Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 12:29   Mesaj No:2

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Hicr Suresi Tefsiri

İNSANIN YARATILIŞI
Burada insanlığın büyük hikâyesine geçiyoruz. İlk yaratılış hikâyesine. Hidayet, sapıklık ve bunların temel sebepleri hikâyesine... Adem peygamberin (a.s) hikâyesidir bu. Neden yaratıldı? Yaratılışı esnasında ve bundan sonra neler olup bitti?
Tefsirimizin geçen bölümlerinde Bakara ve A'raf surelerinde (Bu sıralanış surelerin mushaftaki yerlerine göredir. İniş sırasına göre değildir. A'raf suresi de Hicr suresi gibi Mekke'de inmiştir. Ve her ikisi de Bakara suresinden önce inmiştir.) iki defa bu hikâye ile karşılaştık. Ama bu hikâye her defasında özel bir amacı yerine getirmek için özel bir ortamda ve özel bir atmosferde sunulmaktadır. Bu yüzden hikâyenin sunulan bölümleri ifade tarzı, gölgeleri ve müzikal ahengi yerine göre değişiklik arzetmektedir. Yalnız bu bölümlerin varmak istedikleri hedefin ortaklığı oranında başlangıç veya sonuçla ortak noktalar göze çarpmaktadır.
Üç surede de hikâyenin giriş kısmı aynıdır! İnsanların yeryüzüne yerleştirilmesi ve oraya halife kılınması sözkonusu edilmektedir.
Bakara suresinde hikâyeye şu şekilde giriş yapılmıştı:
"O ki yeryüzünde bulunan tüm varlıkları sizini için yarattı. Sonra da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi bilir." ( Bakara Suresi 29)
Hikâyenin A'raf suresindeki girişi ise şu şekildedir:
"Size yeryüzünde yurt sağladık, orada size çeşitli geçim kaynakları bağışladık. Ne kadar az şükrediyorsunuz." (A'raf suresi 30)
Bu surede ise, hikâyeye şu şekilde giriş yapılmaktadır:
"Yerin alanını geniş yaptık, oraya sabit dağlar serpiştirdik ve orada belirli bir ölçü uyarınca her bitkiyi bitirdik."
"Orada gerek sizin için ve gerekse rızıkları tarafından sağlanması sözkonusu olmayan diğer canlılar için besin kaynakları yarattık."
Ne var ki, bu hikâyenin yeraldığı her surenin gerçekleştirmek istediği amaç, varmak istediği hedef farklıdır.
Bakara suresinde ağırlık noktası Hz. Adem'in içindeki her şeyle birlikte yüce Allah tarafından insanlar için yaratılan yeryüzüne halife tayin edilmesidir:
"Hani Rabbin meleklere "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti." (Bakara Suresi 30)
Bu yüzden hikâyede Adem'in halife kılınmasının sırları ve meleklerin bilmedikleri bu sırlar karşısında şaşırıp kalmaları sunulmuştu.
"Allah Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra bütün nesneleri meleklere göndererek "Haydi eğer davamızda haklı iseniz, bunların isimlerini bana söyleyin" dedi."
"Melekler "Ya Rabbi, sen yücesin, bizim senin bize öğrettiklerin dışında hiçbir bilgimiz yoktur, hiç şüphesiz sen her şeyi bilirsin ve her yaptığın yerindedir" dediler."
Allah Adem'e, "Ey Adem, bunlara o nesnelerin adlarını bildir" dedi. Adem, meleklere bütün nesnelerin isimlerini bildirince Allah onlara "Ben size göklerin ve yerin bütün gizliliklerini, ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınız ve içinizde sakladıklarınızı bilirim" dememiş miydim?" dedi." (Bakara Suresi 31-33)
Sonra meleklerin secdeye kapanmaları, şeytanın büyüklük taslayıp secdeye kapanmaktan kaçınması anlatılmıştı. Ayrıca Adem ve eşinin cennete yerleştirilmeleri, şeytanın ikisini ayartıp oradan çıkarılmalarına neden olması, sonra bu acı tecrübeden geçirilmelerinin, bundan dolayı bağışlanma dileyip, yüce Allah'ın da onları bağışlamasının ardından yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmek üzere oraya indirilmeleri anlatılmıştı. Hikâyenin sonunda, İsrailoğulları'na yönelik olarak Allah'ın kendilerine verdiği nimeti anmalarına ve onunla yaptıkları antlaşmaya bağlı kalmalarına ilişkin bir çağrıyla değerlendirme yapılmıştı. Çünkü bu antlaşma atalarının yeryüzüne halife tayin edilmesi, Allah'la antlaşma yapması ve insanların atalarının başından geçen bu acı tecrübeyle ilişkilidir.
A'raf suresinde ise, ağırlık noktası, cennetten başlayıp yine cennette biten uzun yolculuk ile, yolculuğun başından sonuna kadar şeytanın insanlara yönelik düşmanlıklarının ortaya konmasıdır. Böylece insanlar bir kez daha ilk ortaya çıktıkları alana dönüyorlar. Bir grup şeytana düşman oldukları, ona muhalefet ettikleri için şeytanın anne-babalarını çıkarttığı cennete dönüyor. Bir diğer grup ise, ateşe yuvarlanıyorlar. Çünkü onlar bu azgın düşmanın adımlarını izliyorlar. Bu yüzden A'raf suresinde, meleklerin secdeye kapanmaları, şeytanın büyüklük taslayıp secde etmekten kaçınması, kendisinin kovulmasına sebep olan insanoğlunu saptırmak için yüce Allah'dan yeniden diriliş gününe kadar süre tanımasını istemesi, sonra Adem ve eşinin cennete yerleştirilmeleri, insanın irade gücünü ve itaatını sınamaya yarayan yasağın sembolü bir tek ağacın dışında cennet meyvelerinden yemeleri, sonra şeytanın onlara vesvese vermesi etraflıca anlatılmıştı. Adem ve eşinin yasak meyveyi yemeleri, bunun üzerine ayıp yerlerinin ortaya çıkması, yüce Allah'ın adem ve eşini azarlaması ve büyük savaş meydanında amel etmeleri için topluca yeryüzüne indirmesi anlatılmıştı:
"Allah dedi ki; "Oradan aşağıya ininiz, şeytan ile siz birbirinizin düşmanısınız, sizler belirli bir süre yeryüzünde barınarak geçineceksiniz."
