Soyut olana inanmanın zorluğuna katlanamayan âdemoğlu, somut varlıklar peşine düşerek, gayb olan Allah'a da O'na gordükleriyle sadece mukayese ederek değil, çoğu zaman birebir özdeşleştirerek inanmaya başlamıştır. Antropomorfist anlayış olarak tarih sahnesinde yerini alan bu yaklaşım tarzını Kur'ân, “Onların çoğu şirk koşmadan Allah'a inanmazlar” şeklinde değerlendirmektedir. Buna göre Allah bir kraldır. Kral, ne düzeyde güçlü olursa olsun, her halükarda yardımcıya, aracıya, bilgilendirilmeye ihtiyaç duyacaktır. Sorun sadece Allah açısından değil, O'nunla ilişki ve irtibat kuracak kişi açısından daha büyük oranda söz konusudur. Bu sebeple kralın nezdinde sözü geçerli olabilecek itibarlı kişilerle yakınlık kurmak suretiyle, onun iyilik ve ihsanına nail olmak, öfkesinden de emin olmak takip edilecek yegâne yol olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekte şefaat düşüncesi bu türden bir anlayışın ürünü olarak doğmuş ve gelişmesi de büyük oranda bu bağlamda gerçekleşmiştir. Kur'ân, kendi elleriyle yaptıkları melekleri ve zihinlerinde oluşturdukları farklı yüce ruhları temsil eden sembollere ibadet eden, bu ibadetleri vesilesiyle Allah'a yakınlaşabilecegini ve bu varlıkların Allah katında kendileri için şefaatçi olacağını açıkça söyleyen bir toplumda, Tevhid inancını gönüllere nakşetmek için nazil olmuş bir kitaptır. Kur'ân’ın, Tevhid inancını anlatım tarzının, tedricî, hitap ettiği toplumun temel değer yargılarını, örf ve adetlerini dikkate alan, böylece bağcı dövmek değil, üzüm yeme yolunu tercih eden bir üslup takip ederek, kırıp dökmeden, ilahi rehberliği bütün boyutlarıyla ortaya koymak olduğu görülmektedir.
Kur'ân, asla hitap ettiği kavmin mantığına mahkûm olmamış, bilakis bu mantığı değiştirmeye gelmiş bir kitaptır. Ancak onun gerçekleştirdiği değişim, tepeden, baskıcı bir yöntemle ve muhatap kitleyi ve onların anlayış ve davranışlarını yok sayarak değil, bilakis onların arasına girerek, bir bakıma onlarla birlikte yaşayarak, onların dilini ve dile dayalı tüm argümanlarını kullanarak gerçekleşmiştir.
Şefaat konusu da Kur'ân’ın, muhatap toplumda son derece köklü ve o derece belirleyici bir nitelikte bulduğu ve kendi temel ilkeleriyle çatıştığı için değiştirilmesi kaçınılmaz olarak gördüğü bir inanç tarzıdır. İfade etmek gerekir ki, Kur'ân'ın, emanet olarak isimlendirdiği sorumluluk bilincinin yok olduğu tüm toplumlarda, bu türden inançların olması kaçınılmazdır.
Temel mesajlarından birisi olarak; Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez, kişinin yaptığı her iyilik kendi lehinedir, her kötülük de kendi aleyhine diyen bir kitabın ise, bu türden bir inancı ilkesel anlamda bağrına basması mümkün değildir. Ne var ki, bu inancın tashihini kendine mahsus bir üslupla yapmıştır.
Yaşar Düzenli
|