Tekil Mesaj gösterimi
Alt 08 Ekim 2008, 13:04   Mesaj No:17

MERVE DEMİR

Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:114
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cvp: Fizilalil Kuran Araf Suresi Tefsiri

190- "Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu çocuk üzerinde Allah'a ortak koştular. Oysa Allah onların koştuğu ortaklardan münezzehtir. "


191- "Hiçbir şey yaratmayan, kendileri birer yaratık olan varlıklarını Allah'a ortak koşuyorlar?"


192- "Oysa bu düzmece ortaklar, ne onlara yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler. "

Bu cahiliyenin düşünceleri açısından bir değerlendirilmesidir. Yani cahiliye tek olan Allah'a tapmayı bırakıp başka taraflara saptığında hiçbir basitliğin ve sapıklığın önünde durmaz, düşünmeye ve değerlendirmeye bir daha dönüş yapamaz! Burada sapmanın ilk zamanlarda nasıl bir aşama takip ettiği ve sonunda nasıl bu kadar derin boyutlara ulaştığı tasvir ediliyor.
"O ki, sizi tek bir kişiden türetti, o tek kişinin beraberliğinde huzura ereceği eşini de kendi özünden yarattı, eşini kucaklayıp sarınca, hafif bir yük yüklendi, onu bir süre taşıdı, sonra yükü ağırlaşınca eşler birlikte "Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a dua ettiler."
Aslında bu, yüce Allah'ın insanları kendisine göre yarattığı fıtratın ifadesidir. Fıtrat itibarıyla insanların korku ve ümit anında Rabbleri olan Allah'a yönelmeleri, O'nun ilâhlığını net olarak kabul etmeleridir. Burada fıtrat için verilen örnek yaratılışın temelinden, evliliğin oluşturulmasından ve tabiatın oluşmasından söze başlamaktadır:
"O ki, sizi tek bir kişiden yarattı. O tek kişinin beraberliğinde huzura ereceği eşini de yarattı."
Oluşumunun tabiatında insan tek bir nefistir. Kadın ile erkek arasında görevler açısından bir farklılık görülse de onlar nefistir. Bu farklılık eşlerin birbiriyle huzura kavuşması ve rahat etmeleri içindir. İşte islâmın insan gerçeğine bakış açısı budur. Oluşumundaki evlilik görevine ilişkin görüşü de budur. Bu görüş, islâm dininin ondört asırdan beri ortaya koyduğu gerçekçi ve eksiksiz bir bakış açısıdır. İslâm o gün bu görüşleri ileri sürerken tahrife uğramış dinler, kadını insanın baş belası olarak gösteriyor, onu lanetlik, pis ve özellikle sakınılması gereken saptırıcı bir tuzak olarak gösteriyorlardı. O gün -gerçi bugün de öyle ya- putperest inanç sistemleri, kadını aşağılık bir **** olarak veya erkeğin yanında sözü bile edilemeyecek, tek başına hiçbir değeri olmayan bir hizmetçi olarak kabul ediyorlardı.
Eşlerin buluşmasında ana hedefi, sükûnet, güven, yakınlık ve istikrar oluşturur. Bu yuva, güven ve huzur ortamı olmalıdır ki, orada insanın minik yavruları gelişsin, orada insanlığın değerli ürünleri üreyebilsin, yeni yetişen genç nesil insanlık medeniyetinin mirasını taşıyabilecek ehliyete kavuşsun, ona yeni hizmetlerde bulunsun. İslâm dini eşlerin, buluşmasını sırf geçici bir zevk ve temelsiz gönül eğlencesi olarak kabul etmez. Aynı şekilde evliliği ihtisaslar ve görevler arasında bir çelişki, bir çatışma ve ayrılık konusu yapmaz. Klasik ve modern cahiliye sistemlerinin düştükleri bataklıklar gibi bunu ihtirasların ve görevlerin müdahalesi şeklinde de ele almaz.
İşte kıssa bundan sonra başlıyor... Ve meseleyi ilk aşamada ele alıyor:
"Eşini kucaklayıp sarınca hafif bir yük yüklendi. Onu bir süre taşıdı."
Kur'an'ın ifade tarzı iki eş arasındaki ilk ilişkiyi tasvir ederken, tatlı, ince ve temiz bir dil kullanıyor: "Eşini kucaklayıp sarınca" deyimi bu huzur ortamı ile yaklaşma şekli arasında bir ahenk olduğunu, yapılan işin bir hassasiyeti olduğunu, böylece ortaya koyuyor. Öyle ki, insan burada iki bedenin buluştuğunu değil de iki parçanın kaynaştığını zannediyor. Aynı zamanda insana insanca ilişkiye geçmenin şeklini de aşılamaya çalışıyor. Kaba hayvani şeklinden ayrılması gerektiği teklin ediliyor... Hamileliğin ilk aşaması tasvir edilirken de aynı yöntem kullanılıyor. "Hafif bir yük"... Anne onu hiçbir ağırlık duymadan, sanki onu hissetmiyormuş gibi taşıyor.
Sonra ikinci aşama geliyor:
"Yükü ağırlaşınca eşler birlikte: "Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a dua ettiler."
Artık hamilelik belli olmuştu. Her iki eşin de kalbi onun üstünde atıyordu. Şimdi doğacak çocuğun kusursuz, sağlıklı ve güzel olmasını temenni etme dönemi başlamıştı. Anne ve babaların çocukları daha cenin halinde rahimlerin karanlıklarında ve gayblerinin kuytularında iken, nesiller için arzu ettikleri başka sıfatları da istiyorlardı. İşte bu arzular sırasında fıtrat uyanarak ve Allah'a yöneliyor ve yalnız O'nun ilahlığı kabul ediyor. Sadece O'nun faziletine umut bağlıyor. Çünkü bu varlık aleminde biricik kuvvet, nimet ve fazilet kaynağının O olduğunu kendiliğinden kavrar. Bu nedenle buyuruluyor ki;
"Eğer bize sağlıklı bir çocuk verirsen, kesinlikle sana şükredenlerden oluruz" diye Allah'a söz verdiler."
"Fakat Allah onlara sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine Allah tarafından verilen bu çocuk üzerinde Allah'a ortaklar koştular. Oysa Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir."
Tefsirlerde yer alan birtakım rivayetlerde deniyor ki; bu kıssa gerçek bir olaydır ve Hz. Adem ile Havva'nın başından geçmiştir... Çünkü onların çocukları hep sakat olarak doğuyordu. Bunun üzerine şeytan onlara gelmiş, Havva'yı aldatmış ve karnındaki çocuğuna "Abdulhâris" adını vermesini söylemişti... Haris ise şeytanın bu dediklerini yaptığı gibi Hz. Adem'i de birlikte kandırmıştı! Bu rivayetin yahudi mitolojisinden kaynaklandığı açıktır. Çünkü yahudi mitolojisine dayalı dinlerini, tahrif etmiş bulunan hristiyan düşüncesine göre sapıklığın bütün günahı Havva'nın boynundadır. Bu anlayış pek tabii olarak sağlıklı islâm düşüncesine tamamen aykırıdır.
Kur'an'ın bu ayetini açıklamak için yahudilerin bu efsanesine ihtiyacımız yoktur. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- dönemindeki ve ondan önceki müşrikler, çocuklarından bazılarını ilâhlarına veya tapınakların hizmetine adıyorlardı! Bununla yüce Allah'a yakın olmak ve O'nun katında yüksek derece elde etmek istiyorlardı! Bunlar işin başında Allah'a yönelmelerine rağmen daha sonra Tevhid'in zirvesinden putperestlik seviyesine yuvarlandıktan sonra, çocuklarının yaşamaları, sağlıklı olmaları ve tehlikelerden korunmaları için onları bu ilâhlara adıyorlardı! Nitekim günümüzde de bazı kimseler çocuklarının saçlarını uzatıp kesmemeleri, saçlarını ilk olarak bir velinin veya azizin kabri başında kesmeleri, çocuklarını sünnetsiz bırakıp, onları bir türbenin başında sünnet ettirmeleri bu türden yaklaşımların devamıdır. Halbuki bugünkü insanlar tek olan Allah'ı kabul etmektedirler. Ardından kalkıyorlar Allah'ı kabul edişlerinden sonra şirke dayalı bu yönelişlere bulaşıyorlar. Demek ki insanlar yine o insanlardır!
"Oysa Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir."
Yüce Allah onların inandıkları ve yaşadıkları şirkten tamamen uzaktır. Günümüzde de bu ayetlerin tasvir ettiği şirk çeşitlerine, şekillerine rastlıyoruz ki, bunlar, Allah'ın birliğine inandıklarını ve O'na teslim olduklarını sanmaktadırlar.
Bugün insanlar "halk", "vatan" ve "millet" adını verdikleri birtakım ilâhlar edinmektedirler. Bu ve benzeri ilâhlar putperest milletlerin diktikleri basit somut putlardan hiç de farklı olmayan soyut putlardır. Bunların hepsi Allah'ın yarattığı evrende, O'na ortak koşulan ilâhlardan başka bir şey değildir. Aynen eski ilâhlara adaklar adandığı gibi, bu ilâhlara da çocuklar adanmaktadır! Daha önceki devirlerde tapınaklara kurbanlar adandığı gibi bugün bunlara da geniş ölçüde kurbanlar sunulmaktadır.
Bugün insanlar Rabb olarak Allah'ı kabul ediyorlar, ne var ki, onlar Allah'ın emirlerine ve hükümlerine kulak asmıyor, onları unutmuş, hatırdan silmiş gibi bırakıyorlar. Bununla beraber bu ilâhların emirlerini ve isteklerini "mukaddes/kutsal" kabul ediyorlar. Halbuki bu ilâhların emirleri ve istekleri yüce Allah'ın emirlerine ve hükümlerine terstir. Hatta onları, büsbütün kaldırıp atmaktadır. Eğer modern cahiliyenin bu uygulaması ilâhlık taslama ve şirk değilse, ilâhlık nasıl olur? Allah'a ortak koşmak nedir? Allah'a ortak koşulan varlıklara çocuklardan bir pay ayırma ne anlama gelebilir?
