Durumu:     Medine No :  38944   Üyelik T.:
09 Şubat 2014   Arkadaşları:60 Cinsiyet:Bayan   Mesaj :
9.475 Konular:
1144  Beğenildi:4426 Beğendi:3685  Takdirleri:5169  Takdir Et: 
	   Konu Bu  
				Üyemize Aittir!     |             
 
 Ünite 7: 
Atatürk’ten Sonra Türkiye 
II. Dünya Savaşı Döneminin Siyasi, Sosyal ve 
Ekonomik Uygulamaları 
Atatürk’ün 10 Kasım 1938’deki ölümünden bir gün sonra 
11 Kasım 1938’de yapılan seçimlerde millet meclisinin ve 
parti grubunun desteğiyle İsmet İnönü Cumhurbaşkanı 
olmuştur. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı dönemi 
dünyadaki siyasal konjonktürden dolayı kendine has 
birtakım özelliklere sahiptir. 26 Aralık 1938’de yapılan 
CHP Olağanüstü Kurultayında İsmet İnönü “mili şef ve 
değişmez genel başkan” sıfatını alırken Atatürk “Ebedi 
Şef” olarak kabul edilmiştir. İsmet İnönü’nün 
Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Atatürk döneminde 
aktif siyaset yapamayan Kazım Karabekir, Rauf Orbay 
gibi simalar siyasette ön plana çıkarken, İsmet İnönü’ye 
muhalif olan isimler siyaset ve idare sahnesinin dışına 
itilmişlerdir. Türkiye’de tek parti ve parti – devlet 
anlayışının hüküm sürdüğü yıllarda, CHP’nin 29 Mayıs 
1939’da yapılan Beşinci Olağan Kongresi’nde, hükümet 
çalışmalarını kontrol etmek için “müstakil grup” 
kurulması demokratikleşme çabalarının bir işareti olarak 
yorumlanabilir. İsmet İnönü ile birlikte yeni dönemde 
Türkiye farklı bir politik süreç izlemiştir. Bu dönemde, 
Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı -her türlü 
baskıya rağmen- başarabilmiştir. Savaşın sonuna kadar 
başarılı bir şekilde sürdürülen tarafsızlık politikası, yeni 
kurulmakta olan dünya sisteminin içerisinde yer almak 
için 23 Ocak 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya savaş 
ilan ederek yeni bir mecraya girmiştir. Almanya ve 
Japonya’ya savaş ilan edilmesi Türkiye’ye “Birleşmiş 
Milletler” kurucu üyesi olmak üzere San Francisco 
Konferansı’na katılma hakkı kazandırmıştır. 
II. Dünya Savaşı döneminin siyasi ve sosyal 
uygulamalarını ekonomik uygulamalardan soyutlamak 
mümkün görülmemektedir. Bu noktada, Köy 
Enstitülerinin kurulup yaygınlaştırılması, Milli Korunma 
Kanunu, Varlık Vergisi, Toprak Mahsulleri Vergisi ve 
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu savaş ortamında idari, 
siyasi ve sosyal anlamda yeniden yapılandırma çalışmaları 
olarak görülmelidir. Bu dönemde fikir hayatı bakımından 
ise Rusya ve Almanya’nın savaştaki pozisyonlarına göre 
aşırı sağ ve sol kesimin dönem dönem takibata uğramaları 
hükümetin bu konulara yaklaşımını göstermesi açısından 
önemlidir.   
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci 
Çok partili siyasi hayatı, yaşama geçirmek “egemenlik 
kayıtsız şartsız milletindir” (bila kayd ü şart hâkimiyet-i 
milliye) düsturu le yola çıkan, demokratik bir cumhuriyet 
idealini ortaya koyan Cumhuriyet Türkiye’si için dönüm 
noktalarından biridir. Çok partili hayata geçiş ancak II. 
Dünya Savaşı’ndan sonra mümkün olmuştur. Çok partili 
hayata geçiş aşamasında dış politikada demokratik 
yönetimlerin hâkim olması kadar, İsmet İnönü’nün şahsi 
katkıları da kayda değerdir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 
cumhuriyetin demokratik yapısını, “Cumhuriyetin bir halk 
idaresi olarak kuruluşu, yani demokratik karakteri esas 
tutulmuştur” diyerek açıklamıştır. İsmet İnönü, bu 
dönemde demokratik anlayışı ifade ederken, bu kavramı 
kendi anlayışıma göre yorumladığı ve ifade ettiği 
anlaşılmaktadır. Çünkü İnönü, daha sonra 7 Temmuz 
1945’te “Nuri Demirağ” adında bir sanayicinin birinci 
meclisteki bazı muhalifleri yanına alarak kurduğu “Milli 
Kalkınma Partisi”ni yok saymıştır. İsmet İnönü, oluşacak 
bir partinin yine CHP’den çıkmasını istemiştir. Bu 
dönemde, savaş dönemi politikaları tenkit eden Celal 
Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan, 
7 Haziran 1945’te Anayasanın milli egemenlik ilkesine 
işlerlik kazandırılması ve parti hayatının demokrasiye 
uygun şekilde düzenlenmesi için “Dörtlü Takrir” 
vermişlerdir. Parti içinde tartışmaları başlatan bu 
uygulama net bir karara ulaşamamıştır. Fakat Dörtlü 
Takrir, sahipleri partiden atılmışlardır. CHP’den atılan bu 
dört milletvekili “7 Ocak 1946’da Demokrat Parti”yi (DP) 
kurmuşlardır.   
Çok Partili Hayata Geçişte Bir Dönüm Noktası: 12 
Temmuz Beyannamesi 
Türkiye’de Çok Partili Sisteme geçişle birlikte, parti 
yöneticileri ve siyasetçilerinin söylemleri bu kesimin 
önemli bir kısmının zihniyet olarak çok partili sisteme 
hazır olmadıklarını ortaya koymuştur. Buna rağmen, 
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından “12 Temmuz 1947 
Beyannamesi” ilan edilerek çok partili siyasi hayat “devlet 
meselesi” olarak kabul edilmiştir. Demokrat Parti’nin 
kuruluş aşamasında, halk desteğinde yoksun oluşu, 
Demokrat Parti’nin kuruluşu aşamasında yapılan 
görüşmelerden dolayı gerek halk arasında gerekse 
partililer arasında “danışıklı dövüş” söylentileri, ayrıca 
iktidar partisi yöneticilerinin Demokrat Parti’nin 
kuruluşunu tamamen kendi lütufları olarak görmeleri, 
bunun yanında Demokrat Partinin hükümet aleyhine 
giderek artan eleştirileri Cumhurbaşkanı İnönü’yü her ne 
kadar zor durumda bıraksa da Cumhurbaşkanı, geçmiş 
tecrübelerinden yararlanma yoluna gitmiş ve geçmişte 
yaşanan aynı hataların yapılarak sürecin kesintiye 
uğratılmasına izin vermemiştir. Cumhurbaşkanı İnönü, 
hem CHP hem de DP’ye karşı eşit mesafede yaklaşmaya 
çalışmış, bununla birlikte iki parti arasında karşılıklı 
emniyetin oluşmasını hedeflemiştir. İnönü, bunu aynı 
zamanda ülkenin emniyet meselesi olarak da görüyordu. 
İnönü, aynı zamanda tecrübelerinden yola çıkarak toplumu 
kutuplaştırmamayı düstur edinmiş ve hem iktidar hem de 
muhalefet partisinin liderlerini yanına çekmeye çalışmış 
böylece ortaya çıkabilecek sorunları çözmekte daha etkili 
olacağını düşünmüştür. Çok Partili siyasi hayat, iki parti 
yöneticileri arasındaki çekişmelere, muhalefet partisinin 
hürriyet misakı, husumet andı gibi uç söylemlerine 
rağmen iktidar partisini de oldukça ılımlaştırması 
açısından önemlidir. Bu dönemde, değişmez genel 
başkanlığın kaldırılması, sınıf ve bölge esasına göre parti 
kurulmasını engelleyen düzenlemelerin kaldırılması gibi 
siyasi; üniversitelere idari özerklik verilmesi, Basın 
Yasası’nın liberalleştirilmesi gibi sosyal düzenlemeler 
gerçekleştirilerek ortam yumuşatılmıştır. 27 yıllık tek parti 
döneminin aksine gizli oy, açık tasnif gibi kazanımlarla 
süslenen bu süreç, iktidar partisini laiklik ve İnkılapçılık 
konusundaki radikal söylemlerini yumuşatmaya, Osmanlı 
döneminin hatıralarını yok saymaktan vazgeçmeye, din 
eğitimi konusunda halkın ihtiyaçlarını karşılayacak 
adımları atamaya zorlamıştır. Bu ortamda 14 Mayıs 
1950’de yapılan seçimler, Cumhuriyet Türkiye’sinde 
iktidarı halkın oyu ile belirlemiş ve iktidar el 
değiştirmiştir.   
Türkiye Cumhuriyeti’nde 1950 1960 (Demokrat 
Parti) Dönemi 
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerle birlikte el değiştiren 
iktidar, bundan böyle yaklaşık on yıl boyunca ülkeyi 
yönetmiştir. Bu dönemde, Cumhurbaşkanı seçilen Celal 
Bayar, parti başkanlığını bırakarak şeklen de olsa sivil bir 
görünüm arz etmiştir. İktidara gelen Demokrat Parti, Eylül 
ve Ekim 1950’de sırasıyla yapılan Belediye ve İl Genel 
Meclis Üyeleri seçimlerinde önemli bir çoğunluk 
sağlayarak iktidarını güçlendirmişti. Demokrat Parti’nin 
ilk yıllarında tarımda makineleşme ve uygun iklim 
koşullarının desteğiyle ürün artışı sağlanmış ve kırsal 
kesimdeki kitlelerde göreceli bir zenginlik ve refah ortamı 
oluşturulmuştur. Ancak makineleşmenin ithale dayalı 
olması ve zaman içinde yedek parça sıkıntısı başta olmak 
üzere çiftçilere sağlanan desteğin devamlı olamaması gibi 
etkenlerle oluşan iyimserlik yerini tedirginliğe bırakmıştır. 
Demokrat Parti, ilk güven oylamasında 192 çekimserle 
karşılamıştı. Bu İttihat ve Terakki Partisi’nin II. 
Abdülhamit’e muhalefetinden itibaren kronikleşen iktidara 
karşı olmakla birleşen muhaliflerin işbaşına gelince hemen 
farklı gruplara ayrılmalarının sonucuydu. 
1950 – 54 arası dönemdeki ekonomik rahatlama sandığa 
da yansımış ve Demokrat Parti, 1954 seçimlerinde oy 
oranını arttırarak (%57) meclisin tek hâkimi haline 
gelmiştir. Böyle yüksek bir seçim sonucu, beraberinde 
basın, üniversite ve muhalefeti dikkate almama eğilimini 
getirmiştir. 1954 seçimlerinden sonra, DP kamuoyunda 
kaygı uyandırıcı birtakım faaliyetlerde bulunmuştu. 
DP’nin özellikle basına yönelik tavrı parti içi muhalefeti 
güçlendirmiş ve bunun sonucunda 20 Aralık 1955’te 
“Hürriyet Partisi” kurulmuştur. Demokrat Parti 
döneminde meydana gelen bir diğer önemli gelişme ise 
“6-7 Eylül” olayları olarak tarihe geçen ve Yunanistan’la 
ilişkilerin gerginleşmesine neden olduğu gibi uluslararası 
alanda Türkiye için olumsuz bir imaj yaratan olaylar 
silsilesidir. Demokrat Parti, 1957 erken genel seçimlerinde 
oylarını kısmen düşürmüş olmasına rağmen yine de 
mecliste çoğunluğu sağlamıştı. DP, 1957 seçiminden 
sonra muhalefeti ve ona destek olan kaynakları 
engellemeye yönelik tedbirleri arttırmış yine bu dönemde 
basın ve muhalefet kadar onlara destek olan diğer 
kesimlere karşı tavır alınmıştır. Meclis çalışmalarının 
tamamen hükümetin kontrolü altına verecek düzenlemeler 
muhalefetin meclis çalışmalarını boykot emesine rağmen 
kabul edilmiştir. 1957 – 1960 yılları arası DP için, sonun 
başlangıcını temsil eden yıllar olmuştur. Bu yıllar arasında 
enflasyon %200’lük bir artış göstermiş ve bu ekonomik 
dengelerin bozulmasında önemli rol oynamıştır. Ayrıca 
yine bu dönemde DP, muhalefete karşı tavrını daha da 
sertleştirmiş ve ilişkiler birçok yönüyle problemli bir hale 
bürünmüştür. DP’nin içine düştüğü durumu göstermesi 
açısından “ Vatan Cephesi”nin kurulması da manidardır. 
Vatan Cephesi, 12 Ekim 1958’de Başbakan Adnan 
Menderes’in çağrısıyla kurulan ve toplumsal ve siyasi 
kamplaşmayı tetikleyen bir işlev gördüğü belirtilmektedir. 
DP, 1960 İhtilalinin hemen öncesinde “Tahkikat 
Komisyonu” kurmuştur. Bu komisyon, muhalefet ve 
basının faaliyetlerini denetlemek amacıyla kurulmuştur. 
Artan kontrol ve denetleme mekanizması toplumu 
etkilemiş bunun yanında sıkıyönetim uygulaması da 
toplumsal bir refleksin gelişmesine neden olmuştur. Bütün 
bu olaylar sonucunda “ 27 Mayıs 1960” tarihinde Askeri 
İhtilal gerçekleşmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri 
memleketin idaresini ele almışlardır.   
1960 Darbesi’nden Sonra Türkiye 
Demokrat Parti’nin, on yıl boyunca art arda yapılan üç 
seçimde milletten hükümet kurma yetkisini alması ve 
bunun sonucunda bu partinin yöneticilerinin sanık 
sandalyesine oturtulması Türkiye’de demokratikleşmenin 
içselleştirilmediğini göstermesi açısından kayda değerdir. 
27 Mayıs Askeri Darbesi’nden sonra, “Milli Birlik 
Komitesi” kurulmuştur. Bu komite 38 kişilik bir kadrodan 
oluşuyordu. MBK’nın başına da Kara Kuvvetleri 
Komutanı “Cemal Gürsel” getirilmiş, Gürsel, askeri 
müdahalenin amacının “Türkiye’de demokrasinin yeniden 
ortaya çıkarılması” olarak açıklamıştır. MBK’nın başa 
geçmesiyle birlikte, kapatılan üniversiteler açılmış, basın 
yasağı kaldırılmış ve bir anayasa komisyonu 
oluşturulmuştur. Demokrat Parti yöneticileri ise halkı iç 
savaşa sürüklemek, anayasayı ihlal etmek gibi ağır 
suçlamalarla “vatana ihanet” ithamıyla mahkemeye 
verilmişlerdi. Bu dönemde toplumun farklı kesimlerinden 
oluşturulan “Kurucu Meclis” 12 Ocak 1961’de siyasi parti 
faaliyetlerine izin vermiştir. Adalet Partisi, Yeni Türkiye 
Partisi gibi Demokrat Parti mirasçısı olduğu iddia edilen 
partilerin yanı sıra Türkiye İşçi Partisi de bu süreçte 
kurulmuştur. 9 Temmuz 1961’de yapılan anayasa 
referandumuna seçmenler, %83 oranında katılmışlardır. 
Anayasa, %60,4 evet oyu ile kabul edilirken %39,6’lık 
hayır oyu ciddi bir hoşnutsuzluğa da işaret ediyordu. Yassı 
Ada, yargılamaları sonucunda mahkeme, 15 ölüm, 32 
müebbet hapis ve çok sayıda 4 -15 yıl arası hapis cezasına 
hükmetmişti. Celal Bayar’ın ölüm cezası yaş durumundan 
dolayı hapse çevrilmiştir. DP’nin başbakanı, maliye 
bakanı ve dışişleri bakanı haklarında verilen idam kararları 
16-17 Eylül 1961’de infaz edilmiştir. DP’nin kurucu 
kadrolarının demokrasi ile hiçbir şekilde bağdaşmayan bu 
trajik ölümleri, bugüne kadar eleştiri konusu olmuştur. 
Yapılan genel seçimlerin ardından, ilk koalisyon hükümeti 
CHP – AP (Adalet Partisi) tarafından 20 Kasım 1961’de 
kurulmuştur. Kasım 1964 itibariyle Adalet Partisi 
başkanlığına seçilen Süleyman Demirel, bütçe 
görüşmelerinde hükümetin istifasını sağlayarak hızlı 
başladığı siyasi kariyerinde bundan sonra belirleyici 
aktörlerden biri haline gelmiştir. 15 Eylül 1965 
seçimlerinden sonraki dönemde parlamentoda çoğunluğu 
sağlayan AP hükümeti de ülkedeki gidişi 
değiştirememiştir. Bu dönemde özellikle Amerikan 
karşıtlığı ve öğrenci hareketleri önem kazanmış ve 
1968’de olaylar hız kazanarak rejime yönelmeye ve 
güvenlik sorunu oluşturmaya kadar gitmiştir. Bu dönemde 
gittikçe artan güvenlik sorunları ve yaşanan kaos 
nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri, “12 Mart 1971 tarihli 
Askeri Muhtıra”yı vermişlerdir. Bunun sonucunda 
başbakan Demirel, istifa etmiştir.   
12 Mart’tan 12 Eylül’e Türk Siyasetinde 
Gelişmeler 
12 Mart Askeri Muhtırası’ndan sonra, AP, CHP, Güven 
Partisi ve parlamento dışından alınan destekle 27 Mart’ta 
Nihat Erim başkanlığında bir “Teknokratlar Hükümeti” 
oluşturuldu. Bu Teknokratlar Hükümetinin, laik 
cumhuriyeti tehdit edecek faaliyetleri kontrol altına almak, 
bölücü terör faaliyetlerini engellemek ve Kıbrıs’a olası bir 
müdahale için zemin hazırlamak gibi amaçları vardı. 
Ancak Erim hükümetinin reform uygulamaları toplumda 
kendine yer edinmediği için Nihat Erim, 3 Aralık 1971’de 
istifa etti. Bu dönemin en önemli gelişmelerinde biri, 
Bülent Ecevit’in 14 Mart 1972’de CHP genel başkanlığına 
seçilmesi olmuştur. Yine bu dönemde muhtıra ile 
kapatılan Milli Nizam Partisi (MNP) yerine Milli Selamet 
Partisi (MSP) kurulmuş ve yeni parti de İslami söylemi ön 
plana çıkarmıştır. Cumhurbaşkanlığına ise “Fahri 
Korutürk” seçilmiştir. 1973 genel seçimlerinin sonucu 
Türkiye’yi koalisyonlara mecbur etmiştir. Uzun 
arayışların sonunda 25 Ocak 1974’te kurulabilen CHP – 
MSP arasındaki ilk koalisyon Kıbrıs Barış Harekâtını 
gerçekleştirmiştir. Türk dış politikasını bundan sonra 
deyim yerindeyse ipotek altına alacak olan bu harekât iki 
aşamadan oluşmuş ve adada yaşayan Türk toplumunun 
güvenliğini sağlamıştır. Kıbrıs Harekâtının kazanımlarını 
paylaşmada anlaşamayan hükümet ortağı iki parti (CHPMSP) 
koalisyonu bozarak yeni bir hükümet krizi 
yaratmışlardır. Hükümet krizi, Süleyman Demirel’in 
başkanlığında Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, 
Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Milliyetçi Hareket 
Partisinin işbirliğinde “Milliyetçi Cephe Hükümeti” 
kurularak aşılmıştır. Bu dönemde toplumda hızla artan 
siyasi ve toplumsal kamplaşma iktidarı sağ, muhalefeti de 
bütün sol faaliyetlerin hamisi haline getirdi. Siyasetteki bu 
bölünmüşlüğün devletin her kademesinde yansımaları 
görülecektir. 12 Eylül müdahalesi öncesi öğretmen, 
memur, polis gibi meslek grupları başta olmak üzere hem 
toplum hem de işçi-memur kesimi tam bir bölünmüşlük 
manzarası gösterecektir. Bu bölünmüşlüğün bir yansıması 
da DİSK’in Taksim’deki 1 Mayıs 1977 mitinginde çıkan 
olaylarda 34 kişinin hayatını kaybetmesi ile su yüzüne 
çıkmıştır. 5 Haziran 1977 seçimlerinden birinci parti 
olarak çıkmasına rağmen CHP’nin, kurduğu azınlık 
hükümeti güvenoyu alamayınca Süleyman Demirel, MSP 
ve MHP desteğiyle “2. Milliyetçi Cephe” yi kurmuştur. 
Ancak bu hükümet de kısa süre içerisinde düşmüştür. Bu 
karmaşa içinde uzun süreli sayılabilecek hükümeti, 
AP’den istifa eden bağımsız milletvekilleriyle CHP kurdu. 
Ancak bu dönemdeki toplumsal şiddet öyle bir noktaya 
vardı ki, normal insanlar bile günlük hayatlarını idame 
ettirmekte sorun yaşamaya başlamışlar ve bu kaos ortamı 
belirsizlikte birlikte toplumda güvensizlik ve karamsarlık 
yaratmıştır. Bu süreç içerisinde, tarihe “Maraş Olayları” 
olarak geçen ve çok sayıda yurttaşın ölümüne sebep olan 
mezhepsel çatışmalar da çıkmıştır. Ancak zırhlı birliklerin 
müdahalesi ile durdurulabilen bu çatışmalardan sonra 
hükümet 25 Aralık 1978 günü 13 ilde sıkıyönetim ilan 
etmiştir. 
Bülent Ecevit, daha sonra IMF’den kredi başvurunda 
bulunmakla birlikte yeterli siyasi desteği de bu şekilde 
tüketmiştir. Bunun sonucunda istifa eden Ecevit’in yerine 
bütün sağ partilerin desteği ile “Demirel Azınlık” 
hükümeti kurulmuştur. Bu dönemde günde ortalama 20 
vatandaşımızın hayatını kaybettiği göz önüne alınırsa 
olayın vahameti daha iyi anlaşılabilir. Yine bu dönemde 
eski başbakanlardan Nihat Erim ile DİSK Başkanı Kemal 
Türkler’in öldürülmeleri anarşi ve terörün ulaştığı boyutu 
gösteren uç olaylardır. Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra 
maruz kalınan Amerikan ambargosu, dış ilişkilerin 
kötüleşmesinden etkilenen kredi musluklarının kapanması, 
radikal kararlar almayı zaruret haline getirdi. “24 Ocak 
Kararları” ile iki aşamada yapılan %73’lük değer düşürme 
ile uluslararası mali piyasaların beklentisi karşılanarak 
dışarıdan kredi alınmaya çalışıldı. Ancak, anarşi 
olaylarının engellenemediği sıkıyönetim ortamında, lider 
seviyesindekilerin hiçbir şartta bir araya gelmeme inadının 
siyaset kanalını tıkaması üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri, 
İç Hizmet Kanunu’na dayanarak “12 Eylül 1980’de” 
yönetime el koymuşlardır.   
12 Eylül 1980 Darbesi ve Sonrasında Türkiye 
Kuvvet komutanları ile Genelkurmay başkanından oluşan 
Milli Güvenlik Konseyi (MGK), ülkede Atatürkçülük 
yerine irticai ve sapkın ideolojilerin hâkim olduğu 
suçlamalarını dile getirmiş, meclis ve hükümeti feshetmiş 
ve milletvekillerinin dokunulmazlık haklarını da 
kaldırmıştır. Ülke genelinde sıkıyönetim ilan edilerek, 
yurtdışına çıkışlar da yasaklanmıştır. MGK, iktidar ve 
muhalefetin aktif yöneticilerinin hepsini gözaltına alarak 
çok sayıda dava açmıştır. Ayrıca seçimlerde ülke 
genelinde oy barajı sistemi getirilerek küçük partilerin 
meclise girmelerinin önlenmeye çalışılması demokratik 
açıdan eleştirilen bir tavır olmakla birlikte bugüne kadar 
devam eden bir yöntem olarak demokrasi tarihimize 
geçmiştir. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra yeni 
anayasa ve MGK’nın başkanı Kenan Evren’in 
cumhurbaşkanlığı %92 gibi yüksek bir oyla kabul 
edilmiştir. Bu nispette yüksek bir oranın olması darbe 
öncesi halkın durumdan ne kadar şikâyetçi olduğunu 
gösteren önemli kanıtlardan biridir. 
12 Eylül Askeri Darbesi’nden yaklaşık iki buçuk yıl sonra 
-3 Mart 1983’te- kabul edilen Siyasi Partiler Kanunu ile 
siyasi faaliyetler serbest bırakılmakla birlikte önceki 
dönemde genel başkan, yönetim kurulu üyesi veya 
milletvekili olanlara siyasi yasak getirilmiştir. Bu süreçte 
geçmişe oranla toplumu apolitize (politikaya ilgisiz) 
etmek önemli bir görev olarak kabul edilmiştir. 1983’ten 
1991’e kadar ANAP (Anavatan Partisi) ülkeyi yönetme 
yetkisini milletten almıştır. ANAP’ın hükümetleri 
döneminde, serbest ekonomik anlayışın ve ihracata 
yönelik bir ekonomi politikasının izlendiği söylenebilir. 
ABD’nin 1991’de Körfez Savaşı sırasında ve sonrasındaki 
uygulamalarından etkilenen Türkiye’de enflasyon artmış, 
grevler başlamış, orta direk olarak ifade edilen orta sınıf 
çökmüş ve tüm bunların neticesi olarak da halk bu ümitsiz 
durum karşısında dine daha çok sığınmaya başlamıştır. 
1987 yılında siyasi yasaklıların referandumla siyasete 
dönmeleri takiben yapılan seçimler yeniden koalisyonlar 
devrini başlatmıştır. Eski liderlerin siyasi tabanlarını 
temsil eden yeni partilerde devam etmesinin istisnası 
1985’te eşi Rahşan Ecevit tarafından kurulan Demokratik 
Sol Parti’nin (DSP) başına geçerek CHP’ye rakip olan 
Bülent Ecevit olmuştur. Ecevit, klasik Cumhuriyet Halk 
Partisi söylemlerinden farklı yaklaşımlarıyla 90’lı yılların 
siyasi hayatında etkin rol oynamaya devam etmiştir. 1991 
seçiminde sonra Türkiye’nin iki önemli siyasi gücü, 
Doğru Yol Partisi ile (DYP) Sosyal Demokrat Halkçı 
Parti’nin (SHP) bir araya gelmesi ile başlayan süre, İki 
binli yılların başına kadar devam etmiştir. Türkiye’yi 
1990’ların başında etkileyen bir diğer önemli faktör ise 
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıdır. Türkiye bu dönemde 
yaşanan olumsuz koşullardan dolayı bölgesel bir güç 
olamamıştır. Özal döneminde Türkiye her ne kadar 
gelişme kaydettiyse de bu topyekûn bir kalkınmayı 
kendisiyle getirememiştir. Özal döneminde, Türkiye hem 
Türki Orta Asya devletleriyle hem de Balkanlar 
