Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 12:45   Mesaj No:8

Emekdar Üye

Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Yusuf Suresi Tefsiri

SONUÇ

Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- doğup büyüdüğü, ardından da peygamber olarak görevlendirildiği toplumda bu kıssa bilinmiyordu. Üstelik, ancak olayı yaşamış kahramanlarca bilinebilecek sırlarla yüklü bir kıssaydı bu. Tüm bu sırlar, tarihin derinliklerine gömülüp gitmiş durumdaydı. Nitekim Allah da surenin başında peygamberine şöyle buyurmuyor muydu?
"Biz bu Kur'an'ı sana vahyetmekle sana kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz. Oysa daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun."
İşte yine kıssanın tamamlanmasının ardından gelen ve de kıssayı noktalayan ayetle, başlangıçtaki sözkonusu ayete gönderme yapılıyor:

102- Ey Muhammed! Bu anlatılanlar, gayba ilişkin haberlerdir, onları sana vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa Hz. Yakub'un oğulları, biraraya gelerek kardeşlerinin tuzak kurmayı kararlaştırdıkları sırada sen yanlarında değildin.

Sana anlatılan sözkonusu kıssalar, senin bilemediğin gayba ilişkin haberlerdir. Ancak biz bunları sana vahiy yolu ile bildiriyoruz. Bunların vahiy oluşunun kanıtı, bunların senin için başlangıçta bir gayb, yani bilinmedik bir olay durumunda bulunmasıdır. Nitekim Hz. Yakub'un oğulları biraraya gelip toplandıklarında, anlaştıklarında, kıssada yer yer sözü edilen tuzakları kurduklarında, sen onların yanında değildin. Onlar, kardeşleri Yusuf'un da babaları Hz. Yakub'un da başına çorap örmüşlerdi. Daha sonra diğer kardeşleri de ellerinden alındığında, sadece kendi başlarının çaresine bakarak, yine yapacaklarını yapmışlardı. Zira bu noktada da, kendi başlarının çaresine bakma adı altında, örülen yeni bir çorap sözkonusuydu. Ayrıca gerek kadınlar, gerekse Hz. Yusuf'u hapse tıkan saray erkânı da Hz. Yusuf'un başına çorap örmüşlerdi. Evet, tüm bunlar olup bitmişti, ama sen bunları onların arasında yaşayıp bizzat görmüş değildin ki, bu denli ayrıntısıyla anlatabilsin! Dolayısıyla bu anlatılanlar, ancak ve ancak bir vahiydir! Nitekim bu sure, kıssanın çeşitli aşamalarında İslâm inancının ve dininin kimi meselelerini açıklığa kavuşturmanın yanısıra, sözkonusu gerçeği kesinkes ortaya koymak üzere indirilmiştir.

İNKÂR VE AZAB

Kıssaların vahyedilmesi, bunların ancak bir vahiy ürünü olabileceği gerçeğinin kesinkes ortaya konması, ayetlerde insanı yürekten etkileyen değiniler ve dikkat çekmeler karşısında insanların bu Kur'an'a iman etmeleri gerekirdi. Zira o insanlar ki Peygamberimizi bizzat görmekte, onu her yönüyle tanımakta ve onu bizzat dinlemekteydiler. Ne var ki, insanların çoğu, inanıp imana gelmezler. Onlar, içinde yaşadıkları evrenin dört bir yanını sarmış bulunan Allah'ın ayetleri karşısında da yine tam bir vurdumduymazlık içindedirler! Allah'ın evrendeki ayetleri karşısında bile, ne dikkat etme gereği duyarlar ne de bunların yüklü olduğu,taşıdıkları anlamları kavramaya çalışırlar! Onlar, karşısında açık duran bir sayfadan yüz çeviren, dolayısıyla da önünde ne bulunduğunu göremeyen bir kimseden farksızdırlar. Bekledikleri nedir acaba? Hiç farkında olmadıkları bir anda, Allah'ın azabının hepsini birden çarpıp götürüvermesini mi bekliyorlar.


103- "Sen insanların iman etmesini ne kadar ısrarla istersen iste, onların çoğu iman etmeyecektir. "


104- "Oysa sen bu çabama karşılık onlardan herhangi bir ücret istemiyorsun. Kur'an, tüm insanlara seslenèn bir hatırlatmadır sadece. "


105- "Göklerde ve yerde nice ayetler, nice ibret içerikli belgeler vardır, yanlarından geçtikleri halde onları umursamazlar. "


106- "Onların çoğu, Allah'a ortak koşmaksızın O'na inanmazlar. "


107- "Acaba onlar, hepsini birlikte çarpacak, yaygın bir ilahi azaba uğramayacaklarından ya da hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın kıyametin başlarına kopmayacağından emin midirler?"