"Orada yaşayacak, orada ölecek ve tekrar diriltilerek oradan çıkarılacaksınız." (A'raf Suresi 24-25)
Sonra surenin akışı herkesin bir kez daha toplandığı ana kadar hikâyeyi sürdürmüştü. Hikâyede herkesin büyük bir meydanda toplandığı ayrıntılı olarak ve karşılıklı konuşmalar şeklinde sunulmuştu. Sonra bir grup cennete, diğer grup da cehenneme gitmişti:
"Cehennemlikler cennettekilere, "Bize biraz su ya da Allah'ın size sunduğu yiyeceklerden biraz bir şeyler ikram ediniz" diye seslenirler. Cennettekiler ise, "Allah her ikisini de kâfirlere haram kıldı" derler. (A'raf Suresi 50)
Ve perde inmişti...
Burada bu surede ise, ağırlık noktası Hz. Adem'in varoluşundaki sırdır. Hidayet ve sapıklığın sırrıdır. İnsanın oluşumundaki hidayet ve sapıklığın temel etkenlerinin sırrıdır. Bu yüzden ilk ayet, Hz. Adem'in kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yaratılmasına, sonra bu balçığa yüce Allah'ın aydınlık ve yüce ruhundan üflenmesine, ayrıca şeytanın daha önce dumansız alevden yaratılmasına ilişkindir. Sonra meleklerin secdeye kapanmaları, şeytanın insana secde etmekten kaçınması, tenezzül etmemesi, bu yüzden lânetlenip kovulması, onun da yeniden diriliş gününe kadar mühlet istemesi ve bu isteğinin kabul edilmesi anlatılıyor. Buna ek olarak şeytanın Allah'ın seçkin kullarının üzerinde hiçbir etkinliğinin olmadığım, sadece Allah'a boyun eğmeyip kendisine boyun eğenler üzerinde etkinliğinin olduğunu belirtmesi de anlatılıyor. Hikâye surenin ağırlık noktasına uyarak her iki grubun uğradığı akıbeti karşılıklı konuşmalara yer vermeden, uzun boylu anlatmadan ve ayrıntıya dalmadan belirtmekle son buluyor. Böylece hikâye, insanın varoluşundaki iki unsur ile şeytanın etkinlik alamı açıklamış oluyor.
O halde hikâyenin bu alanda geçen sahnelerine göz atalım:


26- Gerçekten biz insanı kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yarattık.
27- Cinni de daha önce dumansız alevden yarattık. "
Bu açılışla birlikte -bozulmuş ve kokmuş çamurdan elde edilerek kurutulan balçık ile -parlayan ve yükselen- dumansız alevin tabiatları arasındaki farklılık vurgulanmış oluyor. Ama az ilerde, insanın tabiatına yeni bir unsurun katıldığını göreceğiz. Allah'ın ruhundan bir soluktur bu unsur. Şeytanın tabiatı ise dumansız alev olarak kalıyor.


MELEKLER VE ŞEYTAN
28- Hani Rabbin, meleklere dedi ki; "Ben kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan bir insan yaratacağım. "
29- "Ona biçim verip içine kendi ruhumdan bir soluk üflediğimde önünde secdeye kapanınız. "
30- Bunun üzerine bütün melekler hep birlikte secdeye kapandılar. "
31- Yalnız İblis, secdeye kapananlar arasında olmayı reddetti.
32- Allah "Ey İblis, seni secde edenler ile birlikte olmaktan alıkoyan nedir?" dedi.
33- İblis "Kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yarattığın insana secde etmek bana yakışmaz" dedi.
34- Allah "Öyleyse defol oradan, artık sen rahmetimden kovulmuşsun" dedi.
Hani Rabbin meleklere demişti... Nerede demişti? Ve nasıl demişti? Bütün bu sorulara Fı Zilâl-il'in Bakara suresinin tefsirinde buna değinmiştik. O zaman bunlara cevap vermenin mümkün olmadığını, çünkü bunlara cevap oluşturacak bir nassın elimizde olmadığını, gaybın kapsamına giren böylesi bir meseleye ilişkin olarak bir nass olmadığı sürece doyurucu bir açıklama getirilemeyeceğini, bunun dışındaki tüm çabaların ıssız çöllerde kılavuzsuz yol almak olduğunu söylemiştik.
Peki insanın kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yaratılması, sonra Allah'ın ruhundan bir soluk üflenmesi nasıl gerçekleşmiştir? Bunun da nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz. Hiçbir durumda bu olayın meydana geliş şeklini tamamı ile kavramak mümkün değildir.
Bu mesele hakkında Kur'an'da yeralan diğer ayetlerden, özellikle
"Andolsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık." (Mü'minun Suresi 12)
"Andolsun ki, insanı bayağı bir suyun özünden yarattık."
ayetlerinden hareketle, "insanın ve hayatın aslının şu dünyanın toprağı ve insanın biyolojik yapısı ile canlıların yapısında yeralan belli başlı birtakım evreler olduğu ayetlerde geçen (süzme-öz) kelimesinin buna işaret ettiği söylenmektedir. Bu ayetlerin ifade ettikleri anlam bu noktada bitiyor. Buna ek olarak yapılan tüm yorumlar Kur'an'ın ihtiyaç duymadığı uzak şeylerdir. Bilimsel araştırmaya uygun yöntemlerle kendine özgü yolda yapılmalıydı. Sonuçta bazı varsayımlar, bazı teoriler ortaya atar böylece. Bunların bazısı garantili bir yöntem bulununca gerçekleşir. Bazısı da araştırmalar ve deneyimler sonucu ispatlanmadığından, değiştirilir. Ama elde edilen hiçbir sonuç, Kur'an'ın içerdiği temel gerçekle çelişemez. Kur'an-ı Kerim insanın özünün en başta topraktaki elementlerden yaratıldığını, yapısına suyun da katıldığını kesin şekilde ifade etmektedir.
