Konu Başlıkları: Osmanlıda Ahlaki Faziletler...
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 04 Ekim 2018, 21:25   Mesaj No:4

nurşen35

Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:61
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.476
Konular: 1144
Beğenildi:4415
Beğendi:3686
Takdirleri:14253
Takdir Et:
Standart

Geçmişe körü körüne bağlanmamak gerekir diyor kimi kalem sahipleri. Doğru söylüyorlar, haklılar. Sözlerine bir şeyi ilave etmeyi unutuyorlar, körü körüne bağlılık olmamalı ama cahilce hasımlık hiç olmamalı. Bu sebeple bir tarafın sevdiğini diğeri yererken dikkatli sözcükler kullanmalı ve geçmiş geçmiş olduğu için karalanmamalı. Sözler sağlam delilleri barındırmalı. Öyleyse geçmiş şahit olanların sözlerinden nakledilmeli.

“Temizlik îmândandır!”
“Temizlik îmânın yarısıdır!” hadîs-i şerîflerini nefis hüsn-i hatlarla yazarak evlerinin ve
ibâdethânelerin duvarlarına asan Osmanlılar, bunları daha ziyâde gönüllerine yerleştirerek kendilerine şiâr ve düstur edinmişlerdir. Bu temizlik, hem maddî hem de mânevî olarak gerçekleştirilmiştir. Çünkü temizlik, dînî vazîfelerle iç içedir. Günde beş vakit namaz için abdest alınmak suretiyle yüzler, eller, ayaklar ve ağızlar mütemâdiyen temizlenmiş olurdu. Ayrıca her yemekten evvel ve sonra mutlakâ eller yıkanırdı.

Temizlik husûsunun kusursuz olması için köylere varana kadar her tarafta hamamlar yapılmıştır. Türk evleri, son derece temizdir. Ayakkabılarla aslâ içeri girilmez. Her yer, namaz kılınabilecek derecede pırıl pırıldır. Evlerde hayvan beslemek diye bir şey yoktur. Hattâ kuş bile sokulmaz. Bu güzel hasletlerin tabiî bir neticesidir ki Osmanlılar, umûmiyetle gürbüz yapılı, kuvvetli kimseler olarak tebârüz etmiştir. Batılıların kendi ifâdeleriyle o dönemdeki temizlik mahrûmu obur Avrupa’nın tek bir şehrinde bile bütün Osmanlı mülkünden daha çok sakat ve biçimsiz insanlar vardı.

Meşhur Louvre (Luur) sarayında helânın unutulmuş olması, o zamanki Avrupa’nın temizlik husûsundaki hâlini ortaya koymak için kâfîdir. Nitekim bir zamanlar Fransa’da şemsiyenin, sokağa atılan kirli sulardan korunmak için kullanılmış olduğu da rivâyetler arasındadır.

Thevenot:
“Türkler sıhhatli yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiçbiri onlarda yoktur. İsimlerini dahî bilmezler. Öyle zannediyorum ki, Türkler’in bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık yıkanmaları ve yiyip içmedeki itidalleridir. Onlar, gâyet az yerler. Yedikleri de, hıristiyanlar gibi karma karışık değildir.” der.

“Yemeklerden evvel ve sonra elleri yıkamak, Türkler arasında vazgeçilmeyecek derecede umûmî bir âdet hükmünü almıştır.” diye ilave eder.

Tavernier:
“Türkiye’de sofradan kalkılır kalkılmaz mutlakâ ellerle ağızlar yıkanır. Önünüze sıcak suyla sabun getirilir. Büyüklerin konaklarında ya gül suyu veya güzel kokulu başka bir su da ikrâm edilir. Bunlarla da mendilinizin bir ucunu ıslatırsınız.” der.

Durdent:
“Türkler, dînî bir vazîfe olarak günde beş vakit namaz kılmak ve birçok defa abdest almakla mükelleftirler. Onlar bu şekilde rûhen de temizleneceklerine inanırlar.” der.