Peygamberimiz, -salât ve selâm üzerine olsun- yaşadığı toplumdaki herkesin imana gelmesi için ısrarla çabalayan bir kimseydi. O, kendileri için getirmiş bulunduğu gerçek, hayır ve iyiliği onların herbirine benimsetebilme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Onlara duyduğu merhametten ötürü hiç kimsenin, dünyada perişanlıktan, ahirette de azaptan kurtulamayacak olan müşriklerin akıbetine uğramasını istemiyordu. Ancak Allah, insanların yüreklerini en iyi bildiği gibi, onların doğalarından, iç dünyalarından da en iyi biçimde haberdardır. Bu nedenle de Peygamberimizi, ne kadar uğraşıp çabalarsa çabalasın, çoğunluk durumundaki müşriklerin imana yanaşmayacakları noktasında uyarıyor. Çünkü onlar, Allah'ın ayetlerinden yüz çeviren ve bunları zerre kadar umursamayan kimselerdir. Bu yüz çevirmelerinden ötürüdür ki, bir türlü iman edecek bir düzeye gelemezler. Yine bundan ötürüdür ki bir türlü kendilerini çepeçevre kuşatmış Allah'ın ayetlerinden yararlanarak gerçeği yakalamasını bilemezler!
Ey Muhammed! Senin, onların imanına ihtiyacın yoktur. Doğru yola iletme noktasında onlardan bir ücret. de istemiyorsun. Doğru yol onlara, hiçbir ücret, hiçbir karşılık beklenmeksizin apaçık sunulmasına karşın, onların böylesine yüz çevirmekte direnmelerine şaşırmamak elde değildir.
"Oysa sen bu çabana karşılık onlardan herhangi bir ücret istemiyorsun. Kur'an, tüm insanlara seslenen bir hatırlatmadır sadece."
Onlara Allah'ın ayetlerini söylüyorsun. Onların gözlerini, algılama güçlerini Allah'ın ayetlerinin üzerine çekmeye çabalıyorsun. O ayetler ki, tüm insanlara sunulmuş bulunmaktadır. O ayetler ki hiçbir ulusun, hiçbir ırkın, hiçbir oymağın tekelinde değildir! O ayetler ki bir ücret karşılığında değildir! Dolayısıyla bu. noktada herhangi bir kimsenin gücünün yetmemesi ya da zenginlerin yoksullara oranla ayrıcalıklı olması sözkonusu değildir! O ayetler ki hiçbir önkoşula bağlanmamıştır! Dolayısıyla bu noktada da herhangi bir kimsenin gücünün yetmemesi ya da güçlülerin güçsüzlere oranla ayrıcalıklı olması sözkonusu değildir! Tam tersine Allah'ın ayetleri, tüm insanlara seslenen bir hatırlatma bir öğüttür; isteyen herkesin buyurabileceği, tüm insanlara açık bir ziyafet sofrasıdır.
"Göklerde ve yerde nice ayetler, nice ibret içerikli belgeler vardır, yanlarından geçtikleri halde onları umursamazlar."
Allah'ı, O'nun birliğini ve gücünü gösteren nice ayetler, evrenin her köşesine serpiştirilmiş; göklerde ve yerde insanların gözleri ve algılama güçleri önüne açıkça serilmiş durumdadır. İnsanlar gece gündüz demeden, sabah akşam her an Allah'ın ayetleriyle karşılaşmaktadırlar. O ayetler ki neredeyse dile gelmiş ve insanları açıkça çağırmaktadırlar. İnsanların gözleri ve duyuları karşısında apaçık durmaktadırlar. İnsanların yüreklerine ve akıllarına durmadan esinler fısıldamaktadırlar. Ne var ki, insanlar tüm bu ayetleri görememekte, ayetlerin çağrısını işitememekte ve onlardaki derin çağrışımları sezinleyememektedirler.
Bir an için güneşin doğuşunu ve batışını düşünün! Bir an için yavaşça uzayan ya da kısalan gölgeyi düşünün! Bir an için engin denizleri, gürül gürül akan pınarları, insanların susuzluğunu gideren kaynakları düşünün! Bir an için büyüyen bitkiyi, güzelim tomurcuğu, açılan çiçeği ve nazlı nazlı sallanan ekinleri düşünün! Bir an için yüzüyormuşçasına havada uçan kuşu, suda yüzen balığı, sürünerek yürüyen kurtçuğu, harıl harıl çalışan karıncayı, diğer hayvan, haşarat ve böcekleri düşünün! Bir an için, sabahın ve akşamın nasıl olduğunu, gecenin sessizliğini, gündüzün kalabalıklığını ibret gözüyle bir düşünün!.. İnsanın yüreği bir an için bile, şaşılası varlıklar dünyasındaki ritimleri yakalayabilir. O korkunç anlama ve etkilenim sürecinin ürpertisiyle insanın yüreğinin titremesi için bir anlık bir zaman dilimi bile yeterlidir. Ama insanlar, Allah'ın tüm bu ayetlerinin "yanlarından geçtikleri halde, onları umursamazlar." Bu sebeple de onların çoğu iman etmezler!
İman edenlerden bile pek çoğunun yüreğine, -şu ya da bu biçimde- şirk sızabilmektedir. Dolayısıyla saf ve katışıksız imanın, her şeyden önce tüm şeytani sızmaları ve yeryüzü kökenli anlayışları kalpten uzak tutabilmek için sürekli uyanık durmaya ihtiyacı vardır. Her hareketin,her davranışın Allah için olması, sadece ve sadece O'na özgü kılınması gerekir. Saf ve katışıksız imanın, kalp, davranış ve hareketler üzerindeki otoritenin kime tanınacağı noktasında kesinkes ve bütüncül bir tavra ihtiyacı vardır. Kalp, sadece ve sadece Allah'a boyun eğmelidir. Yaşamda, dilediğini dilediği biçimde isteyen ve bir olan Allah dışında, hiç kimseye kulluğa yer verilmemelidir. Ama insanların ne kadarı bunu başarabilir?
"Onların çoğu Allah'a ortak koşmaksızın O'na inanmazlar."
Olayları, olguları ya da kişileri değerlendirirken, yeryüzü kökenli değer ölçütlerini benimseyerek Allah'a ortak koşarlar! Yarar da zarar da Allah'ın elinde olmasına karşın, bunları sadece nedenlere bağlayarak bir tür determinizmle O'na, Allah'a ortak koşarlar! Tek bir olan Allah'ın şeriatını temel almamış bir yönetici ya da yönlendiriciye itaat ederek; Allah'ın gücü dışında bir güce boyun eğmek suretiyle O'na ortak koşarlar! Allah'ın dışında, O'nun kullarından birine umut bağlamakla Allah'a ortak koşarlar! Aslında diğer insanların bir tür beğenisini kazanabilmek amacıyla kendilerini feda ederek Allah'a ortak koşarlar! Bir yarar sağlamak ya da bir zararı bertaraf etmek için cihada katıldıklarında, Allah'dan başkasının rızasını gözeterek Allah'a ortak koşarlar! İbadet sırasında Allah'ın yanısıra, başkalarının da hoşnutluğunu kazanmaya çalışarak Allah'a ortak koşarlar! .. Bu nedenledir ki Peygamberimiz: "İçinizdeki şirk, karıncanın ayak seslerinden bile sessizdir!"
