Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 12:23   Mesaj No:5

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran İsra Suresi Tefsiri

TASARLANAN OYUNLAR


73- Ey Muhammed, müşrikler az kalsın seni, indirdiğimiz vahiyden ayırıp adımıza başka sözler uydurmanı sağlıyorlardı, eğer bunu başarabilselerdi, seni dost edineceklerdi.


74- Eğer sana direnme gücü vermeseydik, azıcık onlara yanaşmak üzereydin.


75- Eğer onlara yanaşsaydın sana dünya hayatının ve ölüm ötesinin azabını katlayarak tattırırdık da bize karşı kendine yardım edebilecek hiç kimse bulamazdın.


76- Gerçi müşrikler seni tedirgin ederek, bıktırarak Mekke'den çıkarmak amacındadırlar, ama o takdirde senden sonra orada ancak kısa bir süre kalabilirler.


77- Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere ilişkin değişmez yasamız bu yolda işleye gelmiştir. Bizim yasamızın değiştiğini göremezsin.

Burada müşriklerin Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- karşı hazırladıkları oyunlar dile getiriliyor. Bu oyunların ilki onların peygamberimizi Allah'ın kendisine vahyettiği gerçeklerden saptırıp, O'nun adına iftirada bulunmasını sağlamaktı. Halbuki Peygamber doğru sözlü ve güvenilir bir kimseydi.
Onlar çeşitli metodlar deneyerek bu amaçlarına varmak istediler... bu tekliflerden biri "Sen bizim ve atalarımızın bağlı bulundukları ilahları eleştirme, biz de senin ilahına kulluk yapalım."
Bu tekliflerden biri de bazılarının: "Allah nasıl Kâbe'yi kutsal saymışsa, sen de bizim yurdumuzu kutsal sayarsan sana uyarız" demeleridir.
Bu tekliflerden biri de: "Onlardan bazılarının fakirlerin katıldığı oturumdan ayrılarak kendilerine bir oturum ayırmasını istemeleridir...
Ayeti kerimeler, detaylara girmeden bu girişimlere değiniyor. Yüce Allah'ın, peygamberi bu gerçek üzerinde sağlamlaştırması ve onu saptırmalardan koruması ile O'na nedenli büyük bir lütufta bulunduğunu hatırlatıyor. Eğer Allah'ın desteği ve koruması olmasaydı onlara biraz meylederdi. Onlar da kendisini dost edinirlerdi. Sonuçta müşriklerin tekliflerini kabul ettiği için cezaya çarptırılırdı. Bu ceza hem hayatta hem de ölümden sonra katlanılacak olan bir cezadır. Bu durumda onların hiçbiri kendisine yardım edemez ve onu Allah'ın cezasından koruyamazdı.
Yüce Allah'ın peygamberini etkisinden kurtardığı bu girişimler, her zaman iktidar sahiplerinin dava adamlarını, yoldan çıkarmak için başvuracağı girişimlerdir. Az da olsa onları. davanın doğru yolundan ve sağlam metodundan saptırma girişimleri sürekli sözkonusudur. Dava sahiplerini yoldan saptırma uğruna ufak bir taviz için büyük servetleri feda ederler. Bazı dava sahipleri bu tekliflere kanabilirler. Zira bunun çok basit bir ödün olduğunu görürler. Yani iktidar sahipleri dava adamlarının davalarını bütünü ile bırakmasını istemezler. Tüm istedikleri, ufak tefek birtakım değişikliklerdir. Böylece her iki tarafın da yolun ortasında buluşma imkânını bulurlar. Şeytan dava sahiplerine, bu kanaldan sokularak davanın istikbali için birtakım ödünler verme karşılığında da iktidar sahiplerine, kazanmaları gerektiğini düşündürebilir!
Halbuki, yolun başında ufak bir ödün, küçük bir sapma yolun sonuna varıncaya kadar köklü, büyük bir sapmaya yolaçar. Küçük de olsa davanın bir parçasından vazgeçmeyi, basit de olsa davanın bir tarafını gözden çıkarmayı kabul edebilen bir dava adamı daha önce vermiş olduğu bu ödünü durdurma imkânını kaçırmış olur. Zira bir adım geri çekildikçe teslim olma eğilimi daha da artar. Burada sorun davaya bir bütün olarak inanma sorunudur. Ne kadar küçük de olsa, davanın bir parçasından vazgeçebilen, ne kadar önemsiz de olsa davanın bir tarafını gözden çıkarabilen bir kişinin davasına gerçek anlamda iman ettiği söylenemez. Davanın her tarafı, her yönü inanmış insanın gözünde aynıdır. Bu tarafı da diğer tarafı gibi gerçektir. Davanın içinde "olmasa da olur" diye bir şey yoktur. Dava her yönü ile birbirini tamamlayan bir bütündür. Bir parçasını yitirdiğinde tüm özelliklerini yitirmiş olur. Herhangi bir bölümünü yitiren dava, bir elementini yitiren bir bileşim gibi hiçbir özelliğini koruyamaz!
İktidar sahipleri, dava sahiplerine, dava erlerine yavaş yavaş sokulurlar. Dava erleri herhangi bir noktada ufak bir taviz verdiklerinde saygınlıklarını ve sağlamlıklarını yitirirler. Artık iktidar sahipleri pazarlığın sürmesi ve fiyatın arttırılmasıyla davanın tamamını teslim alabileceklerini öğrenmiş olurlar!
Basit ve değersiz de olsa davanın herhangi bir tarafını, iktidar sahiplerini kendi safına çekmek amacı ile gözden çıkarmak davanın zafere ulaşmasında iktidar sahiplerine dayanma ihtiyacı duymak ruhsal (psikolojik) bir bozgundur/yıkılıştır. Mü'minler ise davalarında yalnız Allah'a dayanmak durumundadırlar. Bir kere yıkılış/mağlûbiyet gönüllerin derinliklerine kadar indi mi, artık bu yıkılış asla zafere dönüştürülemez!
İşte bu nedenle yüce Allah, peygamberin kendisinin göndermiş olduğu vahiy üzerinde sağlamlaştırmak, onu müşriklerin tuzaklarından korumak, az da olsa, onlara dayanmaktan uzaklaştırmak ile çok büyük bir lutufta bulunmuştur. Onlara dayanmanın akıbetinden yani dünya ve ahiretin azabından, yardımcı ve destekçiden yoksun kalmaktan rahmetiyle onu korumuştur.
Müşrikler, Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bu oyuna getirmekten aciz kalınca, O'nu yurdu olan Mekke'den sürgün etmeye giriştiler. Fakat yüce Allah daha önce Kureyş'i yokederek cezalandırmayacağını bildiği için, peygamberine oradan göç etmesini vahiy ile bildirdi. Eğer onlar Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- baskı ve zorla sürgün etselerdi dünyada cezalandırmayı haketmiş olurlardı:
"O taktirde senden sonra orada ancak kısa bir süre kalabilirlerdi."
Bu, Allah'ın yürürlükte olan değişmez yasasıdır:
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere ilişkin değişmez yasamız bu yolda işleye gelmiştir. Bizim yasamızın değiştiğini göremezsin."
Yüce Allah bu yasayı, sürekli geçerli olan değişmez bir ilke yapmıştır. Zira peygamberleri yurtlarından sürgün etmek kesin biçimde cezalandırmayı gerektiren bir suçtur. Bu evrene değişmez yasalar hükmetmektedir. Kişisel bir duruma göre değişiklik göstermez. Bu evrene hükmeden yasalar gelip-geçici tesadüfler değildir. Evren, sabit, sürekli işleyen yasalar tarafından idare edilmektedir. Yüce Allah Kureyş'i yüce bir hikmet gereği olarak peygamberlerinin mesajlarını yalanlayan önceki milletler gibi, maddi bir felâket ile yoketmeyi dilemediğinden, Peygamberimizi maddi harikalar ve mucizelerle göndermemiş, onların da O'nu zorla sürgün etmelerini takdir etmemiştir. Aksine O'na hicret etmesini vahiy ile bildirmiştir. Böylece Allah'ın yasası da değişmeden yoluna devam etmiştir.



