iyilik dilediği vurgulanıyor. Çünkü canlı iken bunlara binilir, sütleri sağılır. Kurban edilirken de hem fakirlere, dağıtılır, hem de yenilir. Yüce Allah'ın bu hayvanları onlar için bir iyilik aracı kılmasının karşılığıda, üzerlerinde Allah'ın adını anmaları, kesilmek üzere ayakları bağlandığı zaman sadece Allah'a sunmalarıdır.
"Ön ayaklarını bağlayarak onları da boğazlarken Allah'ın adını anınız."
Develer bir ayakları bağlanarak üç ayak üzerinde duracak şekilde kesilirler.
"Yanüstü düşüp öldüklerinde."
Tamamen yere yıkılıp can verince sahiplerinin yemesinde bir sakınca yoktur. Ayrıca istemeyen gözü tok fakirlerle, istemek zorunda kalan fakirler de bunlardan yer. Gerek canlıyken, gerekse kesildikten sonra kendileri için takdir edilen iyiliklere şükretsinler diye yüce Allah bu hayvanları insanların hizmetine vermiştir.
"Şükredersiniz diye o hayvanları böylece yararınıza sunduk."
Mü'minler bu hayvanları kurban etmekle emrolundukları zaman
"Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır."
Kuşkusuz kan ve et yüce Allah'a ulaşmaz. Kalplerde yer eden Allah korkusu (Takva duygusu) ve kalplerin yönelişleri O'na ulaşır. Sapık ve iğrenç şirk bataklığına dalmış Kureyş müşriklerinin putlarını, düzmece tanrılarını kurbanların kanlarına bulaştırmaları gibi çirkin şeyler geçerli değildir İslâmda.
"Bu şekilde onları yararınıza sunduk ki, sizi doğru yola ilettiği gerekçesi ile Allah'ın yüceliğini dile getiresiniz."
Yüce Allah kendisinin birliğini size göstermiştir. Sizi kendisine yöneltmiştir. Rabb ile kul arasındaki bağın, hareketle yöneliş arasındaki ilginin gerçeğini kavramanızı sağlamıştır.
"Ey Muhammed, iyi ameller işleyenleri müjdele."
İyi bir düşünceye, iyi bir bilince sahiptirler. En iyi şekilde Allah'a ibadet ederler. Hayatta sergiledikleri tüm davranışlarda Allah'a olan bağlılıklarını her zaman gözönünde bulundururlar.
Böylece, müslümanın hayatı boyunca attığı hiçbir adım, gece-gündüz sergilediği hiçbir hareket yoktur ki, Allah'ı gözetmemiş olsun, kalbi O'nun korkusuyla ürpermemiş olsun, O'na eğilim göstérmemiş, O'nun hoşnutluğunu istememiş olsun. Böylece hayat bütünüyle ibadet olur. Yüce Allah'ın kulları yaratmadaki iradesi gerçekleşir. Gökteki bir sebebe bağlı olan yeryüzündeki hayat böyle ıslah olur.

ALLAH İMAN EDENLERLE BERABERDİR

Hac dönemine özgü sembollerle ibadetleri, insanları Allah'ın yoluna girmekten alıkoyanlara karşı savunmak, korumak gerekir. İnsanları Allah'ın yoluna girmekten alıkoyanların inanç ve ibadet özgürlüğüne, mabetlerin ve şiarların kutsallığına saldırmalarına engel olmak bir zorunluluktur. İnanç temeline dayalı, Allah'a bağlı ve insanlık için hem dünya hem de ahiret iyiliğinin garantisi olan hayat sisteminin egemen olması için çalışan, sadece Allah'a kulluk eden mü'minlerin yeryüzünde üstünlük sağlamaları zorunludur.
İşte bunun için yüce Allah, hicretten sonra, müslümanların hem kendilerini hem de inanç sistemlerini tehdit eden ve katlanılmaz boyutlara ulaşan müşrik saldırılarına karşı müslümanlara, savaşma izni vermiş, hem kendileri hem de başkaları için Allah'ın dininin gölgesinde inanç ve ibadet özgürlüğünü sağlamaya çalışmalarını emretmiştir. Ayrıca aşağıdaki ayetlerde açıkladığı şekliyle inanç sistemlerinin öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmeleri koşuluyla kendilerine zafer ve üstünlük bahşedeceğine söz vermiştir.



38- Hiç kuşkusuz Allah mü'minleri destekler, savunur; yine hiç şüphesiz Allah hiçbir emanetine hıyanet edeni ve nankörü sevmez.


39- Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır. Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter.


40- Onlar sırf "Rabb'imiz Allah'dır" dediler diye haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah bir kısım insanları diğer bir bölümü aracılığı ile savmasaydı nice manastır, havra ve içlerinde Allah'ın adı, çokça anılan cami yıkılıp giderdi. Kim Allah'a yardım ederse bilsin ki Allah da mutlaka kendisine yardım edecektir. Hiç şüphesiz Allah güçlü ve üstün iradelidir.


41- Onlar ki, eğer biz kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar. Her şeyin akıbeti Allah'a aittir.

Kuşkusuz kötülük ve sapıklık güçleri şu yeryüzünde hareket etmektedirler. İyilikle kötülük, hidayetle sapıklık arasındaki savaş ise kesintisiz sürmektedir. Yüce Allah'ın insan türünü yarattığı günden beri iman ve zorbalığın, despotluğun güçleri arasında sürekli bir çarpışma vardır.
Kuşkusuz kötülük özü itibariyle serkeştir, azgındır. Batıl vurucu silahlara sahip olur. Hiçbir şeyden sakınmadan her şeyi ezip geçer. Korkmadan öldürücü darbeler indirir. Eğer insanlar iyiliği örüp, ona yönelecek olurlarsa onları bundan vazgeçirebilir. Kalplerini gerçeğe açacak olurlarsa çeşitli baskı yöntemlerine başvurarak buna engel olabilir. Şu halde imanın, iyiliğin, gerçeğin kendisini baskılardan koruyacak, vazgeçirme girişimlerinden uzak bulunduracak, yolun dikenlerinden ve düşman oklarından sakındıracak bir güce sahip olması kaçınılmazdır.
Yüce Allah imanın, iyiliğin ve gerçeğin zorbalık, kötülük ve batıl güçleri karşısındaki savaşta yalnız kalmalarını ve sadece imanın ruhlardaki gücüne, gerçeğin fıtri üstünlüğüne, iyiliğin kalplerdeki köklülüğüne dayanmalarını istememiştir. Çünkü batılın sahip olduğu maddi güçler kalpleri sarsabilir, ruhları yanıltabilir, fıtratları kararsız kılabilir. İnsan sabrının, direncinin bir sınırı vardır. İnsanın katlanma gücünün kapasitesi sınırlıdır. İnsan gücünün tükendiği belli bir nokta vardır. İnsanların kalplerini ve ruhlarını ve kapasitelerini en iyi yüce Allah bilir. Bunun için mü'minleri imandan vazgeçirme amaçlı baskılarla başbaşa ve yalnız bırakmamıştır. Direniş için hazırlıklı almalarını, savunmalarını geliştirmelerini, cihat için, araç ve gereç bulundurmalarını emretmiştir. Ancak bu durumda onlara düşmanı püskürtmek için savaş iznini vermiştir.
Savaşa çıkmadan önce onlara, savunmalarını üstlendiğini, kendi himayesinde olduklarını bildirmiştir.
"Hiç kuşkusuz Allah mü'minleri destekler, savunur."
Yüce Allah kâfir oldukları ve ihanet ettikleri için mü'minlerin düşmanlarını sevmediğini, bu yüzden onların kesinlikle yardımsız bırakılacaklarını bildirmiştir:
"Hiç şüphesiz Allah hiçbir emanetine hıyanet edeni ve nankörü sevmez."
Yine yüce Allah mü'minlerin savunmayı hakettiklerine güvenlikte olacaklarına hükmetmiştir. Bunu edebi açıdan, zulme uğramış, saldırgan olmayan ve şımarmayan kişiler oldukları için hakettiklerini ifade etmiştir.
"Saldırıya uğrayan mü'minlere savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır."
