Durumu:     Medine No :  38944   Üyelik T.:
09 Şubat 2014   Arkadaşları:60 Cinsiyet:Bayan   Mesaj :
9.475 Konular:
1144  Beğenildi:4426 Beğendi:3685  Takdirleri:5169  Takdir Et: 
	   Konu Bu  
				Üyemize Aittir!     |             
 
 Ünite 3: 
Atatürk İlkeleri ve Atatürk Döneminde Dil-Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar 1 
Atatürk İlkeleri   
1931’de Cumhuriyet Halk Fırkasının tüzüğüne ve 1937’de 
de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na giren Atatürk 
ilkeleri Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, 
Devletçilik ve İnkılapçılıktır.   
Cumhuriyetçilik 
Batı dillerinde “kamuya ait olan”, Arapça “cumhur” 
kelimesinden gelen Cumhuriyet, bir rejim biçimi olarak 
halk iradesi demek olan “demokrasi” ile aynı anlama 
gelmektedir. Ancak her Cumhuriyet demokratik değildir. 
Cumhuriyet olgusu Milli Mücadele yıllarında ortaya 
çıkmış ve 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile 
Cumhuriyet yönünde en önemli adım atılmıştır. 
Cumhuriyet, devlet şekli olarak egemenliğin millete ait 
olmasını, hükûmet şekli olarak seçim ilkesini esas almıştır. 
29 Ekim 1923’te “Türkiye Devleti’nin hükûmet şekli 
cumhuriyettir” ifadesi anayasada yerini almıştır. Böylece 
Atatürk’ün “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” 
düşüncesinden hareketle saltanat yönetimi terk edilerek 
milletin yönetime katılacağı bir rejim kurulmuştur. Bu 
özellik 1924, 1961 ve 1982 anayasalarında “Türkiye 
Devleti bir cumhuriyettir” şeklinde değiştirilerek 
cumhuriyet kavramına bir devlet şekli anlamı verilmiştir.   
Halkçılık 
Siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda halka 
dayanmak anlamına gelen “halkçılık”, Millî Mücadele’yi 
yapan Türk milletinin zaferden sonra yönetime ortak 
edilmesi ve birlikte kalkınma çabasıdır. 13 Eylül 1920’de 
açıklanan halkçılık programında egemenliğin yalnızca 
millet tarafından kullanılabileceği ilkesi ortaya konmuştur. 
Bu ilkeye göre halk bir bütündür, halkın yönetimi eşitlik 
ve hukuka dayanır. 
Halkçılık anlayışı sadece sosyal düzenin korunması ve 
halkın refahının arttırılmasına dayanmaz. Aynı zamanda, 
sosyal gruplar arası işbölümü ve dayanışmayı da esas alır. 
Halkçılıkta amaç özgürlükçü demokrasinin yanında sosyal 
düzenin sağlanmasıdır.   
Milliyetçilik 
“Ulus” anlamına gelen “millet” kavramı, Avrupa’da dini 
çekişmeler sonucu ortaya çıkmış ve beraberinde 
“demokrasi” kavramını gündeme getirmiştir. Milliyet, 
kısaca bir millete mensup olmak veya bir millete bağlı 
olmak demektir. Milliyet kavramından doğan milliyetçilik 
ise, bir sosyal politika prensibi veya fikir akımı olarak 
millet gerçeğinden hareket eder ve millî bir amaç ile bir 
ülkü etrafında toplanmayı ifade eder. Milliyetçilik 
milletten millete değişiklik gösterir. 
19. yüzyılda bünyesindeki gayrimüslimler arasında 
yayılmaya başlayan milliyetçilik akımına, Osmanlı 
Devleti “Osmanlıcılık” ve “İslamcılık” anlayışıyla 
karşılık vermeye çalıştıysa da asıl başarı Ziya Gökalp’in 
önerdiği “Türkçülük” anlayışıyla yakalanmıştır. 
Atatürk’ünde önemli ölçüde etkilendiği “Türkçülük” 
anlayışında; bir milletin oluşması için ırk, dil ve dinin 
yeterli olmadığı, kültür, tarih ve kader birliğinin de önemli 
olduğu vurgulanmıştır. Milliyetçilik, Türk İnkılabının 
temel prensibi olduğu kadar, bireyleri Türk milletine 
bağlayan manevî bir köprü, milleti huzur ve refaha 
yönelten en güçlü bağ olmuştur. Nitekim 1924 
Anayasası’nın 88. maddesinde “Türkiye ahalisine din ve 
ırk farkı olmaksızın, vatandaşlık itibarıyla, Türk denir” 
ifadesiyle yeni devletin milliyetçilik anlayışının kültür 
temelli olduğu ve vatan toprağı içinde yaşayan bütün 
bireyleri eşit kabul ettiği açıkça ifade edilmiştir. 