HAKKIN ZAFERİ, BATILIN YIKILIŞI


78- Ey Muhammed, güneşin batmaya yöneldiği andan, gece kararıncaya kadar namaz kıl , sabahleyin Kur'an okumayı da ihmal etme. Çünkü sabahleyin okunan Kur'an'ı izleyen (melek)ler vardır.


79- Gecenin bir bölümünde sırf sana mahsus bir nafile olmak üzere Teheccüd ibadetini yap ki, belki Rabbin seni "övülmüş makam "a erdirir.


80- De ki; "Ey Rabbim, bir yere girerken oraya doğru olarak girmemi ve bir yerden çıkarken oradan doğruluk ilkesine bağlı olarak çıkmamı nasip eyle. Bana kendi katından destekleyici bir güç ver. "


81- De ki; "Hak geldi, batıl yokoldu. Zaten batıl yokolmaya mahkumdur. "


82- Kur'an'da mü'minler için şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz. Fakat bu ayetler zalimlere sadece yeni yıkımlar, yeni kayıplar getirirler.

Ayette geçen "dülükûş-şems" kavramı, güneşin batmaya yüz tutmasıdır. Buradaki namaz emri sadece peygamberi ilgilendirmektedir. Farz namazlara gelince, bunların Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- mütevatir hadisleri ve tevatüre dayalı ameli sünneti tarafından belirlenen vakitleri vardır. Bazıları "dülükûş-şems" kavramını güneşin gökyüzünün tam ortasından batıya doğru kaymasıdır. "Gasak" ise gecenin başlangıcıdır derler. "Fecir Kur'an'ını" da sabah namazı diye yorumlarlar. Ve bu ifadelerden beş vakit namazın vakitlerini çıkarırlar. Bunlar: Öğle, İkindi, Akşam, Yatsı güneşin gökyüzünde tam ortaya dikildikten sonra batıya kayıp gecenin başlangıcına kadar süren zaman diliminde kılınan namazlardır ve sabah namazıdır. Bunlara göre sadece gece kılınan teheccüt namazı peygambere mahsustur. O bu namazı kılmakla yükümlüdür ve bu onun için bir nafiledir -fazlalıktır-. Biz birinci görüşün daha doğru olduğuna taraftarız. Buna göre, bu ayetlerde sözkonusu edilen her şey, Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- mahsustur. Farz namazların vakitleri ise, kavli ve fiili sünnet ile sabittir.
"Ey Muhammed, güneşin batmaya yöneldiği andan gece kararıncaya kadar namaz kıl."
Güneşin batmaya yüz tuttuğu andan itibaren gecenin başlangıcına ve karanlığın çöküşüne kadar namaz kıl.. Sabah Kur'an'ını oku...
"Sabahleyin Kur'an okumayı da ihmal etme."
Bu her iki zaman diliminin kendilerine özgü özellikleri vardır. Bu iki zaman dilimi gündüzün gelişi ve gecenin gelişi ile gecenin gidişi ve gündüzün gidişidir. Bu iki zaman diliminin insan ruhu üzerinde derin etkileri vardır. Çünkü gecenin gelişi ve karanlıkların çöküşü, aydınlığın doğuşu ve karanlığın açılması gibidir. Bu her ikisi de kalbi ürpertir. Her ikisi de bir an dahi durmayan ve bir kerecik dahi olsun şaşmayan evrenin yasaları üzerinde düşünüp, değerlendirme zamanıdır. Şafağın ilk aydınlığında, serinliğinde, ruhu okşayan meltemlerinde, her şeyi kuşatan sessizliğinde, sakinliğinde, aydınlıkla açılışında hareket ile atışında,hayatı teneffüs edişinde Kur'an okumanın -namaz gibi- derin etkileri vardır duygular üzerinde.
"Gecenin bir bölümünde de sırf sana mahsus bir nafile olmak üzere onunla teheccüd ibadeti yap."
Teheccüt gecenin ilk saatlerinde bir süre yattıktan sonra kılınan namazdır. "onunla" kelimesindeki "O" zamirinden amaç, Kur'an'dır. Zira Kur'an namazın ruhu (özü) ve temelidir/direğidir.
"Belki Rabbin seni övülmüş bir makama erdirir."
Bu namaz, bu Kur'an, bu Kur'an ile yapılan teheccüd ve Allah'a olan bu devamlı bağlılıkla... İşte insanı "övülmüş makama" götüren yol budur. Allah'ın elçisi ve O'nun tarafından tercih edilmiş, seçilmiş olan Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- Rabbinin ulaşmasına izin verdiği `övülmüş makama' (Bazı rivayetlerde bu makamın kıyamet gününde şefaat etme makamı olduğu belirtiliyor.) kavuşabilmesi için namaz, teheccüd ve Kur'an'a yapışmakla emredildiğine göre, onun dışında kalan insanlar kendilerine layık görülen derecelerdeki makamlarına kavuşmak için bu vasıtalara daha fazla muhtaç olurlar... İşte yol budur. Ve işte yol azığı da budur.
"De ki; "Ey Rabbim, bir yere girerken oraya doğru olarak girmemi ve bir yerden çıkarken oradan doğruluk ilkesine bağlı olarak çıkmamı nasip eyle. Bana kendi katından destekleyici bir güç ver:"
Bu, yüce Allah'ın elçisine öğrettiği bir duadır. Peygamber bununla dua edecek ve ümmetine Allah'a nasıl yalvaracaklarım, nasıl yöneleceklerini öğretecektir. Bir yere girerken ve bir yerden çıkarken doğruluk ilkesinden şaşmamaya ilişkin bir duadır bu. Bütün bir yolculuğun hepsini kuşatmaktadır. Başlangıcını ve bitiş noktasını, başını ve sonunu başı ve sonu arasında geçen her aşamasını kapsamaktadır. Müşrikler peygamberi oyuna getirip Allah'ın kendisine gönderdiği
bazı ilkelerden vazgeçirmek ve bazı ilkeleri de Allah adına O'nun ağzından uydurmak istediklerinden, burada doğruluk-dürüstlük kavramının sözkonusu edilmesinin çok önemli bir yeri vardır. Ayrıca doğruluğun kendisine özgü bir etkisi vardır. Sarsılmaz tutum, gönül huzuru, içe ve dışa yönelik temizlik ve samimiyet gibi etkileri bulunmaktadır.
"Bana kendi katından destekleyici bir güç ver."
Yeryüzü otoritelerine, güçlerine ve müşriklerin kuvvetlerine karşı üstün gelmemi sağlayacak bir kuvvet ve heybet ver. "Kendi katından" ifadesi Allah'a yakınlığı, bağlılığı, doğrudan onun yardımından destek almayı ve O'nun himayesine sığınmayı ifade eder.
Dava sahibinin Allah'dan başka bir yerden güç alması mümkün değildir. Allah'ın gücü dışında başka bir şeyle korkutması da düşünülemez. Her şeyden önce Allah'a yönelmemiş bir iktidara veya yetki ve nüfuz sahibinin gölgesine sığınması, ondan yardım alması ve onun tarafından korunması beklenemez. Bazan dava, nüfuz ve iktidar sahiplerinin kalplerini fethederek kendisine bağlar, onlar da davaya asker ve hizmetçi olup kurtulurlar. Yalnız hiçbir dava, nüfuz ve iktidar sahiplerine askerlik yaparak kurtulamaz başarıya ulaşamaz. Dava, Allah'ın davasıdır. Ve işte bu dava, iktidar ve otorite sahiplerinin çok üstündedir.
"De ki; Hak geldi, batıl yokoldu. Zaten batıl yokolmaya mahkûmdur."
Allah'dan aldığın bu güç ile, bütün kuvveti, doğruluğu ve sağlamlığı ile Hakkın gelişini, batılın yokoluşunu, devrilişini ve dağılıp gidişini açıkça ilan et. Yaşamak ve süreklilik doğruluğun yapısı gereğidir. Geri çekilmek ve yokolup gitmek ise batılın özelliğidir.
"Zaten batıl yokolmaya mahkûmdur."
Bu pekiştirici ifade ile sunulan ve Allah katında kesin bir gerçektir. İlk bakışta batılın bir sağlamlığı ve gücü olduğu tahmin edilse de, aslında batıl şişer, kabarır, sonra da patlayıp sönüverir. Çünkü batıl asılsızdır, bir gerçeğe dayanmaz. Bu nedenle göz boyamaya çalışır, kendisini ulu, büyük, kocaman ve sağlam olarak gösterir. Çok cansız ve zayıftır. Hemencecik kırılır, bozulur yokolur. Kupkuru ot alevi gibidir. Birden göklere yükselir. Sonra hemen sönüverir. Kül olur gider. Halbuki alevin kor haline geleni ısıtır, fayda verir ve kalıcıdır. Batıl, suyun üzerindeki köpük gibidir. Yokolur gider. Su ise kalıcıdır.
"Zaten batıl yokolmaya mahkûmdur."
Çünkü kendi içinde kalıcılığın unsurlarını taşımaz. Sınırlı olan hayatını dış etkenlerden ve doğal olmayan desteklerden alır. Bu etkenler sarsıldığında, bu destekler de çekildiğinde yıkılır, yokolur gider. Hakka gerçeğe gelince, varlığının unsurları kendi içinden kaynaklanır. Bazan Hak, insanın gayri meşru arzu ve isteklerine, şartlara ve iktidara karşı koyar... Yalnız O'nun sağlamlığı ve güveni sonuçta onu zafere götürür. Onu kalıcı kılar. Çünkü Hak, Allah katındandır. Allah "Hakkı" kendisinin isimlerinden biri kılmıştır. Allah ise diri ve kalıcıdır. Yokolacak değildir.
"Zaten batıl yokolmaya mahkûmdur."
Onun ardında şeytan vardır. Onun ardında iktidar vardır, yalnız Allah'ın verdiği söz daha doğrudur. Allah'ın iktidarı daha güçlüdür. İmanın tadını tadan her mü'min aynı zamanda verilen sözün ve yapılan antlaşmanın da lezzetine varmıştır. Allah'dan daha fazla antlaşmasına bağlı kim olabilir? Kim Allah'dan daha doğru sözlü olabilir?

