Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 12:29   Mesaj No:1

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:114
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Fizilalil Kuran Hicr Suresi Tefsiri-Medineweb

Fizilalil Kuran Hicr Suresi Tefsiri-Medineweb

15-Hicr

1- Elif, Lâm, Ra; bunlar kitabın, Kur'an'ın ayetleridir. "
Bu ve benzeri harfler kitabın özünü oluşturmaktadır. Kur'an bunlardan meydana gelmektedir. Herkesin günlük konuşmalarında kullandığı bu harfler, yüce ufuklara, erişilmez boyutlara, olağanüstü ahenge sahip ayetlerdir. Kendi başlarına hiçbir anlam ifade etmeyen harflerdir, açık, net ve anlaşılır Kur'an'ı meydana getiren...
Şu halde toplum bu olağanüstü kitabın ayetlerini inkâr ediyorsa, bu açık ve anlaşılır Kur'an'ı yalan sayıyorsa, gün gelecek, vaktiyle sergilediği tutumdan farklı bir tutum sergilemiş olmayı arzulayacak, daha önce inanmış olmayı, doğru yola girmiş olmayı temenni edecektir.
2- Gün gelecek, kâfirler "keşke vaktiyle müslüman olsaydık" diyeceklerdir.
Gün gelecek... Ne var ki, temenni ve arzu fayda vermeyecek... Gün gelecek... Bu deyimde gizli bir tehdit, üstü kapalı bir alay vardır. Müslüman olmak ve kurtulmak için ellerine geçen fırsatı kaçmadan, bu fırsatı değerlendirmeye teşvik edilmektedirler. Çünkü gün gelecek, "keşke vaktiyle müslüman olsaydık" diyecekler, fakat o günkü bu arzuları hiçbir yarar sağlamayacaktır!
Üstü kapalı bir tehdit daha...
3- Bırak onları yesinler, dünya nimetlerinden yararlansınlar ve ihtirasları ile oyalansınlar, ilerde gerçeği öğreneceklerdir. "
Onları yemekten, eğlenmekten ibaret hayvanlara özgü hayatları ile başbaşa bırak. Düşünmeden, akıllarını kullanmadan, insanlık düzeyine çıkmadan oyalanıp dursunlar. Bırak onları bu girdapta, fırıldak gibi dönsünler. ihtiraslar oyalasın. Arzular gururlandırsın, ömür geçsin, fırsat kaybolup gitsin. Bırak onları, bu helâk olmuş kimselerle uğraşma. Onlar ihtiras ve gururun bataklığına dalmışlar. Bu durum hoşlarına gitmekte, onları zevk ve eğlenceye daldırmaktadır. Böylece onları oyalayıp, ecellerinin dolmasına daha çok zaman olduğunu sanmalarına neden olmaktadır. Onlar dilediklerini yapabileceklerini sanıyorlar, kimsenin kendilerini bu zevk ve eğlenceden alıkoyamayacağını, engel olamayacağını düşünüyorlar. Bundan sonra kendilerini hesaba çekecek birinin olmadığına én sonunda diledikleri şeye sahip olmaları sayesinde kurtulacaklarına inanıyorlar.
Oyalayıcı duygu ve isteklerin tablosu insanların hayatında gözlemlenebilir canlı bir tablodur. Sürekli parlayan emel, insanın tatlı hayallere dalmasına neden olur. Ve insan bu hayallerin peşine takılır, onlarla oyalanır, hayaller alemine dalar, gün gelir insanlık sınırını aşar; Allah'ı, kaderi ve insan ömrünün sınırlı olduğu gerçeğini unutur. Giderek birtakım sorumlulukların, sakınılması gereken şeylerin; hatta bir ilahın, ölümün ve yeniden dirilişin varlığını akıllarına bile getirmez.
İşte Hz. Peygamberin onları başbaşa bırakmakla emrolunduğu öldürücü emel budur:
"İlerde gerçeği öğreneceklerdir."
Zamanın geçmesinden sonra bilmenin yarar sağlayamadığı bir sırada, gerçeği öğreneceklerdir. Bu ifadede onlara yönelik bir tehdit vardır. Ayrıca kendilerini kaçınılmaz akıbeti düşünmekten alıkoyan yanıltıcı emelden kurtulurlar diye son derece etkili bir uyarı gizlidir bu ifadede.
Hiç kuşkusuz Allah'ın yasası, her zaman için yürürlüktedir ve bu yasa değişmez. Milletlerin helâk olması ise, yüce Allah'ın onlara ilişkin olarak belirlediği süreye bağlıdır. Yüce Allah'ın yasasının ve iradesinin yürürlüğe girmesine aracı olan bu milletlerin kendi davranışları helâk süresi ile yakından ilgilidir.


4- Yok ettiğimiz her beldenin mutlaka uğradığı akıbete ilişkin belirli bir yazısı vardır.
5- Hiçbir millet ne yokoluş gününü öne alabilir ve ne de yaşama süresini aşabilir.
O halde bir süre için azaba uğratılmaları ertelenmişse, bu onların gurura kapılmalarına neden olmamalıdır. Çünkü Allah'ın yasası belirlenen şekliyle yürürlüktedir. İlerde öğreneceklerdir.
Amel etmeleri ve bu amele göre işin sonunda karşılık görmeleri için yüce Allah, milletlere ve beldelere uğrayacakları akıbetler için belirlenmiş bir yazı, kesin bir süre tayin etmiştir. Bunlar inandıkları iyi işler yaptıkları, yeryüzünü ıslah ettikleri ve ölçülü davrandıkları sürece yüce Allah, yaşama surelerini uzatır. Ama bütün bu esaslardan saptıkları zaman, içlerinde en ufak bir iyilik kırıntısı bulunmadığı zaman sürelerini tamamlar. Ya yok etmek, köklerini kurutmak suretiyle ya da zayıf bırakmak, düşkün hale getirmek suretiyle varlıklarına son verir.
Kimi milletler vardır ki, ne inanıyorlar, ne de iyi işler yapıyorlar, ne yeryüzünü ıslah ediyorlar, ne de ölçülü davranıyorlar, buna rağmen, bu milletler oldukça güçlüdürler, zengindirler, yok olacak gibi de değildirler... Evet böyle denebilir... Ama bu bir kuruntudur. Çünkü bu milletlerde az da olsa bazı iyi niteliklerin olması kaçınılmazdır. Bu nitelikler, yeryüzünü iyi bir şekilde imar etmek, kendi bağlılarına özgü dar bir çerçevede adalet ilkesini ayakta tutmak, kendi sınırları içinde maddi ıslahatlarda bulunmak ve iyilik yapmak şeklinde de olsa mutlaka vardır. İşte bu iyilik kırıntıları ile yaşamını sürdürmektedir bu milletler. Bunlar yokolduğu zaman, içlerinde bir iyilik kırıntısı kalmadığı zaman, kesinlikle bilinen akıbete uğrayacaklardır.