Atatürk’ün benimsediği milliyetçilik ilkesinde ırkçılığa 
yer yoktur; başka milletlerin hukukuna ve milliyetçiğine 
saygı vardır.   
Devletçilik   
Bir milletin bağımsızlığının sadece askeri ve siyasi 
olmadığı, ekonomik bağımsızlığın da mutlaka sağlanması 
gerektiği görüşünden yola çıkan “Devletçilik” ilkesi; 
ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda devletin üstlendiği 
görevleri ifade etmektedir. Türkiye’de devletçilik bir 
ekonomi politikası olarak benimsenmiş ve Türk 
ekonomisini geliştirmek, sosyal ve kültürel kalkınmayı 
sağlamak amacıyla uygulamaya konmuştur. Devletçilik 
ilkesinde devlet, gerekli olduğunda, özel sektörün yanında, 
kamu yararına sorumluluk alır.   
Laiklik 
Terim anlamı “akli düşüncenin, dini düşünceden 
ayrılması” olan laiklik; siyasi anlamda “din ve devlet 
işlerinin birbirine karıştırılmamasıdır. Vatandaş için din ve 
vicdan hürriyetinin sağlanması anlamına gelen laik 
anlayışta devlet; din ve mezhepleri farklı, hatta inanmayan 
vatandaşlarına hukuken eşit mesafede durur ve kamu 
düzeni 
kaldırılmıştır. Şeyhülislamlık makamı kaldırılarak, yerine 
Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş; Tevhid-i Tedrisat 
Kanunu ile de eğitim konusunda çeşitli sorunlara yol açan 
ikilik kaldırılarak laik öğrenim sistemine geçilmiştir. 30 
Kasım 1925’te Tekke, Zaviye ve Türbeleri kapatan kanun 
ve 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu laiklik 
alanında atılan önemli adımlardır. 
10 Nisan 1928’de yapılan bir düzenleme ile 1924 
Anayasası’nda yer alan “Türk Devletinin dini, İslam’dır” 
cümlesi kaldırılarak; 5 Şubat 1937’de Anayasa’nın 1. 
maddesine “Türk Devletinin laik oluğu” yolunda bir 
cümle eklendi.   
İnkılapçılık 
Gelişmek, ilerlemek ve değişmek anlamına gelen inkılap; 
Türk milleti için, milletçe yürütülen bağımsızlık savaşını 
iç ve dış düşmanlara karşı kazandıktan sonra, milli 
egemenliğin karşısına çıkan engelleri kaldırıp siyasi, 
sosyal, ekonomik ve kültürel alanları kapsayan bir 
girişimdir. Atatürk, inkılabı; Türk milletini geri kalmaya 
iten kurumları yıkarak yerlerine milletin en yüksek medeni 
icaplara göre ilerlemesini sağlayacak kurumları kurmak 
olarak açıklamıştır. Cumhuriyetin ilanı, saltanatın 
kaldırılması, harf devrimi, soyadı kanunu gibi birçok 
düzenleme Türk inkılabı olarak değerlendirilmektedir. 
İnkılapçılık, sosyal ve ekonomik hayatta, bilim ve fen 
alanında başarılı olmak için gelişmenin önemli bir 
yoludur.   
Atatürk İlkelerinin Uygulama Esasları 
Atatürk ilkeleri incelendiğinde, takip edilen uygulama 
esaslarının tam bağımsızlık, çağdaşlık, müspet ilme ve 
akla tabi olmak olduğu görülmektedir. 
Tam Bağımsızlık: Atatürk düşüncesinin temelinde yatan 
ve bütün uygulamalarda belirleyici olan asıl amaç siyasî, 
iktisadî, malî, adlî ve kültürel olarak her alanda tam 
bağımsız olmaktır. Bunlardan herhangi birinde meydana 
gelen eksiklik millet ve memleketin tam bağımsızlıktan 
mahrum olması anlamına gelmektedir. 
Çağdaşlık: Atatürk yeni sistemin temellerini 
“medenileşme”ye dayandırmıştır. Ancak o dönemde tam 
bağımsız bir İslam devletinin olmaması, yapılan 
değişikliklerin batı medeniyeti yönünde olmasına neden 
olmuştur. Ancak Atatürk’ün ifadeleri incelendiğinde, bu 
tercihin, Batı medeniyeti kültür ürünlerinden ziyade ilim 
ve fen gibi teknik konuları içerdiği görülmektedir. 