devletleriyle işbirliğine girişmiştir. Ancak, Turgut Özal’ın 
17 Nisan 1993’te ansızın ölümü bu tür girişimleri de doğal 
olarak yarıda bırakmıştır. Turgut Özal’ın ölümüyle birlikte 
yerine Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı olmuştur. “ 4 
Nisan (1994) Kararları” olarak tarihe geçen ekonomik 
önlemler, toplumun daha da fakirleşmesine neden 
olmuştur. 1995 seçimlerinde hiçbir partinin hükümet 
kuracak milletvekili sayısına ulaşamamasından dolayı 
Ecevit’in dışarıdan desteklediği DYP / ANAP koalisyon 
hükümeti kurulmuş, daha sonrada 28 Haziran 1996’da 
Refah Partisi (RP) ile DYP koalisyon hükümeti 
kurulmuştur. RP ile DYP koalisyonunun başbakanı olan 
Necmettin Erbakan döneminde aşırı uç dini söylemlerin 
basına yansıması üzerine,” 28 Şubat 1997’de” Milli 
Güvenlik Kurulu hükümeti uyarmıştır. Yakın tarihimize 
“post modern” darbe olarak geçen bu uyarı sonucunda 
laiklik karşıtı eylemlerin engellenmesi ve eğitimde sekiz 
yıllık kesintisiz sisteme geçilmesi kabul edilmiştir. Siyasi 
ortamın gerginliği dolayısıyla farklı kombinezonlarla 
kurulan ANAP/DSP/DTP koalisyonu sırasında terör 
örgütüne yardım eden Suriye ile savaşın eşiğine 
gelinmiştir. Bu koalisyon, politik hesaplaşmalar 
dolayısıyla bozulunca bu defa DYP ve ANAP desteğiyle 
DSP azınlık hükümeti kurulmuştur. İki sağ partinin 
desteğiyle sol bir partinin azınlık hükümeti kurması Türk 
Demokrasi hayatında önemli bir gelişme olarak 
nitelendirilebilir. 18 Nisan 1999 seçimlerinde DSP birinci 
parti olarak çıkmıştır. Cumhuriyet döneminin ilk partisi 
olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk defa meclis dışında 
kaldığı bu dönemde Ecevit’in başbakanlığında ANAP ve 
MHP koalisyonu kuruldu. 2000 yılındaki ekonomik kriz, 
bu koalisyon hükümetini zor durumda bırakmış ve Dünya 
Bankası’nda üst düzey görevde bulunan Kemal Derviş 
ekonomiden sorumlu devlet bakanlığına getirilerek onun 
hazırladığı ekonomik program hayata geçirilmiştir. Ancak 
koalisyon üyeleri arasında politik çıkarların öne 
çıkarılmasından kaynaklanan sorunlar ve başbakan ile 
cumhurbaşkanı arasında yaşanan tartışmalar vesilesiyle 
sonlanan DSP, ANAP, MHP koalisyonunda sonra “ 3 
Kasım 2002” de yapılan seçimlerden sonra Adalet ve 
Kalkınma Partisi (AKP) dönemi başlamıştır. 14 Ağustos 
2001’de kurulan AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde en 
yüksek oyu alarak Abdullah Gül başkanlığında 58. 
Hükümeti kurmuştur. Okuduğu bir şiir dolayısıyla siyasi 
yasaklı olan partinin kurucu başkanı Recep Tayyip 
Erdoğan, siyasi yasağının kalkmasından sonra 15 Mart 
2003’te 59. Hükümetin başbakanı olmuştur. AKP 
hükümetleri döneminde Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve 
sosyal alanlarda yeniden gelişme gösterdiği bir süreç 
başlamıştır. 21. yüzyılın ilk on yılında yapılan üç genel 
seçimde de gittikçe artan bir oy oranı ile işbaşına gelen 
hükümetlerin uygulamaları demokratikleşme, sivilleşme 
ve çağdaşlaşma yolunda istikrarla ilerleyen bir Türkiye 
manzarası göstermeye başlamıştır.
     
				__________________  O (cc)’NA    SIĞINMAK  AYRICALIKTIR     |