KUR'AN GÖNÜLLERE ŞİFADIR

"Biz Kur'an'da müminler için şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz."
Kur'an-ı Kerim'de kalplerine iman bilinci yerleşmiş, bu bilinçle aydınlanmış, Kur'an'ın huzurunu, güvenini ve sevincini algılamak için gönüllerini açmış bulunanlara şifa vardır, Kur'an'da rahmet vardır.
Kur'an, şeytani telkinlere, şaşkınlığa ve korkuya karşı bir şifadır. Kur'an, kalbi Allah'a bağlar. Sakinleştirir. Huzura kavuşturur. Koruma ve güvenlik bilincini yerleştirir. Gönülleri hoşnut eder. Allah'ın rızasını kazandırdığı gibi, hayattan da razı eder. Korku bir hastalıktır. Şaşkınlık psikolojik bir rahatsızlıktır. Şeytani telkinler de birer hastalıktır. İşte bunların hepsini etkisiz hale getiren Kur'an elbette ki inanan için bir rahmettir.
Kur'an, nefsi arzuların, pisliklerin, cimriliğin, kıskançlığın ve şeytani aşılamaların hepsine karşı bir şifadır. Bu hastalıklar kalp hastalıklarıdır. Kalbi zaafa, yorgunluğa ve hastalığa uğratırlar. Onu yıkılışa, çözülüşe ve çöküşe iterler. Bunlara engel olan Kur'an, elbette ki mü'minler için bir rahmet aracıdır.
Kur'an, düşünceye ve bilince yönelik yanlışı, yıkıcı akımları ve yönelişleri de engelleyen bir şifa unsurudur. Aklı haddini aşmaktan alıkoyar. Verimli olan alanlarda ona özgürlük hakkını verir. Faydasız alanlarda enerjisini tüketmesine engel olur. Sağlıklı-sağlam bir program içinde çalışmasını temin eder. Çalışmalarını verimli ve garantili hale getirir. Aklın çalışmalarını aşırılıklardan ve açmazlardan kurtarır. Kur'an'ın ölçülerine bağlı olan insan, vücudunun her organının enerjisini bastırmadan ve azdırmadan kullanır. Enerjilerini ve gücünü sağlıklı ve faydalı alanlarda değerlendirir. Enerjilerini verimli ürün veren alanlarda değerlendirir. İşte bu nedenle de Kur'an, mü'minler için bir rahmettir.
Kur'an, toplulukların yapılarını zedeleyen, güvenini, huzurunu ve sağlığını gölgeleyen sosyal hastalıklara karşı da bir şifa aracıdır. Bu ölçülere bağlı kalan toplum, Kur'an sayesinde sosyal düzeni, sağlık, güven ve huzur içinde gerçekleşen kuşatıcı adaleti ile oluşan atmosferde rahat içinde yaşar. Kur'an bu açıdan da mü'minler için bir rahmettir.
"Fakat bu ayetler zalimlere sadece yeni yıkımlar, yeni kayıplar getirirler."
Onlar, bu ayetlerin şifa unsurlarından ve rahmet'inden yararlanmazlar. Ve onlar mü'minlerin Kur'an ile yükselişlerini bir türlü hazmedemezler. Onlara karşı kin ve öfke ile dolarlar. İnatları ve büyüklük taslayışları ile bozgunculuk ve zulümde daha da ileri giderler. Onlar bu Kur'an'ın taraftarlarına oranla dünyada dahi hep yeniktirler, hep kayıptadırlar. Ayrıca ahirette Kur'an'ı inkâr etmeleri ve taşkınlıkta ısrar etmeleri yüzünden azaba uğrayacaklardır. Yani onlar gerçekten büyük bir kayıp içindedirler:
"Fakat bu ayetler zalimlere sadece yeni yıkımlar, yeni kayıplar getirirler."

