İstiklal Marşından Bugüne Bir Vicdan Hikayesi
Mehmet Akif Ersoy 152 yaşında-
20 Aralık 1873. Takvim yaprağında sıradan bir tarih gibi durur; oysa bu tarih, bir milletin vicdanının dünyaya geliş günüdür.
Mehmet Âkif Ersoy yalnızca bir şair olarak doğmadı;
bir çağın ahlaki terazisi, bir toplumun kendine tuttuğu ayna, bir milletin en zor zamanlarında konuşmayı seçen suskunluğu olarak geldi dünyaya. Bugün yaşasaydı 152 yaşında olacaktı; fakat rakamlar Âkif’i anlatmaya yetmez. Çünkü Âkif, biyolojik yaşı aşan nadir insanlardandır.
Onun yaşı, istiklal fikriyle, haysiyet duygusuyla, utanma ve sorumluluk bilinciyle ölçülür.
Mehmet Âkif’in hayatı, konforlu bir entelektüel serüven değildir. O, hiçbir zaman masanın güvenli tarafında yazmadı. Kalemi, kürsüye yaslanmış bir bilgenin değil;
sokakta yürüyen, camide diz çöken, cephede üşüyen, yoksulun evinde susan bir adamın kalemiydi. Onun şiiri süslenmek için değil,
uyandırmak için yazıldı. Bu yüzden mısralarında estetik kadar sarsıntı, ahenk kadar hesaplaşma vardır. Âkif, kelimeleri okşamaz; kelimelerle omuz silkeler, kelimelerle silkeler bizi.
İstiklal Marşı’nı yazan şair olarak anılır; ama
İstiklal Marşı, Âkif’in yazdığı bir metin değil, yaşadığı bir hayattır. Marş, bir anın değil, bir ömrün damıtılmış halidir. “Korkma” diye başlayan o sesleniş, bir edebi tercih değil;
bir ahlaki zorunluluktur. Âkif, korkunun bulaşıcı olduğu zamanlarda cesareti hatırlatmayı görev bildi. Çünkü onun dünyasında şiir, estetik bir kaçış değil;
etik bir müdahaledir.
Mehmet Âkif’in dindarlığı sık sık yanlış anlaşılmıştır. O, inancı bir kimlik etiketi olarak değil,
bir sorumluluk rejimi olarak yaşadı. İnanç, onun için başkalarını yargılamanın değil,
kendini hesaba çekmenin adıdır. Bu yüzden iktidarların, kalabalıkların, sloganların değil;
vicdanın tarafında durdu. “Ben ezelden beridir hür yaşadım” diyen ses, yalnızca bir milletin değil,
bir müminin ahlak bildirgesidir. Âkif için özgürlük, keyfilik değil;
emaneti layıkıyla taşımaktır.
Onun yoksullukla kurduğu ilişki romantik değildir. Fakirliği yüceltmez, sefaleti kutsamaz. Ama yoksulun onurunu korur. Çünkü Âkif, insanı ekonomik durumuyla değil,
ahlaki duruşuyla değerlendirir. Safahat’ta karşımıza çıkan karakterler, edebi figürler değil;
yaşayan yaralardır. O yaraları teşhir etmez; anlamaya çalışır. Ve anlamadan konuşmaz. Bu yüzden dili serttir ama merhametsiz değildir.
Merhameti sessizdir, bağırmaz.
Mehmet Âkif, modernleşme tartışmalarında da kolaycı bir yerde durmaz. Ne körü körüne Batı hayranıdır ne de içine kapanık bir gelenek savunucusu. O,
geleneği omurgası, yeniliği ufku olarak görür.
Geçmişe saygı duyar; ama geçmişi kutsallaştırmaz. Geleceğe bakar; ama geleceği putlaştırmaz. Bu denge, bugün hâlâ en çok ihtiyaç duyduğumuz fikri erdemlerden biridir. Âkif, bize şunu öğretir:
İlerlemek, köksüzleşmek değildir.
Sürgün yılları, Âkif’in yalnızlığını derinleştirir. Mısır günleri, bir şairin değil;
bir yurt hasretinin hikâyesidir. O, vatanından uzak kaldığında bile vatanını araçsallaştırmaz. Ne ajitasyon yapar ne mağduriyet devşirir. Sessizleşir. Ve bu sessizlik, belki de onun en gür konuşmasıdır. Çünkü Âkif, konuşmanın değil;
susmanın da ahlakı olduğuna inanır.
İstiklal Marşı için verilen ödülü reddetmesi, bir jest değildir.
Bir ilke beyanıdır. Para, onun dünyasında emeğin karşılığı olabilir; ama
istiklalin bedeli olamaz. Bu tavır, bugün sıkça unuttuğumuz bir şeyi hatırlatır: Her şey satın alınabilir değildir. Bazı değerler, ancak taşınır. Ve Âkif, o değerleri ömrü boyunca sırtında taşıdı.
Mehmet Âkif yaşasaydı bugün ne söylerdi? Büyük ihtimalle yine yüksek sesle konuşmazdı. Ama rahatsız edici sorular sorardı. Kalabalıkların alkışladığı yerlere mesafeli durur, sessizce kenara çekilip not alırdı. Ahlakın bu kadar kolay tüketildiği, sözün bu kadar ucuzladığı bir çağda, sözün ağırlığını hatırlatırdı. Ve muhtemelen yine sevilmezdi. Çünkü Âkif, sevilmek için yazmadı. O, doğruyu söylemek için yaşadı.
Bugün Mehmet Âkif’i anmak, bir tören işi değildir. Onu yıldönümlerine hapsetmek, en büyük haksızlıktır. Âkif, vitrine konulacak bir figür değil;
hayata sokulacak bir ölçüdür. Onun metinleri, yalnızca okunmak için değil;
hesap vermek için vardır. Kendimize, toplumumuza, inancımıza, vicdanımıza dair.
152 yaşında bir Âkif düşünmek zor. Ama 152 yıllık bir sorumluluğu taşımak mümkün. Çünkü Âkif hâlâ aramızda; her suskunlukta, her itirazda, her “korkma” deyişimizde
. O, geçmişte kalmadı. Bizimle yürüyor. Ve belki de asıl soru şu: Biz, onunla yürümeye hazır mıyız?
Gazete us