Hadislerde bu gizli şirke ilişkin, başka örnekler de yeralmaktadır: Tirmîzî'nin, İbn Ömer'den aktardığına göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah'dan başkasının adına üstüne yemin eden, Allah'a ortak koşmuştur!"
İmam Ahmed, Ebu Davud ve diğer hadis imamlarının, İbn Mesud'dan aktardıklarına göre Peygamberimiz: "Büyücülük ve muskacılık, şirktir!" buyurmuştur.
İmam Ahmed'in Müsned adlı eserinde, Ukbe bin Amir'den aktardığına göre, Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Muska ya da nazarlık taşıyan, Allah'a ortak koşmuştur!".
Ebu Hureyre'den de şu şekilde bir hadis aktarılır: "Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dedi: "Allah buyuruyor ki: "Ben ortaklara en muhtar olmayan en uluyum. Kim işlediği herhangi bir amelde başkasını bana ortak koşarsa, onun bana koştuğu ortakla başbaşa bırakırım."
İmam Ahmed, Ebu Said bin Ebı Fedale'den şu hadisi aktarır: "Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle dediğini duydum:
"Hakkında en ufak bir kuşkuya yer bulunmayan kıyamet gününde Allah, ilk insandan son insana varana dek herkesi biraraya topladığında bir münâdî; `Allah için yaptığı bir işte O'na ortak koşmuş kimse varsa, yaptığının karşılığını gitsin o ortak koştuğundan istesin! Çünkü Allah, ortaklara en muhtaç olmayan en uludur..." diye seslenecektir.
Yine İmam Ahmed, Mahmud bin Lebid'den şöyle bir hadis aktarmaktadır:
"Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- "Sizin adınıza en çok korktuğum, küçük şirktir" buyurdular. Çevresindekiler bunun üzerine: "Ey Allah'ın elçisi! Küçük şirk nedir?" diye sordular. O da buna cevap olarak dedi ki: "Riyâdır! Kıyamet gününde insanlar yaptıklarıyla birlikte huzura geldikleride Allah onlara: `Hadi şimdi dünyadayken kendilerine riya yapıp gösterişte bulunduğunuz kimselerin yanına gidin! Bakalım onlar size yaptıklarınızın mükafatını verebilecekler mi!' buyuracaktır."
İnananların kendilerini kollayıp imanlarını koruyabilmeleri için sürekli dikkatli olmaları gereken gizli şirk işte budur.
Bir de gözle görülür apaçık şirk vardır. Bu da yaşama ilişkin herhangi bir meselede Allah dışında herhangi bir kimseye boyun eğilmesidir! Allah'ın şeriatı dışında bir şeriatla yargılanmayı kabul etmektir! -Bunun şirk olduğu tartışma götürmeyecek denli kesindir!- Allah'ın belirlemediği bütünüyle insanların çıkardığı bayramları ya da törenleri benimsemek vb. biçimde herhangi bir geleneği kabullenmektir! Allah'ın bırakacak, Allah'ın buyruğuyla çelişecek bir kıyafet modelini benimsemektir!..
Bu tür konularda, kulların Rabbinin apaçık buyruğunu bir yana bırakarak, kulların çıkardıkları yaygın sosyal bir geleneği benimseme ve kabullenme sözkonusu olduğundan, yanlış hareket etme suretiyle işlenen günah sınırlarının da ötesine geçmektedir... Zira böyle bir durumda sözkonusu eylem, günah değil, düpedüz şirktir! Neden diye sorulacak olursa, bu tür bir eylem, Allah'ın buyruğunun tam tersine, Allah dışında bir otoriteye boyun eğmenin göstergesidir! Bu açıdan sözkonusu türden bir eylem, oldukça korkunç ve tehlikeli bir iştir...
Nitekim bu noktada Allah'ın sözü de açıktır:
"Onların çoğu Allah'a ortak koşmaksızın O'na inanmazlar."
Bu ayet, Arap Yarımadası'nda Peygamberimizle bizzat karşılaşmış bulunan kimseler için geçerli olduğu gibi, daha sonraki zamanlarda yaşayan ve dünyanın neresinde olursa olsunlar, tüm insanları kapsamı içine alan bir tespittir.
Varlıklar dünyasının dört bir yanında karşılaştıkları Allah'ın ayetlerini umursamayan; hiçbir ücret istenilmeksizin kendilerine sunulmuş bulunan Kur'an ayetlerinden yüz çeviren bu insanlar, daha neyi beklemektedirler acaba?
Evet, neyi beklemektedirler?
Acaba onlar, hepsini birlikte çarpacak, yaygın bir ilahi azaba uğramayacaklarından ya da hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın kıyametin başlarına kopmayacağından emin midirler?"
Bu, onları aymazlıklarından (gafletlerinden) uyandırıp kendilerine getirebilmek, bu aymazlıklarının beraberinde taşıyacağı kötü sondan onları sakındırabilmek için, sözkonusu kimselerin duygularına yönelik güçlü bir dokundurmadır. Hiç kimsenin ne zaman gerçekleşeceğini bilemediği Allah'ın azabı, bir anda başlarında kopu verebilecek kıyametle, onların tümünü birden kasıp kavurabilir elbet. Kimbilir, belki de gelip kapıya dayanmış durumdadır kıyamet. O dehşetengiz, o korkunç gün belki de gelip ansızın kapılarına dayanmıştır, ama onlar bunun farkında bile değildirler. Gayb, bir başka deyişle, yarının neye gebe olduğu, sözcüğün tam anlamıyla kapalı bir kutudur! Bu bağlamda ne göz işe yarar, ne de kulak! Bir anda neler olup biteceğini hiç kimse bilemez! Dolayısıyla o aymazların, böyle bir konuda nasıl güven içindedirler!
Bir yanda Kur'an'da Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberliğini açıkça kanıtlayan ayetler ve de insanlar görsün diye evrenin dört bir köşesine serpiştirilmiş durumdaki Allah'ın diğer ayetleri... Bir yanda da, yanlarından geçip durdukları halde tüm bu ayetleri umursamayarak yüz çeviren; Allah'a ama gizli, ama açık bir biçimde ortak koşan kimseler... Varsın bu tür kimseler çoğunlukta olsunlar! Peygamberimiz ve onun gösterdiği doğru yolun yolcuları, yollarına devam etmektedirler! Onlar sapıtmadıkları gibi, sapıklardan da zerre kadar etkilenmemektedirler:


108- Ey Muhammed, de ki; "İşte benim yolum budur, ben inandırıcı kanıtlar göstererek insanları Allah'a çağırırım. Bana uyanlar da öyle yaparlar. Allah'ı her türlü noksanlıktan uzak tutarım. Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim. "

Evet ey Muhammed, sen onlara de ki:
"İşte benim yolum budur!"
En ufak bir eğrilik, bir kuşku ya da şüphenin asla sözkonusu olmadığı, dosdoğru biricik yoldur benim yolum.
"Ben inandırıcı kanıtlar göstererek insanları Allah'a çağırırım. Bana uyanlar da öyle yaparlar."
Bizler Allah ve O'nun ışığı sayesinde doğru yoldayızdır. Yolumuzu iyi biliriz. Bu yolda her adımımızı görerek, anlayarak, bilerek atarız. Ne kösteklenir, ne düşer, ne de sendeleriz! Bizim için net mi net apaydınlık bir yoldur bu. Allah'ı, O'nun ilahlığına yaraşmayacak niteliklerden uzak tutarız. Kendimizi, Allah'a ortak koşanlardan ayırır ve uzak tutarız:
"Ben, Allah'a ortak koşanlardan değilim."
Şirkin, Allah'a ortak koşmanın açığına da gizlisine de yer yoktur bende! İşte benim yolum budur! Dileyen gelsin katılsın! Gelip katılmayanlara gelince, arzuları bilir! Onlar katılmasa da ben, dosdoğru yolumda yürümeye devam ediyorum..:
Allah yolunun davetçisi konumundaki insanlar, işte bu ayrımı mutlaka yapmak durumundadırlar. Kendilerinin tek bir ümmet olduklarını; inançlarını kabullenmeyenlerden, kendileri gibi hareket etmeyenlerden, liderlerinin buyruklarını yerine getirmeyenlerden ayrı olduklarını mutlaka açıkça duyurmak durumundadırlar! Kısacası kendilerini net bir biçimde ayırmak, kendileri dışındaki kimselerle içiçe bulunmamak durumundadırlar. Bu dine mensup insanların, cahili toplum içerisinde eriyip gitmiş bir biçimdeyken, başkalarını kendi dinlerine davet etmeleri yeterli değildir! Zira böylesi bir davetle, kıyamet-i harbiyesi olan hiçbir sonuç elde edilemez! Bu insanların daha ilk günden itibaren yapacakları birinci iş, kendilerinin cahiliyeden bütünüyle farklı apayrı bir grup olduklarını açıkça söylemek; kendilerini başkalarından ayırıp İslâm inancının kaynaştırdığı ve İslâmcı liderlerin yönettiği özel bir topluluk haline getirmektir... Özetle Allah yolunun davetçileri, kendilerini cahiliye toplumundan ayırmak zorunda oldukları gibi, yöneticilerini de cahiliye toplumunun yöneticilerinden ayırmak zorundadırlar!
Aksi taktirde, onların cahiliye toplumu arasına karışmaları, bu toplumla kaynaşmaları, cahiliye yönetiminin şemsiyesi altında kalmaları durumunda sonuçta, inanç sistemlerinin tüm gücü, çağrılarının yaratabileceği tüm etki, bu yeni çağrı için sözkonusu olabilecek tüm çekicilik korkunç bir erozyona uğrayarak silinip gidecektir.
Bu gerçek, sadece müşrikler arasında çağrıda bulunan Peygamberimizin durumuyla sınırlı değildir. Cahiliye hortladığı ve insanların hayatına egemen olduğu her dönemde ve her durumda geçerlidir... Üstelik yirminci yüzyıl cahiliyesinin, temel öğeler ve ayırıcı nitelikler açısından, İslâm çağrısının tarih boyunca yüzyüze geldiği diğer cahiliye sistemlerinden farklı olduğu da söylenemez!
Kimileri cahiliye toplumuna ve cahiliye çevrelerine karışarak; bu tür toplumlara ya da çevrelere yavaşça sızarak sonuçta İslâma davet noktasında birşeyler yapabileceklerini sanıyorlar... Bu biçimde düşünenler, İslâm inancının özünü kavrayamadıkları gibi, insanların yüreklerine nasıl girilebileceğinden de habersizdirler!.. Tanrıtanımaz (ateist) hareketler bile kendi kimliklerini, düşüncelerini ve yaklaşımlarını bizzat ortaya koymaktadırlar! Yani, İslâmın davetçisi müslümanlar mı kendi gerçek kimliklerini ortaya koymayacaklar? Müslümanlar mı kendi yollarını; cahiliye yöntemlerinden büsbütün farklı kendi sistemlerini açıkça ortaya koymayacaklar?

PEYGAMBERLER HAKKINDA ALLAH'IN YASASI

Daha sonra peygamberler noktasında Allah'ın yasasına ve de kimi geçmiş toplumların sonlarına ilişkin Allah'ın yeryüzündeki kanıtlarına dikkat çekiliyor. Hz. Muhammed, -salât ve selâm üzerine olsun- peygamberlerin ilki değildir. Onun getirdiği şeriat da, şeriatların ilki değildir. İşte, daha önceleri Allah'ın peygamberini ve şeriatını yalanlamış olanların sonlarına ilişkin kanıtlar yeryüzünde halâ apaçık durmaktadır:


109- Senden önce gönderdiğimiz tüm peygamberler de, çeşitli şehirlerin halklarından seçerek kendilerine vahiy indirdiğimiz erkekler idi. Onlar yeryüzünde gezerek; kendilerinden önceki inkârcı milletlerin sonunun nasıl olduğunu görmüyorlar mı? Kötülükten kaçınanlar için ahiret yurdu, dünyadan daha hayırlıdır. Bunu düşünemiyor musunuz?

Geçmişteki bu insanların bıraktıkları izleri gözlemlemek, yürekleri tir tir titretecek, en katı insanların yüreklerini bile ürpertecek bir iştir. Geçmişteki bu insanların hareketlerini, barınaklarını ve telaşlarını bir film şeridi gibi gözünüzün önüne getirin! Düşünün onlar da bir zamanlar hayattaydılar! Bu yerlerde gidip gelip dolaşıyorlardı. Korkuyorlardı, umutlar taşıyorlardı. Onlar da hırs doluydular. Kendilerince bir yerlere varabilmek için didiniyorlardı... Ama derken, derin bir sessizliğe gömülüp gidiverdiler. Ne duyguları kaldı, ne de hareketleri! Bakın, onlardan kalan şu harabelerde, in-cin top oynuyor şimdi! Yokluğa karışıp gidiverdiler! Kendileriyle birlikte duyguları, kafalarında çizdikleri dünyaları, düşünceleri, hareketleri ve barınakları da yok olup gidiverdi! Gözlerde büyüyen, gönüllerde ve duygularda taht kuran dünyaları, kendileriyle birlikte yokluğa karışıverdi!.. İnsan gaddarın, aymazın, acımasızın teki bile olsa, tüm bunları ibret gözüyle düşündüğünde, yüreği ister istemez ürperip titreyecektir. Bu nedenledir ki, Kur'an yer yer insanları ellerinden tutarak, onları geçmiş toplumların akıbetlerini ibret gözüyle seyrederek şöyle bir düşünmeye özendirmektedir:
"Senden önce gönderdiğimiz tüm peygamberler de, çeşitli şehirlerin halklarından seçerek kendilerine vahiy indirdiğimiz erkekler idi."
Daha önceki peygamberler de, ne melektiler, ne de bambaşka bir yaratık! Onlar da tıpkı senin gibi bir insandılar! Daha olgun, daha görgülü, daha nazik olabilmeleri için tıpkı senin gibi onlar da, Bedeviler arasından değil, şehirliler arasından seçilmiş birer insandılar!.. Çağrı ve doğru yola eriştirme noktasında sana verilen misyonun güçlüklerine karşı dayan! Kendilerine vahiy indirilmemiş erkeklere ilişkin Allah'ın yasası gereğince, senin mesajın da sürüp gidecektir...
"Onlar yeryüzünde gezerek kendilerinden önceki inkârcı milletlerin sonunun nasıl olduğunu görmüyorlar mı?"
Kendi sonlarının da onların sonlarından farksız olacağını kafalarına yerleştirsinler! Daha önceki toplumların bıraktıkları izlerde apaçık görülen Allah'ın yasası, onlar için de aynen geçerli olacaktır. Onların da yeryüzündeki akıbetleri, bir gün buradan çekip giderek tarihe gömülmek olacaktır:
"Kötülükten kaçınanlar için ahiret yurdu, dünyadan daha hayırlıdır." Onlar için ahiret yurdu, sonsuz bir yaşamın sözkonusu olamayacağı bu dünyadan daha hayırlıdır.
"Bunu düşünemiyor musunuz?"
Allah'ın geçmiş toplumlara ilişkin yasasını hiç düşünmüyor musunuz? Bunu bir türlü anlayamıyor musunuz ki, halâ üçbeş günlük dünyanın sınırlı güzelliklerini, ahiret yurdunun bitimsiz güzelliklerine yeğlemekte direniyorsunuz?
Ardından peygamberlerin yaşamında, hiçbir gecikme hiçbir görmezlikten gelme olmaksızın Allah'ın yasasının işleyeceği, Allah'ın vaadinin gerçekleşeceği o belirleyici anın öncesindeki, o çetin ve sıkıntılı sürecin anlatımına geçiliyor:


110- Gönderdiğimiz peygamberler, ümmetlerinden iyice ümit kestiklerinde ve kesinlikle yalancı sayıldıkları sonucuna vardıklarında, kendilerine yardımımız erişiverdi de dilediklerimiz ortak azaptan kurtarıldı, fakat hiç kimse ağır suçlulardan şiddetli azabımızı savamaz. "

Peygamberlerin yaşamındaki dayanılmazlığın, üzüntüleri ve sıkıntının dozu canlı olarak gözlerimizin önüne seren korkunç bir tablodur bu. O peygamberler ki inkârcılıkla, bağnazlıkla, inatçılıkta direnmekle yüzyüze gelirler. Onlar çağrılarını sürdürürken günler gelip geçmekte ve çağrılarına çok az bir insan topluluğu dışında hiç kimse olumlu bir cevap vermemektedir. Yıllar gelip geçmektedir ama batıl halâ güçlüdür, batıl yanlıları halâ çoğunluktadır. Mü'minler ise, sayıca az oldukları gibi, güç açısından da halâ zayıftırlar.
Zor mu zor bir dönemdir bu. Batıl azıtmakta, azgınlaşmakta, kudurmakta ve acımasızlaşmaktadır. Peygamberlerse, yeryüzünde kendileri için henüz gerçekleşmemiş Allah'ın vaadinin bekleyişi içindedir. Yüreklerinde kuşkular kımıldamaya başlamıştır. Bir yalancı konumuna mı düşecekler ne? Bu dünya hayatında zafer umma noktasında hiç bir ümit kalmadı mı ne?
Üzüntü, darlık ve sıkıntılar bir insanın asla güç yetiremeyeceği bir noktaya ulaşmadıkça peygamberlerin böylesi bir tutum içine düşmeleri düşlenemez! Bu noktada, bir başka ayeti daha hatırlıyorum ister istemez: "Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla birlikte mü'minler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı"... Gerek bu ayeti, gerekse şu an açıklamasını yaptığımız ayeti ne zaman okumuşsam, hep aynı ürpertiyi yaşamışımdır. Peygamber de bu denli bir noktaya varan o dehşetengiz korkuyu; ayette sözü edilen türden duyguların satır aralarında gizli o korkuyu; peygamberi bile bu denli sarsabilen o çökertici üzüntüyü; peygamberin o andaki psikolojik durumunu; yaşadığı dayanılmaz acıları düşlemek tüylerimi diken diken etmiştir hep...
Karamsarlığın ve üzüntünün iyiden iyiye çöreklendiği, peygamberlerin bütünüyle dara düştükleri, tüm enerjilerini son damlasına dek tükettikleri bir andır bu! İşte tam o anda Allah'ın yardımı tümüyle, kesinkes ve belirleyici bir biçimde geliverecektir! Evet, işte tam böylesi bir anda:
"Kendilerine yardımımız erişiverdi de, dilediklerimiz orta azaptan kurtarıldı, fakat hiç kimse ağır suçlulardan azabımızı savamaz."
İşte davet konusunda Allah'ın yasası budur. Sıkıntılar mutlaka olacaktır. Üzüntüler sonucunda ümitlerin yitirildiği anlar mutlaka olacaktır. Çabaların, enerjilerin son damlasına varana dek harcandığı, artık takatin hiç kalmadığı bir noktaya mutlaka gelinecektir. İnsanların ilgisini çeken tüm görünürdeki nedenlerden ümit kesildiği anda Allah'ın yardımı yetişiverecektir. Allah'ın yardımı gelecek ve kurtuluşu hak edenleri kurtaracaktır. Onlar, artık yalanlayanların başına musallat olan mahvolma tehlikesinden kurtulacaklardır. Zorbaların onlara yönelik baskı ve sindirme girişimlerinden kurtulacaklardır. O ağır suçluları, Allah'ın şiddetli azabı yakıp kavuruverecektir. Allah'ın şiddetli azabı karşısında ellerinden hiçbir şey gelmeyecektir. Bu sayede yerle bir olacaklar ve kökleri kazınacaktır. Hiç kimse, hiçbir yardımcı onları Allah'ın azabına uğramaktan kurtaramayacaktır.
Bu, zaferin öyle son derece ucuz olmaması içindir. Zafer böylesine ucuz olsaydı, dava için çalışmak da bir çocuk oyuncağı olurdu. Zafer bu denli ucuz olsaydı, her gün bir yığın sahte dava adamı türerdi. Mahiyet sıfır ya da çok az olacağı için, bir yığın insan dava adamı kesiliverirdi! Oysa İslâm davasının bu denli anlamsız ya da çocuk oyuncağı olabileceği düşünülemez. Zira İslâm davasının içeriğinde, insanlık yaşamı için kurallar ve bir sistem vardır. Bu davanın sahte dava adamlarından özenle korunması gerekir. Zira sahte dava adamları, bu davanın sıkıntılarını omuzlayamazlar. Bu sebepledir ki, onlar dava için çalışma noktasında son derece çıtkırıldım tiplerdir. Biraz çalışıp bu işi göremeyeceğini anladıklarında, davayı falan bir kenara bırakıverirler. Dolayısıyla kimin haktan, kimin batıldan yana olduğunu ayırdetme noktasında, ayetlerde sözü edilen sıkıntılar sözcüğün tam anlamıyla bir mihenk taşıdır. Zira bu sıkıntılara, ancak davalarına gerçekten yapışmış, gerçekten samimi insanlar katlanabilirler. O insanlar ki, İslâm davası için mücadele etmekten, her ne olursa olsun geri kalmazlar. Bu dünyada zafere ulaşamayacaklarını bile düşünseler, mücadelelerini yılmaksızın sürdürürler!
İslâm davası, "Bakarsınız şu yeryüzünde belirli de olsa biraz bir şeyler kazanabiliriz! Ama baktık ki olmadı, bu işten vazgeçer, daha çabuk ve daha iyi kazanabileceğimiz başka bir işe atılırız!" vb. türden hesaplar yapmaya elverişli, kısa vadeli bir ticaret değildir! Hangi zaman ve hangi mekânda olursa olsun, Allah'ın dışında bir otoriteye boyun eğip tabi olmayı yeğlemiş cahiliye toplumlarında insanları Allah yoluna davet etmeye soyunan bir kimse, daha işin başındayken kendisini hiç de rahat bir yolculuğun beklemediğini kafasına koymalıdır. Kısa vadeli maddi bir ticaret peşinde olmadığını da kafasına yerleştirmelidir! Gücü ve parayı ellerinde bulunduran tağutlarla mutlaka karşı karşıya geleceğini bilmelidir! O tağutlar ki, kitleleri dolduruşa getirmeyi, onlara karayı ak, akı da kara göstermeyi çok iyi becerirler. Onlar ki, kitlelerin cinsellikleriyle oynayarak; kitleleri bu İslâmcıların amaçları sizi tüm bu cinsel zevklerden yoksun bırakmaktır diyerek korkutarak, İslâm davetçilerine karşı herkesi doldurmakta son derece ustadırlar!.. Yine İslâm davetçileri, İslâma davetin pek çok zorluğu omuzlamayı gerektirdiğini, cahili direnişe karşı böyle bir misyon üstlenmenin birçok sıkıntıya katlanmayı gerektirdiğini bilmek durumundadırlar. Her kuşakta gözlendiği üzere, başlangıçta bu davaya ezilenlerin kitlelerin değil, ancak ve ancak bu dinin gerçeklerini kendi rahatlarına ve bu dünyanın tüm nimetlerine yeğleyen bir avuç seçkin insanın gireceği de unutulmamalıdır. Başlangıçta bu davayı üstlenen sözkonusu seçkin grubun sayısı ise, öteden beri hep azdır. Ancak, ama uzun ama kısa süren bir cihadın ardından Allah, onlar ile toplumları arasında hak olarak kendi hükmünü verecektir. İşte o gün kitleler de akın akın Allah'ın dinine gireceklerdir.
Yusuf kıssasında, -kuyuda, başvezirin evinde, hapiste- binbir türlü sıkıntıyla karşılaştık. İnsanların yardımından umut kesilmesine de değişik biçimleriyle tanık olduk. Neticede ise, -Allah'ın gerçek vaadine uygun bir biçimde- mutlu sonun ancak sakınanlar için sözkonusu olduğunu gördük. Yusuf kıssası, peygamberlere ilişkin kıssaların bir örneğidir. Bu kıssa, düşünenler için ibret doludur. Yine bu kıssada Kur'an'dan önceki kutsal kitaplardaki bilgileri -Hz. Muhammed ile bu kitaplar arasında doğrudan bir bağ bulunmamasına karşın onaylama sözkonusudur. Muhammed'in bu sözleri, düzmece bir sözler dizisi değildir. Zira uydurmaca sözlerin ne birbirleriyle tutarlılık göstermesine olanak vardır, ne insanları doğru yola ulaştırmasına, ne de inanan yürekleri rahatlatıp merhametle doldurmasına!


111- Sağduyuluların, peygamberlere ilişkin hikâyelerden alacakları ibret dersleri vardır. Bu Kur'an bir düzmece sözler dizisi değildir. Tersine O, kendisinden önceki kutsal kitapları onaylayan, her şeyi ayrıntılı biçimde anlatan, mü'minler için doğru yol kılavuzu ve rahmet olan gerçek bir ilahi kitaptır.

Böylece, kıssanın başlangıç ve bitiminde bir uyum gözlendiği gibi, surenin başlangıç ve bitiminde de bir uyum gözleniyor. Kıssanın gerek başına, gerek sonuna, gerekse ara bölümlerine yerleştirilmiş değerlendirme ayetleri de kıssanın konusu, anlatım tarzı ve ifadeleriyle tamamen uyum içerisindedir. Böylece dini amaç tümüyle gerçekleştirilmiş bulunuyor. Yine anlatımdaki dürüstlük ve konuyu gerçekle özdeşleştirmeyle sanatsal nitelikler de bütünüyle gerçekleştirilmiş durumdadır.
Kıssa bu surede başladı ve yine bu surede bitti. Çünkü kıssanın yapısı, bu tarz bir üslubun seçilmesini zorunlu kılıyor. Görülen bir rüyanın yavaş yavaş, günbe gün, aşama aşama aynen gerçekleşmesi sözkonusu. Dolayısıyla, sanatsal uyumun mükemmelliği açsından 'olduğu gibi, kıssanın taşımış olduğu ibretin tamamıyla verilebilmesi açısından da, aktarımda baştan sonuna dek kıssadaki olaylar zincirinin izlenmesinden başka bir yol düşünülemezdi. Kıssanın bir bölümü başka bir yerde başlıbaşına anltılsaydı, saydığımız amaçların gerçekleştirilmesi açısından bu pek bir şey ifade etmezdi. Süleyman'ın Belkıs'la olan öyküsü, Meryem'in doğum öyküsü, İsa'nın doğum öyküsü, Nuh ve Tufan öyküsü vb. türden diğer peygamberlere ilişkin kıssalarda, kıssanın sadece bir bölümünü başlı başına aktarmak, istenen amacı gerçekleştirebilmek için yeterlidir. Bu bölümlerin aktarıldıkları yerlere bakılırsa, anlatılmak isteneni ifade için, kıssadan sadece ilgili bölümün tamamen yeterli olduğu gözlenir. Ancak Yusuf kıssası buna elverişli değildir. Yapısı gereği, aşamalar ve sahnelerin sırası gözlenerek kıssanın baştan sona dek anlatılmasını zorunlu kılmaktadır. Hiç kuşkusuz Allah, doğru söylemiştir:
"Biz bu Kur'an'ı vahyetmekle sana kıssaların, eski milletler ile ilgili hikâyelerin en güzelini anlatıyoruz. Oysa daha önce bu hikâyeleri hiç bilmiyordun.''

YUSUF SURESİNİN SONU

Anne ve babasını kendi makam koltuğuna oturttuğu sırada, kardeşlerinin onun önünde secde etmeleriyle rüyasının yorumunu somut bir biç,imde kendi gözleriyle görerek, rüyasını hatırlatıyor. Onbir yıldız, güneş ve ayın kendisine secde ettiklerini görmüştü rüyasında. İşte şu an kardeşleri önünde secdeye kapanmışlardı:
"Ana-babasını makam koltuğuna oturttu, bu arada hep birlikte önünde secdeye kapandılar. Bunun üzerine Hz. Yusuf, bahasına dedi ki; `Babacığım, bu olay, bir zamanlar gördüğüm rüyamın somut yorumudur, Rabbim o rüyayı gerçeğe dönüştürdü.'.."
Ardından Allah'ın kendisine göstermiş olduğu lütufları anlatıyor:
"Ayrıca beni hapisten çıkararak ve şeytanın kışkırtması sonucunda kardeşlerimle aramın açılmasından sonra sizleri çöl ortasından kaldırıp yanıma getirerek, bana lütufta bulundu."
Dilediğini gerçekleştirmek için yaptığı plan noktasında da Allah'ın lütufkâr olduğunu belirtiyor:
"Hiç kuşkusuz Rabbim, dilediklerine karşı lütufkâr davranır."
O, istediği her şeyi lütufkâr bir biçimde, insanlar anlamayacağı ve sezemeyecek denli sessizce ve dikkatlice gerçekleştiriverir:
"O her şeyi bilen ve her yaptığını yerinde yapandır."
"Kıssanın başında Hz. Yusuf rüyasını anlattığında, Hz. Yakub da aynı şeyi söylemişti:
"Hiç kuşkusuz Rabbin, her şeyi bilen ve her yaptığını yerinde yapandır." Kıssanın başıyla sonu arasında, sözlerde bile özdeşlik olduğu gözleniyor...

ALLAH'A YÖNELİŞ VE DUA

Bu çarpıcı son sahnenin perdesi kapanmazdan önce Hz. Yusuf'un, buluşmanın verdiği heyecan, onlarla sarılıp kucaklaşma, neşelenme, sevinç, makam, otorite, güvence ve konforu, kısacası her şeyi bir kenara bırakarak Rabbine yöneldiğini, O'na şükürler ettiğini, O'nu andığını görüyoruz! Yönetimde zirveye ulaşmış ve tüm düşlerinin gerçekleşmesinin sevincini tatmış olduğu bir sırada bile, O Rabbine yönelerek, O'ndan sadece, canının müslüman olarak alınmasını ve iyiler arasına katılmasını istemektedir:
Alıntı ile Cevapla