İNSAN FITRATI

İnsan rahmetsiz ve şifasız bırakıldığında... Kendi arzularına, ihtiraslarına ve tepkilerine bırakıldığında, eğer nimet içindeyse, haktan yüz çevirir ve şımarır. Şükretmez ve Rabbini hatırlamaz. Sıkıntı içinde olduğu zaman ise, Allah'ın rahmetinden ümidini keser. Hayat onun gözünde içinden çıkılmaz, karanlık bir hal alır.



83- Biz insana nimet verdiğimiz zaman sırt çevirir, bizden uzaklaşır. Başına bir kötülük gelince de umutsuzluğa kapılır.

İnsan nimeti vereni hatırlayıp O'na hamd ve şükretmediğinde bu nimet onu azdırır ve şımartır. Sıkıntıda, Allah'a bağlanmakla sıkıntı halinde ümit sahibi olur. Allah'ın rahmeti ve lutfu ile gönül huzuruna kavuşur, Olayları iyi biçimde yorumlar ve kendisine birtakım müjdeler çıkarır.
İşte burada da imanın değeri hem darlıkta hem de bollukta neden olduğu rahmet ortaya çıkmaktadır.
Bundan sonra konunun akışı içinde her bireyin ve her grubun, yoluna ve yönelişine uygun hareket ve iş yaptığı, bu yönelişleri ve amelleri değerlendirip hüküm verme yetkisinin ise, Allah'a ait olduğu yerleştiriliyor:

84- De ki; "Herkes kendi kişiliği ve inancı uyarınca hareket eder. Rabbiniz kimin daha doğru yolda olduğunu herkesten daha iyi bilir.

Bu açıklamada yönelişin ve yapılan işin akıbetine ilişkin gizli bir tehdit vardır. Bu tehdit ile herkesin bir endişe taşıması doğru yolda yürümeye çalışması ve kendisini Allah'a götürecek yolu bulmaya çabalaması gerektiği kavratılmak isteniyor.

RUH VE İNSAN

Bazıları Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- ruhun ne olduğunu soruyorlardı. Kur'an'ın bu tür konularda izlediği metod, en sağlıklı metoddur. . Bu metoda göre, insanlar ihtiyaç duydukları konuları araştırmalıdırlar. İnsanın kavrayabileceği ve bilgisine ulaşabileceği konular üzerinde çalışmalıdırlar. Allah'ın kendilerine bağışlamış olduğu akli gücünü sonuç vermeyen, verimsiz alanlarda tüketmemelidirler. Vasıtalarına sahip olmadığı ve algılayamadığı konulara dalmamalıdır... İşte bu nedenle müşrikler peygambere ruhun ne olduğunu sorduklarında Allah ona, ruhun Allah katında bir olgu olduğunu ve Allah'ın dışında kimsenin onun hakkında bilgi sahibi olmadığını bildirmesini istedi.

85- Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki; "Ruh Rabbimin tekelinde olan bir olgudur. Size bilginin çok az bir bölümü verilmiştir. (Tercih edilen görüşe göre bu soruyu kitap ehli sormuştu. Bu ayet ve ondan sonraki yedi ayet yine bu görüşe göre Medine'de inmişlerdi.)

Bu ayet, insan aklını çalışmaktan alıkoyan, zihni donukluğu, yürürlüğe koymuyor. Sadece akla kendi sahası içinde çalışması gerektiğini kavrayabileceği alanlara yönelmesini ifade ediyor. Zira boşu boşuna çöllerde dolaşmanın anlamı yoktur. Kavrama imkân ve araçlarına sahip olmadığı alanlara yönelip gücünü, enerjisini harcamasına gerek yoktur. Ruh da aklın sınırları dışında kalan Allah'dan başkasının kavramasına imkân olmayan, Allah'ın gayb konularından biridir. O'nun mukaddes sırlarından biridir. İnsan denen bu yaratığa ve gerçekliğini bilmediğimiz bazı yaratıklara bu mukaddes sırrını bahşetmiştir. İnsanın bilgisi Allah'ın engin bilgisine oranla çok sınırlıdır. Bu varlık dünyasının gizemleri ise, sınırlı olan insan aklı tarafından kavranacak cinsten değildir. Daha çok geniş alana yayılmaktadır. Bu evreni idare eden insan değildir. Onun güçleri ve enerjileri geniş kapsamlı değildir. Ona yeryüzünde halifelik görevini üstlenecek orada az olan ilminin sınırları içinde Allah'ın gerçekleştirilmesini istediği şeyleri gerçekleştirecek, çevresinin ve ihtiyaçlarının gerektirdiği ölçüde bir güç bağışlanmıştır.
İnsan, bu yeryüzünde pek çok şeyleri keşfetmiş ve önemli icatlarda bulunmuştur. Fakat o, gizli bir sır olan ruh karşısında hep başarısız kalmıştır. Onun ne olduğunu, nasıl geldiğini, nasıl gittiğini, nerede olduğunu ve nerede olacağını bir türlü kestirememiştir. Her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan Allah'ın Kur'an'da bildirdikleri hariç.
Kur'an'da bildirilen bilgiler kesin bilgilerdir. Zira bunlar, bilen ve haberi olan Allah'dan gelme bilgilerdir. Eğer Allah dileseydi insanlığı bu bilgiden mahrum edebilirdi. Peygamberine vahiy ile bildirdiklerini yokedebilirdi... Fakat bunlar ancak Allah'ın rahmeti ve lütfudur.



86- İstesek sana vahiy yolu ile indirdiğimiz mesajları tümü ile ortadan kaldırırız. Sonra bu konuda bize karşı senin savunmanı üstlenebilecek birini bulamazsın.


87- Bunun böyle olmayışı, Rabbinin sana yönelik rahmetidir. Onun sana yönelik lütfu büyüktür.

Yüce Allah bu lütuf ile, kendisine vahiy gönderme ve gönderdiği vahye kalıcılık kazandırma ile Peygamberimize bağışta bulunmuştur. İnsanlara yönelik bağışı ise daha büyüktür. İnsanlar bu Kur'an sayesinde nesiller, kuşaklar boyunca rahmet, nimet ve doğruyola kavuşma lütufları ile onurlandırılmışlardır.

KUR'AN MUCİZESİ

Nasıl ki ruh, yalnız Allah'ın bildiği sırlardan biri ise, Kur'an da yüce Allah'ın meydana getirdiği bir kitaptır. İnsanlar onunla ölçüşemez. İnsanlar ve cinler -ki bunlar gizli ve açık yaratıkları temsil ederler- biraraya gelseler de, bu işi gerçekleştirmek için yardımlaşsalar da O'nun bir benzerini yapamazlar:

88- De ki; "Eğer tüm insanlar ve cinler bu Kur'an'ın bir benzerini ortaya koymak amacı ile biraraya gelseler, ne kadar birbirlerine yardım etseler de onun bir benzerini ortaya koyamazlar.