Peki bu balçık, bilinen elementsel özelliklerden önce organik hayatın ufuklarına, sonra da insani hayatın ufuklarına nasıl yükselebilmiştir? İşte burada bütün insanların çözümlemekte aciz kaldığı bir sır yatmaktadır. İlk defa oluşan canlı hücredeki hayat sırrı, hep gizli kalacaktır ve hiçbir insan bu sırrı çözümlediğini iddia edemez. Kendisini tüm canlılardan ayrıcalıklı kılan duyu organları, aydınlıkları ve enerjileri birlikte insanın ortaya çıkışından beri kendisine kesin bir üstünlük sağlayan bu nitelikleriyle yüce insanlık hayatının sırrına gelince... Evet halâ bu sır etrafında çeşitli teoriler geliştirilip durmaktadır. Ama hiçbiri ortaya çıkışından beri insanın tüm canlılar içindeki eşsizliğini inkâr edemiyor. Aynı şekilde hiçbiri insan ile ondan önce varolup da insanın onlardan evrimleştiğini söyledikleri hiçbir canlı arasında doğrudan bir bağın varlığını kanıtlayamıyorlar. Nitekim bu teoriler başka ihtimalleri de çürütemiyorlar: Örneğin tüm canlı türlerinin daha baştan ayrı ayrı ortaya çıktığını - bu arada bazısının bazısından daha gelişmiş olduğunu- sonra insan türünün de daha baştan eşsiz bir varlık olarak ortaya çıktığını ileri süren görüşleri çürütemiyorlar. Ama Kur'anı Kerim insanın eşsizliğini bize şu şekilde yorumlamaktadır. Kısa, net ve öz olarak...
"O'na biçim verip içine kendi ruhumdan bir soluk üflediğimde..."
Şu halde, o basit organik varlığı oluşur oluşmaz yüce insanlık ufuklarına yükselten, onu niteliklerinin eşsizliğinden dolayı oluşur oluşmaz yeryüzünün halifeliğini hakeden bir yaratık konumuna getiren Allah'ın ruhudur...
Nasıl?.. İnsan denen şu yaratık yüce yaratıcının neyi nasıl yaptığını ne zaman kavrayabilir ki?
İşte burada sert bir yere varıyoruz. Ne var ki, güvenle basıyoruz bu yere. Şeytanın yaratılışı daha önce dumansız ateşten gerçekleştirilmişti. Bu yüzden şeytan yaratılış bakımından insandan önceliklidir. Bu, bildiğimiz bir şeydir. Ama şeytan nasıl bir varlıktır, yaratılışı nasıl gerçekleşmiştir? Bu da başka bir konudur. Bu konuya dalmamız gereksizdir. Fakat biz şeytanın bazı niteliklerinde dumansız ateşin niteliklerini algılıyoruz. Ateş olması hasebiyle bazı niteliklerinin balçıktaki elementlere etki yaptığını görüyoruz. Dumansız bir ateşten yaratılmış olduğundan eziyet edici, yakıcı bir niteliğe sahip olduğunu algılıyoruz. Sonra hikâyenin akışı içinde gurur ve büyüklenme niteliklerinin ön plana çıktığını görüyoruz. İyice düşünüldüğünde, bunun ateşin tabiatından uzak bir şey olmadığı açıkça görülür.
Kuşkusuz insanın yaratılışı balçığa dönüşmüş yapışkan çamurun yapısındaki elementlerden, sonra onu diğer canlılardan ayıran yüce soluktan gerçekleşmiştir. Bu soluk, ona insani özellikler kazandırmıştır. Bu durum daha baştan itibaren, onu diğer tüm canlı varlıklardan ayrıcalıklı kılmıştır. Baştan itibaren tüm canlılardan farklı bir yola iletilmiştir insan. Bunun yanısıra hayvansal düzeyini de aşmadan kalabilmiştir.
İnsanı yüceler alemine bağlayan, onun Allah'la ilişki kurmaya, onun mesajını almaya, kaslar ve duyu organlarının iş gördüğü maddi çevreden kalp ve aklın iş gördüğü manevi çevreye ulaşmaya lâyık olmasını sağlayan bu ilahi soluk, ona bu gizli sırrı bahşetmiştir. İnsan bu sır sayesinde zaman ve mekânın, kaslar ve duyu organlarının algılama gücü dışında, türlü sezgilerin, sınırsız düşüncelerin ufuklarına ulaşır.
Bütün bunların yanında insanın tabiatında balçığın ağırlığı da vardır. Balçığın neden olduğu zorunluklar ve yemek, içmek, giyinmek, şehvet ve ihtiraslar gibi ihtiyaçlara boyun eğer. Balçığın tabiatından kaynaklanan zaaf ve eksikliğe, bu zaaf ve eksikliğin doğurduğu düşünce, hareket ve çekişmelere yenik düşer. Buna rağmen insan, "birleşik" bir varlıktır. İlk günden bu yana birbirinden ayrılmayan bu iki ufuktan meydana gelmiştir. Onun tabiatı "birleşik" bir tabiattır. Karışık ya da "karmaşık" bir tabiat değildir. İnsanı yaratılışı itibariyle eşsiz kılan balçık ve yüce soluktan meydana gelen insanın birleşimini araştırdığımızda, bu gerçeği gözönünde bulundurmamız zorunludur. Çünkü insanın oluşumundaki bu iki boyutu birbirinden ayırmak imkânsız bir şeydir. Biri olmadan öbürü hiçbir durumda herhangi bir faaliyet gerçekleştiremez. Çünkü insanın tabiatı çok kısa bir süre için de olsa tamamen balçıktan ibaret olamaz. Aynı şekilde sadece ruhtan da ibaret olamaz. Her ne yaparsa yapsın, mutlaka bu bölünmez yapısına uygun yapacaktır.
Balçıktan kaynaklanan unsurlar ile yüce ruhun unsurlarının özellikleri arasında denge sağlamak, insanın ulaşması istenen en yüce ufuktur. Bu ufuk, insan için belirlenen takdir edilen kemal noktasıdır. Bir melek ya da hayvan olması için bileşiminde yeralan unsurlardan birinin tabiatından ve bu tabiatın isteklerinden soyutlanması istenen bir şey değildir. Bu unsurlardan hiçbiri tek başına insan için arzulanan mükemmelliği temsil edemez. İnsanın iki tabiatı arasındaki kesin dengeyi bozan her yükselme insan denen bu yaratığa, onun temel özelliklerine bu şekilde yaratılmasını gerektiren hikmete göre eksikliktir.