Dr. Brayer de:
“Osmanlı, yıkanıp temizlenmeyi hiçbir zaman ihmâl etmez. Tâkatten düşse bile çocukları, uşakları veya hanımı vasıtasıyla yıkanıp temizlenir. Öldüğü zaman da cenâzesi bile şeriât ahkâmına göre yıkanıp temizlenmeden tabutuna konulmaz. Oysa Avrupalılar, hastalandıklarında veya tâkatten düştüklerinde temizlik kaygısını umûmiyetle unutuverirler. Ölünce de evinde bulunabilen en kötü beze sarılıp dikildikten sonra tabuta konulurlar. Âilesi cesedinin en sathî bir şekilde temizlenmesini aklından bile geçirmez.” demektedir.

Özellikle Osmanlı Devleti’nin Anadolu ile stanbul havâlisine münhasır olan kısımlarında herhangi bir zâbıta vukûâtına pek rastlanmamıştır. Nâdiren meydana gelen zâbıta vukûâtının da, umûmiyetle hıristiyan unsurlar ve bilhassa Rumlar tarafından tertip edildiği tesbit olunmuştur. Bu hakîkat, Osmanlılar’ın ahlâkî seviye itibariyle ne kadar ileri bir millet olduğunu göstermeye kâfîdir. Gerçekten Osmanlılar’da yankesicilik, dolandırıcılık, hırsızlık, ihtikâr ve sahtekârlık tamamıyla meçhûl şeyler olmuştur. Öyle ki, evlerin kapıları her zaman ardına kadar açık bırakılabilir ve yahut tahta bir mandalla tutturulabilirdi. Dükkânlar da aynı vaziyetteydi. Köyler ve Türkmen aşîretleri arasında da bu emniyet vardı.

Bunlardan dolayı eski Türk zâbıtası âdetâ işsiz bir zâbıta şeklindedir. Avrupa müelliflerini asırlarca hayretler içinde bırakan bu ulvî ahlâk seviyesinin başlıca âmili, elbette ki Kur’ân-ı Kerîm’dir. Zîrâ diğer dînlere mensub kimselerde bu seviye görülmemektedir.

Nitekim Daily News gazetesinde neşredilen bir mektupta batı hıristiyanlığının îkâz edilerek ibret almaya ve intibâha dâvet edilmesi de, bundandır.

Du Loir, Devlet-i Aliyye’de müşâhede ettiği emniyet ve asâyiş hakkında şöyle der:
“Bu memlekette hemen hiçbir cinâyet hâdisesi olmaz! Eğer bir-iki fevkalâde hâdise zuhûr edecek olursa, onlar da ya ânî bir feverândan yâhut da yol kesen haydutların şekâvetlerinden ibarettir.”

Baltacı’nın Prut seferi esnâsında, bir müddet Osmanlı ordugâhında da bulunmuş olan meşhûr seyyah de La Motraye:
“Ben Osmanlı mülkünde takriben ondört sene kaldım. Bütün şekâvetler gibi hırsızlığın da son derece nâdir olduğunu gördüm. Husûsiyle İstanbul’da hiçbir hırsızlık hâdisesi olmadığına şâhid oldum. Yol kesip haydutluk yapanların cezâsı ağırdı. Ondört sene içinde bu cezâya altı haydut çarptırıldı.Bunlar da hep Rum ırkından idi. Türkler’de yankesicinin olduğu mâlum değildi. Bunun için ceplerin, el çabukluğundan korkusu yoktu...” der.

İngiltere’nin İstanbul sefirliğinde bulunmuş olan Sir James Porter, bir Türk ve İslâm düşmanı olmasına rağmen şunları söyler:

“Osmanlı’da yol kesme, ev soyma, dolandırıcılık ve yankesicilik gibi hâdiseler âdetâ meçhûl gibidir. Harp hâlinde olsun, sulh hâlinde olsun, yollar da evler kadar emîndir. Bilhassa anayolları takip ederek bütün Osmanlı mülkünü en mutlak bir emniyet içinde baştanbaşa dolaşabilmek her zaman mümkündür. Dâimî bir seyr u seferle yolcu adedinin çokluğuna rağmen vukuâtın fevkalâde azlığına hayret etmemek kâbil değildir. Nice yıllar içinde ancak nâdir hâdiselere tesâdüf edilebilir.”

