Tekil Mesaj gösterimi
Alt 14 Mayıs 2009, 18:10   Mesaj No:7

eyyup_

Medineweb Acemi Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:eyyup_ isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 7979
Üyelik T.: 04 Mayıs 2009
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 19
Konular: 0
Beğenildi:0
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart RE: DİNLER ARASI DİYALOG=ÇAĞDAŞ BİR FİTNE HAREKETİ

Bir ittifaktan söz ediliyor; Îsevîlerin hakiki dindarları ile Müslümanlar arasında gerçekleşecek bir işbirliği haber veriliyor. “Hakiki dindar” ifadesi çok önemlidir ve siyasi oyunlar sergilemek, maddi menfaat temin etmek için değil, doğrudan din namına yapılacak bir ittifak söz konusu. Düşman olarak da zındıka gösteriliyor. Bütün dinsizlik cereyanları ve her türlü ahlaksızlık şebekeleri bu terimin içine girer.

Üstadın şu ifadelerini de aynı mantık içinde değerlendirebiliriz:

“Şimdi bu acib zamanda, îmanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden, hırıstiyan bile olsa onlarla medar-ı niza noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.” Kastamonu Lahikası, 247

Bu mesajın, diyalog olmaksızın uygulama sahasına gireceğini bekleyebilir miyiz?

İkinci mesaj:

“Nasraniyet, ya intifa ya ıstıfa bulacak. İslam’a karşı teslim olup terk-i silah edecek.” ( Sözler, 703)

Hıristiyanlığın ya tamamen söneceği, yahut teslis ve benzeri yanlışlıklardan temizlenerek İslam’a teslim olacağı haber veriliyor.

Bunun tahakkuku için de diyalog şart değil mi?

Îsâ aleyhisselamın yer yüzüne ineceğini haber veren hadis-i şerif konusunda, yine Nur Külliyatında yapılan şu açıklamalar da sözünü ettiğimiz ikinci mesajı desteklemektedir:

“Tabiiyyun, maddiyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiyye vasıtasiyle intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir.

İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i Îsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan Îsevîlik dîni zuhur edecek, yâni rahmet-i İlâhiyyenin semasından nüzûl edecek; hâl-i hâzır Hıristiyanlık dîni o hakikate karşı tasaffi edecek, hurâfattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb edecektir… Ve Kur’ana iktida ederek, o Îsevîlik şahs-ı manevisi, tâbi; İslamiyet, metbû’ makamında kalacak. Dîn-i Hak, bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.” (Mektûbât, 57)

Konunun bir başka boyutuna da kısaca değinmek istiyorum:

Bir Müslüman olarak, bizim gibi düşünmeyen din kardeşlerimiz hakkında “su-i zan, tecessüs, gıybet, iftira ve tekfir”den hassasiyetle sakınmamız gerekir. Şahsî kanaatimiz, dinler arası diyalogun Müslümanlara zarar vereceği istikametinde olabilir. Bunu fikir hürriyeti içinde değerlendirir ve hürmetle karşılarız. Ancak, aksini düşünen bir Müslüman’ı hemen tenkit ve itham etmek yerine, kendisiyle bizzat görüşüp gerekçelerini dinlememiz gerekir. Bu karşı fikrin gerekçesinde, “İslâm dininin intişarı ve Müslümanların bütün dünyada daha bir rahat ortamda dinlerini yaşamaları ve başkalarına da tebliğ etme imkanı bulmaları” gibi ulvî gayeler varsa, kendilerini itham etmeye hiç hakkımız yok demektir. Bir kişi söz konusu diyalogu, “İslâm’a ve Müslümanlara zarar verme” niyetiyle desteklemiş olacak ki, kendisine karşı çıkalım ve onunla gerekli fikir mücadelesine girişelim.

Bazılarının bu hususta çok aşırı giderek kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir ettiklerini, küfürlerine hükmettiklerini işitiyoruz. Tekfir konusunda, alimlerimiz şöyle bir kural ortaya koymuşlardır:

“İman, kalbin kabulü ve dilin ikrarıyla sabit olduğu gibi, küfür de kalbin reddi ve dilin bunu ifade etmesiyle tahakkuk eder.”

Buna göre, bir mümin, İslâm’ın ruhuna ters düşen bir takım davranışların içine girmişse onun küfrüne hemen hükmedemeyiz. Çünkü ne kalbine nüfuz edebilmiş, ne de dilinden İslâm’ı reddeden bir söz işitmişizdir.

Ehl-i sünnet itikadına göre, “Bir kişinin küfrüne doksan dokuz delil bulunsa, imanına ise bir tek delil olsa, müftü bu tek delile göre hükmeder.”

Bu konuda Allah Resulünün (asm.) şu hadis-i şerifi tüyler ürperticidir ve hepimizi azami dikkate davet eder:

“Bir kişi diğerine kâfir dediğinde, o söz havada kalmaz. Eğer karşısındaki gerçekten kâfir ise söz ona ulaşır. Eğer değilse geri döner ve o sözü söyleyeni kâfir yapar.”

Son söz:

Müslüman, içine kapalı bir tip değildir. Kur’an-ı Kerim’de “en hayırlı ümmet” olduğumuz haber verilirken, bunun gerekçesi de “doğruyu ve güzeli başkalarına anlatmamız ve onları yanlışlardan ve yasaklardan men etmemiz” şeklinde ortaya konulmuştur. Bütün peygamberlerin ortak yolu, Allah’ın kullarını irşat etmek, onları küfürden, şirkten ve isyandan kurtarmağa çalışmaktır.

O halde, kendimizi, batıl yolda gidenleri öldüren bir katil tip olarak değil, onları doğruya ulaştırmaya çalışan bir ıslahçı olarak takdim etmeli ve bunu yaşayışımızla da sergilemeliyiz.

Şimdi iç alemimize dönelim ve kendimizle şöyle bir hesaplaşalım:

“Ben İslâm’ın nurundan mahrum kalan insanlara acıyıp onları kurtarmaya mı çalışıyorum; yoksa onları hayatlarına son vererek cehenneme göndermek için fırsat mı kolluyorum? Eğer nefsim bu ikinciden yana ise ben “Peygamberlerin ortak çizgisinden sapma gösteriyorum.” demektir. Kendime gelmeli, görevimi iyi belirleyip ona göre çalışmalıyım.

Bir doktorun hastaya değil hastalığa düşman olması gibi, Peygamberimiz de şirke düşmandı, ama müşrike acıyor ve onu kurtarmaya çalışıyordu. Ben sevgili peygamberimin bu sünnetine ne ölçüde uyum gösteriyorum?

Böyle bir iç diyalog bizi diyalog konusunda da en isabetli kararı vermeğe götürecektir.

Alaaddin Başar (Prof.Dr.)
Alıntı ile Cevapla