Kur'an-ı Kerim insanların ve cinlerin boy ölçüşebileceği sözcüklerden ve cümlelerden ibaret değildir ki, bir benzerini ortaya koyabilsinler. Bu da yüce Allah'ın diğer yaratıkları gibi bütün yaratıkların bir benzerini yapmaktan aciz kaldığı bir şaheserdir. Kur'an'da ruh gibi, Allah katındadır. Yaratıklar O'nun bazı niteliklerini, özelliklerini ve etkilerini kavrayabilseler de eksiksiz, kuşatıcı ve kapsamlı sırrını anlayamazlar.
Bununla birlikte, Kur'an' eksiksiz bir hayat sistemidir. Bütün durumlarında ve bütün evrelerinde insanın iç dünyasına hükmeden, insan topluluklarına egemen olan fıtrat yasalarını gözönünde bulunduran bir sistemdir. Bu nedenle hem bireyin iç dünyasını, hem de en karmaşık toplumları fıtrata uygun, fıtratın köklerine, damarlarına, girintilerine, çıkıntılarına, bütün ile uyum sağlayan kanunlar ile tedavi eden bir sistemdir. Bu tedavi her yönden ve her aşamada fıtrata uygun bir tedavidir. Aynı zamanda eksiksiz bir tedavi yöntemidir. İhtimallerden hiçbiri gözardı edilmez, bireyin ve toplumun hayatında yeralan birbiriyle çelişen güçlerden, görünümlerden bir tanesi dahi hesap dışında tutulmaz. Zira bu kanunları belirleyen yüce Allah'dır. Ve yüce Allah fıtratın bütün durumlarını, karmaşık olan bütün inceliklerini ve hassas noktalarını çok iyi bilmektedir.
Beşeri düzenler ise, insanın eksikliklerinden ve hayatının çıkmazlarından, açmazlarından etkilenirler. Dolayısıyla bu düzenler aynı zamanda tüm ihtimalleri gözönünde bulundurup değerlendirmekten aciz kalırlar. Bu düzenler, bireysel veya toplumsal bir olayı tedavi de edebilirler. Fakat bu tedavi yeni bir tedaviyi gerektiren başka bir olayın ortaya çıkmasına neden olur!..
Kur'an'ın mucizesi ise, nazmının ve anlamlarının icazından daha köklü ve daha derin boy utludur. İnsanların ve cinlerin O'nun benzerini meydana getirmekten aciz kalışları, O'nun sistemi gibi her şeyi kuşatan bir sistem ortaya koymaktan aciz kalındığını ifade eder.



89- Biz bu Kur'an'da her türlü örneği verdik, öyleyken onların çoğu kâfirlikte direndi.


90- Bunlar dediler ki; "Bize yer altından pınarlar fışkırtmadıkça sana kesinlikle inanmayız. "


91- Ya da kendi hurmalıkların ve üzüm bağların olmalı, bunların arasından ırmaklar akıtmalısın.


92- Ya da iddia ettiğin gibi göğü parça parça başımıza indirmeli, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.


93- Ya da altından bir köşkün olmalı veya göğe çıkmalısın. Gökte bize okuyabileceğimiz somut bir kitap indirmedikçe de oraya çıktığına kesinlikle inanmayınız. " Onlara de ki; "Subhanallah! Ben peygamberlikle gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki?

İşte bu şekilde onlar Kur'an'ın mucizevi ufuklarına açılmaktan uzak durdular. Onlar kavrayamadılar. Maddi harikalar, mucizeler istemeye yöneldiler. Çocukça istekleriyle hareket ettiklerini gösteren tekliflerinde direttiler. Allah'ın zatı hakkında edepsizce ve çekinmeden şımardılar ve kafa tuttular. Kur'an'ın örneklerle çeşitli misallerle olayları ele alışı, her akla ve her duyguya her kuşağa ve her evreye uygun düşecek değişik yöntemlerle gerçeklerini sergilemesi onlara hiçbir fayda sağlamadı:
"Onların çoğu kâfirlikte direndi."
Böylece imanlarını, Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- iman edişlerini peygamberin kendilerine yerden pınarlar fışkırtmasına bağladılar! Ya da hurmalıklardan ve üzüm bağlarından oluşan bahçelerinin olmasına ve bunlar arasından ırmaklar akıtmasına!.. Ya da gökten kendilerine bir azap gönderilmesine, kıyamet gününde olacağını haber verdiği biçimde göklerin parça parça üzerlerine düşmesine!. Ya da Allah'ı ve melekleri karşılarına getirip kendisine yardım ettiklerini, onların kendi kabilelerini savundukları gibi kendisini savunduklarını göstermesini... Yahut değerli madenlerden bir evinin olmasına!.. Veya göklere yükselmesine, fakat sadece gözlerinin önünde göğe yükselmesinin yeterli olmadığını, geri geldiğinde mürekkeple yazılı okuyabilecekleri bir kitap getirmesi gerektiğine bağladılar iman etmelerini!..
Burada onların çocuksu kavrayışları ve düşünceleri ortaya çıktığı gibi, bu basit, tutarsız teklifleriyle ne kadar inatçı oldukları da gün yüzüne çıkıyor. Çünkü onlar altından bir eve sahip olmak ile göğe çıkmayı, yerden pınarlar fışkırtma ile yüce Allah'ı ve melekleri gözler önüne getirmeyi aynı görüyorlar! Onların düşüncelerinde bu tekliflerin hepsini aynı düzeye getiren, bunların hepsinin olağanüstü oluşlarıdır. Bunlardan birini yerine getirdiği taktirde, ona iman etmeyi ve kendisini doğrulamayı düşünebileceklerini söylüyorlar!
Onlar böyle derken, Kur'an'ın kalıcı bir mucize olduğunu unutuyorlar. Halbuki kendileri, söz dizimi, anlamı ve metodu açısından onun bir benzerini ortaya koymaktan aciz bulunuyorlar. Fakat bu mucizeyi duygularıyla, hisleriyle somut olarak algılayamıyorlar, duygularıyla algılayabilecekleri bir mucize istiyorlar! Mucize göstermek peygamberin işi ve görevi değildir. Onu yüce Allah takdirine ve hikmetine uygun olarak yapar. Yüce Allah kendisine vermedikten sonra peygamberin mucize istemesi doğru olmaz. peygamberlik ahlâkı ve Allah'ın idaredeki hikmetini kavrama peygamberi, Rabbinin açıklamadığı konularda O'na yol göstermekten alıkoyar:
"Onlara de ki; `Subhanallah! Ben peygamberlikle gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki?
Peygamber insanlığın sınırlarını aşmaz. Peygamberliğinin yükümlülüklerine uygun biçimde hareket ediyor. Allah'a yol göstermiyor. Allah'ın kendisine yüklediğinden fazlasını istemiyor.

İNKÂRCILARIN İNATLARI

Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak görevlendirilmesinden önce de bundan sonra da bütün ulusları peygamberlere inanmaktan ve onlarla birlikte gönderilen doğru yol kılavuzuna uymaktan alıkoyan inatçılıkları onların, peygamberin bir insan oluşunu bir türlü hazmedememeleri ve peygamberin bir melek olmayışıdır:



94- İnsanlara doğru yol kılavuzu geldiğinde ona inanmamalarının tek gerekçesi, onların: "Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?" şeklindeki anlayışlarıdır.