Bunun yanısıra Allah'ın kendilerini koruyacağından ve kendilerine yardım edeceğinden emin olmalarını da vurgulamıştır:
"Hiç kuşkusuz Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter."
Sonra mü'minlerin savaşa girmeleri için önemli bir gerekçeleri de vardır. Çünkü onlar büyük bir insanlık görevi üstlenmişlerdir. Bu büyük görevin iyiliği sadece kendilerine dokunmaz, bunun yanında bütün mü'min cephe bu iyilikten yararlanır. Bu aynı zamanda inanç ve ibadet özgürlüğünün de garantisidir. Üstelik onlar zulme uğramışlar, haksız yere yurtlarından çıkarılmışlar:
"Onlar sırf `Rabb'imiz Allah'dır' dediler diye haksız yere yurtlarından çıkarıldılar."
Bu söz; "Rabb'imiz Allah'dır" sözü, söylenen en doğru sözdür. Söylenmesi gereken en gerçek sözdür. Onlar sadece bu sözü söyledikleri için yurtlarından çıkarılmışlar. Çünkü bu söz saldırgan zorbalar açısından, şüpheye yer bırakmayan kesin isyankârlığın ifadesidir. Ama bu, haksızlığa uğrayanlar açısından her türlü kişisel hedeften soyutlanmanın ifadesidir. Onlar yalnız ve yalnız inançlarından dolayı yurtlarından çıkarılmışlar. Şu yeryüzü nimetlerinden biri uğruna başlatılan bir mücadele değildir bu. İnsanların ihtiraslarını kamçılayan, çıkar çatışmalarına neden olan, değişik eğilimlerin, karşıt isteklerin sahnelendiği dünya değerleri için bir çarpışma değildir bu.
Bütün bunların ötesinde genel kural yer alıyor; inancın savunulması gereği evrensel bir kural olarak vurgulanıyor!
"Eğer Allah bir kısım insanları diğer bir bölümü aracılığı ile savmasaydı, nice manastırlar, havra ve içlerinde Allah'ın adı çokca anılan cami yıkılıp giderdi."
Manastırlar, rahiplerin içinde ibadet etmek amacıyla inzivaya çekildikleri yerlerdir. Havralar ise yahudilerin ibadet yerleridir. Mescidler de müslümanların içinde ibadet ettikleri yerlerdir.
Bunların tümü -kutsallıklarına ve Allah'a ibadet için ayrılmış bulunmalarına rağmen- her zaman yıkılma ile karşı karşıya kalırlar. Çünkü batıla göre buralarda Allah'ın adının anılmış olması bir ayrıcalık sayılmaz. Bazı insanların, bazısının saldırılarını püskürtmelerinin dışında hiçbir şey buraları yıkılma tehlikesinden koruyamaz. Yani inancı koruyanların, inancın saygınlığını tanımayan, inancı benimseyenlere haksızlık eden düşmanları savmaları buraları yıkılmaktan korur. Çünkü batıl şımarıktır. Kendisine saldıran, kendisini püskürten denk bir kuvvetle karşılaşmadıkça azgınlığından vazgeçmez, saldırganlığından geri kalmaz. Hakkın sırf hak oluşu düşmanların ona saldırmasına engel oluşturmaz. Aksine hakkı koruyan, onu savunan bir gücün bulunması zorunluluktur. İnsan bu özelliklere sahip bildiğimiz insan olduğu sürece değişmez genel bir kuraldır bu.
Şu kelimeleri az ama anlamları derin ayetler üzerinde ve bunların ötesinde hem ruhlar dünyasında hem de hayatta yer alan bazı sırların üzerinde durmamız gerekir.
Yüce Allah, müşriklerin savaş açtığı, batıl ehlinin saldırısına uğrayan kimselere kendilerini savunma amacı ile savaşma iznini verirken, "Allah'ın mü'minleri savunacağını ve kendilerine saldıran hain kâfirleri sevmediğini" ifade ederek başlıyor:
"Hiç kuşkusuz Allah mü'minleri destekler, savunur; yine hiç şüphesiz Allah emanetine hıyanet edeni ve nankörü sevmez.