Müspet İlime ve Akla Tâbi Olmak 
Atatürk yeni Türk Devleti’nin temellerini atarken, prensip 
edindiği unsurlardan biri de ilim ve aklı belirleyici öge 
olarak kabul etmesidir. O’nun muasır medeniyet 
seviyesine ulaşma hedefi aynı zamanda insan aklının bir 
ürünü olan ilim ve teknolojide zirveyi yakalamaktır. 
Ancak asıl önemli olan ilmin ve aklın gerektirdiği ve 
getirdiği yenilik ve değişiklikleri kabul edip uygulamaktır.   
Atatürk Döneminde Dil – Tarih ve Kültür 
Alanındaki Çalışmalar 
23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ile kurulan, 24 
Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile tüm 
dünya devletleri tarafından tanınan yeni Türk Devleti’ne 
milli bir kimlik kazandırılması gerekiyordu. Bunun için 
çağdaşlaşma zorunluydu. Çağdaşlaşma ise ancak milli 
devletin dayanaklarını oluşturan dil, tarih, kültür ve güzel 
sanatlar alanında yapılacak değişikliklerle mümkün 
olacaktı.   
Dil Çalışmaları 
İslamiyet’in kabulünden sonra kullanılmaya başlanan 
Arap alfabesinin öğrenilmesi ve yazılması uzun vakit 
almıştır. Bu da okur-yazar oranının düşük olmasına yol 
açmıştır. 18. yüzyıl sonlarından başlanarak Türk 
dünyasında okuryazarlık düzeyini yükseltebilmek için 
tartışmalar başlamıştır. Bu tartışmalar ışığında Atatürk 
Erzurum Kongresi sırasında Mazhar Müfit Bey’e 
mücadelenin başarı ile sonuçlanmasından sonra Latin 
alfabesinin kabul edileceğini söyleyerek bu konudaki 
kararlılığını ortaya koymuştur. 
1926’da Bakü’de toplanan Türkoloji Kongresi’nde 
Rusya Türkleri için Latin kökenli bir alfabenin kabul 
edilmesi, alfabe değişikliği düşünenleri 
cesaretlendirmiştir. Nitekim 1928 yılı başında Mahmut 
Esat Bey’in Türk Ocağı’nda verdiği bir konferansla bu 
konuda ilk adım atılmıştır. 23 Mayıs 1928’de içinde 
eğitimci, yazar, gazeteci ve milletvekillerinin 
bulunduğu alfabe komisyonu kurularak alfabe 
değiştirme çalışmalarına başlanmıştır. Komisyon Latin 
alfabesindeki kimi harfleri çıkarıp Türkçenin ses 
uyumuna uygun olan yeni harfler ekleyerek 29 harften 
oluşan yeni alfabeyi kabul etmiştir. 
Atatürk, Latin kökenli yeni Türk alfabesini Türk 
halkına öğretebilmek için kendisinin de içinde 
bulunduğu büyük bir kampanya başlatmıştır. 
Dolmabahçe Sarayı çalışmaların karargâhı olmuştur. 
Ağustos ayından Kasım ayına kadar bir geçiş dönemi 
yaşanmıştır. Yeni Türk alfabesi; 1 Ocak 1929’da devlet 
işlerinde, 1 Haziran 1929’da ticaret defterleri, mahkeme 
ilamları ve dilekçe veriminde, 1 Haziran 1930’dan 
sonra ise basılı evrak ve tutanaklarda kullanılmaya 
başlanmıştır. 
Yeni harfleri halka öğretebilmek için 11 Kasım 
1928’de Bakanlar Kurulu’nca onaylanan “Millet 
Mektepleri Teşkilatı Talimatnamesi”, 24 Kasım 
1928’de Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. 1 Ocak 
1929’da açılmaya başlanan Millet Mektepleri, 1936 
yılında kapanmıştır. Harf inkılabının ardından 
Türkçenin sadeleştirilmesi ve geliştirilmesine çalışılmış 
ve bu amaçla 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik 
Cemiyeti kurulmuştur. Bu cemiyetin çalışmaları   
Atatürk İlkeleri ve Atatürk Döneminde Dil-Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar 
sonucu, Arapça ve Farsça sözcüklerden temizlenen 
Türkçenin zenginliği ortaya çıkarılmış, Türkçenin bilim 
ve sanat dili olması için çabalar yoğunlaştırılmıştır. 
Türk dilinin diğer dillere kaynaklık ettiğini savunan 
Güneş-Dil Teorisi ortaya atılmış ise de daha sonra 
bundan vazgeçilmiştir. Bu cemiyet 1936’dan sonra 
Türk Dili Kurumu adını almıştır.   