İnsanın organik ve hayvansal enerjilerini, yeteneklerini devre dışı bırakmak için çabalayanlar, onun özgür ruhsal enerjilerini, yeteneklerini devre dışı bırakmak isteyen kimseler gibidirler. Her iki girişim de insanı fıtratının düzeyinin dışına çıkarma amacına yöneliktir. Yüce yaratıcısının istemediğini istemektir. Her iki girişim de insanın bileşimini yok ettiği için, aslında onun kendisini yok etmektedir. Ve insan Allah'ın huzurunda bu yok etmenin hesabını verecektir.
Bu yüzden Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kadınlara yaklaşmayıp, ruhbanlaşmak isteyeni, iftar etmeden sürekli oruç tutmak isteyeni, hiç uyumadan gece boyunca namaz kılmak isteyeni hoş karşılamamıştır. Hz. Aişe'nin -Allah ondan razı olsun- rivayet ettiğine göre, şöyle buyurarak bu davranışları reddetmiştir: "Benim yolumdan ayrılan benden değildir."
İslâm, insanın bu iki boyutlu oluşumunu gözönünde bulundurarak, onun için bir şeriat belirlemiştir. Bu şeriata dayalı olarak insanın hiçbir enerjisini zayi etmeyen, hiçbir yeteneğini öldürmeyen, insana yaraşır bir hayat düzeni koymuştur. Bu düzende insanın tüm yeteneklerinin, tüm enerjilerinin arasında denge sağlanması için büyük özen gösterilmiştir. Bütün bu yeteneklerin ve enerjilerin azgınlaşmadan ya da güçsüzleşmeden, yekdiğerine haksızlık etmeden iş görmeleri için bu özen kaçınılmazdır. Çünkü haksızlığın karşılığı birinin fonksiyonunu yitirmesidir. Her azgınlığın sonunda birtakım yetenekler yok olur.
İnsan fıtratının özelliklerini korumakla yükümlüdür. Allah'a karşı bunlardan sorumludur. İslâmın insanlar için belirlediği hayat düzeni de bu özellikleri korumakla yükümlüdür. Çünkü yüce Allah, bu özellikleri boşuna bahşetmemiştir insana.
İnsanın tabiatında varolan hayvansal iç güdüleri yoketmek isteyenler, onun eşsiz yapısını yok etmektedirler. Sırf insanda bulunan ve hayvanlarda bulunmayan Allah'a inanma, gayba iman etmek gibi insana özgü eğilimleri yoketmek isteyenler de öyle. İnsanın inancını elinden alan, onun insani yapısını yok etmektedir. Tıpkı insanın yemeğini, içeceğini ve diğer bedensel ihtiyaçlarını elinden alan gibi. Her ikisi de insanın düşmanıdır. Şeytan gibi onları da kovmak gerekir.
Üstelik insan bir yönüyle hayvandır. Hayvanınkine benzer istekleri vardır. Bu yönünü tatmin edecek şeylere ihtiyaç duyar. Ama bu sıradan istekler, insanlık düşmanı materyalistlerin ileri sürdükleri gibi "temel istekler" değildir.
Bunlar, Kur'an'ın vurguladığı şekliyle, insanın oluşumu gerçeği karşısında hatıra gelen bazı gerçeklerdir. İnsanlığın büyük hikâyesinin sahneleri canlandırılırken, Kur'an'ın akıcılığını kesintiye uğratmamak için bu gerçekleri çabucak geçiyoruz. Hikâyenin sonunda bazı değerlendirmelerde bulunurken, tekrar bu gerçeklere değinmeyi umuyoruz.
Yüce Allah meleklere şöyle demişti:
"Ben, kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan bir insan yaratacağım. Ona biçim verip, kendi ruhumdan bir soluk üflediğimde önünde secdeye kapanınız."
Yüce Allah'ın dediği olmuştu. Çünkü O'nun sözü iradedir. İradenin gerçekleşmesi istenen yaratığın meydana gelmesine nedendir. Yüce Allah'ın öncesiz ve sonrasız soluğunun yaratılmış ve fani balçığı nasıl bürüdüğünü sorma yetkisine sahip değiliz. Bu tür tartışmalara girmek aklı boş yere uğraştırmaktır. Hatta akılla alay etmektir. Onu yetkisinde olan düşünce, kavrama ve hikmetin nedenlerinin çerçevesinin dışına çıkarmaktır. Bu konu etrafında daha önce yapılmış ve yapılmakta olan tüm tartışmalar, insan aklının tabiatını, özelliklerini ve etkinlik alanının tanımamaktan kaynaklanmaktadır. insan aklını yabancısı olduğu alanlara sürüklemektir. Yüce yaratıcının yaptığı insanın duyularına göre değerlendirme girişimidir. İnsan aklının enerjisinin boş yere harcanmasına neden olmaktadır. Sonra bu girişimin yöntemi temelden yanlıştır. Bir kere insan aklı şunu söylüyor: Sonsuz olan fani olana nasıl bürünür? Öncesiz olan, sonradan var edilene nasıl giriyor? Ardından bu olayı ya inkâr ediyor ya da ispat edip nedenlerini araştırıyor. Oysa insan aklından bu konuyu bir çözüme bağlaması kesinlikle istenmemektedir. Çünkü yüce Allah, "Bu olay olmuştur" diyor. "Nasıl olduğunu anlatmıyor." O halde mesele ispat edilmiştir, insan aklı ise bunu çürütemez. Aynı şekilde insan aklı ayetlerin belirttiklerine teslim olmaktan başka kendi yorumu ile bu olayı ispat edemez de. Çünkü insan aklı hükmetme yöntemlerine sahip değildir. Kendisi sonradan yaratılmıştır. Sonradan yaratılan bir varlık ise, zati itibariyle öncesiz bir varlık hakkında hüküm verme yetkisine sahip değildir. Bu durum yaratılışı itibariyle de öncesiz olan varlık hakkında da geçerlidir. Aklın daha baştan bu zorunluluğu ya da "Sonradan meydana gelen bir varlık ne şekilde olursa olsun, öncesiz bir varlık hakkında hüküm verme yetkisine sahip değildir"önermesini kabul etmesi, kendisi için güvenilir olmayan alanlarda enerjisini boşu boşuna tüketmekten vazgeçmesi için yeterlidir.