Bu yanlış anlayışın kaynağı, insanların, beşer oluşlarının değerini ve bu beşer oluşun Allah katındaki yerini kavramamaktır. Bu nedenle bir insanın Allah katından haber getiren bir elçi olmasını çok görmüşlerdir. Ayrıca bu yanlış anlayışa düşmelerinin bir nedeni de evrenin yapısını ve meleklerin yapısını iyice kavramayışlarıdır. Meleklerin şu yeryüzünde meleklik sıfatı ile dolaşmaları, insanlardan ayrı birer varlık oldukları ve melek oldukları herkes tarafından kesin biçimde kabul edebilecek biçimde ortada oldukları halde bu dünyada yaşamayacaklarını, böyle bir yaşama uyum sağlayabilecek durumda olmadıklarını anlayamamaktan kaynaklanıyor.

95- De ki; "Eğer yeryüzünde doğallıkla, rahatça gezinen melekler yaşasaydı, onlara gökten melek kökenli bir peygamber gönderirdik.

Eğer yüce Allah, meleklerin yeryüzünde yaşamasını takdir etseydi, onları insan biçiminde yaratırdı. Zira bu şekil yaratılışın yasalarına ve yeryüzünün yapısına uygun düşmektedir. Nitekim başka bir ayette deniyor ki;
"Eğer meleklerden bir peygamber gönderseydik onu bir adam kılığında gönderirdik." (En'am Suresi 9)
Allah'ın her şeye gücü yeter. Fakat O yaratıklarını yaratmış, onlar için değişmez yasalar belirlemiş ve bu yasalara uygun takdir ve seçimlerde bulunmuştur. Bu yasaların değişmeden, farklılık göstermeden yoluna devam etmelerini takdir etmiştir. Böylece yaratılış ve oluşuma ilişkin hikmeti de gerçekleşmiştir. Fakat insanlar bu gerçeği kavrayamamışlardır!
Bu, Allah'ın yaratıklara ilişkin değişmez yasası olduğundan peygamberine -salât ve selâm üzerine olsun- müşriklerle tartışması sona erdirmesini emrediyor, kendisinin de düşmanlarının da işini Allah'a havale etmesini, ona şahit tutmasını, kendilerine yönelik hükmünü vermesi için işleri O'na bırakmasını istiyor. Çünkü O kulların hepsini gören ve hepsinden haberi olandır:

96- De ki; "Benimle sizin aranızda Allah'ın şahitliği yeterlidir. O kullarının yaptıkları her işten haberdardır ve her şeyi görür. "

Bu tehdit kokusu taşıyan bir sözdür. Akibeti ise, korkunç kıyamet sahnelerinin birinde çizilmektedir:



97- Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yolda olur. Kimileri saptırırsa da onlar için kendisinden başka bir kurtarıcı bulamazsın. Kıyamet günü biz onları kör, dilsiz ve sağır olarak yüzüstü süründürürüz. Varacakları yer cehennemdir. Oranın ateşi sönmeye yüz tuttukça onu yeniden tutuştururuz.


98- Onların cezaları budur. Çünkü ayetlerimizi yalanlamışlar ve "Biz kemik ve toz haline dönüştükten sonra diriltilerek yaratılışın yeni bir aşamasına mı geçeceğiz?" demişlerdi


99- Onlar gökleri ve yeri yoktan vareden Allah'ın kendi benzerlerini bir kez daha yaratmaya gücünün yeteceğini görmüyorlar mı? Üstelik Allah onlar için bir gün sona ereceği kuşkusuz olan sınırlı bir yaşama süresi belirledi. Buna rağmen bu zalimler kâfirlikte direndiler.

Yüce Allah doğru yolun da sapıklığın da yasalarını belirlemiştir. İnsanları bu yasalarla başbaşa bırakmıştır. Bunlara göre yürümelerini ve sonunda akıbetlerine katlanmalarını dilemiştir. İnsanın hem doğruyola hem de sapıklığı eğilim duyabileceği gerçeği de bu yasalardan biridir. Doğru yol üzerinde veya sapıklık yolunda yürüme isteği ve çalışmasının sonucunda insanın nihai tercihi belirginlik kazanır. Yönelişi ve çabası ile Allah'ın hidayetini hakedeni Allah doğruyola iletir. İşte gerçekten doğru yolda olan da budur. Zira o Allah'ın belirlediği doğruyolu izlemiştir. Doğru yolun delillerinden, belgelerinden, işaretlerinden yüz çevirerek sapıklığı hakedenleri ise hiç kimse Allah'ın azabından koruyamaz:
"Allah'dan başka onun bir kurtarıcısını bulamazsın."
Allah onları kıyamet gününde aşağılayıcı, tiksindirici bir halde mahşer meydanına getirecektir:
"Yüzüstü süründürürüz."
Emekleyerek yürürler.
"Kör, sağır ve dilsiz olarak."
Bu kalabalıkta kendilerine yol gösterecek olan organlarından mahrum olurlar. Bu organlarını etkisiz halde bulurlar. Sonunda;
"Varacakları yer cehennemdir."
Soğumayan ve aralıksız olarak yanan cehennem.
"Sönmeye yüz tuttukça onu yeniden tutuştururuz."
Bu gerçekten ürperten bir sonuç ve korkunç bir cezadır. Fakat onlar Allah'ın ayetlerini inkâr etmekle bunu çoktan haketmişlerdir.
"Onların cezaları budur. Çünkü ayetlerimizi yalanlamışlardı."
Dirilişi reddetmişler ve meydana gelebileceğini kabule yanaşmamışlardır.
"Biz kemik ve toz haline dönüştükten sonra diriltilerek yaradılışın yeni bir aşamasına mı geçeceğiz?" demişlerdi
Konunun akışı içinde verilen bu sahne sanki gözler önündeki bir olaydan söz etmektedir. Sanki içinde yaşadıkları dünya artık sayfalarını kapamış ve uzak bir geçmişe karışmıştır... Bu Kur'an sahneleri canlandırma ve onları birer canlı realite olarak sergileme metodunun gereği olarak böyle ifade edilmiştir. Böyle sunar ki, zaman geçmeden önce bu sahne kalpler ve duygular üzerindeki etkisini göstersin.
Sonra dönüyor, müşriklerle gördükleri, fakat değerlendiremedikleri realitelere dayalı bir mantıkla tartışıyor:
"Onlar gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'ın kendileri gibi küçücük yaratıkları bir kez daha yaratmaya gücünün yeteceğini görmüyorlar mı?"
Öyleyse dirilişte ne gibi bir gariplik vardır? Bu dehşet verici evrenin yaratıcısı olan Allah, insanlar gibi yaratıkları da yaratabilir ve insanları tekrar diriltebilir...
"Üstelik onlar için sınırlı bir yaşama süresi belirlemiştir."
Bu ecel gelene kadar kendilerine zaman tanımış ve süresi dolana kadar onlara mühlet vermiştir.
"Buna rağmen zalimler kâfirlikten başka bir şeyi kabul etmediler."
Öyleyse belgelerin konuşturulmasından, sahnelerin dile getirilmesinden ve apaçık ayetlerden sonra onların çarptırıldıkları bu ceza, gerçekten adil bir cezadır.