Tarih Çalışmaları 
Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan Tanzimat 
dönemine kadar ülkede egemen olan tarih anlayışı ümmet 
anlayışına dayandığı için İslam tarihi esas alınmıştır. 
1908’de meşrutiyetin yeniden ilanından sonra Tarih-i 
Osmani Encümeni adı altında oluşturulan kurum, Türk 
tarihi bilincini ön plana çıkarmaya yönelik çalışmalarda 
bulunmuştur. Böylece ilk çağdaş tarihçiliğe adım 
atılmıştır. Ancak ülkenin sürüklendiği savaş ortamı bu 
çalışmaların son bulmasına neden olmuştur. Atatürk’ün 
kurduğu yeni devlet, milletin hakimiyetine dayandığı için 
devletin şekillenmesinde milli unsurların başında gelen 
“tarih” önemli yer tutmuştur. Atatürk milli mücadele 
döneminde yaptığı tüm konuşmalarda sık sık tarihten 
örnekler vererek, milletini tanımak ve tanıtmak için tarih 
çalışmalarına büyük önem vermiştir. 1923’te İstanbul 
Darülfünunu Edebiyat Fakültesi’nin Atatürk’e Fahri 
Profesörlük unvanını tarih alanında vermiş olması bunun 
bir göstergesidir. 
Yeni Türkiye Devleti kuruluş sürecini tamamlarken, 
Fransızca yazılan bir ders kitabında Türklerin “sarı ırktan 
ikinci sınıf bir millet” olarak adlandırılması tarih 
çalışmalarının fitilini ateşlemiş, Türk Ocağı çatısı altında 
çalışmalar sürdürülmüştür. 10 Nisan 1931’de Türk Ocağı 
kapatılınca, bağımsız tarih araştırmaları yapmak amacıyla 
15 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti 
kurulmuştur. Bu cemiyet 1935’te Türk Tarih Kurumu 
adını almıştır. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından 
yapılan çalışmalar doğrultusunda hazırlanan “Türk Tarih 
Tezi” 2-11 Temmuz 1932’de toplanan ilk tarih 
kongresinde tartışılmış ve bu tartışmalar ülkedeki tarih 
çalışmalarına bir ivme kazandırmıştır. Yapılan tüm tarih 
çalışmaları, bağımsızlık savaşının kültürel alanda 
sürdürülmesi olarak görülmüştür.   
Kültür Çalışmaları 
Türkler Orta Asya’dan çeşitli coğrafyalara dağılırken 
kendi kültürlerini de birlikte taşımışlardır. Ancak zaman 
zaman karşılaştıkları yeni kültürlere asimile olmuşlardır. 
İslamiyet’i kabul edince İslam kültürüne bürünmüşler ve 
bunu Selçuklu kültürü ve Osmanlı kültürü izlemiştir. 
Cumhuriyet dönemimde ise büyük bir dönüşüm 
yaşanmıştır. Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli 
kültürdür” diyerek kültür öğesine büyük önem vermiştir. 
Atatürk milli bağımsızlık ile milli kültürü eş olarak 
görmüştür. Milli kültürü araştırmak, incelemek ve gelecek 
nesillere aktarmak üzere Halkevleri açılmış, Dil Kurumu, 
Tarih Kurumu, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi gibi bilim 
ve kültür kurumları oluşturulmuştur.   
Güzel Sanatlardaki Gelişmeler 
Resim 
Laikliğin benimsenmesiyle sanatçıları sınırlayan bazı 
algılar ortadan kaldırılmış, ilk ve ortaöğretim 
programlarına resim dersi konmuş, resim öğretmeni 
yetiştirmek üzere Gazi Eğitim Enstitüsü açılmış (1926), 
1883’te açılan Sanayi Nefise Mektebi; Güzel Sanatlar 
Akademisi’ne dönüştürülerek mimarlık ve heykelcilik 
bölümleri eklenmiştir. Sanatçılar teşvik edilmiş, sergiler 
açılmış, sergilerden eserler alınarak sanatçılara yardım 
edilmiştir. Devletin çeşitli kurumları sanatçılara resim 
ısmarlamış ancak içeriğine karışmamıştır. Sanatçılar Millî 
Mücadele’yi, yapılan devrimleri konu alan çeşitli resimler 
yapmışlar, 1933’te Ankara Halkevinde Onuncu Yıl İnkılap 
Sergisi açmışlardır. Aynı yıl kurulan D grubu, resim 
sanatına yenilik getirmek üzere sergiler yanında sanat 
tartışmalarını da başlatmışlardır. Sanatla ilgili konferanslar 
verilmiş gazetelerde dergilerde yazılar yazılmış, eleştiriler 
yapılmıştır.   
