Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 12:19   Mesaj No:4

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Kehf Suresi Tefsiri

İşte Zülkarneyn, bu çamurlu su kaynağının çevresinde yaşamakta olan bir topluma rastlar:
"Ey Zülkarneyn, onlara istersen ceza ver, istersen kendilerine iyi davran" dedik.
Yüce Allah bunu Zülkarneyn'e nasıl söylemiştir? Acaba yüce Allah ona vahiy mi indirmiştir? Yoksa bu söz durumu anlatma amacına mı yöneliktir? Çünkü yüce Allah onu bu toplum üzerine egemen kılmış ve onlar üzerinde tasarrufta bulunma yetkisini ona vermiştir. Bununla sanki: "Onlara dilediğini yapabilirsin. İstersen onları cezaya çarptırabilirsin ya da onlara iyi davranabilirsin" demek istemiştir. Her ikisi de mümkündür. Çünkü ayeti hem öyle, hem de böyle anlamamızda herhangi bir engel yoktur. Önemli olan Zülkarneyn'in fethettiği ve yüce Allah'ın izniyle halklarının kendisine boyun eğdiği ülkelere yönelik uygulamalarda kabul ettiği prensiptir.
"Zülkarneyn, o topluma dedi ki; `Aranızdaki zalimleri cezaya çarptıracağız. Onlar ilerde Rabb"lerinin huzuruna vardıklarında eşi görülmemiş ağır bir azaba uğrayacaklardır."
"İman edip iyi ameller işleyenlere gelince, onları ödüllerin en güzeli beklemektedir. Böylelerine kolay işler buyuracağız."
Saldırgan zalimleri dünyada ağır bir cezaya çarptıracağını, bundan sonra onların Rabb'lerinin huzuruna döneceklerini ve orada insanların bundan önce hiç görmedikleri eşi görülmemiş bir azaba çarptırılacaklarını duyuruyor. İyi işler yapan mü'minleri, güzel bir ödülün, temiz bir karşılamanın, saygın bir yerin, yardım ve kolaylaştırmanın beklediğini bildiriyor.
İşte doğru ve iyi nitelikli bir egemenliğin temel prensibi budur. Çünkü iyi işler yapan bir mü'min, yönetici kimsenin yanında değer bulmalıdır. Kendisine kolaylık gösterilmelidir ve iyi bir ödül almalıdır. Haksızlık yapan zalimse cezaya çarptırılmalıdır, eziyet görmelidir. İyilik severleri, toplumda iyiliklerinin karşılığı olarak güzel bir ödüle, saygın bir yere yetiştirecek, onlara destek ve kolaylık sağlanmalıdır. Haksızlık yapanlar da kötülüğün cezasının verildiği, aşağılanma ve dışlanma ile karşılandığı bir toplumda kendilerini, iyi işler yaparak üretici olmak zorunda hissederler. Fakat ölçüler karıştığı zaman, bozguncular ve haksızlık yapanlar yöneticilere yakın oldukları, devlet kademelerinde önemli bir yer işgal ettikleri zaman, çalışanlar, iyi işler yapanlar dışlandıkları ya da sürekli baskı altında yaşadıkları bir ortamda yöneticilerin elindeki iktidar, insanlığın bozulmasına neden olan bir araca, zalimin elindeki bir kırbaca dönüşür. Toplumsal düzen yerini anarşizme, bozgunculuğa bırakır.
Sonra Zülkarneyn yeryüzüne egemen olmuş ve her türlü imkâna sahip olarak yeryüzünün batısına yaptığı seferden dönüyor ve bu defa yeryüzünün doğusuna doğru yolculuğa çıkıyor.



89- Arkasından yine bir sebebe sarılarak yola koyuldu.


90- Sonunda güneşin doğduğu yere varınca güneşi, öyle bir toplumun üzerine doğarken buldu ki, bu adamlar ile güneşin ışınları arasında hiçbir engel, hiçbir sütre koymamıştık.


91- İşte böyle, onun serüveni, bütün ayrıntıları ile bilgimizin kapsamı içindedir.

Güneşin battığı yer hakkında söylenenler, doğduğu yer için de geçerlidir. Zaten burada maksat, güneşin doğu ufkundan doğduğu zamanki görünüşüdür. Kur'an-ı Kerim Zülkarneyn'in vardığı ve güneşin doğuşunu gördüğü bu yeri belirlemiyor. Sadece bu yerin özelliğini ve orada bulduğu toplumun durumunu anlatıyor. "Sorunda güneşin doğduğu yere varınca güneşi, öyle bir toplumun üzerine doğarken buldu ki, bu adamlar ile güneşin ışınları arasında hiçbir engel, hiçbir sütre koymamıştık." Yani dümdüz bir araziye ulaşmıştı. Bu arazide güneş ışınlarının yansımasını önleyecek herhangi bir tepe ya da orman gibi bir şey yok. Bu yüzden güneş doğar doğmaz buradaki insanların üzerine doğuyordu. Bu nitelikler çölleri ve geniş ovaları andırıyor. Çünkü surenin akışı kesin şekilde yer tespitinde bulunmuyor. Bütün söyleyebileceğimiz buranın uzak doğuda herhangi bir yer olabileceğidir. Güneş hiçbir engelle karşılaşmadan direkt bu düz ve engebesiz araziye doğar. Burada kastedilen yerin Afrika'nın doğu sahillerindeki bir yer de olabilir. Aynı şekilde "Bu adamlar ile güneşin ışınları arasına hiçbir engel, hiçbir sütre koymamıştık." ifadesi ile, bu adamların çıplak dolaştıkları, güneşten korunmak için elbise giymedikleri de kastedilmiş olabilir.
Bilindiği gibi Zülkarneyn bundan önce yönetimde uyacağı prensibi açıklamıştı. Burada bu prensibin tekrar açıklanmasına gerek duyulmuyor. Aynı şekilde Zülkarneyn'in doğu seferindeki uygulamaları da açıklanmıyor. Çünkü bundan evvel yaptığı yolculuğundaki uygulamalardan bunu kestirmek mümkündür. Kuşkusuz yüce Allah, onun sahip olduğu bütün fikirleri ve gerçekleştirmek istediği bütün hedefleri çok iyi biliyordu.
Bu hikâyenin sunuş tarzındaki edebi ahenk üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Surenin akışı içinde sunulan sahne her şeyi ile açık ve ortada olan bir tabiat sahnesidir. Güneş hiçbir engelle, hiçbir sütre ile karşılaşmadan bu toplumun üzerine doğuyor ve öylece yükseliyor. Aynı şekilde Zülkarneyn'in vicdanı ve içinde sakladığı niyetleri bütünüyle Allah'ın kapsamlı bilgisine açıktır. Böylece Kur'ana özgü o incelikli ahenk yöntemi uyarınca tabiat sahnesi ile Zülkarneyn'in vicdanı arasında uyum sağlanıyor.



92- Arkasından yine bir sebebe sarılarak yola koyuldu.


93- Sonunda iki seddin arasına varınca setlerin berisinde nerede ise hiç söz anlamayan bir toplumla karşılaştı.


94- Bu adamlar "Ey Zülkarneyn, Ye'cuc ile Me'cuc bu yörede sürekli kargaşa çıkaran topluluklardır. Sana bir miktar mal versek, karşılığında onlar ile aramızda bir set yapar mısın?" dediler.


95- Zülkarneyn onlara dedi ki; "Rabb'imin bana bağışladığı güç, sizin bana vereceğiniz maldan daha hayırlıdır. Siz bana beden gücünüzle yardımcı olunuz da onlar ile aranıza aşılmaz bir sat çekeyim. "


96- "Bana demir parçaları getiriniz. " Getirdikleri demir parçalarının oluşturduğu yığını yanlardaki setlerin tepeleri ile aynı düzeye çıkarınca adamlara ' `körükleri çalıştırınız " dedi. Demir yığınını ateş haline getirince ' `Bana biraz erimiş bakır getiriniz de üzerine dökeyim " dedi.


97- Ye'cuc ile Me'cuc, bu setin ne üzerinden aşabildiler ve ne de bir yerinde delik açabildiler.


98- Zülkarneyn "Bu set, Rabb'imin rahmetidir. Fakat Rabb'imin belirlediği an gelince onu yerle bir eder. Hiç kuşkusuz Rabb'imin sözü gerçektir" dedi.

Biz, ne Zülkarneyn'in "iki set" arasında vardığı yer hakkında ne de bu iki setin nerede oldukları hakkında kesin bir şey söyleyemiyoruz. Ayetten bütün anladığımız, onun aralarında bir boşluk veya geçiş yeri bulunan iki doğal engel ya da sonradan yapılmış iki set arasındaki bir bölgeye vardığı ve orada "nerede ise hiç söz anlamayan" ilkel bir toplumla karşılaştığıdır. .
Onun güçlü bir fatih olduğunu görüp, gücünü yapıcı yönden kullanan iyiliksever biri olduğunu anladılar. İki engelin ötesinden üzerlerine saldıran, geçiş yerinden girip yurtlarını talan eden, aralarında bozgunculuğun yaygınlaşmasına neden olan, bu arada kendilerini savunarak engel de olamadıkları Ye'cuc ve Me'cuc'a karşı, aralarında topladıkları bir miktar mal karşılığında bir set yapmasını önerdiler.
Yeryüzünde bozgunculuğa karşı savaş açmış bulunan bu iyilik taraftarı hükümdar, daha önce açıkça duyurduğu iyiliği ve yapıcılığı öngören hayat sistemi uyarınca kendisine sunulan malı reddetti ve karşılıksız olarak seti yapmaya karar verdi. Bu arada seti yapmanın en kolay yolu iki doğal engel arasındaki geçidi kapatmak olduğunu düşündü. Bu amaçla, bu ilkel toplumdan maddi ve bedensel güçleriyle kendisine yardımcı olmalarını istedi: "Siz bana beden gücünüzle yardımcı olunuz da onlar ile aranızda aşılmaz bir set çekeyim", "Bana demir parçaları getiriniz." Onlar da demir parçalarını toplayıp iki engel arasındaki açıklığa yığdılar. Böylece iki doğal tepecik aralarına yığılan demir parçaları sayesinde birbiri ile bitişmiş gibi oldular. "Getirdikleri demir parçalarının oluşturduğu yığın yanlardaki setlerin tepeleri ile aynı düzeye çıktı." Bu yığın iki tepenin zirveleri ile aynı düzeye kadar yükseldi. Daha sonra Zülkarneyn demiri eritmek amacı ile tutuşturulmuş ateşe doğru "Adamlara `körükleri çalıştırınız' dedi." Demir yığını şiddetli alevin ve kızgınlığın etkisi ile "ateş haline gelince", "Bana biraz erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim dedi." Yani demir ile kaynaşıp karışması, böylece daha dayanıklı hale getirmesi için erimiş bakır getirin.
Bu yöntem demirin daha dayanıklı hale getirilmesi için yeni yeni kullanılıyor. Çünkü son dönemlerde belli oranlarda bakır katıldığında demirin daha sağlam ve daha dayanıklı olacağı ortaya çıkarılmıştı. İşte bu yöntemi yüce Allah Zülkarneyn'e göstermiş ve Allah'dan başka hiç kimsenin sayısını bilemediği yüzyıllar önce kullanılan bu yöntemi, modern beşeri bilimlerden çok önce ebedi kitabında tescil etmiştir.
Böylece iki doğal engel bitişti. Ye'cuc ile Me'cuc'un saldırı için kullandıkları yol da kapanmış oldu.
"Ye'cuc ile Me'cuc, bu setin ne üzerinden aşabildiler" yani tırmanamadılar. "Ne de bir yerinde delik açabildiler." Yani bir açıklık bulup içeri sızamadılar. Artık bu güçsüz ve ilkel topluma saldırmalarına imkân kalmamıştır. Onlar da kendilerini güvenlikte hissedip huzura kavuştular. (Tirmizi şehri yakınlarında `Demir kapı' adı ile bilinen bir set ortaya çıkarıldı. Onbeşinci yüzyıl başlarında Alman bilgini (Sıld Berger) buraya uğramış ve kitabında ondan sözetmişti. Aynı şekilde İspanyol tarihçi (Glawjo) 1403 yılındaki yolculuğunda buradan sözederek "Şehrin demir kapı olarak bilinen seti Semerkant ve Hindistan yolu üzerindedir" der. Zülkarneyn'in yaptığı set bu olabilir.)
Zülkarneyn kendi elleriyle gerçekleştirdiği bu büyük işe baktığında şımarmıyor, büyüklüğe kapılmıyor. Güç ve bilginin verdiği coşkuyla kendinden geçmiyor, zaferiyle sarhoş olmuyor. Tam tersine yüce Allah'ı anıyor, ona şükrediyor. Yüce Allah'ın başarmasını sağladığı bu iyi işi, ona bağlıyor. Allah'ın gücü adına kendi gücünü görmezlikten geliyor. İşi bütünüyle ona bırakıyor. Kıyamet gününden önce tüm dağların, engellerin ve setlerin un ufak olacağına, yeryüzünün engebesiz dümdüz bir yüzeye dönüşeceğine ilişkin inancını duyuruyor.
"Zülkarneyn `Bu set, Rabbimin rahmetidir. Fakat Rabb'imin belirlediği an gelince onu yerle bir eder. Hiç kuşkusuz Rabb'imin sözü gerçektir' dedi."
Bununla Zülkarneyn'in hayatından aktarılan bu bölüm son buluyor. Kuşkusuz Zülkarneyn, iktidarını iyi işler uğruna, yapıcı yönde kullanan hükümdarın güzel bir örneğidir. Yüce Allah, onu yeryüzüne egemen kılmış, her türlü sebebe sarılma imkânını eline vermişti. O da yeryüzünün doğusuna ve batısına seferler düzenlemiş ama zorbalık yapmamış, büyüklük taslamamıştı. Elindeki iktidarı kullanarak azgınlaşmamış, şımarmamıştı. Gerçekleştirdiği fetihleri, maddi kazanç için bir araç olarak kullanmamıştı. Fertleri, toplumları ve ülkeleri sömürmemişti. Fethettiği ülkelerde yaşayan insanlara köle muamelesi yapmamıştı. O ülkelerin halklarını, kendi amaçları ve ihtirasları uğruna kullanmamıştı. Gittiği her yerde adalet dağıtmıştı. Geri kalmış ilkel toplumlara yardımcı olmuş, hiçbir karşılık beklemeden düşmanlarını kovmuştu. Yüce Allah'ın kendisine bahşettiği güç ve iktidarı, yeryüzünün kalkınması, insanların ıslahı, haksızlığın bertaraf edilmesi ve hakkın gerçekleşmesi uğruna kullanmıştı. Sonra yüce Allah'ın kendi elleriyle gerçekleştirdiği bütün iyilikleri yüce Allah'ın rahmetine ve lütfuna bağlamıştı. Gücünün zirvesinde olduğu bir sırada bile yüce Allah'ın gücünü, ululuğunu en sonunda O'na döneceğini unutmamıştı.
Şimdi... Peki kimdir bu Ye'cuc ile Me'cuc? Şu anda nerdedirler? Durumları neydi, bundan sonra ne olacak?
Bu sorulara kesin bir cevap vermek güçtür. Çünkü Kur'anda ve bazı sahih hadislerde onlarla ilgili yeralan açıklamaların dışında herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Kur'an-ı Kerim bu konuda Zülkarneyn'in diliyle şu açıklamada bulunuyor: "Rabb'imin belirlediği an gelince onu yerle bir eder. Hiç kuşkusuz Rabb'imin sözü gerçektir."
Bu ayet, herhangi bir zaman belirtmiyor. Yüce Allah'ın vaadi seddi yerle bir etmesi anlamındadır. Bu da Tatar saldırıları, yeryüzünü istila edip devletleri yıkmaları ile birlikte gerçekleşmiş olabilir.
Bu konuyla ilgili Enbiya suresinde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Sonunda Ye'cuc ile Me'cuc'un önündeki set yıkıldığında bunlar bütün tepelerden akarak her tarafa yayılırlar." "Gerçek vaadin (kıyamet gününün) eşiğine gelindiğinde kâfirlerin bakışları dehşetten donakalır ve `Eyvah halimize! Biz bu anın geleceğinden gafil yaşadık, biz gerçekten zalimlerden olduk' derler." (Enbiya, 96-97)
Bu ayette Ye'cuc ile Me'cuc'un harekete geçmesi ile ilgili herhangi bir zaman belirlemiyor. Gerçek vaadin yaklaşması ise kıyametin yaklaşması anlamındadır. Bu da Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- döneminden itibaren gerçekleşmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de şöyle bir ifade vardır: "Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı" (Kamer 1) Yüce Allah'ın hesabındaki zaman insanlarınkinden farklıdır. Dolayısıyla kıyamet yaklaşması ile kopması arasında milyonlarca yıl ya da asır geçebilir. İnsanlar bunu çok uzun bir süre olarak görürler. Ama yüce Allah'a göre çok kısa bir süredir.
Şu halde bu setin "Kıyamet yaklaştı" denildiği an ile günümüz arasındaki zaman diliminde açılmış olması, dolayısıyla doğudan saldırıya geçen Moğol ve Tatar istilalarının Ye'cuc ile Me'cuc'un yayılması şeklinde yorumlanması mümkündür.
Bir de İmam Ahmed'in Süfyan es-Sevri'den, onun da Urve'den, onun da Zeynep binti Ebu Selemeden, onun da Habibe binti Ümmi Habibe binti Ebu Süfyan'dan, onun da annesinden, onun da Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- eşi Zeynep binti Cahş'tan rivayet ettiği sahih bir hadis var. Hz. Zeynep diyor ki: Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bir gün uykudan uyandığında yüzü kıpkırmızı olmuş ve şöyle diyordu: "Yaklaşan tehlikeden vay Araplar'ın haline, bugün (başparmağı ile şehadet parmağını halka yaparak) tıpkı bunun gibi Ye'cuc ile Mec'cuc'un önündeki set açıldı. "Ya Resulullah içimizdeki iyi insanlar olduğu halde yokolur muyuz?" dedim. "Evet kötü insanlar çoğalırsa" dedi.
Bu rüya onüç buçuk asır önce görülmüştür. Ondan sonra Tatar saldırıları baş göstermiş, Hülağu tarafından son Abbasi hükümdarı Mutasım'ın devrilmesi sonucu Abbasi halifeliğinin yıkılması ile birlikte Araplar'ın egemenlikleri yerle bir olmuştu. Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- gördüğü rüyanın yorumu bu olabilir. Hiç kuşkusuz bunu en iyi bilen yüce Allah'dır. Bütün söylediklerimiz görüşler arasından birini gerçeğe daha yakın bulmaktan ibarettir. Yoksa kesin bir şey söylüyor değiliz.
Ardından surenin akışına döndüğümüzde Zülkarneyn'in dile getirdiği Rabbinin gerçek sözü üzerine bir kıyamet sahnesi ile değerlendirme yapıldığını görüyoruz.



99- O gün biz insan yığınlarını önce dalgalanmaya bırakırız. Sonra Sur'a üflenince hepsini biraraya toplarız.


100- O gün cehennemi, kâfirlerin gözleri önüne dikeriz.


101- Dünyada onların gözlerini, bizi hatırlarına getirmelerini engelleyen bir perde örtmüştü ve kulakları da işitme yeteneğini yitirmişti.

Bu her renkten, her cinsten, her bölgeden, her kuşaktan ve her çağdan dirilip koşuşan insanların biraraya gelmesi ile meydana gelen hareketi gözler önüne seren bir sahnedir. Bu sahnede insanlar düzensiz ve özensiz olarak birbirlerine karışmışlar. Topluluğun itişip kakışması, tıpkı deniz dalgalarının üstüste binmesi gibidir. Birbirlerine girip karışmaları, deniz dalgalarının birbirine karışmasına benziyor. Sonra birden toplanıp düzene girmeleri için bir boru çalınıyor. "Sonra Sur'a üflenince hepsini biraraya toplarız." Ve işte hepsi sıraya girmiş, düzenli bir görünüm almışlar.
Sonra, gözlerinin önünde perde varmış, kulakları sağırmış gibi Allah'ın katından yüz çeviren kâfirlere cehennem sunuluyor. Ama bu sefer Allah'ın kitabından yüz çevirdikleri gibi cehennemden yüz çeviremiyorlar. Bugün cehennemden kaçamıyorlar. Yüce Allah gözlerinin önündeki perdeyi çekip kaldırmıştır. Dolayısıyla Allah'ın kitabından yüz çevirmelerinin, onun içerdiği gerçeği görmeyişlerinin tam karşılığı olan cezayı, olanca dehşetiyle görüyorlar!
Ayet, Kur'anın edebi ahenk yöntemi uyarınca hem sahnede hem de harekette Allah'ın kitabından yüz çevirme eylemi ile cehennemin sunuluşu arasında bir uyum oluşturuyor.
Bu karşılıklı eylemler acı veren bir azarlama, yakıcı bir alayla değerlendiriyor yapılıyor.

102- Kâfirler, beni bir yana bırakarak bazı kullarını önder edine

bileceklerini mi sandılar? Biz cehennemi, kâfirlere konaklama yeri olarak hazırladık.
Kâfirler Allah'ı bir yana bırakarak, onun kulu olan bazı yaratıkları yardımcı edinebileceklerini, bunların Allah'a karşı kendilerine yardım edebileceklerini, kendilerini Allah'ın azabına karşı savunabileceklerini mi sandılar? Şu halde bu sanılarının akıbetine katlansınlar. "Biz cehennemi kâfirlere konaklama yeri olarak hazırladık." Gelecek için hazırlanan bu konaklama yeri, ne dehşet vericidir. Çaba sarf etmeye ve beklemeye gerek yok. Hazırdır burası, konaklayacak kâfirleri bekliyor.
Şimdi bu surenin son melodilerine gelmiş bulunuyoruz. Burada surenin temel çizgilerinin çoğu özetleniyor. Surenin farklı ahenklere sahip melodileri birarada, topluca sunuluyor.
Bu melodilerin verdiği ilk mesaj; sapıkların alışageldikleri geçici değer ve ölçülerle, gerçekte benimsenmesi gereken, yapılan işlere ve şahıslara ilişkin değer ve ölçüleri içeriyor:


103- Ey Muhammed, dedi ki; "Çalışmalarında en ağır kayba uğrayanları size haber verelim mi?"


104- "Dünya hayatında bütün emekleri boşa gittiği halde çok iyi işler yaptıklarını sananların kimler olduğunu size söyleyelim mi?"


105- Bunlar, Rabb'lerinin ayetlerini ve O'nun huzuruna çıkaracaklarını inkâr edenlerdir. Bu yüzden onların iyi işleri geçersiz olmuştur. Kıyamet günü onların yaptıkları işleri tartıya almayız, kendilerine değer vermeyiz.

De ki; `Çalışmalarında en ağır kayba uğrayanları size haber verelim mi?' Onlardan daha ağır, daha etkili kayba uğrayan yoktur." "Dünya hayatında onların bütün emekleri boşa gitmiştir." Bu emekleri onları doğru yola iletmemiş, onlara bir kazanç elde etmelerini, bir hedefe varmalarını sağlayamamıştır. Buna rağmen "Onlar çok iyi işler yaptıklarını sanmaktadırlar." Çünkü onlar gerçeklerden o kadar habersizdirler ki, emeklerinin boşa gittiğinin, çabalarının kaybolduğunun bile farkında değildirler. Boşa giden, kaybolan, kendilerine hiçbir yarar sağlamayan bu çabalarını sürdürüyorlar, ömürlerini bu uğurda boşu boşuna tüketiyorlar.
De ki, bunların kimler olduklarını ize haber verelim mi?
Onların kimler olduğuna ilişkin öğrenme isteği ve beklentisi bu noktaya varınca ayet onların kimler olduğunu açıklıyor. Onlar:
"Rabb'lerinin ayetlerini ve O'nun huzuruna çıkacaklarını inkâr edenlerdir. Bu yüzden onların iyi işleri geçersiz olmuştur."
Ayetlerin orjinalinde geçen "Habita" kelimesi, bir hayvanın zehiri bir bitki yemesi sonucu karnının şişmesi, sonra da patlayıp ölmesi anlamına gelir. Bu kelime onların yaptıkları iyi işlere son derece uygun düşmektedir. Çünkü bu işler parlak ve şişkin görünürler, onlar da bu işlerin iyi, başarılı ve kârlı olduklarını sanırlar. Ama çok geçmeden yokolup giderler!
"Bunlar, Rabb'lerinin ayetlerini ve O'nun huzuruna çıkacaklarını inkâr edenlerdir. Bu yüzden onların iyi işleri geçersi olmuştur." "Kıyamet günü onların yaptıkları işleri tartıya almayız, kendilerine değer vermeyiz."
Onlar ihmal edilirler. "Kıyamet günü" ortaya konacak gerçek ve yanılmaz terazide onlar bir değer ifade etmezler, yaptıkları iyi işler tartıya alınmaz. Bundan başka bir de cezaya çarptırılırlar:



106- İşte onların cezası cehennemdir. Bu ceza onların inkârcı tutumlarının, ayetlerimi ve peygamberimi alaya almalarının karşılığıdır.

Sahnedeki bütünlük atmosferi, mü'minlerin terazideki kefelerinin ve değerlerinin sunulması ile tamamlanıyor:

107 İman edip iyi ameller işleyenlere gelince onlar, Firdevs cennetlerinde ağırlanacaklardır.


108- Orada sonsuza dek kalacaklar, başka bir yere taşınmak istemeyeceklerdir.

Mü'minlerin Firdevs cennetlerinde ağırlanmaları, kâfirlerin cehennemde ağırlanışlarına karşılık olarak yer alıyor. Her iki grubun ağırlandığı yer arasında ne korkunç bir fark vardır!
Bir de "başka yere taşınmak istemeyeceklerdir" cümlesinde ifadesini bulan insan ruhunun özelliğine ve zevk alma duyarlılığına yönelik şu derin ve incelikli yaklaşıma dikkat çekmek istiyoruz. Bu psikolojik yaklaşımın derinliği ve incelikliliği karşısında durup bir miktar düşünme gereğini duyuyoruz.
Evet mü'minler Firdevs cennetlerinde sonsuza kadar kalacaklardır. Ama insan ruhu, değişikliğe ve farklı ortamlara eğilimlidir. Monotonluktan sıkılır. Sürekli bir durumda hep aynı yerde kalmak ona bıkkınlık verir. Nimetin değişmeyeceğini, tükenmeyeceğini anlayınca ona karşı duyduğu derin arzu kaybolur. Uzun süre bir tempoda hareket etmek sonunda onu bıktırır. Hatta sıkılır, ondan kaçıp kurtulmaya çalışır.
Bu, yüce bir hikmeti gerçekleştirmesi amacı ile yaratılan insanın değişmez özelliğidir, fıtratıdır. İnsanın psikolojik yapısında yeralan bu değişmez özellik onun üstlendiği yeryüzü halifeliğine ve bu görevde oynadığı role uygun düşmektedir. İşte insanın yeryüzü halifeliğinde üstlendiği bu rol, yüce Allah'ın bilgisinin kapsamında olan planlanmış olgunluk düzeyine erişene kadar hayatın sürekli değişmesini, gelişmesini öngörür. Bu yüzden insanın fıtratına değişme, farklılaşma sevgisi, ortaya çıkarma, yeni şeyler öğrenme istediği, bu durumdan diğer bir manzaraya, bir düzenden diğer bir düzene geçme arzusu yerleştirilmiştir. bir manzaraya, bir düzenden diğer bir düzene geçme arzusu yerleştirilmiştir. Amaç, insanın; hayatın realitesini değiştirmek, dünyada gizli kalmış, bilinmeyen şeyleri ortaya çıkarmak, toplumsal düzende ve maddenin biçiminde yenilikler gerçekleştirmek üzere harekete geçmesi, bu yolda ilerleme kaydetmesidir. Böylece değişikliklerin, buluşmaların ve yeniliklerin ardından hayat düzeyi yükselir, gelişir, adım adım yüce Allah'ın bilgisinin kapsamında planlanan olgunluk düzeyine erişir.
Evet, bunun yanısıra, insan fıtratında eskiye alışma, alışkanlığa bağlanma ve geleneği koruma duygusunun da köklü bir yere sahip olduğu doğrudur. Ancak bütün bunlar, gelişme ve yenilenme eylemlerine köstek olmayacak, hayatı ilerlemeden ve yükselmeden alıkoymayacak; fikirlerin ve rejimlerin donuklaşmasına, hantallaşmasına neden olmayacak bir dereceye kadar olur. Aslında insanın fıtratında yeralan bu direnme özelliği, atılganlık özelliğini dengelemektedir. Ne zaman bu denge bozulur ve herhangi bir topluma donukluk egemen olursa, o zaman hayat çarkını hızla döndüren, gelişme ve ilerleme eğilimlerinin normal sınırlarını aşan devrimler patlak verir. Bu yüzden insanlık hayatının en iyi, en yararlı dönemleri itici ve çekici güçlerin aynı düzeyde tutulduğu ve hayat mekanizmasındaki sürükleyici ve tutucu unsurlar arasında denge sağlandığı dönemlerdi.
Ancak donukluk ve durgunluk egemen olursa bu, hayatın sürükleyici, itici unsurlarının frenlenmesinin, fert ve toplum hayatının ölüme mahkûm edilmesinin ilanıdır.
Bu fıtrat, insanın yapısında yeralan bu özellik, onun yeryüzünde üstlendiği halifelik görevine uygundur. Şu halde kesin olgunluk yurdu olan cennette durum ne olacak? Çünkü orada bu fıtrata, bu özelliğe iş düşmez. Şayet insan ruhu dünyadaki özelliğini koruyacaksa, tükenme endişesi bulunmayan kalıcı nimetler içinde bu özelliğini koruyarak yaşayacaksa, bununla beraber kendisi ve de bu nimet hiç değişmeyecekse, hiç kuşkusuz bir süre sonra bu nimet dünya hayatı için uygun olan özelliklere sahip insan ruhu için cehenneme dönüşecektir. Cennet, konaklayanlar için bir zindan olacaktır. Cehenneme gitme pahasına da olsa biz süre sonra onu terketmek isteyeceklerdir. Değişimin, farklı ortamlara geçişin kargaşasına, zahmetine razı olacaklardı.
Ne var ki, insan ruhunu yaratan yüce Allah -onun durumunu herkesten iyi bildiği için- bu tür eğilimlerini değiştiriyor ve cennetten taşınma isteğini ortadan kaldırıyor. Hiç kuşkusuz insan ruhunun özelliklerinde yapılan bu değişiklik, cennetteki değişmeyen ve tükenmeyen sonsuzluk hayatını karşılar niteliktedir.
Bu derste yeralan ikinci melodinin, dinleyicilere verdiği mesajlar ise sınırsız ilahi bilgiye karşılık, son derece sınırlı olan insan bilgisini tasvir ediyor. Kur'anın ifade ve tasvir yöntemi uyarınca ilahi ilmi, somut bir örnek aracılığı ile insanın yetersiz düşünme yeteneğine yaklaştırıyor:



109- De ki; "Rabb'imin sözlerini yazmak için, denizler mürekkep olsa da onlara bir o kadarını daha katsak, Rabb'imin sözleri bitmeden önce denizler biterdi. "

İnsanların bildiği en geniş ve en bol şey denizdir. Ayrıca insanlar yazacakları şeyleri ve geniş olduğuna inandıkları bilgilerini mürekkeple yazarlar, onunla kaydederler.
Bu yüzden surenin akışı, olanca genişliği ve derinliği ile denizi yüce Allah'ın bilgisinin delili olan sözlerinin yazıldığı mürekkep şeklinde sunuyor. Bir de bakıyoruz, deniz tükeniyor ama yüce Allah'ın sözleri bitmiyor. Sonra bu denize bir diğeri daha katılıyor, sonra bu deniz de tükeniyor ve Allah'ın sözleri halâ yazılmak için mürekkep bekliyor.
Bu somut tasvir ve belirgin hareket aracılığı ile sınırlı düşünme yeteneği ile aralarındaki oran çok büyük ve geniş de olsa, sınırsız bir anlam insanını sınırlı düşüncesine yaklaştırılıyor.
Somut bir şekilde örneklenmediği sürece, soyut genel bir anlam insan düşüncesinde yer etmez, çabucak silinir gider. İnsan aklı her ne kadar soyutlandırma gücüne, yeteneğine sahip olsa da yine de soyut anlamların tablolar, şekiller, özellikler ve örnekler halinde somutlaştırılmasına ihtiyaç duyar. İnsan aklının sınırlılığa örnek oluşturan, soyut anlamlar karşısındaki durumu bu..: Ya sınırsız anlamlar karşısındaki durumu nasıldır?
Bunun için Kur'an-ı Kerim insanlara birtakım örnekler gösteriyor. Burada olduğu gibi birtakım örnekler vererek insanlara sunmak istediği en büyük anlamları, birtakım belirtileri, özellikleri ve şekilleri, somut tablolar ve sahneler halinde onların duygularına yaklaştırarak algılamalarını sağlar.
Bu örnekte deniz, insanın son derece geniş ve derin sandığı bilgisini temsil ediyor. Oysa deniz genişliğine ve derinliğine rağmen sınırlıdır. Allah'ın sözleri ise O'nun sınırsız bilgisini temsil ediyor. İnsanlar bu bilginin sonuna ulaşamazlar. Daha doğrusu insanların bu bilgiyi dile getirmesi bir yana, onu algılayıp kaydedemezler.
İnsanlar, kendi iç ve dış alemlerinde ortaya çıkardıkları bazı sırlardan dolayı gurura kapılıyorlar. Bu bilimsel zafer karşısında kendilerinden geçiyorlar. Her şeyi öğrendiklerini, en azından her şeyi öğrenmek üzere olduklarını sanıyorlar!
Ne var ki, dipsiz ve sınırsız ufukları ile bilinmezlik dünyası çıkar karşılarına. O zaman henüz kıyılarda dolaştıklarını, karşılarındaki okyanusun gözleri ile gördükleri ufuktan çok daha engin, çok daha sınırsız olduğunu anlarlar!
Yüce Allah'ın bilgisinden insanın algılayıp kaydettiği şeyler çok az ve önemsizdir. Çünkü bu bilgi sınırlı bir varlıkla sınırsız bir varlık arasındaki oranı temsil ediyor.
Şu halde insanoğlu istediğini öğrenebilir, varlıklar aleminde birtakım sırlar ortaya çıkarabilir. Ama ilmi gururunu frenlemelidir. Çünkü onun bilgisinin ulaşabileceği son nokta denizin elinde mürekkep olmasıdır. Deniz tükenir fakat yüce Allah'ın sözleri tükenmez. Yüce Allah bu denize bir diğerini de katsa o da tükenir, ama yüce Allah'ın sözleri tükenmek nedir bilmez.
İnsanoğlunun sahip olduğu bilginin önemsizliğini, küçüklüğünü gözler önüne seren bu sahnenin oluşturduğu havada, surenin üçüncü ve son melodisi seslendiriliyor. Burada insanlığın en yüce ufku canlandırılıyor. Eksiksiz ve tüm insanlığa yönelik,kapsamlı peygamberlik ufkudur bu. Bu ufukda bakışların yetersiz kaldığı, gözlerin uzanamadığı o en yüce ufuk karşısında son derece sınırlı ve yakın olarak beliriyor.

110-De ki; "Ben de tıpkı sizin gibi bir insanım, yanız bana vahiy yolu ile ilahınızın tek Allah olduğu bildiriliyor. Buna göre kim açık alınla Rabb'inin huzuruna çıkmayı istiyorsa, iyi ameller işlesin ve kulluk görevlerinde hiç kimseyi Rabb'ine ortak koşmasın. "

İşte bu her şeyden ulu, her şeyden yüce ilahlık ufkudur. Bu ufuk nerde, peygamberlik ufku nerde? Çünkü peygamberlik ne de olsa insanlığa özgü bir ufuktur...
"De ki, `ben de sizin gibi bir insanım. Yalnız bana vahyediliyor."
Bu ulu ufuktan mesaj alan bir insan... Kuruması sözkonusu olmayan bu kaynaktan bilgisini alan bir insan... Dostundan ve önderinden aldığı yol gösterici vahyin belirlediği sınırları aşmayan bir insan... Öğretilen, öğrenen ve öğreten bir insan... Şu halde bu aydınlık ufkun yakınına uzanmak isteyenler, en yüce ufuktan mesaj alan peygamberden öğrendiği şeylerden yararlansınlar. O yüce ufka ulaşmak için bu yolu izlesinler. Çünkü başka yol yoktur:
"Buna göre kim açık alınla Rabb'inin huzuruna çıkmayı istiyorsa, iyi ameller işlesin ve kulluk görevlerinde hiç kimseyi Rabb'ine ortak koşmasın."
İşte ulu buluşmaya gitmek için, gerekli olan geçiş vizesi budur.
Böylece vahiy ve Allah'ın tek ilah olduğu ilkesi ile başlayan Kehf suresi, basamak basamak derinleşen, gittikçe daha kapsamlı hale gelen bu melodilerle son buluyor. En sonunda yeralan bu kapsamlı ve derin melodi ise, büyük inanç korosundaki diğer nağmelerin etrafında yoğunlaştığı asıl mesaj işlevini görüyor.
Alıntı ile Cevapla