Bundan sonra neler olup bittiğine bakalım:
"Bunun üzerine bütün melekler hep birlikte secdeye kapandılar."
Nitekim bu yaratıkların -meleklerin- tabiatı tartışmaksızın ağırdan almak
sızın mutlak şekilde emredileni yerine getirmeyi gerektirmektedir.
İBLİS'İN KARAKTERİ
"Yalnız İblis, secdeye kapananlar arasında olmayı reddetti."
İblis meleklerden ayrı bir yaratık. İblis ateşten, melekler de nur'dan yaratılmışlardır. Ve melekler Allah'ın emrine karşı gelmezler, emredileni yaparlar. Ama İblis emredileni yapmaktan kaçınıp, karşı geldi. O halde kesinlikle meleklerden değildir. Buradaki istisna ise, aynı türden birinin istisna edilmesi değildir. Bu, "Falanca oğulları geldiler, ama Ahmet gelmedi" cümlesinde yapılan istisna gibidir. Çünkü Ahmet falanca oğullarından biri değildir. Ama her yerde ve her koşulda onlarla beraberdir. O halde meleklere yönelik olarak yeralan:
"Hani Rabbin meleklere dedi ki."
emri İblis'i nasıl kapsamaktadır? Bu emrin İblis'i de kapsadığı sonraki ayetten anlaşılmaktadır. Bu nokta A'raf suresinde açık bir şekilde vurgulanmaktadır.
"Allah İblis'e: Secde etmeni emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan ne oldu?" dedi. (A'raf Suresi 1)
Kur'an'ın ifade yönteminde çoğu zaman ve çoğu konuda biraz sonra yer alacak kanıtla yetinilmektedir. O halde yüce Allah'ın İblis'e yönelik olarak "Emrettiğim halde secdeye kapanmaktan seni ne alıkoydu? sözü, secde emrinin onu da kapsadığını kesin bir şekilde kanıtlamaktadır. Yüce Allah'ın şeytana yönelik emrinin meleklere yönelik emir olması bir zorunluluk değildir. Herhangi bir nedenden dolayı meleklerle beraberken bu emir verilmiş olabilir. Yine ayrıca ona böyle bir emir verilmiş de onun önemsizliğini vurgulamak ve bu noktada melekleri ön plana çıkarmak için bu konu açıklanmamış olabilir. Fakat ayetlerin kesinlikle vurguladığı ve davranışlarının ortaya koyduğu, onun bir melek olmadığıdır. Bizim tercih ettiğimiz görüş budur.
Her ne olursa olsun, şu anda biz gaybın kapsamına giren ve kesinlikle kabul etmekten başka seçeneği bulunmayan bir olayla karşılaşıyoruz. Ayetlerin açıkladığının dışında olayın mahiyetini, niteliğini düşünme imkânına sahip değiliz. Çünkü akıl, az önce söylediğimiz gibi, hiçbir durumda bu alanda bir etkinliğe sahip değildir.
"Allah, "Ey İblis, seni secde edenler ile birlikte olmaktan alıkoyan nedir?" dedi."
"İblis, "Kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yarattığın insana secde etmek bana yakışmaz" dedi."
Dumansız alevden yaratılmış bu varlığın yapısındaki gurur, büyüklenme ve isyan tabiatı burada kendini gösteriyor. İblis burada kara çamurdan ve balçıktan söz ediyor, ama bu çamura üflenmiş yüce soluğu sözkonusu etmiyor. Gururla bayı kaldırıyor ve "Allah'ın kara çamurdan oluşmuş kuru balçıktan yarattığı insana secde etmenin kendisinin üstünlüğüne yakışmadığını söylüyor. Ardından olması gereken oluyor:
Allah "Öyleyse defol oradan, artık sen rahmetimden kovulmuşsun.'


35- "Hesaplaşma gününe kadar sürekli olarak lânetim üzerinedir. "
36- İblis, "Ey Rabbim, o halde insanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana yaşama süresi tanı" dedi.
37- Allah, "Sen kendilerine yaşama süresi tanınanlardansın" dedi.
38- O belirli vaktin gününe kadar.
Bu baş kaldırmanın ve yoldan sapmanın cezasıdır.
İşte bu noktada kin ve kötülük karakteri kendini gösteriyor.
İblis diriliş gününe kadar yaşama süresi tanımasını istemişti. Yüce yaratıcının huzurunda işlediği hatadan pişmanlık duymak, Allah'a tevbe etmek, bu büyük suçunu bağışlaması için O'na dönmek için değil elbette. Allah'ın kendisine lânet etmesinin, huzurundan kovmasının cezası olarak Adem ile soyundan öc almak için. Allah'ın kendisine lânet etmesini Adem'e bağlıyor, iğrenç bir büyüklenme ile, Allah'a baş kaldırmasına değil.
39- İblis dedi ki; "Ey Rabbim, beni kışkırtıp sapıklığa düşürdüğün için dünyada kötülüğü onlara cazip göstererek hepsini yoldan çıkaracağım.
40- Sadece onların arasındaki seçkin kulların hariç.
Bununla İblis savaş alanını belirlemiş oluyor. Bu alan yeryüzüdür. "Dünyada kötülüğü onlara cazip göstereceğim."
Elindeki kozun da cazip gösterme olduğunu belirtiyor. Kötülüğü cazip gösterip güzelleştirmektir onun kozu. Kötülüğün bu yapay cazibesine kapılıp onu işlemelerini sağlamaktır silahı. Bu yüzden insanın işlediği hiçbir kötülük yoktur ki, üzerinde şeytandan kaynaklanan bir yaldız, bir cazibe, yalancı bir güzellik olmasın. Gerçek mahiyetinden ve çirkinliğinden farklı görünmesin... O halde insanlar şeytanın elindeki kozu iyi tanımalıdırlar. Bir şeyde cazibe olduğunu fark ettiklerinde, içlerinde bu cazibeye karşı bir arzu uyandığını gördüklerindé o şeyden sakınmalıdırlar. Sakınmalıdırlar, çünkü o şeyde şeytanın parmağı olabilir. Ama Allah'a bağlanmış, O'na gereği gibi kulluk yaptıklarında -bu şartla şeytanın Allah'ın seçkin kullarının üzerinde hiçbir etkinliği yoktur.
"Hepsini yoldan çıkaracağım."
"Sadece onların arasındaki seçkin kulların hariç.
Yüce Allah, kendisini Allah'a adayanları seçkin kullarına katar. Kendilerini sırf Allah için arındıran ve Allah'ı görüyormuşcasına ibadet eden kullarının arasına alır. Şeytanın bu kullar üzerinde hiçbir etkinliği yoktur.
Mel'un şeytan başka türlüsünün imkânsız olduğunu, çünkü bunun Allah tarafından konulmuş bir kural olduğunu bildiği için bu şartı ifade ediyor. Buna göre, yüce Allah kendisini arındırıp, Allah'a teslim olanı seçkin kullarına katar. Onu korur ve gözetir. Aşağıdaki cevabın verilmesi bu yüzdendir.
41- Allah dedi ki; "İşte bana ileten doğru ,yolum budur. "
42- "Sana uyan sapıklar dışındaki kullarım üzerinde senin hiçbir nüfuzun, hiçbir etkileme gücün yoktur. "
Budur yol... Budur yasa... Kanun budur... Allah'ın iradesi, hidayet ve sapıklık noktasında bu yolun kanun ve hüküm olmasını öngörmüştür. Benim seçkin "kullarım" üzerine hiçbir yaptırım gücün yoktur, onlara etki edemezsin, onlara herhangi bir kötülüğü cazip gösteremezsin ve sen onlara ulaşamazsın. Bu nedenle onlar sana karşı koruma altındadırlar. Çünkü senin onları etkileyebileceğin tüm yollar kapalıdır. Onlar dikkatlerini Allah'a yöneltmişler, Allah'la bağlantı içinde, olan sağlıklı fıtratları aracılığı ile onun yürürlükte olan yasalar sistemini kavramış bulunmaktadırlar. Sen sadece sana uyan yoldan çıkmış sapıklar üzerinde bir etkinliğe sahipsin. Bu ise, genel kuralın dışında bir istisnadır. Çünkü yoldan çıkmış sapıklar, Allah'ın seçkin kullarından sayılmazlar. Nasıl ki, kurt sürüden ayrılanı kapıyorsa, şeytan da sadece Allah'ın yolundan ayrılanı kapabilir. Kendilerini Allah'a adayanlara gelince, yüce Allah onların kaybolup gitmelerine izin vermez. Allah'ın rahmeti geniştir. Onlar biraz geride kalsalar bile, çok geçmeden dönerler.
Yoldan çıkmışların akıbeti, daha savaş meydanının başından beri ilan edilmiştir.
43- Onların hepsinin buluşma yerleri cehennemdir.
44- Oranın yedi kapısı vardır. Her kapıdan hangi cehennemlik grupların içeriye girecekleri belirlenmiştir.
Bu yoldan çıkmış sapıkların sınıfları ve dereceleri vardır. Sapıklığın çeşitli şekilleri, değişik renkleri vardır. Onlardan her grubun cehenneme girecekleri kapı belirlenmiştir. Bu belirleme, onların niteliklerine ve davranışlarına göre yapılmıştır.
Ayetlerin akışı hikâyenin odak noktasına ve ders alınacak yerine gelmişken, sahne son buluyor. Bu noktada şeytanın, insanın içine nasıl nüfuz ettiğini, insanın tabiatında yeralan balçığa özgü özelliklerin ilahi soluğa özgü niteliklere ne şekilde üstünlük sağladığını açıklıyor. Allah'la sürekli bağlantı içinde olan ve O'nun ilahi soluğunu koruyana gelince, şeytanın onun üzerinde hiçbir etkileme gücü yoktur.


45- Kötülükten sàkınanlar ise, cennetteler ve pınar başlarındadırlar.
46- Onlara "Esenlikle ve güven içinde oraya giriniz" denir.
47- Biz cennetliklerin kalplerindeki tüm kin tortularını çekip çıkardık, onlar orada karşılıklı koltuklarda oturan kardeşlerdir.
48- Onlar orada bıkkınlık hissetmezler, oradan çıkarılmaları da sözkonusu değildir.
Kötülüklerden sakınan muttakiler, sürekli Allah'ı gözeten, kendilerini onun azabından ve onun azabını gerektirecek nedenlerden koruyan kimselerdir. Belki de cennetteki pınarlar, cehennemin kapılarına karşılık olmaları için sahnede yeralmaktadır. Cehennemdeki korku ve endişeye karşılık, onlar esenlik ve güven içindedirler. Geçen ayetlerde vurgulandığı gibi, şeytanın içini kemiren kine karşılık, onların içindeki tüm kin tortularını çekip çıkardık. Orada bıkkınlık hissetmezler, oradan çıkarılma korkusunu yaşamazlar. Dünyadayken Allah'ın azabından korkmalarının ve kötülüklerden sakınmalarının karşılığı olarak Allah'ın katındaki bu güvenli ve huzurlu, yeri haketmişlerdir.
İNSANLIĞIN HİKÂYESİ ÜZERİNE TESBİTLER
Şimdi hiç kuşkusuz -Kur'an'ın akışı içinde sunulduğu şekliyle- insanlığın büyük hikâyesi geniş değerlendirmeleri gerektirecek derecede önemlidir. Bu yüzden Fı Zilâl-il Kur'an'da- buna değinmeden bir başka konuya geçmiyoruz. Şu halde, bu hikâyeyi uygun olduğu ölçüde ana hatları ile irdelemeye çalışalım:
1- Bu hikâye, insan denen yaratığın oluşumunun tabiatını gayet açık bir şekilde göstermektedir. Bu, özel ve eşsiz bir oluşumdur. İnsanın diğer canlılarla ortak olduğu canlı organik bileşiminin yanında ek bir özelliği de vardır. Bu içine üflenmiş ilahi ruhun ayrıcalığıdır. İşte insanı insan eden bu ayrıcalığıdır. Bu özellikleriyle insanı diğer tüm canlılardan farklı kılmaktadır. İnsanın sahip olduğu bu ayrıcalık kesinlikle "hayat" değildir. Çünkü diğer canlılarla insan `hayat' noktasında ortaktır. İnsanı ayrıcalıklı kılan, soyut hayata ek olarak içine üflenen ilahi ruhun meziyetidir.
Kur'an ayetinin vurguladığı bu ayrıcalık, Darwinistler'in sandığı gibi, insanın ortaya çıkışından sonra geçtiği çeşitli aşamaların ya da geçirdiği evrimlerin sonucu kazandığı bir özellik değildir. İnsan yaratılışından, ortaya çıkışından ïtibaren bu ayrıcalığa sahiptir. İnsan denen bu varlık, herhangi bir dönemde kendine özgü insani ruha sahip olmaksızın, sıradan bir canlı türü olmamıştır ve bu ruh sonradan içine girip onu bildiğimiz insan haline getirmemiştir.
Julian Hauxley öncülüğündeki çağdaş Darwinizm bu büyük gerçeğin bir kısmını kabul etmek zorunda kalmıştır. Fizyolojik canlılık açısından, dolayısıyla akıl bakımından "insanın eşsizliği"ni, ayrıca bu eşsizliğin doğurduğu uygar olma noktasındaki benzersizliğini kabul etmiştir.
Buna rağmen çağdaş Darwincilik, halâ bu eşsiz insanın hayvandan evrimleştiğini iddia etmektedir.
Çağdaş Darwinciler'in "insanın eşsizliğini" kabul etmeleri ile Darwin kuramının dayandığı tüm canlıların evrimleşmesi iddiasını uyuşturmak oldukça zordur. Ne var ki Darwinciler ve onları destekleyenler, kilisenin kabul ettiği her şeye karşı çıkma ilkesinden hareketle bu hiç de bilimsel olmayan akımı bilim boyası ile boyayarak savunmaya devam ediyorlar. Yahudiler de bu kuramın yayılmasını, yerleşip güçlenmesini var güçleriyle destekliyorlar. İçlerindeki bir amacı, planladıkları bir hedefi gerçekleştirmek için bu kurama bilimsellik kisvesini giydiriyorlar.
Bu tefsirde A'raf suresindeki benzeri ayetleri ele alırken, bu meseleye açıklık getirmiştik. Orada yaptığımız bazı açıklamaları buraya almakta yarar görüyoruz...
Hangi açıdan bakarsak bakalım, Hz. Adem'in -selâm üzerine olsun- yaratılışına, insanlığın meydana gelişine ilişkin Kur'an ayetlerinin bütünü, bu varlığı, insani özelliklerinin ve kendisine özgü fonksiyonunu yaratılışı ile birlikte verildiği düşüncesi Kur'an'da ağırlık kazanmaktadır. İnsanlık tarihinde görülen ilerlemenin, yükselişin bu özelliklerinin daha açık bir şekilde ortaya çıkmaları gelişmeleri, terbiye edilmeleri ve insanın bunlar sayesinde üstün bir deneyime sahip olmasında görülen ilerleme olduğunu ortaya koymaktadır. Yoksa Darwinizm'in ileri sürdüğü gibi, başka türlerin gelişerek sonuçta insan olduğu şeklinde insanın "öz varlığında" herhangi bir başkalaşım olmadığını ortaya koymaktadır.
Arkeolojik kazılara dayanan yaratılış ve evrim teorisine bağlı olarak zaman süreci içinde hayvanlarda değişik ilerleme aşamalarının varlığını ve bunların birbirini izleyen gelişmeler olduğunu ileri sürmek "sağlıklı" verilere dayanmayan bir teoriden ibarettir. "Kesinlik" ifade etmez. Çünkü yerin katmanlarından bulunan kayaların ömürlerini belirleme çalışmalarında kendileri bile tahminden öteye geçemezler. Bu çalışmalar, yıldızların ömürlerini radyasyon yoluyla kestirmek gibidir. Bunları düzeltecek, hatta kökünden değiştirecek daha başka tahminlerin ortaya çıkmasını engelleyebilecek hiçbir şey yoktur! Böyle bir varsayım bu canlıların birbirlerinden daha gelişmiş olduğunu söylememiz için yeterli değildir.
Kayaların ömürlerine ilişkin bilgimizin kesin olduğunu varsaysak bile, belirli çevre şartlarının etkisiyle ve bu şartlarla uyum sağlayabildikleri oranda, bazı canlı türleri varolmuş olabilir ve çevre şartları değişip, yaşamalarına elverişsiz hale geldiği için bu canlıların soyu kurumuş olabilir. Bu varsayımı ileri sürmemiz için, engelleyici hiçbir veri yoktur.
Darwin'in ve ondan sonrakilerin arkeolojik kazıları bundan öte bir şeyi ispatlayamaz. Zaman süreci içinde herhangi bir hayvan türünün kendisinden önceki bir hayvan türünden organik olarak evrimleştiğini, o zaman süreci içindekï kayaların katmanlarının tanıklığına bakarak, kesin biçimde ispatlayamaz. Sadece şu kadarını ispatlayabilir: Zaman süreci içinde birtakım hayvan türleri kendisinden önceki bir hayvan türünden daha gelişmiştir... Böyle bir gelişmeyi bizim anladığımız biçimde yorumlamak da mümkündür. Yani bu zaman diliminde yeryüzünde egemen olan şartlar bu hayvan türünün varlığına müsade ediyorlardı. Şartlar değiştiğinde, yeryüzü başka bir hayvan türünün meydana gelmesine elverişli oluyordu. Bu hayvan türü de meydana geliyordu. Değişen şartlar daha önceki şartlarda yaşayan hayvan türünün neslinin tükenmesine yolaçıyordu. Buna bağlı olarak bu hayvan türleri de yok oluyorlardı:
Buna bağlı olarak insan türünün yaradılışı bağımsız bir yaratılıştır. İnsan yüce Allah'ın yeryüzündeki şartların insânın hayatı, gelişmesi ve ilerlemesi için elverişli hale geldiğini bildiği bir zaman süreci içinde yaratılmıştır. İnsanın yaratılışı konusunda Kur'an ayetlerinin bir bütün olarak ortaya koyduğu yaklaşım budur.