Heykel 
1923’te Dünyada gelişmiş ve gelişmek isteyen milletlerin 
heykel yapmalarını ve heykeltıraş yetiştirmelerini isteyen 
Mustafa Kemal Atatürk; başta İstanbul ve Ankara olmak 
üzere ülkenin dört bir yanının heykellerle süslenmesine 
önem vermiştir.   
Müzecilik 
Kültür değişiminin başarıya ulaşması için kültürel 
değerlerin bilinmesi, tanınması ve korunması 
gerekmektedir. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet 
Meclisi açıldığında oluşan ilk hükûmet eski eserlerin 
derlenmesi ve korunması için Eski Eserler Müdürlüğü’nün 
kurulmasını programına almıştır. Millî Mücadele’nin 
ardından Maarif Vekili İsmail Safa Bey 6 Kasım 1922’de 
bir genelge yayınlayarak arkeolojik ve etnoğrafik eserlerin 
korunması için müzeler açılmasının gerekliliğini 
bildirmiştir. Bu genelge üzerine çeşitli yerlerde müzeler 
açılmaya başlanmıştır. 1924 yılında Topkapı Sarayının 
bazı bölümleri müzeye dönüştürülmüş, 1925’te Millî 
Saraylar İdaresi kurulmuştur. 1925’te Ankara’da 
Etnografya Müzesi’nin temeli atılmıştır. 1927’de Konya 
Mevlana Müzesi açılmıştır. 1934 yılında Bakanlar Kurulu 
kararıyla Ayasofya müze haline getirilmiş ve 1937’de 
Dolmabahçe Sarayı’ndaki Veliaht Dairesi, Resim ve 
Heykel Müzesi’ne dönüştürülmüştür.   
Müzik 
Cumhuriyet döneminde okullara müzik dersi konularak bu 
dersi öğretecek öğretmenleri yetiştirmek üzere 1924’te 
Musiki Muallim Mektebi açılmıştır. Darülelhan 
konservatuara dönüştürülmüştür. 1926 ve 1929 yılları 
arasında ülkenin çeşitli yerlerinden halk ezgileri 
derlenmiştir. 1934’te Ankara’da bir müzik kongresi   
Atatürk İlkeleri ve Atatürk Döneminde Dil-Tarih ve Kültür Alanındaki Çalışmalar 
toplanmış ve müzik eğitiminin daha verimli hâle nasıl 
getirileceği tartışılmıştır. Ankara’da bir konservatuarın 
açılması kararlaştırılmıştır. Musiki Muallim Mektebi, 
Millî Musiki ve Temsil Akademisine dönüştürülmüş daha 
sonra da bu ad Ankara Konservatuarı olarak 
değiştirilmiştir. Çok sesli müzik konusunda Batılı müzik 
adamlarının bilgi ve birikimlerinden istifade edilmiştir. 
Mızıka-i Hümayun Ankara’ya getirilerek önce 
Cumhurbaşkanlığı Musiki Heyeti 1933’te ise 
Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası olarak 
adlandırılmıştır. 
Opera, Bale, Tiyatro ve Sinema 
Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan konservatuarda 
sadece müzik eğitimi verilmemiş; opera, bale ve tiyatro 
eğitimi de verilmiştir. İlk millî opera denemesi İran Şahı 
Rıza Şah Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti üzerine, 1934’te 
Librettosu (metni) Münir Hayri Egeli tarafından yazılan, 
bestesi Adnan Saygun tarafından yapılan Özsoy Operası 
olmuştur.1914’te kurulan ancak gösterilere 1916’da 
başlayan Darülbedayi’nin başına 1927’de Muhsin 
Ertuğrul’un getirilmesi Türk tiyatro tarihinde bir dönüm 
noktası olmuştur. Darülbedayi 1934’te Şehir Tiyatrosu 
adının alarak Türk kültürünün gelişmesine kaynaklık eden 
bir kurum haline gelmiştir. 
Cumhuriyetin ilk yıllarında sinema, eğlencenin yanında 
bir eğitim aracı olarak görülmüştür. Bu nedenle de 
Cumhuriyet Halk Partisi’ne bağlı bir kurum olan 
halkevlerinde çeşitli filmler gösterilmesi için makineler, 
filmler alınmış, halk bir yandan eğlendirilirken diğer 
yandan da bilinçlendirilmeye, güzel sanatlardan aldığı 
zevk yükseltilmeye çalışılmıştır.
     
				__________________  O (cc)’NA    SIĞINMAK  AYRICALIKTIR     |