Birleşmiş Milletler kürsüsünde yıllardır tekrarlanan cümleler, bir yazgının başa sarılıp yeniden okunmasından başka bir şey değil.
İki devletli çözüm defalarca dile getirildi, kararlar alkışlarla hem de eller patlayıncaya kadar sürdürülen alkışlarla kabul edildi. Kameralar önünde zeytin dalları sallandı, diplomatlar birbirine beyaz dosyalar uzattı. Fakat her seferinde umut gibi sunulan bu sahne, bir sonraki bombardımanla, bir sonraki yerleşim hamlesiyle, bir sonraki yıkımla paramparça edildi. Yaser Arafat’ın 1974’te kürsüye çıkıp bir elinde silah bir elinde zeytin dalı ile yaptığı konuşma tarihe kazındı. Oslo süreci imzalarla bir umut gibi sunuldu. Fakat yine ve yine işgalin fıtratına yerleşmiş olan sadakatsizlik, her mutabakatı, her anlaşmayı, her protokolü kâğıt yığınına çevirdi.
Bugün Filistin’in tanınması yönünde ülkelerin tek tek attığı adımlar manşetlere, ekranlara umut cümleleriyle yansıyor. Bu tanımaların Gazze’de çocukların cansız bedenleri morglara taşındıktan, kadınların giysileri sokak aralarına savrulduktan, evler yerle bir olduktan sonra gelmesi insanı sevindirmekten çok insanlığın gecikmişliğini yüzüne çarpıyor. Bir devletin tanınması eğer o devletin çocukları diri diri gömülürken ilan ediliyorsa hangi anlamı taşır. Bir bayrağın BM’de dalgalanması altında yaşayan halkı koruyamıyorsa neyin sembolüdür? İspanya Başbakanı Pedro Sánchez, yalnızca tanımakla yetinmedi, aynı zamanda İsrail’in işgal politikalarına karşı yüksek sesle konuştu, Avrupa’nın suskunluğunu kırmaya cesaret etti. İspanya’nın gösterdiği bu irade, yıllardır diplomasi koridorlarında ezberlenen cümlelerden daha kıymetli bir anlam taşıyor. Çünkü Filistin’i tanımak tek başına yetmez, bu tanımanın ardında adalet talebini dile getirmek, işgali açıkça mahkûm etmek ve hukukun gereğini savunmak gerekir. İşte bu yüzden İspanya kadar olamayanlara bakınca, aslında kimin cesur olduğunu, kimin sadece kâğıt üzerinde insanlıkla yan yana durduğunu görmek zor olmuyor. Filistin’i yalnızca tanımakla kalmayıp bu tanımanın gereğini yerine getiren, çıkarlarının konforunu değil vicdanının sesini dinleyen her ülke ve her lider, bugün insanlığın onurunu da koruyor.
İslam İşbirliği Teşkilatı’nın işlevsizliğini, toplanıp kınayıp ayrılmasını dile getirdikten sonra Birleşmiş Milletler’in farklı bir akıbeti olduğunu düşünmek de safdillik olur. Çünkü insan hayatını koruyamayan, on milyonlarca insana karşı en basit yaptırımı dahi uygulayamayan, İsrail’in işgal siyasetine karşı tek bir caydırıcı adım atmayan bir yapı gerçekte birleşmiş değil, çıkarları gereği dağılmış devletlerin tiyatrosudur.
Gazze’de akan kan Ukrayna’da akan kandan daha mı ucuzdu da Batı başkentleri birinde dakikalar içinde özel oturumlar açarak milyarlarca dolarlık silah yardımlarını devreye sokarken diğerinde yıllardır süren işgale karşı en basit yaptırımları bile ABD vetosunun gölgesinde havada asılı bıraktı?
Filistin’in sesi bugün duyurulmak zorunda değil; çünkü o ses zaten duyuldu. Taş atan çocukların direncinde, kamplarda açlığa mahkûm edilenlerin çığlığında, bombalar altında yere düşen annelerin gözyaşında, Sumud Filosu’nda, Madleen’de, dünyanın her yerinde meydanlardaki isyanlarda tarihe kazındı. Sorun sesin duyulmaması değil. Sorun duymamakta ısrar edenlerin yüzü. New York’ta lüks salonlarda insan haklarını tartışanların, aynı saatlerde Gazze’de bombaların parçalanmış bedenlerini görmezden gelen ikiyüzlülüğü.
Alt
Konu Hâdimul İslam tarafından (29 Eylül 2025 Saat 13:51 ) değiştirilmiştir.
|