İNSANIN CİMRİLİĞİ


100- Onlara de ki; "Rabbimin rahmet hazineleri sizin elinizde olsa, bu hazineler tükenir kaygısı ile kimseye bir şey vermezdiniz. Zaten insan son derece cimridir. "

Böylece, cimriliğin .en aşırısı tasvir edilmiş oluyor. Zira Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatacak genişliktedir. Azalmasından ve tükenmesinden korkulmaz. Fakat bu insanların gönüllerine giren cimrilik, bu rahmeti engellemeye ve onunla cimrilik yapmaya itecektir. Tabii ki, onun bekçileri oldukları zaman...

MUCİZELER VE DONUK KALPLER


101- Biz Musa'ya dokuz somut mucize verdik. Sor İsrailoğulları'na istersen. Musa onlara peygamber olarak geldiğinde, Firavun kendisine "Ya Musa, benim görüşüme göre sen büyülenmişsin " dedi.


102- Musa ona dedi ki; "Bu mucizelerin, getirdiğimiz ilahi mesajın gerçek olduğunu gösteren kanıtlar olarak yerin ve göklerin Rabbi tarafından gönderildiklerini kesin biliyorsun. Ey Firavun, bana göre sen mahvolmaya aday oluyorsun. "


103- Firavun İsrailoğulları'nı yurtlarından sürmek istedi, biz onu yanındakiler ile birlikte denizde boğuverdik.


104- Onun ardından İsrailoğulları'na "Bu ülkede oturunuz. Ahiret günü gelince sizleri hep birlikte mahşerde biraraya getiririz" dedik.

Hz. Musa'nın ve İsrailoğulları'nın kıssasının bu bölümünde surenin akışı, surenin başında sözü edilen Mescid-i Aksa ve yine baş tarafta ele alınan İsrailoğulları ve Hz. Musa kıssası ile tam bir uyum sağlamaktadır. Bunun ardından ahiret hatırlatılıyor ve Firavun'un ve toplumunun getirilişi ele alınıyor. Zira surenin akışı içinde yakında bir kıyamet sahnesi yeralmış ve bu sahnede canlandırılan dirilişi yalanlayanların akıbetlerine dikkat çekilmişti.
Burada sözü edilen dokuz mucize ise: 1- Hz. Musa'nın beyaz eli, 2- Asası, 3- Yüce Allah'ın Firavun ve toplumunun başına verdiği kıtlık, 4- Verimin azalması, 5- Tufan, 6- Çekirge, 7- Tahıl güvesi,, 8- Kurbağa ve 9- Kan'dır...
"İstersen İsrailoğulları'na sor. Musa'nın dönemini."
Çünkü onlar Hz. Musa ile Firavun arasında geçen olaylara tanık olmuşlardı.
"Firavun ona "Ey Musa, bana göre sen büyülenmişsin" dedi.
Doğru söz, Allah'ın birliği, zulmü, azgınlığı 've işkenceyi bırakmaya çağrıda bulunma, tağutların geleneğinde ancak büyülenmiş ne dediğini bilmeyen insanların taktiğidir. Firavun gibi azgın tağutlar bu gerçekleri düşünemezler, akli dengesi yerinde bulunan bir insanın mevcut şartlara baş kaldırıp onları eleştireceğine akıl erdiremezler!
Musa'ya gelince, o kendisine verilen parlak ve açık gerçek ile kuvvetlidir. Allah'ın kendisine yardım edeceğine ve zorba tağutları cezalandıracağına güveni tamdır:
"Musa ona dedi ki; "Bu mucizelerin, getirdiğim ilahi mésajın gerçek olduğunu gösteren kanıtlar olarak yerin ve göklerin Rabbi tarafından gönderildiklerini kesin biliyorsun. Ey Firavun benim görüşüme göre sen mahvolmaya adaysın."
Allah'dan başka hiç kimsenin bu harika olaylara gücünün yetmeyeceğini bildiğin halde, Allah'ın ayetlerini yalanlamanın cezası olarak yıkılacak, yok olacaksın. Çünkü bu mucizeler apaçık ortada, apaydınlık ve gözler önünde olgulardır. Sanki bunlar gerçekleri aydınlatıp ortaya koyan gözlerdir.
Bu durumda azgın tağut, kaba gücüne sığınıyor. Onları yurtlarından söküp atmaya ve yoketmeye karar veriyor.
"Onları yurtlarından sürgün etmek istedi."
İşte azgın tağutlar gerçek sözü bu şekilde karşılamayı düşünürler.
İşte böylece azgın iktidarlara karşı Allah'ın sözü gerçekleşmiş olur. Zalimlerin yokedişine ve sabreden ezilenlerin onlara mirascı kılınmasına ilişkin yasası yürürlüğe girer:
"Biz de Firavun'u beraberindekilerle birlikte denizde boğdurduk. Onun ardından İsrailoğulları'na "Bu ülkede oturunuz, ahiret günü gelince, sizleri hep birlikte mahşerde biraraya getiririz" dedik.
İşte ayetleri -mucizeleri- yalanlamanın akıbeti böyle oldu. Yine işte bu şekilde Allah yeryüzünü ezilenlere miras olarak verdi. Orada onları kendi eylemleri ve yaşayışları ile başbaşa bıraktı. Daha önce surenin başında onların akıbetlerinin nasıl olduğunu görmüştük. Burada ise onların ve düşmanlarının durumları ahiretteki mahkemeye havale ediliyor:
"Ahiret günü gelince sizleri mahşerde hep birlikte biraraya getiririz."

HAYATI KUŞATAN MUCİZE

Bunlar harikalardan, mucizelerden bazı örneklerdir. Yalanlayıcıların onları nasıl karşıladıklarını ve Allah'ın yasasının yalanlayıcıları ne biçimde cezalandırdığını açıklamaktadır. Kur'an ise, sürekli bir mucize olsun diye Hak ile indirilmiştir. Uzun zaman dilimi içinde yavaş yavaş okunsun diye bölüm bölüm indirilmiştir



105- Biz Kur'an'ı Hak içerikli olarak indirdiğimiz gibi, onun iniş amacı da hakkı gerçekleştirmektir. Ey Muhammed, seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.


106- Kur'an'ı insanlara ağır ağır okuyasın diye bölümlere ayırdık ve ihtiyaçlar gerektikçe bölüm bölüm indirdik.