Çünkü Allah'ın yasası değişmez ve her milletin belirlenmiş bir yaşama süresi vardır.
"Hiçbir millet ne yokoluş gününü öne alabilir ve ne de yaşama süresini aşabilir."
Şimdi de surenin akışı müşriklerin Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- karşı takındığı edepsiz tavrı anlatmaktadır. Kendilerine bir kitap, anlaşılır Kur'an getiren, kendilerini oyalayıcı isteklerden sakındıran ve kendilerine Allah'ın yasasını hatırlatan peygamberi alaya aldıklarım, onunla dalga geçtiklerini dile getirmektedir.
6- Müşrikler dediler ki; "Ey kendisine Kur'an inen adam, sen kesinlikle delinin birisin. "
7- "Eğer söylediklerin doğru ise bize melekler ile birlikte gelseydin ya.
Peygambere sesleniş biçimlerinde onu alaya aldıkları açıkça görülmektedir.
"Ey kendisine Kur'an inen adam."
Aslında onlar vahyi ve peygamberliği inkâr ediyorlar, fakat bu sözler ile peygamberi aşağılamak istiyorlar. Güvenilir peygambere yakıştırdıkları sıfatta da edepsizlikleri açıkça görülmektedir.
"Sen kesinlikle delinin birisin."
Onları açık ve anlaşılır Kur'an aracılığı ile inanmaya yaptığı çağrıya verdikleri karşılık budur.
Onlar gittikçe küstahlaşıyor ve kendisini doğrulayacak melekler getirmesini istiyorlar:
"Eğer söylediklerin doğru ise, bize melekler ile birlikte gelseydin ya."
Gerek Peygamberimizle -salât ve selâm üzerine olsun- gerekse ondan önce gelmiş, geçmiş peygamberlerle birlikte meleklerin de gönderilmiş olmasına ilişkin müşriklerin istekleri hem bu surede, hem de başka surelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu istek, yüce Allah'ın onurlandırdığı, peygamberliği türüne özgü kıldığı, kendi içinden seçkin bireylerin peygamber olmasını istediği insan denen varlığın değerini bilmemenin göstergesidir.
Bu küçümsemeye, bu alaya almaya ve bu bilgisizliğe verilen cevap ise, geçmiş milletlerin yok oluşlarının şahitlik ettikleri genel kuralı hatırlatmaktan ibarettir. Buna göre melekler, herhangi bir _peygambere sadece belirlenen süre dolduğu zaman kavminden yalanlayanları yoketmek üzere inerler. Bu durumda süre tanıma, azabı geciktirme, sözkonusu olmaz artık:


8- Oysa biz melekleri ancak gerektiğinde indiririz, o zaman da onlara artık mühlet tanınmaz. "
Acaba bunu mu istiyorlar? Bu mudur arzuladıkları?
DÜŞÜNEMEYİP DOĞRU YOLU BULAMAYANLAR
Sonra ayetlerin akışı onları doğru yolu bulmaya, düşünmeye yöneltiyor. Allah melekleri ancak hak için ve gerektiğinde gönderir. Hakkı yerleştirsinler, yürürlüğe koysunlar diye. Allah'ın peygamberini yalanlamanın hakkı ise kökten yok edilmedir. Onlar bu cezayı hakediyorlar, o da gerçekleşiyor. İşte bu meleklerin, geciktirmeden azabı uygulamak üzere indikleri haktır. Onların kendileri için istediklerinden çok, yüce Allah onlar için iyilik dilemiş, iyice düşünürler, onun yol göstericiliği ile doğru yolu bulurlar diye kendilerine Kur'an'ı indirmiştir. Bu ise, eğer gereği gibi düşünecek olurlarsa, sonunda meleklerin hakka y çekleştirmek üzere inmelerinden daha hayırlıdır kendileri için...
9- Bu Kur'an'ı gerçekten biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz.
Şu halde onlar için hayırlı olan Kur'an'a yönelmeleridir. Kalıcı olan, korunan, dağılmayan ve değişmeyen O'dur çünkü. Kur'an'a batılın bulaşmış olması, tahrif edilmesi mümkün değildir. Kur'an onları Allah'ın gözetimi ve koruması altında gerçeğe yöneltecektir, eğer gerçeği istiyorlarsa:.. Fakat peygamberin getirdiği mesajın doğruluğuna kanıt olsun diye meleklerin gelmesini istiyorlarsa, yüce Allah onlara melek göndermek istemiyor. Çünkü O, onlara iyilik dilemiş ve kendilerine korunmuş kitabı indirmiştir, beraberlerinde helâk ve yoketme azabını da getiren melekleri değil.
Biz asırlar sonra, yüce Allah'ın Kur'an'ın korunacağına ilişkin gerçek vaadine baktığımızda, birçok şahidin yanısıra, bu kitabın Allah katından geldiğine şahitlik eden bir mucize ile karşı karşıya kalırız. Yüzyıllardır bu kitabın karşı karşıya kaldığı değişik durumların, koşulların, ortam ve etkenlerin bir kelimesini değiştirmeden, bir cümlesini tahrif etmeden bu kitabı korunmuş ve orijinal olarak bırakmış olmasının olanaksız olduğunu görürüz, eğer insanın iradesini aşan, tüm durumlardan; koşul ve ortamlardan daha büyük bir güç bu kitabı değişiklikten, bozulmuşluktan, gereksizlikten ve tahrif olmaktan korumuş olmasaydı.
Hiç kuşkusuz bu kitap önceleri, çeşitli çekişmelerin ortaya çıktığı, fitnenin yaygınlaştığı, olayların peşpeşe geliştiği dönemler yaşadı. O dönemlerde her grup, Kur'an'dan ve Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- sözlerinden kendisi için dayanaklar aramaya koyulmuştu. Bu fitnelere özellikle dinin değişmez düşmanları olan yahudiler ve bir de Şuubiler diye adlandırılan ve halkı milliyetçiliğe çağıran ırkçılar katılıp gelişmeleri yönlendirmişlerdir.
Bu gruplar, Hz. Peygamberin sözleri arasına çeşitli uydurma hadisler katmışlardır. Allah'dan korkan ve gerçekleri kavrama yeteneğine sahip, onlarca alim peygamberin sünnetini kurtarmak, onun sözlerini ayıklamak, bu dinin aleyhinde komplolar kuran düzenbazların uydurmalarından arındırmak için onlarca sene uğraşmak zorunda kalmışlardır.