Buna göre yüce Allah mü'minleri düşmanlarına karşı savunacağını garanti etmiştir. Yüce Allah kimi savunursa o, kesinlikle düşmanlarının vereceği zarardan korunmuş demektir. Ve o kesinlikle düşmanından üstündür. Peki niçin onlara savaş izni veriyor? Niye üzerlerine cihad farz kılınıyor? Neden kendilerine savaş izni veriliyor da bu yüzden öldürülüyorlar, yaralanıyorlar, büyük eziyetler, meşakkatler çekiyorlar? Halbuki sonuç bellidir. Ve yüce Allah, hiçbir zorluk, hiçbir meşakkat çekmelerine, büyük fedakârlıklara, dayanılmaz acılara, öldürme ve savaşlara katlanmalarına gerek kalmadan bu akıbeti gerçekleştirebilir?
Verilecek cevap şudur: Bu konudaki yüce Allah'ın hikmeti son derece yücedir. En kesin kanıt onun katındadır. Ama insan olarak bizim bu hikmetten kavradığımız, bilgi ve deneyimler sonucu aklımızın ve kavrama yeteneğimizin çıkardığı sonuç şudur: Yüce Allah mesajını yüklenen ve onu koruma pozisyonunda olan kimselerin beceriksiz "tembeller" olmalarını dilememiştir. Büyük bir vurdumduymazlıkla yangelip yatan, bir sıkıntıya uğradıkları ya da bir saldırı ile karşı karşıya kaldıkları zaman, sadece namaz kılmak, Kur'an okumak ve Allah'a dua etmenin dışında hiçbir çaba sarfetmeden gayet kolay biçimde zafer kazanan kimseler olmalarını istememiştir.
Evet, namaz kılacaklardır. Kur'an okumaları, bollukta ve darlıkta dua ederek Allah'a yönelmeleri gerekecektir. Ama tek başına bu tür bireysel ibadetler onların Allah'ın mesajını omuzlamaya lâyık kimseler olmalarını sağlamaz. Bunlar savaş için önceden hazırladıkları azık, çarpışma esnasında kullanmak üzere depoladıkları gıda, batıla karşı koyarken güvenip dayandıkları cephane niteliğindedirler. Bunu, takva, iman ve Allah'a bağlılık duygularıyla arttırırlar.
Yüce Allah, mü'minlere yönelik savunmasının bizzat kendi elleriyle gerçekleşmesini, böylece savaş meydanında olgunlaşmalarını dilemiştir. Çünkü tehlikeyle karşı karşıya kaldığı, savmak ve savunmak durumunda olduğu, saldırgan kuvveti püskürtmek için var gücünü topladığı durumların dışında, insanın bünyesinde yeralan potansiyel enerji her zaman uyanıp harekete geçmez. Bu durumda insanın bedensel yapısında yeralan her hücre rolünü oynamak için kendisine bahşedilen yetenekleri devreye sokar, ortak operasyon için diğer hücrelerle dayanışma içine girer, sahip olduğu yetenekleri son noktaya kadar kullanır, özünde barındırdığı gücü sonuna kadar harcar. Kendisi için takdir edilen en son noktaya, kendisi için hazırlanan kemal derecesine ulaşır.
Allah'ın davasını yüklenen bir ümmetin tüm hücrelerinin uyanması, tüm güçlerinin toplanması, tüm yeteneklerinin işlevini yerine getirir durumda olması, tüm enerjilerinin biraraya gelmesi gerekmektedir. Bu ümmetin gelişmesini tamamlaması, olgunlaşması, bunun sonucunda da o büyük emaneti yüklenip gereğini yapması için bu bir zorunluluktur.
Uğruna hiçbir meşakkat çekilmeyen ve yan gelip yatan tembellerin elde ettiği kolay bir zafer insanın işaret ettiğimiz yetenek ve enerjilerinin ortaya çıkmasına engel olur. Bu dùrumda bu enerji ve yetenekleri harekete geçiremez, onları kullanamaz.
Bunun yanısıra çabuk ve kolay elde edilen bir zaferin kaybolup gitmesi de kolay olur. Birincisi, böyle bir zaferin değerinin ucuz olması ve uğruna büyük fedakârlıkların çekilmemiş olmasıdır. İkincisi böyle bir zaferi elde edenler, bunu korumak için tüm güçlerini kullanmazlar, onu kazanmak için enerjilerini toplayıp devreye sokmazlar. Onu savunmak için yeteneklerini, enerji ve güçlerini toplayıp harekete geçirmezler.