Klasik cahiliye Allah'a karşı bugünkü cahiliyeden daha edepliydi. Klasik cahiliye sisteminde insanlar Allah'ın dışında bïrtakım ilâhlar kabul ediyorlar ve onlara çocuklarından, hayvanlarından ve mahsullerinden bir pay ayırıyorlar ve bunları onlara sunuyorlardı. Yalnız tüm bunları, ilâhlarının kendilerini Allah'a yaklaştırmaları için yapıyorlardı. Bu nedenle onların duygularında Allah'ın gerçekten yüce bir yeri vardı. Modern cahiliyede ise, diğer ilâhlar Allah'tan daha yüce bir konuma çıkartılmıştır. Bu nedenledir ki, modern cahiliye bu ilâhların emrettiklerini kutsamakta, Allah'ın emirlerini ise tamamen bir kenara itmektedir!
Eğer biz puta tapıcılığı, basit putçulukla, eski ilâhlarla ve insanların Allah katında şefaatçı (kurtarıcı) olarak kabul ettikleri varlıklara ibadet niteliği taşıyan davranışlara yönelmeleri şeklinde sınırlandırır ve putperestliği bu şekilde dondurursak, sadece kendimizi aldatmış oluruz. Çünkü burada değişen sadece putların ve putperestliğin şeklidir. Bunun yanında ibadet niteliği taşıyan hareketler biraz daha giriftleşmiş ve yeni yeni isimler almışlardır. Fakat şirkin tabiatı ve gerçekliği değişen şekillere ve hareket biçimlerine rağmen halâ dimdik ayakta durmaktadır.
Biz şekillere ve hareketlere aldanıp gerçeği unutmamalıyız!
Yüce Allah namuslu, görkemli ve erdemli olmayı ister. Fakat "vatan" veya "üretim" kadının evinden dışarı çıkmasını, açılıp-satılmasını, erkekleri tahrik etmesini, putperest Japonya'daki "Geyşa" kızları gibi otellerde müşteri ayarlayıcı olarak çalışmasını gerektirir! Şimdi bu durumda emrine uyulan ilâh kimdir? Bu ilâh yüce Allah mıdır, yoksa sahte ilâhlar mıdır?
Yüce Allah kendi yasalarının egemen olmasını emreder. Fakat insanlardan biri veya "milletin" bir kesimi kalkıp; "Hayır", yasalarını belirleyecek olanlar insanlardır. Egemen olması gereken yasalar da insanların belirledikleri yasalardır" diyebiliyor. Şimdi burada emirlerine uyulan ilâh kimdir? Bu ilâh yüce Allah mıdır, yoksa sahte ilâhlar mıdır?
Bunlar bugün yeryüzünün her tarafında yürürlükte olan fakat halâ sapık olan insanlığın gelenek haline getirdiği uygulamadan örneklerdir. Yürürlükte olan putperestliğin gerçekliğini, tapılan putların gerçekliğini ortaya koyan örnekler... Dünkü apaçık putperestliği, gözle görünen somut putların yerine geçen bugünkü putperestliğin ve putların gerçekliğinin örnekleri, şirkin ve putperestliğin şekil değiştirmesi, bizi aldatmamalıdır. Çünkü şekil değişse de gerçekler değişmemektedir!
Kur'an-ı Kerim o basit ve ilkel putperestlerle ve apaçık cahiliye taraftarları ile diyaloğa giriyor. Onların, çocukluk döneminde bile olsa, insan aklına yakışmayan bu gafletten uyarmak için, beşeri olan akıllarına hitab ediyor. Zihinlerindeki şirkin aşamalarını tasvir eden bu örnekten sonra onlara şöyle sesleniyor:
"Hiçbir şeyi yaratmayan, kendileri birer yaratık olan varlıkları mı Allah'a ortak koşuyorlar? Oysa bu düzmece ortaklar, ne onlara bir yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler?"
Yaratan kim ise, şüphesiz tapılmaya en layık olan da odur! Onların sözde ilahlarının hepsi hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü kendileri de yanılmışlardır! Şu halde onları nasıl Allah'a ortak koşuyorlar? Kendi canları ve çocukları hususunda onları nasıl Allah ile beraber ortak görebiliyorlar?
Kudreti ile kullarına yardım edebilen ve onları koruyabilen zat, ancak tapılmaya layık olur. Kuvvet, üstünlük ve egemenlik ilâhlığın özelliklerinden, ibadet ve kulluğun gerçeklerindendir. Onların sahte ilâhlarının hepsi, hiçbir kuvvete ve hiçbir egemenliğe sahip değildir. Bu sözde ilâhlar onlara yardım edemedikleri gibi, kendilerine de yardım edemezler! Öyleyse nasıl oluyor da onlar bu ilâhları kendi çocukları hususunda Allah'a ortak kabul edebiliyorlar?
Yaratma ve kudret, her ne kadar o zamanki basit ve ilkel cahiliye taraftarlarına yöneltilen bir delil ise de, aynı delil, çağdaş cahiliye taraftarlarına hitab etmekte ve onları da muhatab almaktadır! Bugünkü modern cahiliye taraftarları tapındıkları, emirlerine bağlandıkları, kendileri,malları ve çocukları üzerine onları Allah'a ortak koştukları başka putlar dikmişlerdir kendilerine. Peki bu putlardan hangisi yerde ve göklerde var olan yaratıklardan birini yaratabilir? Bu putların hangisi onlara veya kendilerine yardım etme gücüne sahiptir?
İnsanın aklı eğer engelleri aşabilir ve bu gerçek ile arasındaki engeli kaldırabilirse, böyle saçma bir düşünceyi kabul etmez ve onu benimsemez. Ne var ki, ihtirasları, arzu ve saptırmalar, aldatmalar Kur'an'ın gönderilişinden ondört asır sonra bile beşeriyeti, modern şekliyle aynı cahiliyeye döndürebiliyor. Bütün bunlar, hiçbir şeyi yaratamadığı gibi kendileri birer yaratık olan ve insanlara yardım edemeyen düzmece yaratıkları Allah'a ortak koşmalarına neden oluyor!
Dün olduğu gibi, bugünkü insanlık da Kur'an-ı Kerim'le tekrar muhatab olmaya şiddetle muhtaçtır. Bugün beşeriyet kendisini cahiliyeden kurtarıp islâma iletecek, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, aklını ve kalbini modern putperestlikten, içinde bocalayıp durduğu modern ilkellikten ve bataklıktan çıkarıp kurtuluşa götürecek bir kurtarıcı beklemektedir. Daha önceleri islâmın kendisini kurtardığı gibi bir kurtuluş beklemektedir!
Kur'an'ın ifade tarzında kullandığı kalıptan da anlaşılıyor ki, burada insanlar, özellikle insanlar içinden birtakım ilâhlar edinmekten sakındırılmaktadır:
"Hiçbir şeyi yaratmayan, kendileri birer yaratık olan varlıkları mı Allah'a ortak koşuyorlar? Oysa bu düzmece 'ortaklar ne onlara yardım edebilir, ne de kendilerine yardım edebilirler."
İşte ayeti kerimelerin metinlerinde yer alan bu "vav" ve "nun" harfleri sözkonusu ilâhlar arasında en azından "akıllı varlıklar"dan bir insan da olduğunu göstermektedir! Çünkü burada kullanılan zamirler "akıllı varlıklar" îçin kullanılan zamirlerdir. Biz Araplar'ın putperestlik dönemlerinde insanları ilâ' , olarak Allah'a ortak koştuklarını, onların ilâhlıklarına inandıklarını ve ibadet niteliği taşıyan birtakım hareketleri onlara karşı yaptıklarını bilmiyoruz. Ne var ki, onlar buna benzer şekillerde putperestlik yapıyorlardı. Onların sosyal alanlarla ilgili yasalarını kabul ediyorlar ve sürtüşmeler sırasında onların hükümlerini esas alıyorlardı. Yani onlara yeryüzünün egemenliğini veriyorlardı. Kur'an onların bu yaptıklarını şirk olarak gösteriyor ve onların bu şirkleri ile putlar ve heykellerle ilgili şirkleri arasında bir fark görmüyor. İşte islâmın bu şirk çeşidini değerlendirme tarzı da budur. Bu da, akidedeki ve ibadet niteliği taşıyan hareketlerdeki şirk gibi bir şirktir. İkisi arasında hiçbir fark yoktur. Nitekim Kur'an, din bilginlerinin ve rahiplerin yasalarını ve hükümlerini kabul edenleri de şirkin içinde görmüştür. Halbuki bunlar din bilginlerinin ve rahiplerin ilâh olduklarına inanmıyorlar ve onlara ibadet niteliği taşıyan davranışlar takdim etmiyorlardı... Bunların hepsi şirktir ve Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmekle ifade edilen Tevhid esasına dayalı Allah'ın dini olan islâmın dışına çıkmaktadır... İşte bunların hepsi, ifade etmeye çalıştığımız modern cahiliye 'şirkine tamamen uygun düşmektedir.
Bu iki eşin kıssasıyla somutlaşan içteki sapma olayı aslında her çeşit şirki kapsamına almaktadır. Amacı da ilk olarak Kur'an ile muhatab olan müşrikleri uyarmak, içinde bulundukları şirk bataklığına dikkat çekmek, hiçbir şeyi yaratmayan, aksine kendileri yaratılan, tapıcılarına yardım etmeyen hatta kendilerine bile yardım etmekten aciz olan, insanlardan olsun, başka yaratıklardan olsun bu tür ilâhların hiçbir şeyi yaratamayacağını ve hiçbir yardımı olmayacağını kendilerine kavratmaktır. Kur'an iki eşin kıssasını bu bağlamda ele alıp ortaya koyduktan sonra, geçmişi ilgilendiren hikâye üslûbundan ve kıssanın dile getirilişinden müşrik Araplar'a yöneliyor. Doğrudan doğruya hitab üslûbuna geçiyor: Sanki sözü edilen ilâhların önceki geçmiş olayların bir devamı olarak yeni bir konuya giriyor:



MÜŞRİKLERİN ACİZLİĞİ


193- "Eğer onları doğru yola çağırırsanız size uymazlar; onları çağırsanız da karşılarında suskun dursanız da sizin için birdir. "


194- "Allah'ın dışındaki yalvardıklarınız tıpkı sizin gibi birer kul, birer yaratıkdırlar. Eğer onlara ilişkin düşünceniz doğru ise, çağırın onları da, size karşılık versinler bakalım. "


195- "Onların yürüyecek ayakları mı var, tutacak elleri mi var, görecek gözleri mi var, yoksa işitecek kulakları mı var? De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz. "


196- "Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an-ı indiren Allah'tır. O iyileri dost edinir, koruması altında tutar. "


197 "O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler. "


198- "Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler, onları sana bakar gibi görürsün, fakat görmezler. "

Daha önce de belirttiğimiz gibi, müşrik Araplar'ın putperestlikleri basit ve ilkel bir putperestlikti. Bütün aşamalarında beşeri aklın ölçülerine göre gerçekten basit bir anlayıştı. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim onların akıllarını harekete geçirmeye çalışmış, bu tür ilâhlara taptıklarından, bunları Allah'a ortak koştuklarından onları basitlikle nitelemiştir.
Onların bu basit putları dış görünüşleri ile yürümelerinde kendilerini taşıyacak ayaklara, tutabilecek ellere, görebilecek gözlere, işitebilecek kulaklara sahip değillerdir. Onlara bu organları sağlayanlar, onlara tapanların kendileridir. Onlar nasıl olur da kendilerinden daha aşağı bir seviyede bulunan bu cansız taşlara tapabilirler?
Bazan meleklerin sembolü, bazan da atalarının, ecdadının sembolü olarak kabul ettikleri putlara gelince, bunlar da Allah tarafından yaratılan kullardır. Onlar hiçbir şeyi yaratamazlar. Aksine kendileri de birer yaratıktırlar. Onlara yardım edemedikleri gibi, kendilerine bile yardım edemezler!
Bizce müşrik Araplar'ın akidelerinde somut putlar ile soyut sembollerin kaynaştırılması, bu ayette onlara bu şekilde hitab edilmesine neden olmuştur. Bazan bu sembollerin gerisindeki varlıklar kastedilerek akıllı varlıklar için kullanılan zamirlerle, bazan da bizzat bu putların kendilerine işaret edilerek onların hayattan ve hareketten yoksun oldukları dile getirilmiştir. Aslında bunların tümü Kur'an tarafından uyandırılan ve bu gülünç gafletten kurtarılan insan aklının, mantığının kurallarına göre de apaçık bir sapıklıktan başka bir anlam ifade etmez! ,
Bu karşılıklı delil getirmeden sonra yüce Allah Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- hem onlara hem de onların güçsüz olan tanrılarına meydan okumaya sevkediyor. Yalnız Allah'ı dost edindiğini ortaya koyan saf ve yalın akidesini açıkça ilân etmesini istiyor:

MÜŞRİKLERE MEYDAN OKUMA

"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz. Benim dostum koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar. O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size ne de kendilerine yardım edebilirler. Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler, onları sana bakar gibi görürsün, fakat görmezler."
Bunlar mesaj sahibinin, cahiliyenin yüzüne haykırdığı sözlerdir. Gerçekten de Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- bu sözleri Rabbinin emrettiği şekilde onlara karşı söylemiş, müşriklere ve onların sahte ilahlarına karşı meydan okumuştur:
"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz..."
Gerçekten de peygamberimiz onlara ve onların sahte ilâhlarına karşı bu meydan okuyuşla ortaya atılmış ve onlara şöyle demiştir: Hiç göz açtırmadan ve hiç bekletmeden sizin ne kadar gücünüz varsa, ilâhlarınızın ne kadar gücü varsa hepsini toplayın ve bana tuzak kurun'.. Bu sözleri tam bir güven içinde sırtını dayadığı desteğe gönül huzuru içinde yaslanarak ve bu destekleyici gücün, kendisini onların hepsinin tuzaklarına karşı koruyacağına inanarak söylemiştir:
"Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O iyileri dost edinir, koruması altında tutar."
Böylece yüce Allah, peygamberin bu işte kime dayandığını açıkça ortaya koymuştur. Buna göre, yüce Allah'a dayanmıştır. Allah, Kitab'ı kendi yüce iradesine uygun olarak indirmesi, Peygamberin bu kitabın içerdiği gerçekle insanların karşısına çıkması gerektiğini göstermiştir. Bunun yanısıra, bu gerçeği bozguncuların boş çabalarına karşı üstün kılmayı da takdir eylemiştir. Ayrıca bu gerçeği insanlara ulaştırmak, onlara götürmek ve Peygamberine güvenlerini sağlamak için çalışan iyi kullarını korumayı da üstlenmiştir.
Aslında bu sözler Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- hayatından sonra insanları .Allah'a çağıran her dava sahibinin her yerde ve her zaman söyleyeceği sözler olmalıdır.
"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz..." Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar."
Hiç şüphesiz Allah yoluna davet edenlerin yeryüzünün her çeşit dayanaklarından soyutlanmaları gerekiyor. Aynı şekilde yeryüzünün dayanaklarını basit ve önemsiz görmeleri icab ediyor.
Yeryüzünün dayanakları ne kadar güçlü ve sağlam görünseler de aslında basit ve zayıftırlar.
"Ey insanlar: Size bir örnek verilmişti. Şimdi ona iyi kulak verin. Sizin Allah'tan başka taptıklarınız bir sinek bile yaratamazlar, hepsi bu iş için yardımlaşsalar dahi. Eğer sinek o putlardan bir şey koparsa, putlar onu sinekten kurtaramazlar. Put da zayıf ve aciz, sinek de." (Hacc Suresi: 73)
"Allah'tan başka dost edinenlerin hali, kendine bir yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Keşke bunu bilselerdi!.. (Ankebut Suresi: 41)
Allah yolunda davet edenler Allah'a dayanırlar. Öyleyse, Allah'ın dışındaki bu dostlar ve dayanaklar neci oluyorlar? Dava adamına eziyet yapacak güçte olsalar bile, onun gözünde kaç paralık değerleri vardır? Onların Peygambere eziyet yapmaları da, ancak Peygamberin dostu olan Allah'ın izni ile gerçekleşebilmektedir. Allah'ın diğer varlıkların ona yaptıkları eziyete izin vermesi, onu başkalarının eziyetinden korumaktan aciz olduğundan veya dostlarına destek vermediğinden değildir. Yüce Allah bu tür noksanlıklardan münezzehtir. Başkalarının eziyetlerine izin vermesinin nedeni eğitme, arındırma ve alıştırma gibi nedenlerle iyi kullarını denemek istemesindendir. Zalim kullarına zaman tanıması, bu zalimlerin günahlarının çoğalması ve sağlam bir tuzağa düşmeleri için imkân tanımasıdır!
Müşrikler Ebu Bekir'e eziyet yaparken, mübarek yüzüne pençeli ayakkabılarla vururken; yüzüne gözüne, darbeler indirirken, ağzını ve gözünü tanınmaz hale getirirken... Peygamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- sonra yeryüzünün en erdemli insanı Ebu Bekir bütün bu çirkin ve azgın saldırılar boyunca hep şöyle diyordu: "Allah'ım sen ne kadar sabırlısın!.. Allah'ım sen ne kadar sabırlısın! Allah'ım, sen ne kadar sabırlısın!.." Çünkü o kendi iç dünyasında, bu eziyetlerin ötesindeki Rabbinin sabrını gayet iyi biliyordu. O Rabbinin düşmanlarını yoketmekten aciz olmadığına kesin güveniyordu. Aynı şekilde Rabbinin dostlarını yalnız bırakmayacağına güveni tamdı! Abdullah b. Mesud -Allah ondan razı olsun- müşriklerin Kâbe avlusunda yaptıkları toplantıda onlara Kur'an okuduğu için, müşrikler tarafından yolda doğru yürüyemeyecek ve belini doğrultamayacak kadar dövülmüş, eziyet edilmişti!.. Fakat bunca çirkin ve azgın eziyetlere rağmen o şöyle demişti. "Vallahi onlar o günkü kadar hiç gözümde basitleşmemişlerdi!" Çünkü o, müşriklerin bu hareketleriyle aslında Allah'a karşı geldiklerini biliyordu. Allah'a karşı gelenin ise kesin yenilgiye uğrayacağına, Allah karşısında basitleşeceğine kuşkusuz inanıyordu. Bu nedenle onların Allah'ın dostları gözünde de basitleşmeleri gerekiyordu.
Abdullah b. Ma'zun -Allah ondan razı olsun- kendi kardeşleri Allah yolunda eziyetlere, zulümlere maruz kalırken, bir müşrikin himayesine girip eziyetlerden, saldırılardan kurtulmayı onuruna yediremediğinden, müşrik Utbe b. Rebia'nın himayesinden çıkmış, Utbe'nin himayesinden çıktıktan sonra müşrikler başına üşüşmüşler, gözünü çıkarıncaya kadar ona zulmetmişlerdi!.. Utbe onun bu haline acımış ve tekrar himayesine girmeye çağırmıştı. Abdullah ise, ona şöyle demişti: "Şüphesiz ki, ben senden daha güçlü birinin himayesindeyim." Utbe ona: "Ey kardeşimin oğlu, sen himayemde olduğun sırada gözüne böyle bir darbe inmemişti" dediğinde, şu karşılığı vermişti. "Hayır, Allah'a yemin ederim ki, diğerini de Allah yolunda feda etmekten çekinmem." Çünkü Abdullah, Allah'a sığınmanın kulların himayesine girmekten çok daha onurlu bir iş olduğunu biliyordu. Ayrıca Rabbinin kendisini yalnız bırakmayacağına kesin inanıyordu. Eğer yüce Allah, kendi yolunda bu eziyetlere katlanmaya izin veriyorsa, bu mazlumların ruhen engin ufuklara yükselmesi içindir: "Hayır, Allah'a yemin olsun ki, diğerini de Allah yolunda feda etmekten çekinmem.''
İşte bunlar yüce Rabbani direktiflerin atmosferinde Peygamberimiz Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- dizi dibinde eğitim gören, Kur'an ile eğitilen altın nesilden birkaç örnektir.
"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz.
Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altına alır."
Müşriklerin kendilerine karşı yaptıkları bu işkencelere katlandıktan, Kitab'ı indiren ve iyileri dost edinip koruması altına alan Allah'a bu şekilde bağlılık gösterdikten sonra ne oldu?
Tarihin bildiği olaylar meydana geldi! Allah'ın dostları zafere, üstünlüğe ve egemenliğe kavuştu. Hezimet, basitlik ve harab olma ancak ve ancak Allah'ın iyi kullarını öldüren azgınların payına düştü. Allah'ın gönüllerini islâma açtığı kimseler de, Allah'a karşı asla sarsılmayan tam bir güvenle, Allah yolunda gevşeklik göstermeyen bir azimle, onca eziyetlere, zulümlere katlanacak o güne çıkmış olan öncüleri her alanda izlemeye koyuldular!
Allah yoluna davet eden insanlar nerede ve ne zaman olursa olsunlar, böyle bir güven olmadan, böyle bir azim olmadan, böyle kesin bir inanç olmadan hiçbir yere ulaşamazlar, hiçbir başarı elde edemezler.
"Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar."
Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- müşriklere meydan okumakla emrolunmuştu. Ve onlara meydan okudu. Müşriklere ilâhlarının acizliğini, şirklerinin saçmalığını açıklamakla emrolunmuştu. O da bu görevi yerine getirdi.
"O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım edebilirler."
Eğer onları doğru yola çağırırsanız size uymazlar, onları çağırsanız da karşılarında suskun dursanız da sizin için birdir."
Madem ki, bu tesbitler klasik Arap cahiliyesindeki basit putperestliğin ilâhları için uygun düşmektedir, öyleyse aynı tesbitler modern cahiliyenin sahte ilâhlarının hepsine de uygun düşecektir.
Bu modern müşrikler, Allah'ı bırakıp yeryüzünün egemenliğini ellerinde bulunduran çevrelerden dostlar edinmekte ve onları yardımına çağırmaktadırlar! Ne var ki, onların bu dostları ne kendilerine, ne de başkalarına yardım etme gücüne sahip değildir. Yüce Allah'ın takdiri, kulları için planlanan zaman dahilinde dilediği şekilde cereyan ettiğinde, onların gücü hiçbir şeye yetmeyecektir.
Madem ki, Araplar'ın ilkel ilâhları işitmiyordu, boncuklardan veya kıymetli taşlardan yapılan gözleri bakmıyor ve görmüyordu... Öyleyse bugünün modern ilâhları olan vatan, ulus, üretim, makina ve tarihi determinizm de işitemez ve göremez! .. Modern cahiliyenin buna benzer sahte ilâhlarının hepsi de aynıdır. Gören ve işiten insanlardan edindikleri ilâhlar da aslında işitemezler ve göremezler! İnsanlar arasında seçilen, kendilerine ilâhlık özellikleri yakıştırılan, kendilerinin emriyle hukukun ve yargının belirlendiği bu sahte ilâhların durumu da farklı değildir. Bunlar hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor: "Andolsun ki, birçok cini ve insanı cehennemlik olarak yarattık. Onların kalpleri var, fakat anlamazlar; gözleri var, fakat göremezler, kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta hayvanlardan da daha sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler. (A'raf Suresi: 179)
Allah yoluna davet eden insanlar, değişik cahiliye sistemleri tarafından aynı tepkiyle karşılaşırlar... Onlar da, yüce Allah'ın Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- söylemesini emrettiği sözleri bunların yüzüne haykırmaları gerekir:
"De ki, Allah'a koştuğunuz ortakları çağırınız, sonra hiç göz açtırmaksızın bana karşı tuzak kurunuz.
Benim dostum, koruyucum Kitab'ı (Kur'an'ı) indiren Allah'tır. O, iyileri dost edinir, koruması altında tutar.
O'nun dışındaki yalvardıklarınız ne size yardım edebilirler, ne kendilerine yardım edebilirler. Eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler, onları sana bakar gibi görürsün, fakat görmezler." Müşrikler her yerde ve her zaman aynıdır.

RABBANİ DİREKTİFLER

Surenin bundan sonraki bölümünde, yüce Allah'tan dostlarına yöneltilmiş birtakım Rabbani direktiflere yer verilmektedir. Bunlar Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla birlikte iman edenlerdir. Onlar yüce Allah'tan bu direktifleri alırken daha Mekke'de bulunuyorlardı. Arap Yarımadası'nda ve dünyanın her tarafında egemen olan o zamanki cahiliyeye karşı koyuyorlardı. Bu rabbani direktifler, sözkonusu azgın cahiliyeye karşı koyuyorlardı. Bu Rabbani direktifler, sözkonusu azgın cahiliyeye ve şu yolunu şaşırmış insanlara karşı mesaj sahibi olan Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun toleranslı davranmaya, kolaylıkla muamele etmeye, beşer fıtratının rahatlıkla kabul edip tanıdığı iyiliği açıklıkla emretmeye, işi çıkmaza ve yokuşa sürmemeye, cahiliyeden yüz çevirmeyenlerin cahilliklerine aldırmamaya, onlarla tartışmamaya, onlarla içli-dışlı oturumlara katılmamaya çağırıyor. Onlar haddi aştıklarında, inatları ve engellemeleri ile onun öfkesini harekete geçirdiklerinde ve şeytan bu öfkeyi körüklemeye kalkıştığında sakinleşmesi, huzura kavuşması ve sabretmesi için Allah'a sığınmalıdır: "Affı, kolaylaştırmayı prensip edin, iyi olanı emret ve cahillere aldırış etme." Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak olursan, Allah'a sığın. Çünkü o her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. Allah'tan korkanlar şeytandan gelen bir dürtüye, bir kışkırtmaya uğradıklarında Allah'ın uyarılarını hatırlarlar. Ve hemen gerçeği görürler.
Sonra ona, o cahillerin tabiatını, ardlarındaki gizli telkinleri, azgınlık ve sapıklıkla direnmelerini sağlayan vesveseleri tanıtıyor. Onların peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- karşı takındıkları tavırlara ve mucizeler istemelerine bir ölçüde değiniyor. Peygamberliğin tabiatı ve peygamberin gerçekliğini onlara tanıtmak için kendilerine nasıl hitap edeceğini bildiriyor. Cahillerin peygamberlik, peygamber ve peygamberin yüce Rabbi ile nasıl bir bağı olduğu konulardaki yanlış düşüncelerini düzeltmeye çalışıyor ve şeytanların kardeşleri-dostları azgınlıkla şeytanlara yardımcılık ettiğini anlatıyor. Sonra da onlar ellerinden geleni yapmaya devam ederler. Sen onlara bir ayet sunmadığın zaman, kendin bir ayet uydursaydın ya derler. De ki, ben ancak Rabbim tarafından bana indirilen vahye uyuyorum. Bu Kur'an'daki ayetler müminler topluluğu için Rabbinizden gelen kanıtlar, doğru yol kılavuzu ve rahmettir."
Yüce Allah'ın Peygamberimize Kur'an-ı vahyetmesine işaret etmesi nedeniyle müminlerin Kur'an-ı tam bir edeple dinlemelerine ve Allah'ı anmanın edebine ilişkin bir direktif veriyor. Bunun yanısıra bu zikre devam etmeleri ve ondan gafil olmamalarına dikkat çekiyor. Çünkü günah işlemeyen melekler Allah'ı zikretmekte, O'nu kutsamakta ve O'na secde etmektedirler. Öyleyse günahkâr olan insanların O'nu anmaktan, kutsamaktan ve O'na secde etmekten hiç gafil olmamaları gerekmektedir: "Kur'an okunduğu zaman onu dikkatle ve sessizce dinleyiniz ki, size rahmet edilsin. Rabbinin adını yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabah, akşam an ve gafillerden olma. Rabbinin yanındakiler, burun kıvırıp O'na kulluk etmekten geri durmazlar, O'nu noksanlıklardan tenzih ederler ve yalnız O'na secde ederler."



KOLAYLIK VE BAĞIŞLAMA


199- "Affı, kolaylaştırmayı prensip edin, iyi olanı emret ve cahillere aldırış etme! "


200- "Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak olursan Allah'a sığın. Çünkü O, her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. "


201- "Allah'tan korkanlar şeytandan gelen bir dürtmeye bir kışkırtmaya uğradıklarında, Allah'ın uyarılarını hatırlar ve hemen gerçeği görürler. "

Sohbetlerinde, normal ilişkilerinde mümkün olduğu kadar insanların bağışlama ve kolaylaştırma ahlâkını esas al. Onlardan tam olgunluk isteme. Onları ahlâkın zor olan yükümlülüklerinden sorumlu tutma. Yanlışlıklarını, noksanlıklarını ve zaaflarını bağışla. Bütün bunlar kişisel ilişkilerde böyledir. Dini akide ve şer'i görevlerde böyle değildir. İslâm akidesinde ve Allah'ın şeriatında görmezlikten gelmek ve toleranslı davranmak yoktur. Yalnız bir şey alırken, bir şey verirken, sohbette ve komşuluk ilişkilerinde tolerans sözkonusu olabilir. Böylece hayat kolay ve rahat bir şekilde seyrine devam eder. Beşeri zaafları görmezlikten gelmek, onlara şefkatle muamele etmek, toleranslı davranmak güçlü erdemli kişilerin zayıf ve zavallı kişilere karşı görevidir... Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- koruyan, gözeten, doğru yolu gösteren, eğiten ve öğreten bir şahsiyetti. Öyleyse insanların en fazla toleranslısı, kolaylaştırıcısı ve beşeri zaafları görmezlikten gelicisi de olmalıydı... Aynı şekilde Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kendisine yapılan bir hareketten dolayı asla öfkelenmemiştir. Allah'ın dini konusunda ise hiçbir şey onun öfkesini engelleyemezdi. İslâma davet ile uğraşan herkes de yüce Allah'ın Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- emrettiği bu direktiflere bağlı kalmak durumundadır. İnsanları doğru yola iletmek için onlarla ilişki içine girmek hiç kuşkusuz geniş bir gönül, toleranslı bir karakter, Allah'ın dininde küçümsemeye ve hafife almaya meydan vermeyecek bir kolaylığı ve kolaylaştırmayı ister.
"İyi olanı emret"... İyi olan şey, hiçbir münakaşa ve tartışmaya yer bırakmayacak şekilde açıkça kabul edilen güzel işlerdir. Bozulmamış fıtratların ve sağduyu sahiplerinin güzel olduğunda anlaştıkları konulardır. İnsanın nefsi bu iyi şeyleri alışkanlık haline getirdiğinde onları kumanda etmek kolaylaşır. Bundan sonra hiç zorlanmadan iyi yolun renkleri kendiliğinden belirir. Giriftlik, zorluk ve daha işin başındayken bir dizi yükümlülükler getirmenin insanları iyi yoldan alıkoyduğu gibi hiçbir şey alıkoymaz! İnsanları eğitmenin yolu, işin başında onları herkesce kabul edilen bu tür kolay yükümlülüklerle alıştırmayı gerektirmektedir. Ahşana ve kumandayı eline geçirene kadar onlara tolerans tanımayı öngörür. Bundan sonra zaten insanın kendisi, kolaylıkla, rahatça ve seve seve daha büyük ve ağır yükümlülüklerin altına girmek için harekete geçer.
"Cahillere aldırış etme..." Gerek olgunluğun zıddı olan cahilliğe, gerekse bilginin zıddı olan cahilliğe aldırış etme... Bu iki cahillik türü birbirine yakındır... Aldırış etmemek, onları kendi haline bırakmak, önemsememek, cahilliklerine dayalı olarak yaptıkları işleri, söyledikleri sözleri basit görmek, onların bu hareketlerini olgunlukla karşılamak; onlarla, bağlılıklarını ve cezbelerini arttırmaktan, zamanın ve enerjinin boşa gitmesinden başka hiçbir sonuç getirmeyecek olan tartışmalara dalmamak şeklinde gerçekleşir. Onlar karşısında susmak, cahilliklerine aldırış etmemek, bazan onların nefislerini küçültür ve terbiye eder. Aşırı tepkilerini ve tartışmadaki inatlarını engeller. Eğer onları bu şekilde eğitmese bile kalplerinde iyilik bulunan diğer insanlardan ayrılmalarını sağlar. Çünkü insanlar, mesaj sahibinin zorluklara katlandığını ve boş sözlerden yüz çevirdiğini görecekleri gibi, bu cahillerin ukalâlık yaptıklarını, cahillik ettiklerini gözleyecekler, böylece onların gözünden düşecekler ve dışlanacaklardır!
Mesaj sahiplerinin insanın bütün iç alemini bilen bu ilahi direktiflere bağlılık göstermeleri, onlara göre hareket etmeleri ne güzel olacaktır!
Ne var ki, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- de bir insandı. Cahillerin cahillikleri, beyinsizlerin beyinsizlikleri ve ahmakların ahmaklıkları karşısında öfkelenmesi mümkündü... Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun bu konuda başarılı olsa da ondan sonraki islâm davetçileri bundan aciz kalabilirlerdi... Öfke halinde şeytan nefsin ayağını kaydırır. Çünkü bu sırada nefis hareket halinde, heyecanlı ve hakimiyetini elinden kaçırmış durumdadır! İşte bu nedenle yüce Allah kızgınlığının yatışması ve şeytana rağmen yoluna devam etmesi için Allah'a sığınmasını emretmektedir:
"Eğer şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğrayacak olursan, Allah'a sığın. Çünkü O, her şeyi işiten ve bilendir."
"O her şeyi işiten ve her şeyi bilendir." Yorum cümlesi gösteriyor ki, yüce Allah cahillerin ve hafif meşreb insanların cahilliklerini işitmektedir. Senin onların eziyetlerine katlandığını bilmektedir. Bu ise, insanın gönlünü ferahlatmakta ve onu sevindirmektedir. Yüce ve ulu Allah'ın bu olayları bilmesi ve işitmesi ona yeter! Cahilleri Allah'ın yoluna çağırırken, onlardan gördüğü cahillik ve basitliklerin Allah tarafından işitildiği ve bilindiğini öğrendikten sonra bir insan daha ne isteyebilir?
Daha sonra Kur'an-ı Kerim, dava adamının gönlünde kabul ve hoşnutluk duygularını yerleştirmesi, şeytanın ve çirkin dürtmelerinin önüne geçmesi bağlamında başka bir yönteme başvuruyor:
"Allah'tan korkanlar şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğradıklarında Allah'ın uyarılarını hatırlar ve hemen gerçeği görürler."
Bu kısa ayeti kerime hayrete düşüren direktifleri ve son derece engin gerçekleri, Kur'an-ı Kerim'in güzel ve veciz ifade gücü ile ortaya koymaktadır. Ayeti kerimenin: "Hemen gerçeği görürler" cümlesiyle bitmiş olması ayetin baş tarafına son derece büyük anlamlar katmaktadır. Baş tarafta bunları karşılayabilecek sözcükler bulmak çok zordur. Böylece anlaşılıyor ki, şeytanın dokunması insanı kör eder, gözlerini, basiretini bağlar ve kapatır. Yalnız, Allah'tan korkma, Allah'ın gözetiminde olduğunun bilincinde olma, öfkesinden ve azabından endişe etme gibi bağlar, kalpleri Allah'a bağlar ve onları gafletten kurtarıp doğru yola iletir. Takva sahiplerine hatırlatır. Onları da hatırladıklarında basiretleri açılır, gözlerinin önündeki perde kalkar. "Ve hemen gerçeği görürler." Şüphesiz ki, şeytanın dokunuşu insanı kör etmektedir. Allah'ı hatırlamak ise, gözlerin açılmasını sağlamaktadır. Şeytanın dokunuşu karanlıktır. Allah'a yönelmek ise, aydınlıktır. Şeytanın dokunuşunu takva söküp atabilir, şeytanın takva sahipleri üzerinde hiçbir nüfuzu yoktur...

KUR'AN VE CAHİLİYYE

İşte takva sahiplerinin durumu budur: "Şeytandan gelen bir dürtmeye, bir kışkırtmaya uğradıklarında Allah'ın uyarılarını hatırlarlar ve hemen gerçeği görürler." Takva sahiplerine ilişkin bu açıklama, yüce Allah'ın cahillere aldırış edilmemesi şeklindeki emri ile bu cahilleri günlük hayatlarında yaşadıkları cahilliğe, ahmaklığa ve hafif meşrepliğe itenlerin kimler ve neler olduğu hakkındaki açıklaması arasında parantez içinde verilmiştir. Bu kısa açıklama yapıldıktan sonra tekrar cahillerin durumlarına dönülmüştür:



202- "Şeytanın kardeşleri, dostları azgınlıkta şeytanlara yardakçılık ederler, sonra da ellerinden geleni yapmaya devam ederler. "


203- "Sen onlara bir ayet sunmadığın zaman "kendin bir ayet uydursaydın ya " derler. De ki; "Ben ancak Rabbim tarafından bana indirilen vahye uyuyorum. Bu Kur'an'daki ayetler müminler topluluğu için uyarıcı kanıtlar,. doğru yol kılavuzu ve rahmettir. "

Onlara azgınlıkta yardakçılık yapan kardeşleri cinlerden olan şeytanlardır... Bunlar aynı zamanda insanlardan olan şeytanlar da olabilirler. Bunlar onların sapıklıklarını arttırırlar. Onları kendi hallerine bırakmazlar, bıkmaz, usanmazlar ve asla susmazlar! İşte onlar bu nedenle ahmaklaşıyor, cahilleşiyorlar! İçinde bulundukları şaşkınlığı sürdürüyorlar.
Müşrikler Peyamberimizden -salât ve selâm üzerine olsun- olağanüstü olayları meydana getirmesi için sürekli ısrar ediyor ve bu isteklerinden vazgeçmiyorlardı. İşte bu bağlamda Kur'an-ı Kerim onların peygamberlik gerçeği ve peygamberin özellikleri konularında cahilliklerini gösteren bazı sözlerini aktarmaktadır:
"Sen onlara bir ayet (mucize) sunmadığın zaman, "Kendin bir ayet (mucize) getirseydin ya" derler."
Yani, bir mucize indirene kadar Rabbine ısrar etseydin ya! Ve sen bir peygamber değil misin? Kendin bir mucize meydana getirseydin ya!
Onlar peygamberin özelliklerini ve görevini bilmiyor, anlamıyorlardı. Bunu bilmedikleri gibi, bir peygamberin Rabbine karşı nasıl edebini takındığını da anlamıyorlardı. Peygamberin, Rabbinin verdiklerini aldığını, Rabbinin önüne geçemeyeceğini ve ona hiçbir öneride bulunamayacağını, kendi isteğiyle bir şey yapamayacağını kavrayamıyorlardı... Şimdi yüce Allah peygamberin onlara açıklama yapmasını emrediyor:
"De ki; Ben ancak Rabbim tarafından bana indirilen vahye uyuyorum."
Ben kendiliğimden bir görüş ileri sürmem. Yeni bir şey icad etmem. Rabbimin bana vahyettiğinden başka bir şeye gücüm yetmez. O'nun bana emrettiğinden başkasını getiremem...
Cahiliye dönemindeki Araplar, peygamber deyince çeşitli cahiliyelerde gün yüzüne çıkan gayb haberleriyle uğraşan sahte peygamberleri zihinlerinde canlandırıyorlardı. Peygamberlik gerçeği ve peygamberin özellikleri hakkında hiçbir bilgileri ve sağlıklı bir anlayışları yoktu.
Aynı şekilde Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- kendisiyle peygamber olarak görevlendirildiği bu Kur'an'da neler olduğunu, kendisinden habersiz oldukları Kur'an'ın gerçeğini, önlerinde kendisinden habersiz oldukları bu doğru yol olduğu halde, onu bırakıp maddi/somut harikalar istemelerinin anlamsızlığını açıklamakla emrolunuyor:
"Bu Kur'an'daki ayetler, müminler topluluğu için uyarıcı kanıtlar, doğru yol kılavuzu ve rahmettir."
Gerçekten de bu Kur'an kendisine iman eden ve bu engin bereket kaynağını ganimet olarak kabul edenler için doğru yolu gösteren uyarıcı kanıtlar ve coşup gelen bir rahmet kaynağıdır.
Bu, cahiliyeyi yaşayan cahil Araplar'ın kendisinden yüz çevirip daha önceki peygamberlerin eliyle gerçekleşen maddi/somut harikalar gibi bir harika istedikleri Kur'an'dır. Halbuki daha önceki mucizeler insanlığın çocukluk devresinde, evrensel olmayan bölgesel peygamberliklerde gerçekleşiyorlardı. Ayrıca bu harikalar her yerde ve her zaman için uygun düşmezlerdi. Ancak kendisini görüp gözlemleyenleri etkileyebilir, onlara yöneltilebilirlerdi. Ya onlardan sonra gelen nesiller ne yapacaklardı? Bu harikaları görmeyen daha sonraki dönemlerin ulusları onlardan nasıl yararlanabileceklerdi?
Bu hiçbir maddi/somut harikanın mucizevi niteliğine (aciz bırakıcı, bağlayıcı) asla kavuşamayacağı Kur'an'dır. Hangi yönden bakılırsa bakılsın, nerede ve ne zaman olursa olsun, insanların onun gibi bir mucizeye ulaşmaları mümkün değildir. Bu meydan okuyuş ve mucize şimdiye kadar var olan insanlar için sözkonusu olduğu gibi kıyamete kadar var olacak insanlar için de geçerlidir!
Bu sadece Kur'an'ın ifade tarzıdır. Diğer milletlere oranla edebi üslûb ve ifade gücü yönünden gelişmiş ve panayırlarında bu özellikleriyle övünen cahiliye Araplar'ı ile bir karşılaştırma yaptığımızda Kur'an'ın edebi üslûbunun o günden bugüne mucize niteliğini koruduğunu ve buna hiçbir beşer elinin ulaşmadığını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Yüce Allah edebiyatta bunca ileri Araplar'a meydan okumuş ve O'nun bu meydan okuyuşu halâ yürürlükten kaldırılmamıştır! İnsanların ifade sanatı ile uğraşanlar ve bu konuda insanların ne kadarlık bir güce sahip olduklarını anlayanlar, Kur'an'ın ifade tarzının mucizenin mucizesi olduğunu daha iyi kavrarlar. Bunlar ister inanç yönünden bu dine iman etmiş olsun, ister iman etmemiş olsun farketmez. Bu konudaki meydan okuyuş bilimsel, rasyonal ilkelere dayandırılmıştır. Bu konuda iman edenlerle, inkâr edenler arasında bir fark gözetilmesine gerek yoktu. Nasıl ki cahiliye döneminde Kureyş'in ileri gelenleri bu Kur'an-ı inkâr etseler de, etmeseler de zevk alıyorlar, karşı koyamayacakları şekilde ondan etkileniyorlardı ise, bugün de yarın da cahiliye mantığı taşıyan her inkârcı istemese de cahiliye Araplarının etkilendiği gibi Kur'an'dan etkilenecektir!
Bu eşsiz Kitap'ta yer alan, mucize sırrının ötesinde kalan bir özellik daha var. Bir an dahi fıtratla yüzyüze geldiğinde Kur'an'ın fıtrat üzerindeki büyük etkisine değinmek gerekir. Bu Kur'an'da kulak verdiklerinde kalplerinin üzerleri perdelerle örtülmüş, sis bulutları ile üzerleri ağır şekilde kaplanmış olan insanların kalplerini bu etkisinin baskısı altında bazan harekete geçiren, bazan onların kalplerini kıvrandıran manevi güç vardır.
Söz eden insanlar pek çoktur... İnsanların söyledikleri bu sözler birtakım ilkeleri, görüşleri, düşünceleri ve yönelişleri de kapsayabilirler. Ne var ki, bu sözler ile Kur'an'ın söyledikleri arasında büyük fark vardır. Kur'an'ın ifade ettiği sözler insanın fıtratı ve kalbi üzerinde etki bırakması açısından gerçekten eşsizdirler! Bu üstün etkisiyle Kur'an sürekli egemen ve üstün bir niteliğe sahiptir!.. Kureyş'in önde gelen liderleri de egemenlikleri altında bulundurdukları insanlara: "Bu Kur'an-ı dinlemeyin ve onun etki gücünü kırmaya çalışın, belki böylece O'na üstün gelirsiniz" (Fussulet Suresi: 26) diyorlardı. İşin gerçeğine bakılırsa, onlar bu sözleri kendilerine söylemiş oluyorlardı. Çünkü onlar bizzat kendi içlerinde bu Kur'an'ın etkisini ve karşı konulmaz ağırlığını duyuyorlardı! Bugünün ileri gelenleri de insanların kalplerini hazırladıkları kütüphanelerle bu Kur'an'dan uzaklaştırmaya çalışıyorlar! Ama bütün bu çabalara rağmen Kur'an yine de üstünlüğünü sürdürüyor... İnsanların sözleri arasında bir ayete veya birkaç ayete rastladığımızda bu ayetlerin etkileriyle öne çıktıklarını ve farklı bir yapı arz ettiklerini görüyoruz. Bu ayetler dinleyenlerin iç duygularına egemen oluyorlar. Kur'an'ın sözleri söyleyenlerin ifade ederken onca yoruldukları, beşerin en etkili sözlerinden bile kolaylıkla ayrılıyorlar!
Bütün bunların ötesinde bir de bu Kur'an'ın hammaddesi ve konusu vardır... Fî Zılâl-il Kur'an'ın sınırlı sayfaları Kur'an'ın hammaddesi ve konusundan söz etmeye yetmez. Bu konuda söylenecek sözler tükenmez ve bu alanın sınırı yoktur!
Sayılı sayfada ne söylenebilir ki?
Bir kere Kur'an'ın varlığın gerçekleriyle beşerin yapısına fıtratına hitap ederken kullandığı metod gerçekten hayret vericidir., Kur'an'ın bu hitab şekli insanın bünyesini bir bütün olarak karşısına almakta hiçbir tarafını ihmal etmeden hepsine yönelir. Sadece bir bağlamda ona hitap etmez. Kendisine ulaşmak için açık olan hiçbir pencereyi boş vermez. Orada yer alan hiçbir duyguyu karşılıksız, hiçbir seslenişi cevapsız bırakmaz!
Kur'an'ın bu evrenle ilgili olayları ele alırken kullandığı metod da gerçekten hayret edilecek kadar üstündür. Kur'an bu metoda bağlı olarak kâinatla ilgili olayları ele alırken, insanın fıtratı, kalbi ve aklı tarafından tam bir teslimiyet, canlı bir karşılama ve net bir görüşle karşılanacak, aynı şekilde bu fıtratın ihtiyaçlarına uygun düşecek, onda depolanmış halde duran potansiyel enerjileri harekete geçirecek ve ona sağlıklı bir yön verecek olayları ustalıkla seçer.
Kur'an'ın insan fıtratının elinden tutarak adım adım, aşama aşama yumuşaklıkla, kolaylıkla, canlılık ve aynı zamanda sıcaklıkla, açıklıkla ve bilinçli bir şekilde onu merdivenin basamaklarından çıkarırken tepeye doğru tırmandırırken kullandığı metod da gerçekten hayret edilecek niteliktedir... İnsanı bilgide ve görüşte, tepki gösterme ve kabul etmede, şekillendirmede ve doğru yolu seçmede, kesin inançta ve güvende, rahat ve huzur içinde bu evrenin büyük-küçük gerçeklerine iletirken, onu bu konuda zirveye ulaştırırken, gerçekten ulaşılmaz bir yöntem kullanmıştır.
Kur'an'ın hiçbir beşer tarafından dokunulması gerektiği veya insanın kabullenmesine kapı aralayabileceği hesaba katılmayan açılardan insanın fıtratına dokunmada kullandığı metod da gerçekten hayret vericidir! Bu metodla bir de bakarsınız ki, fıtrat silkinmiş, karşılık vermiş ve dili çözülmüştür. Çünkü bu Kur'an yarattıklarını çok iyi bilen insanın yaratıcısı olan Allah tarafından gönderilmiştir. Ve o insana şah damarından daha yakındır!
Bu sadece metod mudur?.. Yoksa Kur'an'ın bu metod ile sunmaya çalıştığı hammaddenin kendisi midir?.. Burada saha o kadar genişliyor ki, sözün onun engin ufkuna ulaşması asla mümkün olmuyor: "De ki, Rabbimin kelimelerini yazmak için deniz mürekkeb olsaydı, Rabbimin kelimeleri bitmeden önce o tükenirdi. Birkaç kere daha mürekkeb haline getirseydik, yine tükenirdi." (Kehf Suresi: 109) "Şayet yeryüzünde bulunan ağaçların hepsi kalem, denizler de mürekkep olsaydı ve arkasından da yedi deniz daha gelseydi, Allah'ın sözleri yine de tükenmezdi." (Lokman Suresi: 27)
Bu satırların yazarı Allah'a binlerce hamd ve şükürler olsun ki, yirmibeş senesini bu kitabın bilinçli diyaloğuna, birlikteliğine, sohbetine, onu incelemeye vermiştir Bu kitabın bilimsel, rasyonel çeşitli yönleri üzerinde çalışmıştır. İnsan bilgisinin çeşitli dallarında insanlar tarafından tesbit edilen ve edilmeyen bilimlere ilişkin alanlar üzerinde çalışmıştır. Bu çalışmanın yanısıra bu yönlerin herbiriyle ilgili beşeri çalışmaların ürünlerini de zaman zaman gözden geçirmiştir... Neticede görmüştür ki, bu Kur'an son derece engin, ardı arkası kesilmeyen bol ve bereketli bir deniz ise, insanlar tarafından ortaya konan çalışmalar kaynakla arası kesilmiş göletler, küçük oyuklara dolmuş sular ve bataklıkta birikmiş birikintiler olmaktan öteye geçemez!
Bu varlıklar alemine, özelliklerine, gerçekliliğine, değişik yönlerine, aslına ve yaradılışına, onların gerisindeki gizli sırlara, yapısında var olan gizli kapalı şeylere, içinde yer alan canlılara ve cansız varlıklara... Kısacası beşerin ``felsefe" adını verdiği konuların hepsine kapsamlı ve dikkatli bir göz atalım!
"İnsana, insanın ruhuna, nefsine, aslına, yaradılışına, potansiyel enerjilerine, çalışma, gelişme alanlarına, oluşum özelliklerine tepkilerine, ihtiyaçları-na, isteklerine, durumlarına ve sırlarına... Hasılı insanların biyoloji, pedagoji, sosyoloji, biyoloji bilimleri tarafından ayrıca dinler ve inançlarla ilgili bilimler tarafından incelenen meselelerine köklü bir bakışla bakalım.
İnsan hayatının düzenine, realiteye dayalı hareket alanlarına, iletişim ve sürtüşme alanlarına, sürekli değişen ihtiyaçlarına ve bu ihtiyaçların düzenlenmesine... Yani siyasal, sosyal ve ekonomik teorilerin, görüşlerin kapsamına giren konulara bir göz atalım.
Evet bunlar ve diğer bütün konularda bu Kur'an'a yönelen, bilinçli bir şekilde onu inceleyen herkes, o kadar çok hükümlerle, direktiflerle karşılaşır ki, çokluğunda ve bolluğunda hayretten hayrete düşer! Bu bolluğun da ötesinde muhtevasında gerçek bir orijinallik asalet, doğruluk, enginlik, kapsamlılık ve kaliteli bir bilgi hazinesi ile karşılaşacaktır!
Ben bu tür temel konular karşısında bir kere olsun bu Kur'an'ın dışında başka kaynaklara başvurma ihtiyacı duymadım. Sadece bu Kur'an'ın etkilerindeıı oluşan Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sözleri hariç. Bu hayret verici Kur'an'ın araştırıcısı karşısında başkalarının sözleri doğru dahi olsa, çok basit ve gülünç kalmaktadır...
Bunlar, bu açıklamalarla, bu konularda görme, araştırma ve incelemenin ihtiyacı gölgesinde gerçekleşen senelerce süren uzun boylu beraberlik ile tam bir uyum sağlayan denenmiş gerçeklerdir... Yoksa ben bu Kitab'a övgüler dizecek değilim. Ben kim oluyorum ki, bu insanların hepsi kim oluyorlar ki, kendi övgü yetenekleri ile Allah'ın kitabını övebilsinler!
Bu kitap insanların eşsiz bir neslinin biricik bilgi, eğitim, yönlendirme ve oluşum kaynağı olmuştu. Bu nesil ne kendilerinden önce ne de kendilerinden sonra beşer tarihinde eşine rastlanmayan Sahabe-i Kiram neslidir. Bu nesil beşer tarihinde öyle dehşet verici, engin boyutlara uzanan bir olay meydana getirmiştir ki, onların tarihte gerçekleştirdiği olay (inkılâb) şu ana kadar gerçekçi ve lâyık olduğu biçimde incelenmemiştir bile...
Allah'ın dilemesi ve kaderi ile beşer dünyasında bu somut mucizeyi yaratan bizzat bu kaynağın kendisiydi. Bu öyle bir mucizedir ki, diğer bütün peygamberliklere eşlik yapmış bulunan mucizelerin ve harikaların hepsi asla ona ulaşamaz. Bu gözler önünde bulunan gerçek bir mucizedir. Çünkü bu eşsiz nesil beşer tarihinde gerçekten benzeri bulunmayan bir nesildir.
Birinci olarak, bu nesilden meydana gelen ve bin seneden fazla varlığını sürdürebilen topluma bu kitabın getirmiş olduğu şeriat hükmediyor, onun ortaya koyduğu değerler, ölçüler, yönlendirmeler ve direktiflerin esası üzerinde duruyordu. İşte bu toplumda, insanlık tarihinde başka bir mucizedir. Bu toplum ile madde dünyasında beşeriyetin elde ettiği deneyimlerin geliştirilmesi ve ilerletilmesi yardımıyla büyük maddi imkânlara sahip bulunan diğer beşer toplumlarını karşılaştırdığımızda, bunların insanî medeniyette o topluma ulaşamadığını rahatlıkla görebiliyor, ve bu mucizeyi daha iyi anlayabiliyoruz!
Bugünkü modern cahiliyede insanlar kendi kişisel, toplumsal ihtiyaçlarını ve hayata ilişkin gereksinimlerini bu Kur'an'ın dışında aramaktadırlar! Nitekim Arap cahiliyesinde yaşayan insanlarda bu Kur'an'ın dışında birtakım harikalar istiyorlardı! Arap cahiliyesinde yaşayan bu insanların basit cahiliyeleri ve derin cehaletleri onları bu hayret verici kitapta ifadesini bulan korkunç kâinat harikasını görmekten alıkoyduğu gibi arzu ve istekleri de, kişisel menfaatleri de onları bu gerçeği görmekten alıkoyuyordu! Şu anki modern cahiliyede yaşayan insanlara gelince, bunları da Kur'an'dan alıkoyan Allah'ın madde aleminde insanlara açmış olduğu beşeri bilimlerin gururudur. Bugünkü beşer hayatının girift hale gelmesiyle komplekslerin, sistemlerin ve organizelerin vermiş olduğu aldatıcı şımarıklıktır. Bu sistemlerin ve organizelerin düzenleme ve organize planı açısından daha da gelişmesi ve olgunlaşmasıdır. Aslında hayatın gelişmesi, deneyimlerin birikimi, ihtiyaçların yenilenmesi ve bu konularda hayatın gittikçe giriftleşmesi çok normaldir! Bütün bunların yanısıra modern cahiliye insanıyla Kur'an arasına gerilen en büyük engellerden biri de yahudilerin, hristiyanların ve haçlıların bu dine ve sağlam kitabına karşı başlatmış oldukları savaşın ondört asır boyunca bir an dahi dinmeyen kinleridir. Müslümanları bu kitaptan alıkoyma ve onu insanları doğrudan yönlendirmekten uzaklaştırmaya yönelik çabalarıdır. Çünkü yahudiler ve haçlılar uzun bir zaman alan deneyimleri boyunca şu gerçeği öğrenmişlerdir. Bu dine sarılan müslümanları ilk neslin bu kitaba sarıldığı gibi ona sarıldıkları müddetçe mağlûp etmek mümkün değildir. Fakat Kur'an'ın ayetlerine sırf musiki ve teganni yönünden yönelirken hayatları bütünüyle onun direktiflerinden uzak durduğu müddetçe onlara egemen olmak kolay olacaktır!.. Aslında bu ısrarla yürütülen iğrenç, çirkin, pis ve alçakça bir hile bir tuzaktır. Ve bu hilenin en son ürünü bugün kendisine müslüman diyen insanların yaşadıkları sosyal hayattır. Aslında onlar sosyal hayatlarında bu dinin şeriatını uygulamadıkları müddetçe müslüman olamazlar. Bu dinin etkilerini azaltmak bu dinin Kur'an-ı dışında başka Kur'an-ı tatbik etmek için her yerde başvurulan diğer çalışma yöntemleri de bu alçakça oyunun ürünleridir. Hayatın bütün düzenlemelerinde esas alınan, her türlü ayrılıkta hakem olarak kabul edilen bu hayatı hukukî ve kanunî bütün sürtüşmelerinde esas alınan bu Kur'an'ın mesajını kırmak, önceki müslümanların bütün bu konularda Allah'ın kitabını esas almaları gibi bir düşüncenin önüne geçmeye yönelik bütün çalışmalar da bu kapsama girer!..
Bu Kur'an bugün ona iman edenler tarafından bilinmemektedir. Çünkü onlar Kur'an-ı sadece güzel sesle okunan, terennüm edilen dua ve tesbihlerden ibaret olarak bilmektedirler. Bu alçakça oyunun, katmerli cehaletin, aldatıcı direktiflerin düşünceyi, kalbi, ve realiteyi kapsamlı biçimde bozan iğrenç ve uğursuz bozgunculuğun üzerinden asırların geçmesiyle Kur'an taraftarları bu hale düşmüşlerdir!
Bu, önceki klasik cahillerin kitleleri, maddi harikalar talebiyle kendisinden uzaklaştırmaya çalıştıkları Kur'an'dır. Aynı şekilde bugünkü modern cahiller de kitleleri kendilerinin uydurdukları ile yani, Kuran'larla ondan uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Bunlar çeşitli basın ve yönlendirme vasıtalarıyla insanları ondan uzaklaştırıyorlar! Bu her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan Allah'tan gelen ve kendisi hakkında şöyle buyurduğu Kur'an'dır.
"Bu müminler toplul
Alıntı ile Cevapla