Medineweb Baş Editörü Durumu: Medine No : 14593 Üyelik T.:
15 Kasım 2011 Arkadaşları:15 Cinsiyet: Memleket:MEDİNEWEB Yaş:45 Mesaj :
12.998 Konular:
1405 Beğenildi:13210 Beğendi:9625 Takdirleri:30983 Takdir Et:
Konu Bu
Üyemize Aittir! |
Kur'ân nazil olduğu sırada, Araplar genel olarak “Allah” adı ile tanıdıkları bir yüce Tanrı'yı kabul ediyorlardı. Bu son derece açık bir husustur. [204]Ancak burada sorulması gereken bir soru var: Onların, Allah adıyla tanıdıkları bu yüce Tanrının, kendilerinin tapınma hayatlarında işgal ettiği yer ne idi? Gerek dinler tarihi kaynakları ve gerekse Kur'ân-ı Kerim'in verdiği bilgilere bakınca onların, sıkıştırıldıkları sırada, varlığını teorik planda itirafa mecbur kaldıkları Allah, fiili yaşayışlarında aktif olmayan, pasif bir varlıktı. Dolayısıyla Mekke müşriğinin zihin dünyasındaki “Allah” lafz-ı bî medlul (içi boşaltılmış bir kavram) idi. Onlar sıkıştırma halinde, akıl ve fıtratlarının gereği olarak ikrara mecbur kaldıklarında veya sadece denizde boğulma gibi bir ölüm kalım durumunda O'nu hatırlıyorlardı. Fakat bunların dışında, fiilen “Allahsız” yaşıyorlardı.
Allah, çok uzakta olan bir yaratıcı idi. Onu unutmuşlardı. Tapınmalarını değişik isimlerle yâd ettikleri “yarı tanrılar” vasıtasıyla yerine getiriyorlardı.
Arap yarımadasında bulunan Yahudilerde, Hristiyanlarda ve cahiliye Araplarında ortak bir özellik olarak, gözü kör edercesine atalara ve ataların yaşayan temsilcisi olarak kabilelerin efendilerine itaat anlayışı esastı. Bu durumun tam bu noktada mutlaka ifade edilmesi gerekir. Bu itaat; kitlenin dini, sosyal ve hatta ekonomik hayatının yegâne belirleyici unsurudur. Yasak-serbest, doğru-yanlış, haram-helal sınırlarını belirleme yetkisi tartışmasız bir biçimde bu efendilere aittir. Bu efendiler kendilerine teslim olmuş kitlelerden öylesine güç almışlardır ki, bundan böyle onları sınırlayacak hiçbir gücün olmadığına inanmışlar ve buna göre davranır hale gelmişlerdir, işte Kur'ân’ın bu çerçevede onlar için uygun bulduğu nitelik; kendilerine gösterilen itaat ve güvenden hareketle, hakka ve hakikate başkaldırmaya sevk eden lider anlamında [207] “tağuttur”. [208]
Tağut durumunda olan efendiler, kendilerine güvenen ve itaat eden kitleyi peşlerine takarak, her türlü azgınlığa sevk edebilmektedirler. Hatta insanlar arasında hadis olarak meşhur olmuş, “İnsanlar meliklerinin dini üzerindedir” sözü, Arapların bu anlayışlarını yansıtan atasözlerinden birisidir. [209] Ancak ölüm ve statü değişimi sonucu oluşan yeni şartlar, yeni lider, yeni ilah ve yeni ibadet tarzı oluşturabilmektedir.
Bu durum, birçok ilahın ve farklı ibadet tarzlarının doğmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla nüzul dönemi Arap yarımadasında görülen ve Kur'ân tarafından şirk olarak değerlendirilen birçok davranış tarzının ilk örneklerini, geçmiş atalarının davranış ve anlayışlarında bulmak mümkündür.
Nitekim Mekke putperestliğinin atalar geleneğinde yer alan bir anlayış ve davranış tarzı olduğu, Kur'ân-ı Kerim'in, Arapların ataları olan Hz. İbrahim'in Allah'a dua ederken, çocuklarının putperest olmamaları için yakarmasından anlaşılmaktadır:
“Hani, İbrahim: “Ey Rabbim” demişti, “Bu beldeyi emin kıl; beni ve çocuklarımı putlara (asnâm) tapmaktan ebediyen uzak tut!” [210]
“Hani, o babasına ve kavmine ''Nelere kulluk ediyorsunuz?” diye sormuştu. Onlar da: “Putlara kulluk ediyoruz“ (asnâm) diye karşılık verdiler “ve her zaman kendini onlara adamış kimseler olarak kalacağız.” [211]
Burada üzerinde durulması gereken bir başka husus da şudur: Taştan, odundan, madenden yapılmış timsallere veya yerine göre hayvanlara tapınmanın, gök cisimlerini ilah edinmenin mantığı nedir? Dönemin insanları bu varlıklara doğrudan, bizatihi maddi varlıkları için mi ibadet ediyorlardı, yoksa bunlar birer sembol değer olarak mı kabul ediliyordu? Bu konu üzerinde araştırma yapan hemen herkesin ulaştığı sonuç, hiçbir varlığa, sırf kendisi için tapılmadığı gerçeğidir. Her put kendi içinde belirli anlamlar taşıyan bir semboldür. Taştan veya tahtadan yapılan bir puta el sürmek veya ona boyun eğmek, gerçekte bizzat onun kendisine değil ama ona yüklenen anlama göre, ulaşılmak istenen maksada yakınlaşmak demektir.[212] Bunu zaten Mekke müşrikleri de, “Biz putlara ibadet ediyoruz, çünkü onlar Allah katında makbul olan şahısların sembolleridir, bundan dolayı biz onların şefaatlerini umuyoruz,” sözleriyle ifade etmektedirler.[213]
Bu anlayışın etkili bir örneği Nûh (71) suresi 23. âyetinde konu edinilmiştir. “Çünkü onlar (kendilerine uyanlara): “Tanrılarınızı hiçbir zaman terk etmeyin. Ne Vedd, ne Suvâ', ne Yeğûs, ne Ye'ûk ve ne de Nesr'i terk etmeyin!” demişlerdi.” Burada tanrı (âlihe) olarak bahsi geçen bu beş isim, îbn Abbas'ın naklettiğine göre, geçmişte salih olduğuna inanılan bazı insanların, mesajlarını kendilerine hatırlatacak sembolleri olarak yapılmış, fakat daha sonra medlulleri unutularak, kendilerine tapınılmıştır. Ancak bu tapınma olayında maksat, putların yüceliğine ve üstünlüğüne karşı bir boyun eğiş değil, yaşamış olan salih kimseleri tazimdir. Böylece onlar, Allah katında kendilerine şefaatçi olurlar düşüncesiyle putlara tapıyorlardı. Bu konuyla ilgili olan; “Biz onlara ancak, onlar bizi Allah'a iyice yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” [214]âyetinde kastedilen hususun da bu olduğu müfessirler tarafından söylenmiştir.[215]
Üslup ve semantik açıdan şefaat/Yaşar Düzenli
|