Ayrıca fitnenin yaygınlaştığı böyle bir ortamda bu gruplar, Kur'an ayetlerinin anlamlarını yorumlayarak, onları istedikleri hüküm ve direktifleri çıkarmak için sağa sola bükme imkânını da bol bol bulmuşlardır.
Buna rağmen -fitnenin yoğunluğunun ve baskısının şiddetli olduğu bu dönemlerde- bütün bu gruplar Allah tarafından korunan bu kitabın ayetlerine yeni bir şey ekleme imkânını bulamamışlardır. Onun ayetleri, değiştirilemeyeceğinin, her türlü yanlış yorumdan korunacaklarının, aynı şekilde bu korunmuş kitabın Allah katından gelişinin kanıtı olarak indikleri gibi kalmışlardır.
Sonra bir zaman geldi -ki biz halâ bu dönemi yaşamaktayız- müslümanlar inanç sistemlerini, sosyal düzenlerini, yurtlarını, ırzlarını, mallarım ve ahlâklarını hatta akıl ve düşüncelerini bile koruyamaz oldular! Onlara üstünlük sağlayan düşmanları, inananlarca iyi olan her şeyi değiştirip, yer_ine yine onlarca iğrenç kabul edilen kavramları yerleştirdiler. İnanç, düşünce ve değer yargısı; ölçü, ahlâk ve gelenek; düzen ve kanun olarak karşı çıktıkları, benimsemedikleri her şeyi onlara kabul ettirdiler. Toplumsal çözülmeyi, ahlâki çöküntüyü, dejenereyi ve insana özgü tüm niteliklerden soyutlanmayı kendilerine çekici gösterip; onları hayvanlarınkine benzer bir hayatın içine yuvarladıkları, zaman zaman hayvanları bile tiksindirecek bir hayat biçimini yaşattılar. Bütün bu kötülükleri "İlericilik", "Gelişmişlik", "Lâiklik", "Bilimsellik", "Serbestlik", "Özgürlük", Zincirleri kırmak", "Devrimcilik" ve "Yenilik" gibi parlak sloganlar ve isimler altında kabul ettirdiler. Böylece müslümanların kala kala sadece "müslüman" isimleri kaldı. Bu dinle uzaktan, yakından hiçbir ilgileri kalmadı. Sel sularının sürüklediği çerçöpe döndüler. Ateşe yakıt olmaktan başka da hiçbir işe yaramaz oldular. Hem de son derece adi bir yakıt...
Ne var ki, -bütün bunlàra rağmen- bu dinin düşmanları bu kitabın ayetlerini değiştiremediler, tahrif edemediler. Bu konuda başarıya ulaşamadılar. Hiç kuşkusuz bu hedefe varmak için insanlar arasında en hırslıları onlardı, bu ideali gerçekleştirmek en büyük arzularıydı.
Bu dinin düşmanları -en başta da yahudiler- Allah'ın dinine karşı tuzaklar kurmak için dörtbin yıllık -ya da daha fazla- deneyim birikimlerini seferber ettiler. Birçok şey de başardılar. Örneğin Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- ümmetini ve müslüman ümmetin tarihini örtbas etmeyi başardılar. Açıktan açığa yapamadıkları şeyleri yapmak, rollerini gereği gibi oynamak için, olayları çarptırmakta, müslüman toplumun bünyesine yerleştirdikleri adamlarının gerçek kimliklerini gözlemekte de büyük başarılar elde ettiler. Devletleri, toplumları, düzenleri ve kanunları yoketmeyi başardılâr. Yüzyıllardan beri, özellikle çağımızda müslüman toplumların bünyesinde kendi hesaplarına uygun, çeşitli yıkım ve çökertme faaliyetlerinde bulunmaları için işbirlikçi hainleri, kahraman ve kurtarıcı olarak sunup, kabul ettirebildiler.
Ama tüm koşullar kendi lehlerine olmasına rağmen, bir şeyi yapàmadılar. Bu korunmuş kitaba bir şey yapamadılar... Üstelik bu kitaba bağlı olduklarını söyleyenler, kitabı korumak bir yana, onu kulak ardı edip, sele kapılan çerçöp yığını gibi hiçbir tepki gösteremeden akıntıya kapılmış gidiyorlar... Bu da bir kez daha bu kitabın ilahi olduğunu göstermiştir. Bu akıllara durgunluk veren mucize, onun üstün iradeli ve her yaptığı bir hikmete dayanan yüce Allah tarafından indirildiğini kanıtlamıştır.
Bu vaad, Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- döneminde sadece bir sözdü: Ama bugün -yaşanan bunca büyük olaydan ve uzun asırdan sonra bu vaadin bir mucize olduğunu, bu kitabın yüce Allah katından geldiğini kanıtladığı ortaya çıkmıştır. İnatçı kara cahillerden başkası bu gerçeği tartışma konusu yapmaz.
"Bu Kur'an'ı gerçekten biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz."
Hiç kuşkusuz doğru söylüyor yüce Allah...
Yüce Allah peygamberini yüreklendiriyor ve böyle bir şeyle ilk defa kendisinin karşı karşıya kalmadığını, bütün peygamberlerin alaya alındıklarını, yalanlandıklarını, bu çirkin inadın yalanlayanların değişmez özelliği olduğunu haber veriyor.


10. "Ey Muhammed, biz senden önce de eskiden yaşamış çeşitli milletlere peygamberler göndermiştik. "
11- Bu milletler, kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya almışlardır. "
Önceki milletlerden peygamberlerini yalanlayanlar, peygamberlerinin kendilerine sunduğu mesajı nasıl karşılamışlarsa, senin milletinden yalanlayıcı günahkârlar da senin onlara sunduğun mesajı, o şekilde karşılayacaklardır. Böylece biz bu yalanlama huyunu, düşünemeyen ve gelen mesajları güzelce algılayamayan kalplerine aşılarız. Bu, onların seçkin peygamberlere yaptıkları karşı çıkışların, işledikleri suçun karşılığıdır.
12- Biz böylece peygamberleri alaya alma huyunu günahkârların kalplerine aşılarız.
13- Onlar Kur'an'a inanmazlar. Oysa daha önceki yoldaşları hakkında ilahi kanun işlemişti.
Bu kitabın içeriğini yalanlamaları ve onu alaya almaları duygusunu salarız kalplerine. Çünkü bu kalpler, bu kitabı başka türlü algılayamaz. İster şimdiki nesil arasında olsun, ister geçmiş nesillerde olsun, ister gelecek nesillerde olsun yalanlayanlar aynı karaktere sahip bir ümmettirler:
"Oysa daha önceki yoldaşları hakkında ilahi kanun işlemişti."
Kur'an'ın eksikliği imana ilişkin kanıtların yetersizliğinden kaynaklanmamaktadır. Onlar inatçı ve kibirli kimselerdir. Kendilerine son derece açık ve anlaşılır kanıtlar gelmiş olsa bile, onlar inatçılıkları ve kibirleri ile bu kanıtı görmezlikten geleceklerdir.
Burada surenin akışı, aşağılık kibirliliğin, iğrenç inatçılığın olağanüstü bir tablosunu çiziyor:


14- "Eğer onlara bir kapı açsak da göğe çıkmaya koyulsalar. "
15- "Gözlerimiz hayal görüyor, herhalde birileri bize büyü yaptı"derler.
Kendileri için açılan bir kapıdan göğe doğru tırmandıklarını düşünmeleri yeterlidir. Bedenleri ile tırmanıyorlar, karşılarında açık bir kapı görüyorlar. Tırmanma hareketini algılıyorlar, kanıtlarını açıkça görüyorlar... Buna rağmen, onlar; "Hayır, hayır, bu gerçek olamaz. Herhalde biri gözlerimizi boyadı, onları uyuşturdu. Gözlerimiz görmüyor sadece hayal görüyoruz" derler.
"Gözlerimiz hayal görüyor, herhalde birileri bize büyü yaptı."
Uyuşturucunun biri bizi uyuşturdu, biri bize büyü yaptı. Bütün gördüklerimiz, algıladıklarımız, bir nazarcının bir büyücünün oyunundan başka bir şey değildir.
Çirkin kibirlenmenin, aşağılık inadın olanca çıplaklığı ile ortaya çıkması için onların bu şekilde tasavvur edilmesi yeterlidir. Bu da gösteriyor ki böyleleriyle tartışmanın hiçbir yararı yoktur. Bu tutumlarının iman etmek için yeterince delil bulamamaktan kaynaklanmadığı ortadadır. Onların inanmalarını, engelleyen kendilerine meleklerin inmemiş olması değildir. Çünkü onların göğe doğru tırmanmaları, meleklerin inmiş olmasından daha etkili bir kanıttır, kendileri ile daha yakından ilgilidir. Fakat onlar kibirli bir toplumdurlar. Utanmadan, sıkılmadan, apaçık ve gözler önündeki gerçeğe, aldırmadan kibirleniyorlar!
İfadenin canlandırdığı bu tablo kibirli, gerçeklere kapalı, onları göremeyen insanın örneğidir. Bu örnek insanda tiksinti ve küçümseme duygularını uyandıran bir örnektir.
Bu örnek, belli bir bölgeye ve belli bir zaman dilimine özgü değildir. Belli bir dönemde yaşamış, belli bir toplumda da ortaya çıkmış değildir. Fıtratı bozulan, basirete kapanan içindeki algılama cihazları devre dışı kalan, çevresindeki canlı evrenle, onun mesajları ve etkenleri ile ilgisini koparmış her insanın örneğidir bu.
Bu örnek günümüzde dinsizlere ve "bilimsel (!) ideolojiler" diye adlandırılan materyalist ideolojilere inanan kimselere uymaktadır. Tüm bilimsel iddialarına rağmen, bu ideolojiler bilimden hatta sezgi ve basiretten çok uzaktırlar.
Materyalist ideolojilere mensup kişiler Allah'a inanmıyorlar. O'nun varlığını tartışma konusu yapıp bu varlığı inkâr ediyorlar. Sonra da Allah'ı inkâr etme ve evrenin bu haliyle yaratıcısız, planlayıcısız ve yönlendiricisiz, kendi kendine meydana geldiğini iddia etme temeline dayanarak... Evet bu inkâra ve bu iddiaya dayanarak toplumsal, siyasal ekonomik, ayrıca`ahlâki (!)" ideolojiler geliştiriyorlar. Ve bu temellere dayanan, hiçbir şekilde onlardan sapmayan bu ideolojilerin "bilimsel" olduklarını, hem de sadece "bilimsel (!) olduklarını iddia ediyorlar.
Evrende yeralan bunca kanıta, bunca tanığa rağmen yüce Allah'ın varlığına inanmamaları, bu bedbaht nesillerin içlerindeki algılama ve özümseme cihazlarının işlevsiz hale geldiğinin inkâr edilemez kanıtıdır. Ayrıca bu inkârda diretmeleri de önceki Kur'an ayetinin çizdiği bu örneğin bıraktığı övünme havasından herhangi bir şey azaltmamaktadır.
"Eğer onlara bir kapı açsak da göğe çıkmaya koyulsalar." "Gözlerimiz hayal görüyor, herhalde birileri bize büyü yaptı derler."
Evrende yeralan ve Allah'ın varlığına şahitlik eden kanıtlar, onların göğe çıkmalarından daha belirgin, daha açıktırlar. Bu kanıtlar devre dışı kalmamış insan fıtratına gizli-açık, sesli-sessiz hitap etmektedirler. Artık fıtrat Allah'ın varlığını kabul etmekten, onu tanımaktan başka bir şey yapamaz.
Evreni ayakta tutan, hareket etmesini ve düzenini sağlayan ayrıca birbirleri ile uyum oluşturan yasalar sistemine, bunun yanında evrenin bazı bölümlerinde hayatın meydana gelmesi için biraraya gelen ve birbirleri ile uyum oluşturan sayısız bileşimlere rağmen evrenin kendi kendine varolduğunu söylemek... Evet böyle bir sözü insan fıtratı temelden reddettiği gibi, insan aklı da kabul etmez. Bilim, bu evrenin özelliklerini, sırlarını, yapısında yeralan ve birbirleriyle uyum oluşturan bileşimlerini araştırmak amacı ile derinlere daldıkça; evrenin oluşumu ve varoluşundan sonraki gelişimi hakkında ileri sürülen tesadüf teorilerini reddetmekte ve evrenin ötesinde onu yönlendiren yaratıcı eli görme ihtiyacını duymaktadır. Bu görüş, evrenden gelen mesajların ve işaretlerin algılanması ile birlikte insan fıtratına bir düzey kazandırır. Ve bu durum, ancak son dönemlerde gelişme gösteren tüm bilimsel araştırmalardan önce meydana gelmiştir.
Evren kendi kendini yaratamadığı gibi, aynı anda da kendisini yönlendirecek kanunları yaratamaz. Aynı şekilde hayattan yoksun evrenin varlığı, hayatın ortaya çıkışı için bir açıklama sayılmaz. Evrenin ve hayatın ortaya çıkışını bir yaratıcının, bir yönlendiricinin varlığını gözönünde bulundurmadan açıklamak, zorlama bir girişimdir. İnsan fıtratı bu açıklamayı kabul etmediği gibi, insan aklı da kabul etmez. Nitekim son dönemlerde pozitif bilimler de böyle bir açıklamayı reddetmeye başladılar.
Almanya Frankfurt Üniversitesi hocalarından canlılar ve bitkiler uzmanı "Russel Charles Ernest' şunları söylemektedir:
"Cansızlar dünyasından hayatın ortaya çıkışını açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bazı araştırmacılar hayatın protejenden ya da virüsten yahut bazı büyük protein parçalarının biraraya gelmesinden doğduğu sonucuna varmışlardır. Bazı insanlar bu teorilerin canlılar alemi ile cansızlar alemi arasındaki boşluğu kapattığını sanmaktadırlar. Ama kabul etmemiz gereken bir gerçek var ki, cansız bir maddeden canlı bir madde meydana getirmek için ortaya konan tüm emeklerin başarısızlıkla, hayal kırıklığıyla sonuçlandığıdır. Bununla beraber Allah'ın varlığını inkâr eden biri, sadece atomların ve elementlerin tesadüfen biraraya gelmeleri ile bu hayatı meydana getirdikleri, onu korudukları, canlı hücrelerde gözlemlediğimiz gibi yönlendirdikleri, teorisini evrenin varoluşunun dayanağı yapamaz. Herhangi bir insan, hayatın ortaya çıkışına ilişkin olarak yapılan bu açıklamayı kabul etmede özgürdür. Bu, onun bileceği bir şeydir. Ama bunu yaptığı zaman her şeyi yaratan ve onları yönlendiren Allah'ın varlığına inanmaktan daha ağır, daha zor yükümlülükleri aklına yükleyecektir.
"İnanıyorum ki, canlı hücrelerin herbiri, anlaması zor, son derece karmaşık birer yapıya sahiptirler. Yeryüzünde varolan milyarlarca canlı hücre, düşünce ve mantığa dayalı olarak onun gücüne şahitlik etmektedir. Bu yüzden ben tüm içtenliğimle Allah'ın varlığına inanıyorum.
Bu makaleyi yazan kişi, araştırmasına hayatın ortaya çıkışına ilişkin dini açıklamaları gözönünde bulundurarak başlamıyor. Araştırmasına hayatın ortaya çıkışını şekillendiren yasalar sistemine ilişkin doğruluğu kanıtlanmamış bir bakış açısı ile başlıyor. Araştırmasına egemen olan mantık, tüm özellikleri ile "çağdaş bilim" mantığıdır. Buna rağmen, hem fıtri ilhamın, hem de dini duyarlılığın onayladığı bir sonuca ulaşıyor. Çünkü bir gerçek varolduğu zaman, hangi yolu izlerse izlesin, doğru yol arayanlara kendisini gösterecektir. Ama bu gerçeği bulamayanlar, içlerindeki tüm algılama cihazlarının işlevsiz hale geldiği kimselerdir.
Fıtratın, aklın ve evrenin mantığına ters düşerek Allah'ın varlığını tartışma konusu yapanlar, içlerindeki alıcı ve verici cihazlar devre dışı kalmış varlıklardır. Onlar kördürler. Nitekim yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Rabbin tarafından sana indirilen kitabın hak içerikli olduğunu bilen kimse kör birisi gibi midir?" (Ra'd Suresi 19)
Gerçek durumları bu olduğuna göre, bir müslüman bunların toplum, siyaset ve ekonomik alanlarında ortaya koydukları sözde "bilimsel" ideolojilere, ayrıca evren, hayat, insan, insan hayatı ve insanlık tarihi hakkında geliştirdikleri teorilere, en azından insan hayatını açıklanmasını ve düzenlenmesini ilgilendiren konularda onların ortaya koyduğu düşüncelere; duyu organları işlevini yitirmiş, görmekten, duyumsamaktan ve kavramaktan tamamen yoksun bir körden kaynaklanan sapmalar olarak bakmalıdır. Bir müslüman hiçbir konuda böylesinin görüşüne başvuramaz. Bakış açısını onların düşüncelerine göre biçimlendirmesi, hayat sistemlerini bu körlerden alınmış bir teoriye dayandırması ile olacak iş değildir.
Bu mesele iman ve inanç meselesidir. Görüş ve düşünce meselesi değildir. Düşüncelerini, hayat felsefesini, aynı şekilde hayat sistemini ve maddi evrenin hem kendisini, hem de insanı varettiği temeline dayandıran biri, düşünce, hayat felsefesi ve hayat sistemini temellendirmede büyük bir yanılgıya düşmektedir. Bu yüzden bu temele dayanan organların düzenlemelerin ve uygulamaların iyi sonuçlar vermesi iyilik getirmesi mümkün değildir. Bu düşüncenin ufak bir parçasının müslümanın hayatına monte olması, onun inancına ve düşüncesine dayanak oluşturması imkânsızdır. Çünkü bir müslüman düzenini ve hayatını yüce Allah'ın evren üzerindeki ilahlığı yaratıcılığı ve yönlendiriciliği ilkesine dayandırmak zorundadır.
Böylece sözde "bilimsel sosyalizm" diye adlandırılan ideolojinin materyalizmden ayrı bir düşünce olduğuna ilişkin görüşün bilgisizlikten ya da hezeyandan başka bir şey olmadığı ortaya çıkıyor. Temeli, kaynağı, düşünce metodu ve sisteminin yapısı belli olan "bilimsel sosyalizmi" benimsemek, inanç, düşünce, sonra sistem ve düzen noktasından ve temelden İslâmdan çıkmaktır. Çünkü bilimsel sosyalizmi benimsemekle, Allah'ın varlığına inanmaya saygı göstermek, kesinlikle birarada olmaz. İkisini birarada sürdürme girişimleri İslâm ile küfrü birleştirmektir. Ve bu kaçınılması mümkün olmayan bir gerçektir.
Hangi bölgede ve çağda olurlarsa olsunlar, insanlar ya din olarak İslâmı benimseyecekler ya da materyalizmi. İslâmı seçtikleri zaman "materyalizm felsefesinden" kaynaklanan "bilimsel sosyalizmi" kabul etmeleri artık kesinlikle yasaktır. Çünkü bilimsel sosyalizmi, bir sosyal düzen olarak kaynaklandığı temelinden ayırmak mümkün değildir.
İnsanlar baştan itibaren ya İslâmı ya da materyalizmi seçmelidirler.
Hiç kuşkusuz İslâm, sırf vicdanlarda yereden fonksiyonsuz bir inanç biçimi değildir. İslâm inanca dayalı bir toplumsal düzendir. Aynı şekilde -bu anlamda"bilimsel sosyalizm" de boşluğa dayanmaz. Doğal olarak materyalizmden kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi materyalizm, evrenin özünün madde olduğunu ileri sürerek, evreni yaratıp yönlendiren bir tanrının varlığını temelden inkâr etmektedir. Materyalizmle bilimsel sosyalizm arasındaki bu organik birleşimi bozmak imkânsızdır. İşte İslâm ile tüm uygulamalarıyla bilimsel sosyalizm arasındaki köklü çelişki bundan kaynaklanmaktadır.
İkisinden birini seçmek kaçınılmazdır. İsteyen dilediğini seçebilir, ama Allah katında seçtiğinin sorumluluğunu da yüklenmelidir!
EVRENİN ÖZELLİKLERİ
Gökler alanından sunulan kibirlenme sahnesinden, gökler sahnesiyle başlayan evrensel olağanüstülüklerin sunulduğu sergiye geçiliyor. Çünkü yer sahnesi... Çünkü yağmur yüklü bulutları biraraya getiren rüzgârların yeraldığı sahne... Çünkü hayat ve ölüm sahnesi... Çünkü diriliş ve toplanma sahnesi... Evet bütün bu sahneler üzerlerine bir kapı açılsa oradan göğe doğru tırmanacak olsalar, "Gözlerimiz hayal görüyor, birileri bize büyü yaptı herhalde" diyecek olan kimselerin kibirlendiği sahnelerdir. O halde biz de ayetlerin akışı içinde olduğu gibi teker teker sunalım bu sahneleri.

16- Gökte takım yıldızlar (ya da yörüngeler) yarattık ve onları gözetleyenler için çeşitli güzellikler ile donattık. "
17- Göğü bütün kovulmuş şeytanlardan koruduk. "
18- Ancak kulak hırsızlığına yeltenen bir şeytan olursa onu parlak ışıklı bir kayan yıldız kovalar. "
Bu oldukça geniş olan tablonun ilk çizgisidir. Harikalar yaratan ilahi gücün ayetlerini dile getiren olağanüstü evrenin oluşturduğu tablodur. Meleklerin inmesinden daha etkili bir mucize daha büyük bir tanıktır. Bu aynı zamanda düzenleme ve planlamada gösterilen özeni de ortaya koymakta, bu büyük yaratmayı gerçekleştiren gücün yüceliğini gözler önüne sermektedir.
Ayette geçen "buruc = (burçlar) olanca görkemïyle yıldızlar ve gezegenler olabileceği gibi, yıldız ve gezegenlerin içinde döndükleri yörünge de olabilir. Her iki durumda da ilahi güce, yaratma ve düzenlemedeki ve sanattaki güzelliğe tanıklık etmektedir.
"Onları gözetleyenler için çeşitli güzellikler ile donattık."
Bu ifade ile evrenin -özellikle şu göklerin- güzelliğine dikkat çekilmektedir. Bu da gösteriyor ki, evrenin yaratılmasında gözetilen hedef güzelliktir. Evrende dikkati çeken sadece büyüklük değildir. Gösterilen özen de değildir. Bütün manzaraları düzenleyen, onların oluşturduğu ahenkten kaynaklanan güzellik de önemli bir unsurdur.
Her tarafa serpilmiş yıldızların, gezegenlerin kendi aydınlıkları ile yol aldıkları, arada sırada söner gibi oldukları ve gözden uzak, bir yıldızın çağrısına koşmak için oradan oraya baktığı kapkaranlık bir gecede göğe dikkatlice bakmak... Yine buna benzer bir bakışla dolunay olduğu bir sırada, evren derin bir uykuya daldığı ve adeta evreni tatlı rüyasından uyandırmamak istercesine nefesimizi tutarak mehtaplı bir gecede göğe bakmak...
Evet böylesine bilinçli bir bakış, evrendeki güzellik gerçeğini evrenin oluşumunda bu güzelliğin ne denli köklü olduğunu, ayrıca şu olağanüstü yaklaşımın anlamını kavramak için yeterlidir.
"Onları gözetleyenler için çeşitli güzellikler ile donattık."
Donatmanın yanında, koruma ve arındırma da var:
"Göğü bütün kovulmuş şeytanlardan koruduk."
Oraya yaklaşamaz, kirletemez. Kötülüğünü, pisliğini ve sapıklığını bulaştıramaz. Şeytanın faaliyet alanı sadece yeryüzüdür. orada yaşayan Ademoğulları'nı saptırmadır görevi. Üstünlüğün ve yüksekliğin sembolü olan göğe gelince, şeytan oradan kovalanmıştır, oraya yaklaşması, orayı kirletmesi imkânsızdır. Ama oraya yükselmek için girişimlerde bulunur. Ve her girişiminde geri çevrilir.
"Ancak kulak hırsızlığına yeltenen bir şeytan olursa onu parlak ışıklı bir kayan yıldız kovalar."
Ama nedir şeytan? Kulak hırsızlığına ne şekilde yeltenir? Ve ne çalar?.. Bütün bunlar, Allah'a özgü olan gaybın kapsamındadırlar. Bu ayetlerin bildirdiklerinden başkasını öğrenme imkânına sahip değiliz. Buna kalkışmanın da yararı yoktur. Çünkü bu tür şeylerle uğraşmak, imanı arttırmadığı gibi, güçlendirmez de. Sadece insan aklını kendisini ilgilendirmeyen ve kendisini bu hayattaki gerçek görevinden alıkoyan şeylerle uğraştırır. Üstelik bu girişim yeni bir gerçek için yeni bir kavrama biçimi de kazandırmaz.
Bununla beraber şeytanın göğe yol bulamayacağını, gökteki bu gözalıcı güzelliğin korunmuş olduğunu, üstünlük ve yücelik sembolü olarak kalıcılığını sürdürdüğünü, hiçbir pisliğin, hiçbir kötülüğün bulaşmayacağını, şeytanın herhangi bir girişimde bulunması ile birlikte derhal kovulacağını, bu kovulmanın onun işlediğine ulaşmasına engel olacağını bilmemiz gerekir.
Bu arada sahnede çizilen sağlam burçların, göğe doğru tırmanan şeytanın, onun planını altüst eden kayan yıldızın hareketlerinin güzelliğini de unutmamak gerekir. Hiç kuşkusuz bu da şu olağanüstü güzelliğe sahip kitabın tasvir güzelliklerinden biridir.
YERYÜZÜ
Göz alabildiğine geniş ve dehşet verici olan tabloda çizilen ikinci çizgi gözler önüne serilmiş, yürümek ve geçmek için caydırılmış yer çizgisidir. Orada yeralan dağlar, insanlar ve diğer canlılar için rızık olarak var edilen bitkilerdir:


19- Yerin alanını geniş yaptık, oraya sabit dağlar serpiştirdik ve orada belirli bir ölçü uyarınca her bitkiyi bitirdik.
20- Orada gerek sizin için ve gerekse rızıkları tarafınızdan sağlanması sözkonusu olmayan diğer canlılar için besin kaynakları yarattık.
Ayetlerin akışında büyüklüğün etkisi açıkça görülmektedir. Çünkü göklerde büyük ve heybetli burçlara işaret edilmektedir. Bu büyüklük ve heybetlilik, "burûc" kelimesinin vurgusunda, hattâ daha önce "ışık saçan" olarak nitelendirilen kayan yıldızlarda bile göze çarpmaktadır. Yeryüzünde de sabit dağlara işaret edilmektedir. Bunun da "Oraya sabit dağlar serpiştirdik" şeklinde ifade edilmesi ile dağların ağırlığı somutlaştırmaktadır. Bir de yeryüzünde "bir ölçü" uyarınca biten her bitkinin yaratılışında bir özen, bir hikmet ve ölçü gözetildiği anlamına gelmekle beraber, bu kelimenin de kendine özgü bir ağırlığı_vardır. "Besin kaynakları"nın çoğul ve belirsiz olarak kullanılması da ifadeye bir ağırlık .ve heybetlilik katmaktadır. Genel ve kapalı bir ifade ile yeryüzündeki tüm canlılardan "Rızıkları tarafınızdan sağlanması sözkonusu olmayan diğer canlılar" şeklinde söz edilmesi de öyle... Canlandırılan sahnede oldukça belirgin olan büyüklük ve heybetliliği yansıtan unsurlardır bunlar.
Evrensel mucize bu noktada dış alemi aşıp iç alemden sunuluyor. Görmek ve yürümek için alanı geniş kılınmış yeryüzü. Yeryüzüne serpiştirilmiş sabit dağlar. Beraberinde bir ölçü uyarınca biten bitkilere işaret edilmesi... Bunların geçim ve hayat için hazırlandığının ve bunların çeşit çeşit olduğunun vurgulanması... Ayetlerin akışı tüm bu unsurları genel ve kapalı bir ifadeyle sunuyor. Amaç, daha önce de belirttiğimiz gibi bir büyüklük ve heybetlilik havası yaymaktır... Orada sizin için besin kaynakları yarattık. Rızıkları sizin tarafınızdan sağlanması sözkonusu olmayan canlıları da sizin için yarattık. Çünkü onlar yüce Allah'ın yeryüzünde kendileri için yarattığı rızıklarla beslenmektedirler. Siz de sayısız ümmetlerden birisiniz. Başkalarını rızıklandıramayan, hem kendisi, hem de başkası Allah tarafından rızıklandırılan bir ümmet. Allah tarafından üstün kılınmış, kendisine yük olmayan ve Allah'ın verdiği rızıkla beslenen diğer canlılar kendisinin yararına hizmetine ve rahatına sunulmuştur bu ümmetin.
Her şey gibi bu rızıklar da Allah'ın bilgisi içinde belirlenmişlerdir. Onun emrine ve dilemesine bağlıdırlar. Bu rızıklar üzerinde dilediği gibi ve dilediği zaman, insanlar ve rızıklara ilişkin olarak yürürlüğe koyduğu yasası uyarınca dilediği uygulamada bulunur.


21- Evrende varolan her şeyin hazinesi, ana kaynağı bizim yanımızdadır. Ve biz her şeyi size belirli bir ölçüye göre indiririz.
Hiçbir yaratığın, hiçbir şeye gücü yetmez, hiç kimse hiçbir şeyin sahibi değildir. Her şeyin hazinesi -ana kaynağı, deposu- Allah katındadır. Onları yarattıklarının dünyalarına "belirli bir ölçüye" göre indirir. Hiçbir şey ölçüsüz inmez. Hiçbir şey gereksiz değildir.
"Evrende varolan her şeyin hazinesi ana kaynağı bizim yanımızdadır. Ve biz her şeyi belirli bir ölçüye göre indiririz."
Bu açık ve anlaşılır ayetin anlamı insanoğlu bilgi alanında ilerledikçe, bu evrenin bileşim ve oluşumundaki sırları çözdükçe daha bir belirginleşmektedir. İnsanlar maddi varlıkları meydana getiren elementlerin özelliklerini, yapabildikleri kadar- bileşim ve analizlerinin özelliklerini ortaya çıkardıkları zaman "ana kaynağı" kelimesinin anlamı iyice belirginleşmişti. Örneğin, suyun esas kaynağının hidrojen ve oksijen olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde yeşil bitkilerin varlığında somutlaşan rızıkların ana kaynağının havadaki azot, karbondioksit olarak birleşen oksijen ve karbon bir de güneşin gönderdiği ışınlar olduğu ortaya çıkmıştır. Allah'ın katındaki rızıkların ana kaynağını açıklayan benzeri örnekler çoktur. İnsanoğlu bunların bir kısmını öğrenme imkânını bulmuştur. Ama bütün bildikleri bunların çokluğunun yanında çok az bir şeydir.
Yüce Allah'ın belirli bir ölçüye göre gönderdiği şeylerden biri de rüzgâr ve sudur!
22- Gönderdiğimiz yağmur yükleyici rüzgârlar aracılığı ile size gökten su indirerek su ihtiyacınızı karşıladık. Yoksa su kaynağını oluşturan siz değilsiniz.
Rüzgârları yağmur yükleyici olarak gönderdik. (Bazıları "Yükleyici" kelimesini bilimsel anlamda rüzgârların ağaçtan ağaca döllenmeyi sağladıklarından yola çıkarak açıklamak istiyorlar. Oysa ayetlerin akışı burada rüzgârların yağmur yükleyiciliğine işaret etmektedir, başka değil.
"Gönderdiğimiz yağmur yükleyici rüzgârlar aracılığı ile size gökten su indirerek su ihtiyacınızı karşıladık. Yoksa su kaynağını oluşturan siz değilsiniz."
Üstelik burada uzaktan da olsa bitkilere işaret edilmiyor. Hatta sahnede bitkilerin gölgesine de yer yoktur. Kur'an'ın ifade tarzı, sahnede yeralan uzak yakın tüm gölgeleri çizmeye büyük özen gösterir. Yabancı duyguların, telkinlerin etkisinden uzak Kur'an'ın gölgesinde yaşayanlar bunu kavrayabilirler. Yabancı duygu ve telkinlerden arınmış Kur'ani bir algılama yeteneğine sahiptirler, duyguları her türlü yabancı ve zorlama yorumu reddeder.) Tıpkı devenin gebe kalması gibi. Rüzgârların yüklediği bu suyu sizin için gökten indirdik. Onunla su ihtiyacınızı karşıladık, böylece onun aracılığı ile hayatınızı sürdürürsünüz.
"Yoksa su kaynağını oluşturan siz değilsiniz."
Su, sizin oluşturduğunuz kaynaklardan değil, yüce Allah'ın katındaki kaynaklardan ve belirli bir ölçüye göre gelmektedir.
Rüzgârlar evreni idare eden yasalar sistemine göre hareket etmektedirler. Yine bu yasalar sistemi uyarınca yağmur yükleyicilik görevini yerine getirip bu yasaların öngördüğü şekilde yağmurun yağmasını sağlamaktadırlar. Ama bütün bunları temelden düzenleyen, planlayan kimdir? Hiç kuşkusuz bunları takdir eden ve mucizelere kaynaklık eden evrensel yasayı koyan yüce yaratıcıdır.
"Evrende varolan her şeyin hazinesi, ana kaynağı bizim katımızdadır. Ve biz her şeyi size belirli bir ölçüye göre indiririz."
Bu ifade de her hareketin hatta su içme olayının bile yüce Allah'a bağlandığını görüyoruz... "Su ihtiyacınızı karşıladık"dan amaç şudur: Yani sizi suya ihtiyaç duyacak bir yapıya sahip olarak yarattık. Suyu da bu ihtiyacınıza cevap verecek nitelikte yarattık. Her ikisini de biz planladık. Bunu Allah'ın takdirine göre yürürlüğe koyduk, gerçekleştirdik. Bu ifade, havanın tümü ile uyum oluşturması için bu tarzda yeralmaktadır. Her şey, hatta su içme amacı ile yapılan hareket bile Allah'a döndürülmektedir. Çünkü sureye egemen olan hava, evrende olan her şeyi doğrudan doğruya Allah'ın iradesi ile, her hareket ve her olayla ilgili olan Allah'ın kaderi ile izah etme havasıdır. Yüce Allah'ın dış alemdeki olaylar hakkında geçerli olan yasası ile iç alemdeki olaylar hakkında geçerli olan yasası birbirlerinin aynısıdır. Ayetlerin birinci bölümü yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayanlar aleyhinde yürürlüğe koyduğu yasasını içermektedir. İkinci bölüm de gökler ve içindekilerle beraber yeryüzü, rüzgârlar, su ve su ihtiyacını gidermeye ilişkin yasasını içermektedir. Hepsi de Allah'ın kaderi doğrultusunda yürürlükte olan onun yasalarıdır. Her ikisi de yüce Allah'ın göklerin, yerin, insanlar ve eşyanın yaratılışının gerekçesi kıldığı büyük gerçeğe bağlıdırlar.
Ardından her şeyin Allah'a döndürülmesi konusu tamamlanıyor. Hayat ve ölüm, canlılar ve ölüler, diriliş ve kabirlerden kalkış, O'na döndürülüyor:


23- Dirilten de öldüren de yalnız biziz ve her şey sonunda bize kalır.
24- Biz sizin eskiden gelip geçenlerini de geride kalanlarını da biliriz.
25- Hiç kuşkusuz Rabbin tüm insanları biraraya toplayacaktır. O her işi yerinde yapar ve her şeyi bilir.
Burada ikinci bölüm birinci bölümle birleşmektedir. Birinci bölümde Allah şöyle buyurmuştu.
"Yok ettiğimiz her beldenin mutlaka uğradığı akıbete ilişkin belirli bir yazısı vardır."
"Hiçbir millet ne yokoluş gününü öne alabilir ve ne de yaşama süresini aşabilir." (Hicr Suresi 4-5)
Burada ise, hayat ve ölümün Allah'ın elinde olduğu, hayattan sonra her şeyin O'na kalacağı vurgulanmaktadır. Kimlerin önceden canlarının alınacağını, kimlerin bir süre ertelenip canlarının alınacağını bildiği, en sonunda herkesi biraraya toplayacağı, dönüşün O'na olduğu bildirilmektedir.
"O her şeyi yerinde yapar ve her şeyi bilir."
Her milletin yaşama süresini bir hikmete dayalı olarak belirler. Ne zaman öleceklerini, ne zaman biraraya toplanacaklarını, bu arada olacak olayları bilir.
Sahnenin hareketliliği açısından bu bölümle önceki bölüm arasında bir ahenk görüyoruz. Bu ahenk kitabın indirilişi, meleklerin indirilişi, şeytanları kovalayan kayan yıldızların indirilişi, gökten su indirilişi, olaylarında da göze çarpmaktadır. Sonra olayları ve anlamları kuşatan alanda da bu ahenk görülmektedir. Bu alan, olanca büyüklüğüyle evrendir. Gökler, takım yıldızlar ve kayan yıldızlardır. Yeryüzü, köklü dağlar ve bitkilerdir. Rüzgârlar ve yağmurlardır. Büyüklenmeye bir örnek verildiğinde konu olarak gözler önüne serilen bu alanda gökte açılan bir kapı aracılığı ile yerden göğe doğru tırmanma seçilmektedir. Bu da şu olağanüstü kitabın tasvir güzelliklerinden biridir kuşkusuz.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi MERVE DEMİR 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ülke tv Canlı... Videolar/Slaytlar Medine-web 1 2760 22 Ağustos 2013 23:41
İran Emperyalizmi Makale ve Köşe Yazıları Medine-web 6 3374 26 Ocak 2013 21:53
gerekli gereksiz bir şiir.. Makale ve Köşe Yazıları MERVE DEMİR 0 3103 06 Aralık 2012 09:48
olmamış kayınbiradere mektup :) Komik Paylaşımlar Allahın kulu_ 10 7009 03 Kasım 2012 22:19
İslamın kurtuluşu bilinçlenme ile mümkündür Makale ve Köşe Yazıları Esadullah 11 6461 02 Ekim 2012 20:16