Kuşkusuz burada zafer ve yenilgiden, hücum ve kaçıştan güç ve zayıflıktan ilerleme ve geriye çekilmekten, ayrıca bunlara eşlik eden duygulardan, arzu ve ızdıraplardan, ferahlık ve hüzünden, huzur ve bunalımdan zayıflığı ve güçlülüğü duyumsamadan kaynaklanan vicdanı bir eğilim, pratik bir alıştırma sözkonusudur. Bunun yanında, inanç ve toplum adına biraraya gelmek, kişisel duygulardan vazgeçmek, savaş anında, öncesinde ve sonrasında eğilimler arasında uyum sağlamak, zayıflık ve güçlülük noktalarını ortaya çıkarmak, her durumu gözönünde bulundurarak işleri planlamak... Evet bütün bunlar, davayı omuzlayan ve gereklerini yerine getirmek ve insanların ona uymasını sağlamak durumunda olan bir toplum için zorunludur.
Bütün bunlar ve bunların dışında sadece yüce Allah'ın bildiği hususlar nedeniyle yüce Allah mü'minlere yönelik savunmasının bizzat onların eliyle gerçekleşmesini ve uğruna hiçbir zorluğa katlanmadan gökten inen bir buluntu olmamasını dilemiştir. (Buna rağmen İslâm, savaşı başlı başına bir hedef olarak öngörmez. Ateşkesten ve saldırmazlıktan daha büyük ve daha Önemli bir amaç olmadığı sürece savaşa izin vermez. Kur'an-ı Kerim'de yeralan birçok ayette de vurgulandığı gibi İslâm'ın amacı barışı sağlamaktır. Ama haksızlık, zulüm, azgınlık ve düşmanlığın olmadığı bir barış... İnanç ve ibadet özgürlüğü, yönetiminde ve cezalandırmada adaletli olmak, mal ve serveti, hak ve sorumlulukları adilce paylaşmak, kişisel ve toplumsal olarak Allah'ın belirlediği sınırlar içinde hareket etmek gibi üstün insani değerlere karşı bir saldırı, bir tecavüz sözkonusu olduğu zaman... İşte bu değerlerden herhangi birine, herhangi bir şekilde, bir saldırı ve tecavüz ister bir fertten diğerine, ister bir fertten bir topluma, ister bir toplumdan bir ferde ya da topluma, ister bir devletten diğerine yönelik olsun, İslâm bu durumda böyle bir haksızlığa dayanan bir barışa razı olmayacaktır. Çünkü İslâma göre barış saldırmazlık ve statükoyu korumak değildir. İslâm göre barış, yüce Allah'ın kulları için belirlediği sistem dairesinde iyilik ve adaletin gerçekleşmesidir. (Daha geniş bilgi için "Ïslâm ve Dünya Barışı" kitabına bakınız.)
Zulme uğrayan ve "Rabb'imiz Allah'dır" demekten başka suçları olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarılanlara yönelik zafer kimi zaman gecikebilir. Kuşkusuz bu gecikme yüce Allah'ın dilediği bir hikmetten dolayıdır.
Zafer gecikebilir, çünkü ümmet henüz olgunlaşmamıştır, henüz gerekli eğitimi tamamlamamıştır. Bütün enerjilerini biraraya getirmemiştir. Bütün hücreler içlerindeki tüm güç ve yetenekleri son noktasına kadar belirleyip ortaya çıkarmak için. henüz biraraya gelip harekete geçmemişlerdir. Bu ümmet bu durumda olduğu halde zafer elde edecek olursa, uzun süre bu zaferi koruyacak güce sahip olmadığından çok çabuk yitirecektir elde ettiği zaferi.
Mü'min ümmet, gücünü son noktasına kadar kullansın, bütün birikimlerini harcasın, üstün ve değerli gördüğü her şeyi feda etsin, bunları Allah yolunda kolay ve ucuz harcamasın diye zafer gecikebilir.
Alıntı ile Cevapla