"İnsan" hem biyolojik ve fizyolojik yönden, hem de akli ve ruhi yönden diğer canlılardan apayrı bir özelliğe sahiptir. Bu öyle apayrı bir özelliktir ki, içlerinden bazıları ateist olmalarına rağmen, yeni Darwinistler insanın bu özelliğini kabul etmek zorunda kalmışlardır. İnsanın bu özelliği de, insanın yaratılışının başlıbaşına bir yaratılış olduğunu ve başka hayvan türleriyle hiçbir organik bağ bulunmadığını belgeleyen önemli bir delildir.
2- İnsanın bu eşsiz yaratılışı, onun bağımsız varlığından istenen bu ayrıcalığa, Allah'ın ruhundan üflenen soluktan kaynaklanan bu ayrıcalığa sahip olması... İnsana ve onun "temel isteklerine" bakışı ile, tüm ekonomik, toplumsal ve siyasal salgıları ile, insan hayatına egemen olması beklenen düşünce ve değer yargılarına ilişkin salgıları ile materyalist ideolojilerin insana ve temel isteklerine bakışını temelden birbirinden farklı kılmaktadır.
İnsanın evrim geçiren bir hayvandan başka bir şey olmadığı iddiası marksizmi insanın temel isteklerinin yeme, içme, barınma ve cinsel ihtiyaçlarını giderme olduğunu ileri sürmeye itmiştir. Bunlar tamamıyle hayvanların temel istekleridir. İnsan bu bakış açısının kendisine uygun gördüğü konumdan daha aşağılık bir duruma hiçbir zaman düşmemiştir. Bu düşünce biçimi, insanın kendine özgü nitelikleri ile hayvandan üstün oluşundan kaynaklanan tüm haklarını hiçe saymaktadır. Dini inanç hakkını, düşünce ve görüş belirtme özgürlüğüne ilişkin haklarını, dilediği işi seçme ve dilediği yerde oturmaya ilişkin haklarını, egemen düzeni ve onun düşünsel ve ideolojik temellerini eleştirmeyle ilgili haklarım, hatta "parti"nin veya partiden daha aşağı düzeyde olan bu iğrenç düzenin görevlerinin uygulamalarını eleştirme haklarını yok etmektedir. Dolayısıyla insanlar, bu düzenin egemenliği altında sürüler gibi biraraya getirilip güdülmektedirler. Çünkü bu "yığınlar" materyalist felsefeye göre, evrim geçirmiş bir tür hayvandan başka bir şey değildirler... Sonra da kalkıp bu uğursuzluğa "bilimsel sosyalizm" demektedirler!
İslâmın "insan" görüşüne gelince, organik yapısı itibariyle hayvanlarla ortak niteliklere sahip olmakla beraber, onun insana özgü nitelikleri ile eşsizliği temeline dayanmaktadır. İslâm baştan itibaren insanın temel isteklerinin hayvanların temel isteklerinden farklı ve fazla olduğunu dile getirmektedir. Buna göre insanın tüm temel istekleri; yeme, içme, barınma ve cinsel ihtiyaçları gidermeden ibaret değildir. Bunların dışında kalan akıl ve ruhun istekleri de ikinci derecede istekler değildir. İnanç, düşünce özgürlüğü, özgür irade ve seçme hakkı tıpkı yeme, içme, barınma ve cinsel tatmin gibi insanın temel istekleridir. Hatta öncekiler, bunlardan daha öncelikli sayılırlar. Çünkü bunlar insanın hayvandan farklı olarak sahip olduğu özelliklerdir. Yani bunlar, onun insanlığını belirleyen niteliklere ilgili isteklerdir. Bunların yokedilmesi, insanlığın yokedilmesi demektir.
Bu yüzden İslâm düzeninde daha fazla "üretim" için, insanlara yeme, içme, barınma ve cinsel tatmin alanında geniş imkânlar sağlama uğruna inanç ve düşünce özgürlüğünün ve seçme hakkının ayaklar altına alınması doğru değildir. Aynı şekilde, bu tür hayvansal isteklerin rahatlıkla yerine getirilmesi için; gelenekleri, çevrenin ya da ekonomik altyapının belirlediği şekliyle değil, Allah'ın belirlediği şekliyle ahlâki değerlerin yokedilmesi de İslâma göre yerinde ve doğru bir uygulama değildir.
Bunlar, "insanın" ve onun "temel isteklerinin" değerlendirilmesinde, birbirlerinde temelden farklı olan iki bakış açısıdır. Bu yüzden aynı düzenin çatısı altında bu iki bakışı biraraya getirmek kesinlikle mümkün değildir. Ya İslâm, ya da tüm uğursuz salgılarıyla materyalist ideolojiler! Bu saçmalıklar arasında "bilimsel sosyalizm" dedikleri ideoloji de yeralmaktadır. Hepsi de yüce Allah'ın onurlandırdığı insanı küçük düşüren aşağılık materyalizmin pis salgılarıdır.
3- Yeryüzünde şeytan ile insan arasında kesintisiz olarak süren savaş, en başta şeytanın insanı aşamalı olarak Allah'ın sisteminden uzaklaştırması ve onun dışındaki hayat sistemlerini, ona cazip göstermesi noktasında odaklaşmaktadır. Şeytanın insanları yavaş yavaş Allah'a kulluğun, yani inanç, düşünce, kulluk kastı taşıyan sembol ve davranışlar kanun ve nizam noktasında Allah'a boyun eğmenin sınırlarının dışına çıkarmasıdır savaşın ağırlık noktası. Sadece Allah'ın hükmü ile hükmedenlere, yani sadece ona kulluk edenlere gelince, şeytanın onlar üzerinde hiçbir etkileme gücü yoktur.
Alıntı ile Cevapla