Bu Kur'an, bir ümmeti eğitmek ve ona bir düzen kurmak için gelmiştir. Bu ümmet de onu dünyanın doğusuna ve batısına, dört bir yanına yaymakla yükümlüdür. Bu düzeni, eksiksiz ve mükemmel metoduna, sistemine uygun biçimde tüm dünyaya öğretmekle mükelleftir. İşte bu nedenle Kur'an sözkonusu ümmetin pratik-realiteye dayalı ihtiyaçlarına karşılık verecek biçimde bölümler halinde inmiştir. Böyle bir iniş yöntemi ilk terbiye, eğitim zamanı ve şartlarına da uygun düşmüştür. Eğitim işi uzun zaman alan deneyimleri gerektirir. Kur'an, hazırlık aşamasında bölüm bölüm gerçekleştirilsin diye uygulamaya dayalı bir sistem olarak inmiştir. Teorik bir fıkıh, soyut bir düşünce ve zihinsel değerlendirmeler için sunulan bir sistem değildir.
İşte Kur'an'ın ilk dönemden itibaren bütün bir kitap olarak değil de, bölümler halinde inmiş olmasının hikmeti de budur.
İlk müslüman kuşak Kur'an'ı bu şekilde anladı. Her bir emir veya yasağı, Kur'an'dan edindikleri herbir görev ve emirleri hayatta uygulanmak üzere verilmiş bir direktif olarak değerlendirdiler.
Onu akıllarını veya ruhlarını tatmin etme aracı olarak algılamadılar. Şiir ve edebi metinler gibi değerlendirmediler. Eğlence ve teselli araçları olan hikâyeler ve efsaneler gibi onu kabul etmediler. Onunla günlük hayatlarını şekillendirdiler. Duygularını, vicdanlarını, yaşayışlarını, çalışmalarını, evlerini ve geçimlerini ona göre şekillendirdiler. Böylece Kur'an, onların daha önce bildiklerini, miras aldıklarını ve yaptıklarını bir kenara iterek yeniden hayatlarını şekillendiren bir hayat kitabıydı.
İbn-i Mes'ud -Allah ondan razı olsun- bizden herhangi birimiz Kur'an'dan öğrendiğimiz on ayetin anlamını iyice kavrayıp, hayata eksiksiz bir şekilde geçirmedikçe, başka ayetleri öğrenmeye yeltenmezdik.
Yüce Allah bu Kur'an'ı Hakka dayalı olarak indirdi.
"Biz onu Hak ile indirdik."
Kur'an yeryüzünde Hakkı yerleştirmek ve sağlamlaştırmak için inmiştir.
"Hak ile indi."
Hak, Kur'an'ın özü, Hak Kur'an'ın amacıdır. Kur'an'ın ilkeleri Hakka dayalıdır. Hakka önem verir Kur'an. Varlık yasasında değişmez, köklü bir yasa olan Hak. Bu öyle bir haktır ki, Allah gökleri ve yeri onunla ayakta durdurmuştur. Her ikisi de Hak ile iç içedir. Kur'an'ın kendisi de bütün bir varlığın esasına bağlıdır. Ona işaret eder, onu gösterir ve onun bir parçasıdır. Hak, Kur'an'ın eti ve kemiğidir. Hak Kur'an'ın özü ve ana gayesidir. Peygamber de getirmiş olduğu bu gerçeği müjdeleyen ve ona aykırı düşmekten sakındıran Allah'ın elçisidir.
Burada Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- bu gerçek ile toplumun karşısına çıkması ve yollarını seçmelerini kendilerine bırakması isteniyor. İster Kur'an'a inansınlar, ister inanmasınlar. Artık kendileri için seçmiş oldukları yolun sonuçlarına kendileri katlanmak zorundadır... Ayrıca onların gözleri önüne bir de örnek koyuyor: Bunlar daha önceden kendilerine ilim verilmiş olan Yahudilerin ve Hristiyanların bu Kur'an'a iman edenleridir. Kendilerine ne ilim ne de kitap verilmediği ve okuma-yazmaları olmadığı halde bunlar onlara örnek olarak veriliyor ki, belki onları örnek alırlar ve kılavuz edinirler:



107- De ki; "Siz bu Kur'an'a ister inanın, ister inanmayın, o bundan önce kendilerine bilgi verilenlere okunduğunda, onlar çeneleri üzerine secdeye kapanırlar. "


108- Ve derler ki, "Rabbimizin şanı yücedir, O'nun verdiği söz kesinlikle yerine gelecektir. "


109- Çeneleri üzerine secdeye kapanırlarken, gözyaşları dökerler. Kur'an onları ürpertir, saygılarını artırır. "

Bu derin anlamlı bir sahnedir. Vicdanlara dokunmaktadır. Bu, daha önceden kendilerine ilim verilenlerin sahnesidir. Bunlar Kur'an'ı dinliyorlar. İçten ürperiyorlar.
"Çeneleri üzerine secdeye kapanıyorlar."
Kendi kendilerine hakim olamıyorlar. Onlar secde etmiyorlar. Yalnız:
"Çeneleri üzerine secdeye kapanıyorlar."
Sonra dilleri çözülüyor. Duygularına hakim olan hisleri Allah'ın yüceliğini ve sözünün doğruluğu ile ifade ediyorlar.
"Rabbimizin şanı yücedir. O'nun verdiği söz kesinlikle yerine gelecektir."
Tamamen Kur'an'ın etkisi altına girerler. Gönüllerinde coşan gerçeği tasvir etmede sözcükler yeterli olmuyor. Sözcüklerin tasvir etmekten aciz kaldığı bu derin etkinin bir ifadesi olarak gözlerinden yaşlar boşanıyor:
"Çeneleri üzerine kapanıp gözyaşları dökerler."
Kur'an onların içten gelen ürpertilerini arttırır."
Ayrıca onu ürperti ile karşılarlar.
Derin bir bilinç halini sergileyen bir sahnedir bu. Bu Kur'an'ın aydınlık olmaya açık, daha önceden kendisine verilmiş bilgiden ötürü, yapısını ve değerini bilen açık kalpler üzerindeki etkisini canlandırmaktadır. Burada sözkonusu edilen ilim, yüce Allah'ın Kur'an'dan önce indirdiği kitap bilgisidir. Zira gerçek ilim, Allah'ın katından gelen ilimdir.

ALLAH'IN GÜZEL İSİMLERİ


110- De ki; "Onu ister "Allah " diye çağırın, ister "Rahman " diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, en güzel isimler O'nundur. Namazda sesini fazla yükseltme, fazla da kısık tutma, bu ikisi arasında bir yol tut. "

Bunun dışında kalan anlayışlar tartışmaya ve yorumlamaya deymeyecek olan cahiliyenin saçmalıkları puta tapıcılığın yanılgılarıdır.
Ayrıca Peygamber -salât ve selâm üzerine olsun- namazında açık ile gizli arasında orta bir yol tutmakla emrolunuyor. Zira onlar peygamberin namazını alaya alıyor ve onu rahatsız ediyorlardı. Ondan nefret edip kaçıyorlardı: Herhalde bu emir de bir hikmete bağlıdır. Çünkü Allah'ın huzurunda duruşta en uygun olan gizli ile açık arasında orta bir yol izlenerek okunmasıdır:
"Namazda sesini fazla yükseltme, fazla da kısık tutma, bu ikisi arasında bir yol tut."

111- De ki; "Hamd, çocuk edinmemiş olan, egemenlikte ortağı bulunmayan ve güçsüzlüğünü telafi edecek bir destekçiye gerek duymayan Allah'a mahsustur. O'nun büyüklüğünü gereğince dile getir.

Sure başladığı gibi, Allah'ın noksan sıfatlardan arındırılması, çocuksuz ve ortaksız olan birliğinin yerleştirilmesi, O'nun dosta ve yardımcıya ihtiyacının asla olmadığı, O'nun yüce ve ulu olduğunun bildirilmesi ile sona eriyor. Bu son bölüm, surenin etrafında dönüp dolaştığı eksenini, başlangıç ve bitimini özetlemektedir.
Alıntı ile Cevapla