Fransız generallerinden Comte de Bonneval:
“Haksızlık, tefecilik, tekelcilik ve hırsızlık gibi suçlara Türkler arasında rastlamak mümkün değildir. Gerek vicdânî bir akîdeden, gerekse cezâ korkusundan dolayı olsun, Türkler o kadar dürüstlük gösterirler ki, insan ister istemez onların doğruluklarına hayran kalır.” der.

Ubucini de şâhid olduklarını şöyle ifâde eder:
“Bu muazzam payitahtta dükkân sahipleri, herkesçe mâlum vakitlerde dükkânını açık bırakıp namaza gider. Geceleri evlerin kapıları alelâde bir mandalla kapatılır. Buna rağmen senede yalnız üç-dört hırsızlıkvak’ası bile olmaz. Ancak ahâlîsi sırf hıristiyanlardan ibaret olan Galata ile Beyoğlu’nda ise hırsızlık ve cinâyet vak’alarının yaşanmadığı birgün bile geçmez. Taşralarda da iffet ve istikâmet aynı derecededir. Son zamanlarda Daily News gazetesinde neşredilen mektubunda bir İngiliz seyyahının anlattığı şu menkıbeyi lütfen okuyun:

Bugün kendi eşyâmla arkadaşım olan eski bir Macar zâbitinin eşyâsını nakletmek üzre bir köylünün yük arabasını kiraladım. Sandıklar, port-mantolar, denkler, paltolar, kürkler, atkılar hep açıktaydı. Buralarda yatağın hayâli bile mevcût olmadığı için, ben, gece üstüne uzanmak üzere biraz kuru ot satın almak isteyince son derece nâzik bir Türk bana refâkat teklîfinde bulundu. Sonra da öküzlerini koşumdan çıkarıp bizim bütün eşyâmızla beraber sokağın ortasında bıraktı.Ben onun uzaklaştığını görünce arkasından seslendim:
“– Burada birisi kalmalı!” dedim.

Yanımdaki Türk hayretle sordu:
“– Niçin?”
Ben de:
“– Eşyâlarımızı beklemek için.” dedim.
Müslüman Türk şu cevabı verdi:
“– Ne lüzumu var? Merak etmeyin; eşyâlarınız bir hafta gece-gündüz burada kalsa bile dokunan olmaz.”

Ben de bu söz üzerine ısrar etmeyip oradan öylece ayrıldım. Döndüğümde hayretler içerisinde her şeyi yerli yerinde buldum. Hem de o sıralarda o yoldan Osmanlı askerleri mütemâdiyen gelip geçiyordu. Bu göz kamaştırıcı gerçek, Londra kiliselerinin kürsülerinden bütün hıristiyanlara îlân edilmelidir... İçlerinden bazıları belki rü’yâ gördüklerini zannedeceklerdir; ama artık uykularından uyansınlar!..”

Osmanlılar’daki dînî yaşayış, îmânı güçlendirdiğinden ve ictimâî dengeyi sağladığından hırsızlık ve gasba giden yollar vakıf müesseseleri ile kapanmış oluyordu. Maddî ve mânevî zaferlerin temelindeki müessir, helâl kazanç idi. Yavuz

Sultan Selîm Han’ın:
“Şâyet askerlerimin torbasında yabancı bağlardan koparılmış meyve görseydim, Mısır seferinden vazgeçerdim. Haramla zafer elde edilmez!” sözü meşhurdur.

Osmanlılar, doğruluk husûsunda eşsiz, nâmus konusunda da da son derece hassas bir gönül yapısına sahiptirler. Bu halleri, pek yüksek ve müstesnâ bir fazîlet arzeder ki, bu da, Kur’ân-ı Kerîm ile sünnet ahkâmından kaynaklanır.

Diğer taraftan Osmanlı’da doğruluk ve nâmus anlayışı, yalnız kendilerine değil, ırk ve mezhep ayırımı yapılmaksızın bütün milletlere karşı tatbik edilen umûmî bir şuûr hâlindedir. Bu gerçeği birçok misâllerde görebilmek mümkündür. Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde Osmanlı mülkünü tedkîk eden papazların, kızlarını bir medreseye gönderip de sabahleyin onlardan aldıkları Türkler’in nâmusları hakkındaki mâlumat ve benzeri gerçekler, kendilerini İslâm ile şereflendirecek kadar tesirli olmuştur.
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla