Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Hz.Muhammed(s.a.v) (https://www.forum.medineweb.net/261-hzmuhammedsav)
-   -   Sevgili Peygamberim(Tüm Ciltler)-Medineweb (https://www.forum.medineweb.net/hzmuhammedsav/10922-sevgili-peygamberimtum-ciltler-medineweb.html)

NUR 22 Mart 2009 22:35

Sevgili Peygamberim(Tüm Ciltler)-Medineweb
 
SEVGİLİ PEYGAMBERİM



Yemen, Habeşistan Krallığına bağlı bir valilikti. Kısa boylu, şekilsiz, hilekar ve ihtiraslı biri olan vali Ebrehe, eyaletinde yaşayan arapların her sene akın akın Kabe'yi ziyaret için Mekke'ye gitmelerine sinirleniyordu. Bu sebeple, bu koyu hırıstiyan, San'a şehrinde devrin en namlı mimar ve ustalarına gayet süslü gösterişli büyük bir kilise yaptırdı ve ismini "Kuleys" koydu.

Bunun ardından da Habeş Kralı'na mektup yazarak arapların şimdiden sonra hac için ancak "Kuleys"i ziyaret edebileceklerini; Mekke'ye gitme maksadıyla hiç kimseye izin vermeyeceğni zira bu yüzden ülkesinin büyük maddi zararlara uğrıdığını bildirdi... Böylece kralın da izin ve desteğini almıştı...

Ebrehe'nin kararı, az zamanda her tarafa yayıldı... Böyle bir engelleme niyeti Yemen'li arapları fena halde öfkelendirmişti. Nukayl isminde bir yerli, Kuleys kilisesine girerek orada ibadet ediyormuş gibi üç gün-üç gece kaldıktan sonra kimsenin olmadığı bir zamanda vurdu, kırdı, içeriyi harabeye çevirdi ve ihtiyacına yaparak kirletti ve kayıplara karıştı. Ebrehe ağır bir hakarete uğramıştı.

Bir grup arabın kaza sonucu çıkardığı yangınla kilisenin tahta bölmeleri de yanınca vali, iyice küplere bindi.. Ebrehe'nin intikam kararı işitilmemiş cinstendi..

Kabe'yi yıkıp yerle bir etmek, enkazı fillerle Yemen'e taşımak ve Mekkelileri esir almak için dörtbin Fil ve üçyüzbin Habeşliden kurulu ordusu ile harekete geçti.

Düşmanın, Mukaddes Kabe'yi yıkmak üzere gelmekte olduğunu öğrenen Kureyşlilerin keyfi kaçmıştı. Bunun üzerine Mekke Emiri Abdülmuttalib, içlere su serpici şu kısa konuşmayı yaptı:

-Ey Kureyş kabilesi; endişeye kapılıp, huzurunuzu bozmayın!... Yemen ordusu gelip Kabe'yi yıkamaz; Kabe'nin sahibi vardır. Onu koruyacağından şüpheniz olmasın. Ama ferman-ı ilahi böyle ise kim mani olabilir?

Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, o günlerde gördüğü bazı rüyaları kendine göre tabir ederek böyle diyordu; ama aslında O'nun da kalbi rahat değildi...

Bir müddet sonra Mekke çevresine gelen düşman öncüleri, arapların koyun ve develerini alıp götürdüler. Götürülenler arasında Abdülmuttalib'in dörtyüz seçme devesi de bulunuyordu.

Abdülmuttalib, düşmana elikolu bağlı teslim olmak için Kureyşli yiğitlerle beraber silahlanıp, pusatlanarak cins arap atlarına binip vakit kaybetmeden Sebir dağana çıktılar.

Dağda insanı hayret ve hayranlığa düşüren bir olay meydana gelid.

Adem aleyhisselam'dan beri aziz Peygamberimiz'in atalarının birinden diğerine geçe geçe en sonunda dedelerine ulaşan "Muhammed nur", Abdülmuttalib'in alnında ayın ondördü gibi parlayıp ışık saçmaya başladı. Öye ki bu parlak ışık aşağılarda gecenin karanlığana bürünen Mekke'nin üzerine kadar yayılıyordu. Nurun alnında yine bütün güzellği ile belirmesi üzerine, Abdülmuttalib, silah arkadaşlarına:

-Dönün! dedi. Şehrimize gidiyoruz. Zafer bizimdir! Bu nur ne zaman alnımda işımışsa o dem düşmana

galip gelmişizdir.

Mekke önlerine gelmelerinden az zaman sonra Ebrehe, beldeyi teslim alıp, Kureyşlileri yerlerinden, yurtlarından sürüp atması için yardımcılarından biri komutasında asker gönderdi. Kureyş emiri Abdülmuttalib'le yaptığı görüşmede O'nun heybetinden komutanın aklı başından gitti, dili dolaştı ve olduğu yere yığıldı. Boğazlanan bir dana gibi böğürüyordu.

Biraz sonra korkusu yatışan düşman komutanı, kendini toparlayınca yeri öptü ve Abdülmuttalibe:

-Kureyş'in en üstünü olduğun besbelli. Buna bütün kalbimle inanıyor ve şahid oluyorum, dedi...

"Mekke fatihi" olmak hayali ile gelen Ebrehe'nin adamı, muhatabının nurlu yüzü ve ciddi halinden ürkmüştü. İşte şimdi yerlere kapanmış vaziyette böyle konuşuyordu.. Hiç bir şey yapamadan askerleri ile beraber yüzgeri edip oradan savuştular...

Abdülmuttalib, develeri istemek üzere Ebrehe'nin konakladığı Taif'e gitti. Mağrur kumandana Kureyş reisinin geldiğini haber verdiler. Ebrehe, Abdümuttalib'i görünce elinde olmayarak ayağa kalkıp baş köşeye oturttu ve ne istediğini sordu. Abdülmuttalib:

-Adamların develerimi götürmüş; emir ver de iade etsinler!..dedi. Ebrehe:

-Ben buraya Kabe'yi yıkmak için geldim!!! Bu mes'ele üzerinde hiç durmuyorsun da develerini istiyorsun! şeklinde konuşunca Abdülmuttalib, Valinin ne demek istediğini anlamıştı:

-Develer benim olduğu için istiyorum; Kabe ise "Allah'ın evi"dir. Yüce Allah, O'nu düşmanın şerrinden muhafaza eder, dedi.

Bu konuşmalar olurken Ebrehe'nin "Mahmude" ismindeki ak renkli, en gözde fili oraya getirilmişti. Diğer filler öğretildiği biçimde Ebrehe'ye bir takım bağlılık hareketleri yaptıkları halde bu hayvan böyle davranışlara hiç yanaşmadı.

Ak fil, Abdülmuttabib'i görünce deve gibi çöküp sevgi gösterisi yapmaya başladı. Filin hareketi şaşkınlık uyandırmıştı. Bir müddet herkes konuşmayı unutmuş gibi sustu. Allahü teala, dile gelmesine izin verince fil, açık bir ifade ile, Kureyş liderinde gördüğü "Son Peygambere ait nur"a selam verdiğini söyledi...

Ebrehe, develeri sahibine iade etti; fakat Abdülmuttalib'in "Mekke mallarının üçte birini verelim bizlerle uğraşmaktan vaz geçerek geri dönün" teklifini kabul etmedi.

Teklifi reddedilen Mekke emiri, şehrine dönerek, Kabe'ye geldi ve kapının kulpundan tutarak yaklaşan tehlike için yana yana Allah'a yalvarmaya başladı. Düşman, Ebrehe'nin komutasında en önde meşhur ak fil olduğu halde sırtlarına süslü ve pahalı kumaşlar atılı filler, hücuma hazır askerlerle iyice Mekke'ye yaklaştı... Şehirde rahatsızlık son noktadaydı.

Tam bu sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. "Mahmude" Mekke üzerine yürümüyordu. Halbuki Ebrehe, her harpte olduğu gibi bu defa da büyük işler başaracağını ümid etmişti. Hayvanı döğmelerine, üstünde değnekler kırmalarına, her yolu denemelerine rağmen adım attırmadılar.

Yemen ordusu bu mücadelede iken gökyüzü "Ebabil" denilen ve bu bölgede daha önce görülmemiş siyah renkli, yeşil boyunlu, ufak gagalı, uzun ayaklı dağ kırlangıçları ile doldu. Kuşların gagaları ile ayaklarında nohuttan küçük mercimekten büyük taşlar vardı ve her taştan bir düşmanın ismi yazılışdı.

Kafileler halinde gelerek önce Kabe-i Şerif'in etrafında uçup tavaf yaptılar, sonra düşmanı taş yağmuruna tutmaya başladılar.

Kuşlar, taşı yukarıdan bıraktıça isabet alan askerin tepesinden girip ayağından çıkarak onu hemen öldürüyordu. Hatta süvari olanların atları ile beraber canı çıkıyordu.

İstilacı orduda müthiş bir bocgun başladı. Etleri lime lime dökülerek ölüyor; Ebrehe de içlerinde olduğu halde perişan bir vaziyette Yemen'e doğru kaçıyorlardı.

Fakat, düşmanı havadan takip ederek kovalayan bu minik kuşlar, firarilerin de çoğunu öldürdü. Kaçanlardan bir kısmı yollarda telef olmuş; kurtulanlar anca yemen'de nefe alabilmişti. Mağrur Ebrehe başşehir San'a'ya varabildi ama cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Parmak uçlarından kan ve irin akıyordu. Parmakları çürüyüp düştü ve bir müddet sonra yüreği çatlayarak feci şekilde öldü.

Ebrehe'nin yardımcısı ise kaça kaça ta Habeşistan'a gelmiş, olanları bir bir krala hikaye ediyodu. Kral:

-Bunlar ne biçim kuşlarmış ki hep seçme askerleri öldürmüş? diye hayretini açıklarken bir kuş vali muavininin başı üstünde dönmeye başladı.

-İşte, dedi adam, bu kuşlardan, bu kuşlardan!.. Cümleyi yeni bitirmişti ki, o da bir Ebabilin attığı taşla oracıkta öldü...

Binlerce asker ve Mahmude'den başka bütün filler ölmüştü. Birkaç gün sonra insan ölüsü ve hayvan leşleri dayanılmaz bis bir koku yaymaya başladı. Mekke yaşanmaz olmuştu. Bunun üzerine Abdülmuttalib, Kabe'ye giderek Cenab-ı Hakka bu kokudan kurtulmak için dua etti.

Duanın peşinden öyle müthiş bir yağmur yağdı ki ırmaklar gibi kabaran seller, ceset ve leşleri alıp götürdü.

Kureyş kabilesi, doğumuna iki ay kadar bir zaman kala iki cihanın baş tacı Sevgili Peygamberimiz'in Allah katındaki eşsiz hatırından dolayı büyük bir düşman tehlikesini atlattığı gibi, kaçan ordunun geride bıraktığı mallara da ganimet olarak sahip olmuştu.

Ebrehe'den sonra iki oğlu yerine valilik yapmışsa da bu saltanat, kısa sürmüş ve tacı tahtı batıp gitmiştir.

Araplar, bu vak'anın geçtiği tarihe "Fil yılı" ismini vermiş ve Kureyş'in Allah indinde makbul olduğuna kanaat getirerek bu kabileye ilişmemeye başlamıştı.

NUR 22 Mart 2009 22:36

RE: Sevgili Peygamberim
 
BÜYÜKBABA

Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulüh

Şeybet'l-Hamd...

"Abdülmuttalib" diye bildiğimiz büyük babanın asıl ismi.

Babası Haşim, O dünyaya gelmeden evvel bir yolculuk sırasında Filistin'in Gazze şehrinde vefat etmişti. Doğduğu zaman saçı bembeyaz olduğu için arapçada "ak saçlı" manasına gelen "Şeybe" kelimesinin ilavesi ile ismini Şeybetü'l Hamd koymuşlar.

Meşhur ismi Abdülmuttalib, "Muttalib'in kölesi" demek...

Kçük Şeybe, Medine'de annesi ile beraber dayısında kalıyor. O'nu dayısının çocukları ile ok atar, gezip oynarken görenler, alnının parlaklığını, halinin güzelliğini hemen farkeder ve başka bir sülaleye mensup olduğunu anlarlardı.

Şeybe'nin hal ve tavrındaki üstünlük Kureyş'in lideri amcası Muttalib'e haber verildi...

-Ah, dediler. Kardeşin Haşim'in oğlunu bir görsene! Babasına olan benzerliğine şaşarsın. Aynı emsalsiz üstünlük, aynı tarifsiz güzellik.

Muttalib, o güne kadar yeğenini hiç görmemişti. Bir deveye binerek Medine yolunu tuttu. Medine'ye vardığında Şeybe'yi kapılarının önünde çocuklarla birlikte oynuyor buldu, kimseye sormadığı halde yeğeninin hangisi olduğunu bildi ve bir müddet yaşlı gözlerle çocuğu uzaktan seyretti. Daha sonra bu anı tasvir eden dokunnaklı şiirler de yazacaktır.

Muttlib, Şeybe'yi yanına çağırarak kendini tanıttı. Ve O'nu sevip okşadı. Birlikte annesi selma'ya gittiler. Muttalip, Şeybey'yi yanına çağırarak kendini tanıttı. Ve onu sevip okşadı. Birlikte annesi Selma'ya gittiler. Muttalib, Şeybe'yi de Mekke'ye götürmek üzere yengesinden müsaade aldı...

Amca-yeğen uygun bir vakitte Mekke yoluna koyuldular...

İşte Muttalip, devesinin üstünde, arkasında da yeğeni küçük Şeybetü'l Hamd olduğu halde Mekke'ye giriyorlar. Deve, kaygısız gözlerle sağı solu tarar, ahenkli adımlarla başı dik yürürken, Muttalip tanıdıklarla selamlaşıyor. Az sonra terki deki çocuğu kasdederek:

Bu çocuk kim ya Muttalip? deniyor.

Merak ve samimiyet sebebi ile sorulan suale Muttalip ne demeli?...

"Biraderimin çocuğu" dese "koca Mekke Reisi yeğenini nasıl gezdiriyor!" diye dedikodu yapılacak. Bir kaç saniyelik tereddütten sonra:

-Kölem, diyor dostlarına.

Şeybe bundan sonra, "Abdülmuttalip" diye tanınmaya başlandı. "Muttalibin kölesi" yani. Gerçi Muttalip, kısa zaman içinde öksüzün giyim kuşamını düzeltti; Şeybe'yi "yeğenimdir" diye takdim etti ama, O, hep "Abdülmuttalip" olarak bilindi...

Abdülmuttalip misk kokulu.

Evet miskler gibi kokuyor. Alnında pırıl pırıl Muhammedi nur, hayır ve bereket vesilesi. Ne zaman Mekke'de kuraklık olsa rica ediyorlar; Abdülmuttalip'le birlikte Sebir dağına çıkılıyor. Yalvarma göz yaşı ve sağnak sağnak yağmur.

Şeybetü'l Hamd sekiz yaşınna geldiğinde Muttalip dünyasını değiştirdi ve O'nun yerine Abdülmuttalip, milletine emir oldu.

Yüzkırküç yıllık ömründe herkes O'nu sevdi.. İnsanlar gönüllü olarak idaresine girrerdi. İran Kisrası hariç yabancı devlet başkanları O'nun fazilet ve büyüklüğünü teslim eder ve hürmet duyarlardı. Asrının en büyük devlet reisi kabul ediliyordu.

Bütün bu misk kokuların; bu iyilik ve güzel hasletlerin sebebi Kainatın Efendisine ait nur...

İşte peygamberimizin dedesi bu! Hayatı ve bir bir hakikat olan rüyaları ile O'nun geleceğini müjdeleyen insan...

Daha pek genç olduğu sıralarda, bir gün Kabe yakınlarındaki evinde uyuyor; uyandığında halinde bir gariplik seziyor. Erginleşmiş, daha bir güzelleşmiş ve gözleri sürmeli. Bir anda büyük değişme!.. Bir kahinden olayın izaha kavuşturulması isteniyor:

-Hemen evlenmelisin! Gök tanrısı böyle istiyor, diyor kahin.

Abdülmuttalip, iki kere evlendi; ama olmayan "gök tanrısı" istediği için değil. Cenab-ı Hak öyle takdir ettiğinden.

ilk hanımından oğlu Haris dünyaya geldi. Ve bundan dolayı O, "ebu Haris" künyesi ile anılır oldu.

Birinci hanımı vefat edince bu sefer Fatma binti Ömer ile izdivaç etti...

Abdülmuttalip, yine bir gün odasında iken ani bir uyku bastırması ile uyuyakaldı. İçinden çok şey saklı olan müthiş bir rüya görüyor. Uyandığında rüyanın derinden derine tesirinde. Sarsılıyor... Ne dese nasıl yorumlasa acaba? En iyisi yine bir kahinin kapısını çalmak. Cinlerle bilgi alışverişindeki bu kahinler, kendilerine has usullerle gelecekten haber veriyorlar... Abdülmuttalip anlatıyor; sabit bakışlı donuk ve soğuk yüzlü, gramla konuşan, tebessüm nedir bilmeyen kahin dinliyor.

Belimden bir beyaz zincir çıktı. Bir ucu en doğuya bir ucu en batıya, bir ucu gökyüzüne, bir ucu yerin dibine uzanıyordu. Şaşkın bir halde zincire bakıyordum ki bu kere de yeşil bir ağaç oldu. Zincir ağaç haline gelmişti. Dünyada kaç türlü meyve varsa hepsi bu ağacın dallarından sarkıyordu. Ağaç aynı zamanda nur fışkıran bir ışık seli. Işığı, güneşi bile bastırıyordu. Araplar ve arap olmayanlar bu ağaca secde ediyordu. Giderek ağacın parlaklığı daha da çoğaldı. Kureyş kabilesinden mbir cemaat ağacın dallarından tutundular.Bazı Kureyşliler ise ağcı kesmek için bir araya geldiler.

Birden ortaya çok güzel yüzlü bir insan çıktı. Bu kadar güzel simalı birini hiç görmemiştim. Bu güzel insan, ağacı kesmek isteyenlerin gözlerini çıkardı. Ağacın nurundan almak için elimi uzatırken güzel adama da:

-"Bu ağacın nuru kime kısmet olur?" diye sordum.

-"Kim bu ağacın dallarına yapışırsa ona!" dedi.

-"Siz kimsiniz" dedim.

Biri:

-"Benim ismim Nuh'dur" dedi.

Öbürü:

-"Benim ismim de Halil İbrahim'dir" dedi.

Sonra da?

-"Ey Abdülmuttalib, bu ağç o kadar mübarek, o kadar şereflidir ki, kandan kana geçerek baba ve dedelerinden sana kavuştu haberin olsun..." dediler.

Abdülmuttalip, rüyasını anlatıp bitirdiğinde kahinin benzi sarardı, yüzü daha kasvetli bir hal aldı. Demek ki korktukları zaman geliyordu... Bir müddet sustuktan sonra zor işitilir bir yavaşlıkla rüyayı tabir etmeye başladı:

-Neslinden bir büyük insan gelecek ve O'nun kurduğu nizam ebedi olarak yaşayacak... Nuh Peygamberin görünmesi şuna delalet ediyor; O zata karşı gelenler Nuh ümmetinin asileri gibi bela denizinde boğulacaktır..

İbrahim Peygamber ise bir müjdeye işarettir. O'na tabi olanlar, Allahın "dostum" dediği İbrahim Peygamber'in sevdiklerinden olurlar.

Peygamberimizin babaannesi Fatıma binti Ömer, Abdullah'a hamile kalınca, "nur" büyükbaba Abdülmuttalib'ten Fatıma'nın alnına geçti. Bundan da Abdullah doğunca O'nun güzel alnına taşınacaktır...

NUR 22 Mart 2009 22:36

RE: Sevgili Peygamberim
 
ZEMZEM KUYUSU

La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah

Mekke ve çevresinin idaresi İsmail aleyhisselam'ın vefatı ile oğlu Sabit'e kaldı. Sabit'in ölümünden sonra halk arasında bölünmeler meydana geldi. Mücadeleler Cühümiler kabilesinin üstünlüğü ile bitti. Ancak bir zaman sonra iktidara sorumluları, adaleti ve tarafsızlığı terkederek zulme sapmıştı. Milletin malını bile elinden almaya aklkışan Cürhümilerden dolayı gün geldi şikayet ve feryatlar ayyuka çıkmaya başladı. Haksızlıklar dayanılmaz ölçülere varınca; ismail Peygamber nesli, terkrar derlenip toparlandı ve yapılan bir savaşta Cürhümileri mağlup etti. Yenik taraf, aman dileyince eşyalarını alıp asıl vatanları olan Yemen'e gitmelerine izin verildi... ancak iş başında iken zulüm yapan ve bu yüzden beddua alan bu kabile mensupları, az bir zaman sonra bulaşıcı bir hastalığa yakalanarak teker teker ölüp gittiler.

Cürhümiler, aman dileyip beldeyi İsmail Peygamber soyuna teslim etmeden hemen önce ve son an ve son dakikada huyları icabı bir kötülük işlediler. Yabancı devletlerden mbirinin hediye ettiği altın mbir ceylan heykeli ve kılıç, kalkan, gürz, zırh... gibi Kabe hazinesine mahsus kıymetli eşya namına ne var ne yoksa hepsini zemzem kuyusuna doldurdular ve ağzını taş toprakla akapatarak yerini belirsiz hale getirdiler. Herhalde dönüp Mekke'yi geri alacaklarını düşünüyor ve bu sebeple hazinenin ele geçmemesi için böyle hareket ediyorlardı.

ismail aleyhisselam evladı, nihayet Mekke ve civarında hükümran oldu ama hafızalardan silinen bullur sulu zemzem kuyusu kaybolup gitti. Mekke ve Kabe, asıl sahiplerine dönmüştü.. Şifa pınarı zemzem ise kimbilir kaç yıl gözlerden saklı, besmeleli mü'min ağızlara hasret, için için kaynayıp duracaktı?

Cürhümilerin yığdığı taş, toprak senelerin geçmesi ile katmerleşti ve altta kalan ilahi armağanı gözlerden büsmütün sakladı. Bu şartlarda canlara can katan zemzemin yerini bulmak mümkün değildi... yalnız bu imkansız zannedilen aklın çerçevlediği sebep-sonuç münasebetine göre. Ya aklı aşan sebepler, aklın kavuşamadığı bölge?.. Allah, isterse hangi imkansız gerçekleşmez ki?

Zaman bir müjdeye, toprak, sökmesi yakın bahtlı şafağa hazırlanıyordu... Mekan, ilahi fermanla, gelmekte olan "Adı güzel kendi güzel Muhammed" aleyhisselam için yeniden donatılıyordu...

-Ey Abdülmuttalip, kalk ve zemzem kuyusunun üzerinde taş toprak ne varsa kaldır!..

Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, Kabe'ye komşu olan evinde uyurken bu hitap üzerine yatağından korku ile doğruldu. Bir müddet gördüğü rüyanın ne manaya geldiğini sökmeye çalıştı; fakat bir şey anlamadan yeniden uyudu. Ancak rüyadaki ses, emri tekrarladı. Yine uykudan sıçradı. Zihninde izaha kavuşturulmayan sorular birbirini takip ediyordu.. Buna rağmen uyumaktan başka çaresi yoktu. Ses, emri üçüncü defa verince gördüklerini yorumlatmak için kalkıp Kureyş'in tanınmış tabircilerine gitti ve olanları anlattı. Bu kişiler:

-Rüya rahmani ise yine görürsün, dediler.

Aradan bir iki gün geçtiği halde Abdülmuttalib, o garip rüyayı bir daha göremedi. Bundan dolayı merak ve üzüntüsü günden güne artıyordu:

-Acaba rüya rahmani miydi, değil miydi?

Zihnini günlerce bu soru meşgul etti. Nihayet bir gün rayayı ördüğü odada uykudan önce ellerini kaldırarak:

-Ey merhametli Allahım! Bu rüyanın sırrını neler yapmam gerektiğini bana bildirmeni diliyorum, diyerek can evinden yalvardı ve az sonra uyuya kaldı.

Abdülmuttalib'in isteği, bütün zamanların ve bütün mekanların en üstünün hürmetine kabul olmuştu. İşte aynı ses...

-Ey Abdülmuttalib kalk ve zemzem kuyusunu ortaya çıkar!

Abdülmuttalib:

-Zemzem suyu nedir?

-Cebrail'in ayağını vurduğu yerden çıkmıştır. Peygambere ait bir mucizedir. Dünyanın dört tarafından gelecek hacılara yetecek kadar bereketlidir. Zemzem'den içen susuzlar kanar, açlar doyar,hastalar iyileşir.

Kuyunun yerini bulmam için bir iz, işaret var mı?

-Mescid-i Haram'a yakın iki put vardı. Kafirler, bu putlar uğruna hayvan kestiklerinde işkembesini çukurca bir yere dökerler. Sen orada iken kırmızı gagalı bir karga gelecek ve işkembe artıklarını yemek için toprağı gagalayacaktır. Az sonra gagalanan yerin altından bir de kanrınca yuvası çıktığını göreceksin... İşte orası zemzem kuyusunun ağzıdır.

Sabah olduğunda Abdülmuttalib, doğruca putların bulunduğu yere gitti. Biraz sonra puta tapanlar gelip tanrıları için kurban kestiler ve işkembe ve barsakları rüyada tarif edilen yere attılar. Derken kırmızı gagalı karga göründü ve yeri gagalamaya başladı; az sonra karınca yuvası da ortaya çıktı. Her şey aynen rüyadaki gibi gençekleşmişti. O halde olanlar hayırlı ve rüya doğru idi.

Oradkiler uzaklaşınca sevgili Peygamberimizin sevgili dedesi, rüyada söylenen yeri kazmaya başladı.

Kazı işi biraz ilerlemişti ki haberi alan Kureyşli müşrikler oraya koştu:

-Biz, taptığımız putların yanına kuyu kazdırmayız! diyerek Abdülmuttalib'e mani olmak istiyorlardı. Bir sürü münkir içinde kalan Abdülmuttalib, yaptığı işin büyüklüğünü anlatmaya çalışıyordu:

-Bu, öyle her hangi bir kuyu değildir. Bu, ilahi kıymet taşıyan suya "Zemzem" denir. İsmail Peygamberin yadigarıdır.

Putperestler, fena diş biliyorlardı. Ne var ki kaba kuvvet gösterileri sökmedi; Kureyş'in bu soylu insanını bir adım şöyle dursun, bir ayak boyu bile geriletemediler. Bunun üzerine kuyuya ortak olmak istediler; bu telifleri de reddedildi.

-Öyle ise, dediler, ünü bütün ülkeleri tutmuş aklı ve ilmi hepimizce kabul edilen Şam kahihine gidelim; ihtilafımızı anlatalım, vereceği karara her iki taraf da uysun!

Abdülmuttalib, bu hal tarzına "Peki" dedi. Bunun üzerine her kabileden bir temsilci ve Peygamber efendimizin dedesi develere binerek Şam yoluna düştüler... Mevsim yaz, hava sıcak. Güneş, kavurdukça kavuruyor. Çöller, avını yutmaya hazır alev dilli ejderha.

Şam yolcuları bu manzara kum denizlerini aşmaya çalışıyor. Ne var ki geride kalan mesafelerle beraber su ve her türlü serinletici nesne tükenmiştir. Nihayet Nihayet öfkeli çöller bu cür'etli yolcuları teslim aldı.

Dermansız kalan dizler çözüldü ve oldukları yere külçe gibi yığıldılar. Saniyeler, saat gibi uzun ve geçmeyen cinsten. Sadece dudaklar değil, belki diller de yol yol çatlamış. Kimsede suya dair bir ümid yok. Olması da mümkün değil.

Ancak bu halde ne vakte kadar beklenecektir? Abdülmuttalib:

-Böyle durmakla elimize hiç bir şey geçmez! Az daha gidelim. Rabbimden ümidli olalım; olur ki su buluruz, dedi.

Çökmüş olan develere nerede ise sürünerek bindiler. Hayvanların sırtında bile zor duruyorlardı. Henüz hareket etmişlerdi ki, o şanslı deenin devesinin ayağı bir taşa takıldı ve yerinden söküp attı... Tablo inanılacak gibi değildi. Devenin çıkardığı taşın yuvasından tatlı ve serin bir su akıyordu.

Sudan kana kana içip kablarını doldurdular ve ölümün eşiğinden yeniden hayata döndüler. Bir farkla ki kabile temsilcileri sadece hayata dönmemiş, ezik ve mahcup olarak Şam yolunda da geri dönmüşlerdi.

Bu inanılmaz vak'ayı hep birlikte yaşayan yol arkadaşları Abdülmuttalib'e:

-Ey Abdülmuttalib, o kuyuyu kazmak senin hakkındır. Bunu geç de olsa anladık Kimse mani olamaz. Dönelim herkes işine baksın! Demek zorunda kaldılar ve hep beraber Mekke'ye geldiler.

Abdülmuttalib, kuyuyu kazmaya, kaldığı yerden devam etti. Zemzem kuyusunu tekrar ortaya çıkarma işinde yalnız oğlu Haris'ten yardım görüyordu. Bu sebeple Cenab-ı Hak'tan Haris'ten başka kendisine on oğul daha vermesini diledi:

......

Abdülmuttalib'in bu duası kabul olmuş erkek evlat sayısı zamanla onbiri bulmuştu.

Oğulları ile beraber kuyuyu kazan Abdülmuttalib, yıllar sonra zemzem suyunu ve Cürhümilerin kuyuya doldurduğu hazineyi buldu. Kureyşliler bu defa da:

-Kuyu, dedelerimizin mirası; içinden çıkanlar bizimdir, diye direttiler.

Abdülmuttalib:

-Siz bu kuyuyu kazarken bana yardım etmeyip bilakis zorluk çıkardınız. Şimdi hangi hakla mirasçılık iddia ediyorsunuz? diyerek onları azarladı veilave etti, bununla beraber, "Kur'a çekelim, hangi mal kime çakırsa onun olsun" dedi.

Kılıç, kalkan gibi savaş malzemelerini bir tarafa, altın ceylanı bir tarafa ayırdılar ve Kabe-i Şerif, Kureyşliler ve Abdülmuttalib adına kur'a çektiler.

Altın Ceylan Kabe'ye, harp aletleri Abdülmuttalib'e çıktı. Kureyşlilere bir şey isabet etmedi.

Altın ceylanı Kabe kapısına astılar; uzun yıllar, kapıda asılı kaldıktan sonra bir gece Ebu Leheb sarhoş iki arkadaşıyla gelip heykeli çaldı ve götürüp sattı.

Zemzem kuyusunu bulmak Abdülmuttalib'in şan ve şerefini daha da yükselmişti.

Zaman, ırmaklar misali büyük müjdeye doğru akıyordu.

NUR 22 Mart 2009 22:37

RE: Sevgili Peygamberim
 
KURBANLIK

Rahmetim gazabımı geçmiştir.

Hadis-i Kudsi

Zemzem kuyusu çetin ve uzun mücadelelerden sonra tekrar Kabe'ye ve ziyaretçilere kazandırılmış; ceddi İsmail Peygamberin, hatırasını yok olmaktan kurtarıp şenlendirdiği için Abdülmuttlib'in şan ve şöhreti dört bir tarafı tutmuştu ama... bir şey unutulmuştu... bir vaad... bir söz!...

Taşlanmış toprağı kazma kürekle yenip suya varmak için uğraşmaktan mecalinin tükendiği bir anda Abdülmuttalib, ellerini açıp yüce Allah'a yalvarmıştı:

-Ya Rabbi! Bana on erkek çocuğu daha verir de onlarla birlikte kyuyu kazabilirsem oğlumun birini sana kurban edeceğim...

İsmail aleyhisselama tabi bir mü'min olan Abdülmuttalib'in duası kabul olmuş; lakin aradan geçen uzun seneler sebebiyle söz unutulmuştu...

Fakat!...

Duyan, gören, bilen ve unutmak gibi her çeşit kusur ve eksiklikten uzak olan Allahü teala, kulunun vaadini unutmamıştı.

.....

Abdülmuttalib, bir gece rüyasında bir adam gördü. Adam, emreden bir eda ile:

-Ey Abdülmuttalib, kurban sözüne sadakat göster! dedi.

Abdülmuttalib endişe ile uyanır uyanmaz hemen bir koç kurban etti; sonra yattı. Gözlerini yumar yummaz rüyada yine bir takım insanlar, emri tekrar ediyorlar:

-Koç'tan daha büyük kurban kesmelisin!

Hemen kalkıp bir sığır kesti ve uyudu; ancak rahat bırakılmıyor:

-Daha büyük bir şey kurban eyle!

Bu sefer bir deve kurban etti. Yine yattı. Rüyada bir nida:

-Ey Abdülmuttalib, daha büyük kurban kesmelisin! Abdülmuttalib, hala sözünü hatırlayamamış, "büyük kurban"dan neyin murat edildiğini bir türlü anlayamamıştı. Sordu:

-Daha büyük olan ne ola ki?

-On oğlun oldu. Zemzem kuyusunu bulmakla maksadın gerçekleşti. Şimdi oğullarından birini kurban et. Böyle söz vermiştin; vaadini yerine getir!...

Abdülmuttalib, yataktan fılarcasına kalktı. İstırabı o kadar büyük, o kadar derin, kendisi o kadar şaşkındı ki, ne yapacağını, ne edeceğini bilemiyordu. Evet; vaadini hatırlamıştı... şimdi başı iki elinin arasında düşünüyordu. Söz... Allah'a söz verilmiş; Yüce Allah, O'na evlatlar ihsan etmişti. Tıpkı İbrahim Peygamber gibi O'nun da nezrine uyması isteniyor, rüyada sürekli olarak ikaz ediliyordu.

Ahde vefa gösterilmeli; söz muhakka yerini mulmalıydı. Ya can parçası, göz nuru evlad?

Başka ihtimal yoktu. Her şeyi yoktan varedene oğlunun birini iade edecekti... bağrına taş bastı ve yavrularını uyandırdı. Meseleyi yavaş yavaş, alıştıra alıştıra onlara söylüyordu. Delikanlılar:

-Baba, dediler, ister birimizi istersen hepimizi kurban et; biz emrinizdeyiz. Sen üzülme yeter!

Gençler, böylece detli babaya teselli ve destek oldular; O'na cesaret verdiler.

Mustarip baba, bu tarifsiz fedakarlık karşısında gözyaşlarını gizleyerek, oğullarına, her birinin ismini bir ok üzerine yazıp getirmelerini söyledi...

Az sonra yazılı oklar gelmişti. Abdülmuttalib ve oğulları adete göre kur'a çektirmek için okları gece gündüz Kabe'yi bekleyen Kabe muhafızına götürdüler.

Yapılan çekilişte kurbanlık isim belli oldu: Abdullah!... Abdullah! Yani, Abdülmuttalibin en çok sevdiği, bütün o çevrenin gözünün üstünde olduğu oğul. Alnında ahir zaman Peygamberine ait nurun Ülker yıldızı gibi parladığı oğul!... Allah, öyle takdir etmiş; kur'a bu yüksek yaradılışlı evlada isabet etmişti. Girilen yoldan dönüş olamazdı; Abdullah kurban edilecekti!...

Abdullah, Abdülmuttalibe, Abdülmuttalib, ilahi emre; her ikisi insana kendinden daha yakın, öz anne babasından daha merhametli yüceler yücesi Allah'a teslim olmuştu. Sır da burada olmalıydı... Zor bir anında Rabbine iltica etmiş, O'ndan yardım instemiş karşılığında bir söz vermişti. Abdülmuttalib, şimdi ölçüyü aşan vaadinden dolayı imtihana çağırılyor ve böylece insanların ölçü içinde kalmaları hangi şartlarda olursa olsun haddini aşmamaları ihtar ediliyordu... Ya Abdullah?

İnsan, cin, melek, ve bütün mahlukların... yaşamış, yaşayacak ve yaşayan her canlının en üstününe baba olacak bir insanın hem de genç yaşta imtihanların en zoru ile; canını feda etme kahramanlığı ile tecrübe edilmesi... O'nun mevkii buydu ve teslimiyeti ile bu kahramanlığı isbat ediyordu. İşte babası Abdülmuttalib, bir elinde parıl parıl parlayan keskin bir bıçak, bir elinde oğlunun bileği, iki yanda Abdullah'ın anne ve kardeşlerri kurban kesme yerine gidiyorlar.

Kureyş kabilesi "Abdullah'ı babası kurban ediyor" haberi ile çalkalanıyor. Herkes iliklerine kadar donmuş ve şaşkın. Şaşkınlığı ilk yenip kurban yerine yetişen Abdullah'ın annesinin akrabaları olan Beni Mahzum oğulları. Ve onları takiben Kureyş büyükleri. Abdülmuttalib'e muhalefet büyüyor:

Eğer böyle bir kurban kesilirse, çok kötü bir geleneğe yol açılır. Herkes olur olmaz yere çocuğunun boğazına bıçağı dayar. İffeti ve güzelliğinden başka konuşması bile kardeş ve akranlarından daha üstün olan bu çocuğa yazık olur, şeklinde izahlarla Abdülmuttalibi iknaya çalışıyorlardı...

Uzun tartışmalardan sonra meseleyi Hicaz'da oturan meşhur Kahin Şüca'ya götürmeye ve O'nun diyeceğine uymaya karar verdiler.

Bunun üzerine Abdülmuttalib ve şahıha katılan birkaç kişi Hicaz'a giderek tanınmış Kahini buldular. Kahin:

-Sizde bir insanın diyeti kaç devedir? diye sordu.

-On devedir, dediler.

-Öyleyse Abdullah'ın bedeli olarak deve kurban edeceksiniz... Bunun için de Abdullah'ı bir tarafa, on deveyi bir tarafa koyarak kur'a çekin. Kur'a develere çıkarsa bunları kesersiniz. Abdullah'a çıkarsa, develere on tane daha ilave ederek kur'a çekmeyi yenileyin. Yine Abdullah'a çıkarsa bir on deve daha ilave edin. Böylece kur'a develere isabet edene kadar onlu ilaveler yaparsanız, dedi ve gelenleri memleketlerine geri yolladı.

Onlar gele dursunlar. Mekkelilerde heyecan son noktasında. Nihayet beklenen yolcuların ufukta belrdiğini gözetleyiciler haber verdi...

Kahinin buluşu Mekke'nin putperest, hıristiyan, yahudi, İbrahim ve İsmail Peygamber dinine mensup bütün kabile ve mensuplarını sevince boğdu...

Meraklıların önünde ve bir tarafta gözlerin bakmaya kıyamadığı Abdullah, bir tarafta dünyaya metelik vermez tavırlar ile sakin sakin geviş getiren develer olduğu halde Kur'a çekmeye başlandı. Ne var ki, her defasında kur'a Abdullah'ı gösteriyor ve on deve ilavesi ile çekim tekrarlanıyordu... ta onuncu defa kur'a çekilene kadar. Onuncu çekilişde kur'a, sayıları yüze varan develere isabet etti...

Herkeste sevinç, taşkınlık... Fakat, Abdülmuttalip ağır başlı ve temkinli; kur'ayı bir kere daha yeniledi; evet bunda da kur'a develere çıktı. Gönlü rahatladı, sırtından koca dağlar kalktı Rabbine şükretti.

Hemen oracıkta yüz deve bir biri ardısıra kurban edildi. İnsanlar, hayvanlar, kuşlar günlerce bu etlerle geçindiler.

Böylece Abdülmuttalib ve Abdullah yeryüzündeki büyük değişikliğe az bir vakit kala imtihandan yüz akı ile çıktılar.

Bundan sonra Abdullah "zebih" yani "kurbanlık" lakabı ile çağrıldı. Nitekim İsmail aleyhisselam da benzeri bir hadiseyi yaşadığından O'na da "Zebih" denmişti. Bunun için azizler azizi sevgili Peygamberimize "İbnü'z-Zebihayn", "iki kurbanlığın oğlu" denilmiştir.

NUR 22 Mart 2009 22:38

RE: Sevgili Peygamberim
 
BABA

Ve maerselnake illa rahmeten li'l-alemin

Biz seni alemlere için ancak rahmet olarak gönderdik.

(Enbiya suresi 107 ayet'den)

Büyük baba Abdülmuttalib'ten büyük anne Fatıma'ya geçen emanet O'ndan da Abdullah'ın alnına gidecek; bir zaman da orada parlayacaktı...

İncil'e tabi olanlar, Fatıma'nın Abdullah'a hamile olmasından beri pür dikkat doğum haberini bekliyorlardı... İşte şimdi mesafeden mesafeye uşuşan bu haberdi:

-Son Peygamberin babası dünyaya geldi!...

Haberi dört bir yana salan hırıstiyanlardı.

Doğum yaklaştıkça heyecanları artmış ve nihayet Yahya Peygamber'in mucuzesi gerçekleşmiş, kan şıp şıp damlamaya başlamıştı.

Yahya aleyhisselam, Yahudiler tarafından şehid edildiğinde aziz şehidin üzerinde bir cübbe bulunuyordu. Cübbe, İsa Peygamber'in dinini devam ettirmek istediği için canına kıyılıp parça parça edilen Yahya aleyhisselamın kanı ile ıpıslak olmuştu. Bundan dolayı daha sonra hatıra olarak saklanmış; zaman, kırmızı kan lekelerini sildiğinden geriye sadece solğun izler kalmıştı.

"-Hırkadan taze kan damladığı an ahir zaman Peygamberi'nin babası dünyaya gelmiş olacaktır..."

Kitapları böyle diyor, ve bu sebeple doğum yaklaştıkça müstesna hatıra üzerindeki dikkatleri daha da artırıyordu.

Günü geldiğinde mucize aynen gerçekleşti... O solgun izler, yeniden taze kan lekeleri halini almış; hırka şehidin üzerinden az evvel çıkartılmış gibi sıcak damlalar süzülüp süzülüp düşmeye başlamıştı...

Ortalığı çınlatan bu haberdi. Onlar, buna rağmen; akla durgunluk veren bu mucizeye rağmen, Abdullah'ı çocukluğunda, ilk gençliğinden, gençliğinde değişik zaman ve farklı mekanlarda türlü hile ve tuzaklarla öldürmeye kalkıştılar... Maksat O'nun; O saadet Sultanının gelişine engel olmak. Gariplik, çalgınlık tuhaflık işte burada. Bu idraksizlikte, bu akıl kısalığında, bu beyin mahrumluğunda:

Allahın sevgilisinin zuhuruna sed çekmek!...

Hırıstiyanı, Yahudisi, putperesti, ateşperesti... Milyonu, milyarı bir araya gelse kaderin ebediyete giden yollarını değiştirmek kimin elinde ve kimin haddine? Kıskançlıklar para etmeyecek. Hakikat güneş gelecektir.

Bunun için Abdullah ilahi himayede...

Abdullah, büyüdükçe aklı aşan sıra sıra olaylar

Rüya aleminde mi yaşıyor, hakiketle mi yüz yüze, nedir bu gördükleri, başına gelenler, içinde bulunduğu hal?

Sırrını babası Abdülmuttalib'e açıyor:

-Babacığım garip vak'larla karşılaşıyorum.

-Ne gibi? -Bir yere gidecek olsam yolda belimden bir nur çıktığını ve bunun başımın üstünde toplanarak bulut haline geldiğini görüyorum.

-Seni yakıcı güneşten koruyor...

-Ne zaman, nereye otursam, toprak bana selam verdikten sonra ilave ediyor: "Ey Abdullah, haberin var mı, Muhammed aleyhisselamın emanetini taşıyorsun!"

-Nuru kastediyor...

-Kurumuş, hayat izi kalmamış bir ağacın altında dinlenecek olsam o kupkuru ağaç az sonra zümrüt gibi yemyeşil oluyor. Biraz uzalaşınca geriye dönüp baktığımda yine eskisi gibi kurumuş olduğunu görüyorum. Babacığım nedir bu hal, ne oluyor; anlamıyorum?

Ey oğlum, sana müjdelerin en güzeli olsun!..

İnsanların ve cinlerin efendisi; canlıların ve cansızların Peygamberi senin canından, senin kanından dünyaya gelecektir. Anlattıkların buna delalet ediyor. Ben de benzeri birçok fevkalade hadiseyi yaşadım. Onlar da aynı haberin müjdesiydi. Hayırlı olsun! Seni bir değil, bir kere tebrik ederim evladım.

Sana olan muhabbetim boşuna değilmiş...

Abdullah artık delikanlı.

Ancak o, diğer gençlerden ne kadar üstün.

Ahlakı daha güzel; güzelliği apayrı ve çok farklı.

O'nun tavrında, onun halinde, onun güzelliğinde ikinci bir genç bulmak mümkün değil.

Bu özellikleri ağızdan ağıza yayıldıkça yayılıyor. İşitenler büyülenmiş gibi hayran. Padişahlar, krallar, Abdulmuttalib'ten kızlarını Abdullah'a alması için araya hatırlı ricacılar koyuyor. Abdulmuttalibin huzuruna kadar gelen; hatta teklifinde ısrarlı olnlar bile var.

Abdullah, yirmi yaşına girdiğinde yüzünün güzelliği öyle arttı ki, görenlere Yusuf aleyhisselam'ı hatırlatıyordu.

Alnındaki nur sanki bir güneş olmuştu.

Harikulade olaylar devam ediyor. Eskaza Abudllah putların yanından geçse, onlardan bir ses:

-Ey Abdullah, sakın bize yaklaşmayasın! Sen yüksek şan sahibi o emsalsiz insanın nurunu taşıyorsun. O son Peygamberdir. Bize tapan bedbahtlar O'nun eliyle cezasını bulacaktır!..

Peygamber efendimizin dünyaya geleceklerine az zaman kaldığını kahinlerinden haber alan Şam Yahudileri, peygamberlik İsrailoğullarından gidecek diye karayaslara battılar. İçlerinden yetmiş genç Mekke'ye gidip Abdullah'ı öldürmeden geri dönmeyeceklerine and içtiler ve silahlanıp yola düştüler...

Ne gece dediler, ne gündüz. Hırsla ve bilene bilene uzunca bir zaman sonra Mekke yakınına vardılar. Pusudalar. Maykuş gözleri ile çevreyi tarıyorlar. Günlerce bıkmadan, yılmadan, ortaya çıkmadan beklediler.

Bir gün kolladıkları an gelip attı. Ava gitmek için şehir dışına çıkan Abdullah işte şuracıktaydı. Kılıçlarını sıyırıp peşine düştüler.

O esnada tesadüfen orada avlanan biri daha vardı. Aynı zamanda Abdullahın akrabası olan Veheb bin Menaf.

Veheb, yahudileri güneş vurdukça parlayan kılıçlarla Abudullahın peşinde görünce niyetlerini hemen anladı ve arkadaşları ile birlikte onların önünü kesmeye karar verdi. Ancak kendileri birkaç kişi ve hazırlıksız; yahudiler kalabalık ve silahlıydı. Bu sebeple "acaba kavgaya tutuşsak mı, yoksa var geçmeleri için dil mi döksek?" diye aralarında tartışıyorlardı ki müthiş bir ses patlaması ile ürperdiler. Gök ikiye ayrılmış gibi kopan gürültünün ardından yeryüzüne yalın kılıç atlılar iniyordu. Yağız atların bu amansız suvarileri katil niyetli yahudilerin önüne geçilmez sıra dağlar gibi dizilip düşmanın hamle etmesine bile zaman bırakmadan bir anda hepsini biçti ve işleri bitince de lahzada kaybolup gittiler.

Veheb ve yanındakiler yalnız donaklamamış, nerede ise küçük dillerini de yutmuşlardı. Nice sonra şaşkınlıklarını üzerlerinden atarak toparlandılar...

Abdullah, ormanın içlerinde olan bitenden habersiz avlanırken Veheb bin Menaf, düşüncelere dalmış olarak Mekke'ye dönüyordu. Bunda bir hikmet olmalıydı. Eşsiz bir güzellik, eşsiz güzel ahlak ve her bakımdan seçkin bir genç insan. Bu insanın tehlike anında korunması. Hem de nasıl ve kimler tarafından? Gök dehşetli bir gümbürtüyle sanki parçalanmış ve ademoğullarına benzemeyen yağız atlı yiğitler bir anda ortaya çıkarak suikast peşindeki yahudileri göz açıp kapayıncaya kadar yere sermiş, sonradan sırlara karışıp kaybolmuşlardı.

Veheb, şahidi olduğu bu kadar olayın tesadüf olmayacğını bilecek kadar zeki ve akıllıydı.

Zihninde bir fikir doğmaya başladı. Kızı Amine'yi bu gence verseydi?Kızına denk bir insan Abdullah'tan başka kim olabilirdi ki? Hiç kimse! tereddütsüz hiç kimse!..

Eve vardığında başından geçenleri ve niyetini hanımına açtı. Aminenin annesi de Veheb'in görüşündeydi. Abdullah bir tane ve Abdullah başkaydı.

Kız tarafı vakit geçirmeden tekliflerini Abdülmuttalib'e götürdüler.

Abdülmuttalib, Amine'nin kusursuz güzelliğini, yüksek ahlak ve iffetini başta kendi hanımı olmak üzere bir çok kimseden işitmişti. Devrinin her bakımdan en seçkin kızıydı... hanımı ile görüşüp, oğlu ile konuştuktan sonra Amine'yi Abdullah'a almaya karar verdi.

Nikah, Ebu Talib'in evinde yapıldı; iki genç evlendiler. Peygamber efendimize ait nur, artık Amine hatundaydı.

Abdullah, nikah akdinin yapılması için ağabeyi Ebu Talibin evine giderken yoluna Ümmül Kital isminde bir kız çıktı. Çok güzel, çok zengin ve alim bir hanımdı. Son Resul'e ait işeretleri kitaplardan okumuştu. Peygamberimizin babasının alnında ışıl ışıl yanan parıltıyı görünce bunun Muhammedi nur olduğunu derhal anladı ve Abdullah'tan kendisini zevceliğe kabul etmesini istedi ve şöyle bir teklifte bulundu:

-"Evet" dersen sana yüz deve hediye edeceğime söz veriyorum.

Bütün maksadı sevgili Peygamberimiz'e "ana" olma eşsiz şerefine kavuşmaktı. Ama civan delikanlı, Amine ile evlenmiş; nur, şimdi O'nun alnında parlamaya başlamıştı

Şam Valisinin Fatıma, ismide bir kızı vardı. Bu kızcağız da çok okumuş, ilim sahibi biriyidi.

İşaretlerden en son peygamberin gelişinin yakın olduğunu anladı. Bu yüzden Şam'dan Mekke'ye gitti ve Abdullah'ın alnında Muhammedi nuru görünce O'nunla dünya evine gitmeye niyetlendi. Abdullah Amine ile evlenmişti. Fatıma Abdullah'la karşılaşınca:

-Ey Abdullah! Teptiğim bunca yol ve çektiğim onca zahmet, Muhammedi nura sahip olmak içindi. Fakat kader böyle takdir edilmiş. İsteğime kavuşamadım. Şimdi Şam'a avdet ediyorum. Dilerim belalardan ırak mes'ud bir hayat süresin, dedi ve üzüntü ile Mekke'yi terkederek yine geldiği yollara düştü.

Abdullah'la evlenmediği için kedere kapılan sadece bu iki kızdan ibaret değildi. O'nun evlendiğini haber alan iki yüz kızın kahrından öldüğü, bir o kadarının da hastalanıp yataklara düştüğü söylenir.

Abdullah'ın, düğün günü hem arefeye hem de Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan geceye isabet ediyordu. Düğün sebebi ile melekler göklerde şenlikler yaptı. Cebrail aleyhisselam, yeryüzüne inerek Kabe üzerine yeşil bir bayrak dikti. Ve:

-İnsanların en hayırlısı ve peygamberlerin efendisine ait nur, Amine Hatuna geçti. O, yakında doğacaktır, diye dört bir yana seslendi.

Melekler düğünü şenlikle karşılar, kurtlar, kuşlar birbirine müjde verip tebrikleşirken üzülen biri vardı; lanetlenmiş bir mahluk... İblis. Peygamberimiz anne karnına düşünce İblis, öyle üzüldü öyle üzüldü ki gamdan simsiyah olan yüzü ile dağ, deniz demeden dolaştı durdu. Nihayet bitkin ve ümitsiz bir halde Ebu Kubeys dağının dibine çöktü ve feryatlarla evlatlarını yanına çağırdı:

-Ey oğullarım, dedi. Biz, bundan sonra iflah olmayız. Sonumuz geldi. Zira canlı-cansız her şeyin Peygamberi olan Abdullahın oğlu Muhammed, anne rahmine düştü. O, Peygamber olunca putları kırarak, zulmü yıkıp, adaleti getirecek, dünyayı mescidlerle donatıp imanı yayacak, küfrü yok edecek, hayırlı işler yapacak, iyiliği emredecek, yolunda gidenler saadete erecektir.

İblis, hüngür hüngür ağlayarak şeytanlara anlatmaya devam ediyordu:

-O'nun ümmeti yiyip içmeye besmele ile başlar ve bitirirler. Birbirlerine nasihat eder, emri maruf ve nehyi münkeri bırakmazlar. Bu şartlarda onları doğru yoldan saptırma şansımız kalmamıştır, diyerek saçını başını yolmaya başladı.

Bir şaytan:

-Ey efendimiz, kendinizi bu kadar hırpalamayın. Vaziyet o kadar ümitsiz değil. Adem Peygamberden bu güne kadar insanları nasıl aldattıksa yine öyle çalışır ve Ümmeti Muhammedi de yoldan çıkarırız diye görüş belirtti.

Baş şeytan İblis:

-Hayır! dedi, az evvel saydığım meziyetleri sebebi ile siz onlara yaklaşamaz kendilerini aldatamazsınız. Çünkü bu ümmetin mensupları kendi dindaşlarını herhangi bir yalnış hareketlerini gördüklerinde ikaz eder ve doğru yola çekerler.

Az evvelki şeytan:

-Fakat efendimiz, diye tekrar söza başladı. Fakat biz, onlara cimrilik çekememezlik, birbirlerinin malına mülküne sahdırma ve benzeri kötü duydu ve arzular aşılarız. Böylece onlar da bizim avcumuzda istediğimiz gibi hareket ederler...

Bu sözler, İblisi rahatlattı. Oğullarına teşekkür etti. Ümitle dağıldılar.

Abdullah'la Amine'nin düğünlerinin olduğu ertesi sabah bütün putların yüz üstü yere düştüğü; tahtların devrildiği görüldü...



gelen

Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır.

Bu gelen tevhid ü irfan kanudur.

(Mevlid'den)

O, kitap kitap övülmüştür.

Büyük, küçük hiçbir ilahi kitap yoktur ki, O'nu methetmesin. Vahiyle onun müjdesini getirir.

İşte ilk insan ve ilk Peygamber Adem aleyhisselam'a gelen kitapçıktan satırlar.

-O yer ve gök ehlinin en doğrusudur. Cömertlikte en üstündür. Kalbi ipekten daha yumuşaktır. Çok zaman hüzünlü ve çok zaman oruçludur. Hak tealanın korkusu ile doludur. Hep Rabbine yalvarır. Gündüzleri de ibadet eder. İnsanlarla birliktderi. Fakat dünya sevgisi gönlüne giremez. Sır saklar ve dostluklara vefa gösterir.

İşte İdris Peygamber'in kitapçığı;

-O, insanlarla beraber olur. Onları ağırlar. O, Allahın vaadinden asla şüphe etmez. Yüce mevlaya pek çok ibadet eder. Kulların suzlarını bağışlar. Allah'ın "dostum" dediği büyük peygamber İbrahim aleyhisselam'ın kitapçığı;

-O, öyle bir kimsedir ki, insanları şehvet uçurumuna düşmekten korur. Kendisine yapılan kötülükleri affeder, günahları örter.

İşte Tavrat! Yüce Allah'la konuştuğu için "Kelimullah" sıfatlı Musa Peygamber'in kitabı:

-O, gönlü çok zengin olan bir mübarek zattır. Yoksul, kimsesiz ve düşkünlerin sevgilisi ve koruyucusudur. Zenginlerin hasta kalplerini tedavi eden bir manevi tabibtir. Yaşlılara hürmet eder. Çocuklara acır ve şefkatle davranır. O güzellerin en güzeli, temizlerin en temizidir. Sohbetinin lezzetine doyum olmaz. Yumuşak bir ses tonu ve güler yüz-tatlı dille anlatır. Gaflet dolu kahkahalar yerine pırlanta tebessümleri tercih. O, hükmederken çok adildir. Haksız bir iş yaptığı görülmez. Sabrı şaşılacak kadar çoktur. Derdlere, belalara, sıkıntılara sabreder ve yine şükreder. Fakat, Allah ve Resulüne inanmayan din düşmanları ile en amansız şekilde cenk eden bir bahadırdır.

Savaş sonrasında hürriyetini kaybeden esirlere kötülük yapmaz. Onlara hoş davranır. O, suratını asmayan yüzü güleç bir insandır. Öyle bir Peygamberdir ki, hiç bir kitap, kalem ve mektebe lüzum kalmadan bütün ilimler; bilgisi, gizli, açık her ilmi kucaklamış olan ilim sıfatlı Allahü teala tarafından her tafsilatı ile kendisine öğretilmiştir.

Yine Tevrat'tan:

-O, Allahü teala'nın Resulüdür. Kalbi katı ve huyu kötü değildir. Aşağı şeyleri beğenmez ve onlara iltifat etmez. Her yerde ve her zaman ölçülü konuşur. Suçları affeder. Ümmeti güzel ahlaklıdır. Minarelerden namaza davet eden müezzinleri işitince abdest alıp camiye koşar, düzgün saf yapar, bir hizada dururlar. O'nun ümmeti, geceleri de zikreder ve ibadet yapar. Örtünmeye dikkat ederler... Mekke'de dünyaya gelecek, bütün insanları Hakka davet edecektir. O benim ismi Muhammed olan Peygamberimdir. O'nun varlığı yüzsuyu hürmetine gözlerden perde kalkar, kulaklar işitir, kalp gözleri açılır. O, bozuk dinleri ortadan kaldırıp hak olan islamiyeti yeryüzüne iyice yerleştirmedikten sonra ömrüne son vermem.

Bu da sesi güzel Peygamber Davut aleyhisselam'a inen Zebur:

-O'nun eli açıktır. Hiç kızmaz. Yüzü güzel, boyu güzel, huyu güzel, sözü güzeldir. Sözleri gönülleri rahatlatır; ruhları huzura kavuşturur. Nur yüzlü bu peygamber nefsi eve kalbi hasta insanların hakiki tabibidir. O, ölüm anını, mezarı, mahşeri ve cehennemi düşünerek çok ağlar, çok düşünür, az konuşur, az uyur, az güler, gülüşü tebessüm şeklindedir.

Bu övgüler de göğe çekilen büyük Peygamber İsa aleyhisselam'ın kitabı İncil'den:

-O, az yemek yer. Cimrilikten hoşlanmaz. Kimseyi çekiştirmez. Aceleci değildir. Hile yapmaz. Kötü söz konuşmaz. Kendisi için intikam almaz. Tembel değildir. Aza kanaat edip, çoğu ihsan eder. O'nun işleri ve tercihleri aşırılıklardan uzak ve bunların ortası üzeredir. Yerde ve gökte yaşayanların medarı iftiharıdır. O, günaha batmış olanların şefaatçısı, onsekizbin alemin rahmetidir. Cennette kıymetli kevser suyunu o dağıtacaktır. Daima doğruluk üzre ve daima ihlaslıdır. Dili her an Kur'an-ı anar. O öyle üstün vasıflarla yaratılmıştır ki, gözleri uyusa kalbi uyanık kalır. İnsanlardın gelen eza ve cefaya katlanır da yine şefaati bırakmaz.

Kıyamet vakti herkes, o ana baba gününün dehşetinden adeta akıl ve şuurunu kaybetmiş halde "Allahım beni koru" diye inlerken O, "Ya Rabbi, ümmetimi koru" niyazında bulunacaktır. İsrafil'in "sur" ismi verilen borusu O'nun ümmeti sebebi ile çalacak; ölmüşler böylece yeniden dirilecektir. Kıyamet gününde herkes, O'nun şefaat etmesi için eteğine yapışacaktır. Ey İsa, Muhammed Mustafa'nın Peygamberliğini tasdik ve O'na iman et. Ben azimüşşan Adem'i cennet ve cehennemi O'nun sevigsi uğruna yaratdım. Eğer onu halk etmeseydim, hiçbir şeyi yaratmazdım!

Veheb bin Münebbih hazretleri Allahü tealanın buyurduklarını semavi bir kitaptan naklediyor:

-Hak ve adalet O'nun şiarıdır. O'nun dini islamdır. Onun bereketiyle dargın gönülleri barıştırır, ayrı tabiattaki insanları birleştiririm.. O'nun ümmetini ihlas ve ibadet yönünden öbür ümmetlerden üstün tutarım. Benim hoşnudluğumu kazanmak için evlerini barklarını, çoluk çocuklarını terk edip cihada gider, kafirlerle savaşır ve Allah yolunda seve seve canlarını verirler. Onlar namazda ve cihadda saflarını düz tutarlar.

Namazlarını acele etmeden sakin sakin ve şartlarına uygun kılarlar. Her yerde beni anar, uzun gecelerde namaza kalkkar, gündüzleri din düşmanlarına meydan okur, arslanlar gibi döğüşürler. Bütün bu hasletler O'nun hatırı için ümmetine ihsan ve nimetlerimdir. Ben her şeye kadirimdir...

Gelen işte böyle bir Peygamberdi. Her cephesi ile örnek ve üstün insan. Melekler ve Peygamberler bu gelişi müjdeliyordu.

Nitekim o büyük insanın doğumundan beşyüzaltmış sene önce Ka'b bin Lüey de ilahi kitaplarda okuduklarından duygulanır ve O'nu şiirler okuyarak müjdeler:

İnsanlar gafletteyken gelir yüce Peygamber,

Muhammeddir, doğrudur, O'ndadır doğru haber.

NUR 22 Mart 2009 22:39

RE: Sevgili Peygamberim
 
EN İLK ve EN ÜSTÜN

Sen Ahmed ü Mahmud ü Muhammedsin efendim

Hak'dan bize Sultan-ı müeyyedsin efendim.

(Şeyh Galip)



Vahiy meleği Cebrail aleyhisselam, anlatıyor:

-Hazret-i Allah, beni yarattı. Onsekizbin yıl arz altında kaldım...

-Ey Cebrail seni kim yarattı?

-Sen yarattın yara Rabbi. Her şey senin ve sen her şeyi yaratansın... Bense... ben, güçsüz ve ihtiyaç sahibi bir mahlukum.

Konuşmadan sonra bir onsekizbin yıl daha geçti... Yüce Allah yine sordu:

-Seni kim yarattı?

-Ya Rabbi, beni yaratan; öldürmeye ve diriltmeye kudreti olan sensin. Bense kuvveti hiç bir şeye yetmez biçarayim.

Üçüncü onsekizbin yıl da geçti...

-Ey Cebrail, ben kimim, sen kimsin?...

-Allahım sen her şeyin yaratıcası ve sahibi; bense bir kulcağızım.

Bu cevabımın peşinden bir merakımı dile getirdim:

-Ya Rabbi benden üstün bir varlık halkettin mi?

-Karşına bak, buyurdu...

Yüce emre uyarak gösterilen yere baktığımda mbir nur gördüm. Ama nasıl bir nur? Güzelliğine hayran kaldım. Dört tarafında da dört ayrı nur?

-Allahım, gözlerimi alan bu harika aydınlık da ne?

-Seni, ne kadar melek varsa hepsini ve bütün her şeyi aşkına yarattığım nur!... O, en aziz kulum ve Peygamberimdir. O, canlı cansız her şeyin en üstünü ve en hayırlısı olan Muhammed Mustafa'dır "sallallahü aleyhhi ve sellem"

Sordum:

-Ya çevresindeki nurlar?

-Sağındaki Ebu Bekir Sıddik, solundaki Ömer ibni Hattab, önündeki Osman bin Affan, ardındaki Ali İbni Ebi Talib'dir. "Radıyallahü teala aleyhim".

-Ya Rabbi; bu beş kişinin diğer insanlardan üstün bir tarafı olmalı!

-Bu beşi kendime dost seçtim. Onları seven beni sevmiş, düşmanlık eden bana düşman olmmuş olur. Bunları sevenleri cennete, sevmeyenleri cehenneme koyacağım.

Hak yarattı alemi, aşkına Muhammed'in

Ay ü günü yarattı, şevkine Muhammed'in



İlk insan Adem Peygamber, arş üzerinde "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazısını görünce ismin sahibinin erişilmezliğini anladı. Ancak O'nun ismi sadece göklerin en yükseğini mahyalandırmamıştı. Kelime-i tevhid cennette her sarayda, her yaprakta, her çiçekte, her bucakta okunuyordu.

Adem aleyhisselam, bu hali oğlu Şit Peygambere anlatıyor:

-Cennette O'nun ismi ile güzelleşmemiş bir tek köşe bile görmedim. Her yan ve her yön o şerefli ismin pırıltılarını aksettiriyor.

-Peki, babacığım hanginiz daha kıymetlisiniz?

Şit aleyhisselamın sualine Adem Peygamber cevap vermek istememiş olacak ki sükutu tercih etti. Ne var ki aynı sual üçüncü kere tekrarlanınca ezeli hakikat daha o günden açıklandı.

Alemlerin Rabbi buyurdu:

-Ya Adem! Her şeyi senin için yarattım, seni ise o seçilmiş için!!! Cenneti o'nunla ve o'nun ümmetiyle dolduracağım. Kendisine arap dili ile Kur'an-ı kerim indireceğim. Bu kitabın emir ve hükümleri, hiç değişmeyerek dünyanın sonnuna kadar devam edecektir. Bu peygamber, benim en sevgili kulumdur. İyiliği her insana ulaşacaktır. O'na uyanlar seçkin kullarımdan olur. Büyük şefaat sahibidir. İsmi yer yüzünde "Muhammed" göklerde "Ahmed"dir. O'nu dünyanın sonuna yakın göndereceğim. Hiç bir Peygamber O'ndan üstün olmadığı gibi, hiç bir ümmet de O'nun ümmetinin sayısına varamayacaktır. Ümmeti abdestli gezer. Öyle ki bunların yerdeki nurları yıldızların gökteki aydınlığı gibidir.

Ol dedi oldu alem, yazıldı levh ü kalem,

Okundu hatm-i kelam, şannına Muhammed'in

Adem babamız, cennetten çıkarılınca, üç yüz sene göz yaşı döktü. Çok üzgün ve çok pişmandı. Gaibden gelen bir sesin de hatırlatması ile el açıp-cennette iken Cebrail aleyhisselamdan öğrendiği bazı isimleri araya koyarak-dua etti:

-Ya Adem, kıyamete kadar gelecek evladının günahlarının bağışlanmasını isteseydin bu isimlerin sahiplerinin sevgisi için yine kabul ederdin...

Hep erenler geldiler, dergaha yüz sürdüler

Zikr-ü tevhid ettiler, nuruna Muhammed'in

O, müthiş tufandan önce Nuh aleyhisselama bir gemi yapması buyurulunca yüzyirmi dörtbin dört tane tahta hazırladı. Ve Cebrail'in tenbihi ile her tahtaya bir Peygamberin mübarek adını yazdı. Ancak ertesi gün tahtalardan isimler silinmişti. Olaya çok üzüldü. İsimleri tekrar yazdı. Devrisi sabah yazılar yine silindi. Bir daha yazdı ama bir sonraki gün tahtalar bomboştu... çok müteessir oldu... bir tuhaflık vardı bu işte. Sır, gelen vahiyle çözüldü.

-Tahtaların ilkine benim, sonuncusuna da habibim Muhammed Mustafa aleyhisselamın adını yaz ki şeytan öbür isimleri silmesin.

Nuh Peygamber, emredildiği gibi yaparak çalışıp gemisini tamamladı. Fakat dört tahta artmıştı. Bunu Cebrail aleyhisselamla konuştu:

-Ya Cebrail, fazla gelen dört tahtayı ne yapayım?

Vahiy meleği suali Hak teala'ya sundu.

İnsanlığın ikinci babası Nuh Peygambere haber geldi.

-Ey büyü peygamber! O dört tahtaya son peygamberimin dört halifesinin isimlerini yaz; gemi o zaman tamam olacaktır. Zira o dört insan, İsla dininin dört sütunu gibidir. İslamiyet onlarla ayakta kalır ve onlar sayesinde dünyanın her tarafına yayılır. Vahye uyularak denilenin yapılması ile gemi tamamlandı ve ondan sonra yüzebildi.

Nuh Peygaber, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali'nin isimlerini artan tahtalara yazarak bunları gemisine çakmadıkça görünüşteki kusursuzluğa rağmen geminin yüzmesi ve felaketten kurtulması mümkün olmamıştı.

Ya mü'minler... mü'minlerin de o dört büyük zatın ismini kalplerine yazmadıkça dıştan ne kadar olgun ve noksansız görünürlerse görünsünler büyük imtihanda kurtulmaları mümkün olabilir mi? Sadece iki cihan güneşi eşsiz ve emsalsiz Peygamberimizi değil, O'nun dostlarını da sevmek gerekiyor... Bu şart yerine gelmeden, O'nun sevdiklerinin aşkı kalbe yerleşmeden cezadan kurtulmak ne mümkün?...

Veysel Karani kazandı, ahir yine özendi

Sekiz uçmak bezendi, aşkına Muhammed'in

İbrahim aleyhisselam, bir gün rüyasında Cenneti gördü. Uzunluğu yer ile gök arasındaki mesafeden fazlaydı. Meleklere:

-Buralar kime mehsustur? diye sordu.

-Evlatlarından Muhammed Mustafa ve o'nun ümmeti içindir, diye cevap verdiler.

İbrahim Peygamber, dikkatle bakınca ağaçlarda"La ilahe illallah" budaklarında "Muhammedün Resulullah", meyvelerinde "Sübhanellah", "Velhamdülillah" cümlelerinin yazılı olduğunu gördü...

Uyandığında rüyasını milletine nakletti.

-Ümmeti Muhammed kimdir, diye sordular. İbrahim aleplisselam, düşünceye daldı. O anda Cebrail aleyhisselam peyda oldu ve:

-Ne düşünüyorsun ey Allah'ın dostu, dedi.

-Bir rüya gördüm... girdüklerimi ümmetime anlattım, Muhammed ümmetini öğremek istediler. Benimse bu hususta bilgim yok. Onun için düşünüyorum.

Cebrail aleyhisselam:

-Ben de fazla bir şey bilmiyorum, diyerek Cenab-ı Hakka arz etti:

Yüce Allah şöyle buyurdu:

-Muhammed, benim ahir zaman Peygamberimdir. Makbul kullarıma Peygamber olarak gönderecğim. O peygamberi bütün yaratılmışların arasından seçtim. Kendisini ve ümmetini yerden ve gökten yüzyirmi dört bin yıl evvel yarattım. Kıyamet günü O'nun yolundakilerin yüzü bütün insanların yüzünden daha ak, aydınlık ve abdest suyu değen vücut parçaları pırıl pırıl olacaktır.

Feriştehler geldiler, saf saf olup durdular

Beş vakit namaz kıldılar, aşkına Muhammed'in

Tevrat, Musa aleyhisselama inince büyük Peygamber çok sevindi ve şükrünü dile getirdi. Cenab-ı Hak:

-İnsanların kalbine baktım. En mütevazi olarak seni gördüm. Bu sebeple seni Peygamber yaptım ve benimle konuşma devletine erdirdim, dedi ve ilave etti:

-Ölünceye kadar tevhid üzere ol. Sevgili Muhammed Mustafa'nın Resulüm olduğunu tasdik et ve kalbine O'nun muhabbetini yerleştir!

-Ya Rabbi, Muhammed kimdir; O'nu tanımıyorum?

-O öyle bir kimsedir ki yerleri ve gökleri yaratmadan binlerce sene evvel güzel ismini arşın üzerine yazdım. Ya Musa, sana çok yakın olmamı ister misin? Öyle bir yakınlık ki bedenine ruhdan ve gözünün siyahına beyazından daha yıkn olayım!..

-Allahım bundan gayrı ne arzum olabilir?...

-Öyleyse Habibime çok selavat oku.

Hak teala devam etti:

-Ölen bir kimse Muhammed aleyhisselamı inkar etmişse, o bedbahtı sürüterek cehenneme attırırım. Beni görmesini nasip etmem ve hiç bir melek ve peygamberin şefaat etmesine de için vermem!...

Bunu yolundakilere bildir.

-Ya Rabbi O'nun hakkında biraz daha bilgi sahibi olmak isterim.

-Eğer Muhammed aleyhisselam olmasaydı; yeri-göğü, cenneti-cehennemi ayı, güneşi, geceyi-gündüzü, melekleri, Peygamberleri ve hiç bir şeyi yaratmazdım. O'nun Peygamberliğini kabul etmezsen İbrahim halilulllah bile olsan sana eziyet ederim!...

-Onun Peygamberliğini ve yüksekliğini kabul ettim Ya Rabbi!...

Havada uçan kuşlar, yeşerüp dağ ü taşlar,

Yemiş verir ağaçlar, aşkına Muhammed'in

Davut aleyhisselam, bir gün Zebur okurken kitaptan bir nur yükseldiğini; bu nurun odayı doldurduğunu ve kalbinin rahatladığını gördü... Ve bu hal, her Zebur okuyuşunda tekrar etti. Nurun mahiyetinni Allahü tealaya sordu:

-Ya Rabbi bu nur neyin nesidir?

-O, habibim Muhammed Mustafa'nın nurudur. Cümle alemi onun hatırına yarattım.

Bu tüyler ürperten ilahi cevap üzerine Davut Peygamber, yüksek sesle "Lailahe illallah Muhammedün Resulullah" dedi. Bütün yırtıcı hayvanlar, kuşlar, böcekler ve yılanlar, çevresine toplandılar ve:

-Öyledir ya Davut! diyerek onu doğruladılar.

Bu olaydan sonra Davut Peygamber, Zubur okumaya başlarken kelime-i tevhid söyle oldu.

İmansızlar geldiler, andan iman aldılar

Beş vakt namaz kıldılar, aşkına Muhammed'in

O'nu övmeye kalkan erir ve tükenir.

O'nu hiç bir lisan medhetmeye kafi gelmez. O' kelimeler üstü ve kelimeler ötesi ve gönüller dolusu sevgiye layıktır.

Yunus kim ede medhi, över Kur'an ayeti

Ah! vergil salevatı, aşkına Muhammed'in

Biz de... kendim, eşim, dostum, tanışım, arkadaşım, binler, onbinler, milyonlar, milyarlar, O'nu o en sevgili ve en üstün'ün Peygambeliğini kabul ettik ya Rabbi...

Bundan üstün devlet bilmiyoruz ya Rabbi!..



MEKTUP

Ya Habiballah bize imdad kıl,

Son nefes didarun ile şad kıl.

(Süleyman Çelebi)

Vakit, ahir zaman Peygamberinden bin yıl önce.

Humeyr ibni Redi, hemen bütün ortadoğu'ya hükmeden bir hükümdar.

Kalabalık sayıda vezir ve yardımcıları ile kudretli bir ordusu var. Yolu batıl; ateşe tapıyor. Buna rağmen kendilerine pek kıymet verdiği, işlerini danıştığı dört bin kişi var ki hepsi has müslüman ve alim.

Humeyr, bir gün maiyeti ile birlikte tantanalı bir halde Mekke'ye geldi... Fakat O'nun gelişi Mekkelileri alakadar etmedi. Herkes işinde ve her şey akışında.

Bu aldırışsız soğuk karşılama hükümdarın fena şekilde canını sıktı. Vezirlerini huzura çağırdı ve halktaki bu kendinden eminliğin sebebini sordu.

Vezirler:

-Buranın insanları araptır; asil kimselerdir efendimiz. Kabenin korunması onlara verilmiştir. Bundan dolayı değerleri yükselmiştir. Beytullah'ın bakıcısı olmanın verdiği şerefle soğuk duruyorlar olabilir.

-Demek öyle!!!

Humeyr'in kafasında soysuz bir plan doğdu;

Kabe'yi yıkacak, halkı öldürecek ve şehri askerine yağmalatacaktı...

Ancak bu fikirle beraber ve aynı hızla kafasına bir şey daha gitmişti: Müthiş bir ağrı... ağrının şiddetinden burnunudan ve gözlerinden kimsenin yanınna yaklaşamadığı pis kokulu bir su akmaya başladı.

Günler ilerliyor; baş ağrısı, her an şiddetini arttırıyordu. Bütün sağlık arayışları savallı kalınca; O, ülkeler hakimi Humeyr, yaşamaktan yana iyiden iyiye karamsarlığa düştü. Ama yine de şifa aramaktan geri durmuyordu. Hastalığına bir çare bulması için mbaş vezirine emir verdi; O da hekimlere.

Hekimler, o güne kadar görülüp, işitilmemiş bu hastalığı iyileştirmek için günlerce uğraştılar. Fakat bütün gayretler nafileydi. Emekler boşa gitmiş; çare bulunamamıştı. Bunun üzerine bir de ilim adamlarına danışıldı. Alimler, bu amansız dert için düşünmeye mbaşladılar: "Bu hastalık neden olmuştu ve niçin çare bulunamıyordu?" Bir alim, uzun uzun düşündükten sonra sebebi bulduğunu anladı. Baş vezire giderek:

-Hükümdar şayet sırrını bana açar ve sorularını cevaplandırırsa derdinin dermanını söylerim, dedi. Başvezir çok memnun kaldı. Birlikte Humeyr'e geldiler. Vaziyet kendisine anlatıldı. Alimin, sorularını hiç bir gizli-saklı taraf bırakmadan açıklaması bilhassa hatırlatıldı.

Hükümdar, zorlukla konuşuyor ve yanındakiler dehşetli pis kokudan büyük sakıntı çekiyorlardı.

Dötbin kişiden biri olan alim sordu:

-Bu sıralarda Kabe-i Şerif için aklından kötü bir şey geçki mi?

Hasta, derin ve uzun inleyip karşısındakileri boş ve manasız gözlerle süzdükten sonra dudakları kıpırdadı.

-Evet! O'nu yıkmak istedim.

Cümlenin başı ve sonu arasında kurşundan dakikalar geçmişti...

-Niçin yıkmak istemiştin ki? Ne mekkelilerin, ne de Kabenin bize bir zararı olmadı!

-Evet olmadı ama; Mekke halkı bana hürmet etmedi. Hatta hürmetin kırıntısına bile rastlamadım. Halbuki her gittiğim yerde insanlardan büyük saygı görürdüm...

-Burada göremeyince...

Pis kokulu sulardan yatak, yorgan ıslanmış her taraf batmıştı. Hizmetçiler boş yere koşuşturuyordu.

-Mekkelilerden hürmet göremeyince üzerine titredikleri Kabeyi yıkmak, halkı öldürmek, mallarını askerlerine yağmalatmak istedim.

-Ve başına gelenler de bu niyetinle beraber geldi!

-Evet; niyetimle beraber başıma korkunç bir ağrı girdi ve dünyamı zindan eden bu hastalığa yakalandım...

Bu cümleden sonda odayı bir sessizlik kapladı... sanki alimle hasta arasında upuzun ve kavuşulmaz çöller vardı.

Humeyr meraklı ve uzaktan alimin yüzüne bakıyordu. Hastalığı ile bu konuşulanlar arasında ne münasebet olabilirdi ki?...

-Hükümdarım tutulduğun hastalığın sebebi işte bu fikrindedir. Zira yıkmak istediğn o Kabe'nin sahibi olan yüce Allah, gizli niyetleri de bilir. O'nun yanında gizli aşikar farkı yoktur.

Susmuş ve dinlemeğe durmuş çöl yeniden hışırdamağa, rüzgar tok seslerle boşluğu yara yara koşmaya başlamıştı.

-Bilmez; hiç bilmezdim!

-Şifa bulman bu bozuk niyetinden vazgeçmene bağlıdır. Eğer Kabe için taşığın kötü düşünceden cayarak güzel niyetler beslersen iyileşirsin.

Humeyr, derhal tövbe etti... alim, mbunun üzerine Kabe-i Şerifi, yapanı yapılış sebebini uzun uzun anlattı.

Başvezir ve alim oradan kalkmadan hükümdar tekrar eski sağlığına kavuştu.

Ve üstelik İbrahim aleyhisselamın dinini kabul ederek müslüman oldu. Beytullah'a karşı hürmet ve muhabbet duyguları ile bağlandı. Edep ve usülünü öğrenerek Kabeyi ziyaret etti. Eski kibir ve gururunu terkedip alçak gönüllü bir insan oldu.

Bir kaç gün son da bir sultan sofrası hazılattırarak büyük-küçük, zengin-yoksul bütün Mekkelileri yedirip içirdi.

Bu ziyafeti verdiği gece rüyasında bir ses işitti:

-Mekke ahalisine itibar gösterdiği gibi Beytullah'a da hürmet et; O'nu örtülere bürü!

Serin bir çöl gecesinde görülen bu rüyanın sabahında Humeyr, Kabe'ye hasırdan bir örtü yaptırarak ölttü. Sevincine diyecek yoktu. Fakat gece rüyasında:

-Hasır O'na layık değildir. Daha güzel örtü yaptırmalısın! diye bir nida duydu.

Bu sefer kumaştan mbir kılıf diktirerek Kabe-i Şerife giydirdi. Ama rüyasındaki ses, bu kumaşın da uygun olmadığı ve diğiştirilmesini istedi. Bunun üzerine devrin en pahalı kumaşlarından bir örtü dirtirerek altın ve gümüşlerle süsletip Kabe'ye örttürdü.

Ayrıca, Kabe-i Şerifin içinde bulunan putları dışarı attırarak kilitli bir kapı yaptırdı; insanların kirli halde Allah'ın evine yaklaşmalarını yasak etti.

Humeyr, bu güzel hizmetlerinden sonra Kabe'nin anahtarını Mekkelilere teslim ederek aydınlık Medineye doğru yola koyuldu. Medine o devirde çıplar; ne bir bitki var görünürde ne mbir ağaç. Kum, taş, tepe ve eriten güneş sıcaklığı. Ufuklar sır vermiyor. Acaba gölgelenecek bir yer yok mu?

Humeyr, dörtbin kişilik danışmanlarından dört yüzünü alarak bütün Medine'yi makışı gören yüksek bir tepeye tırmandılar. Gözler, ordunun konaklıyacağı uygun bir yer arıyor... Ama uyanık kalbli o dörtyüz seçme insan, başka bir şeyi farkettiler. Elleri ile gözlerini güneşin göz kamaştıran parlaklığından koruyarak çevreyi incelerken sanki sessizliğin en derin noktasından kulaklarına bir şeyler fısıldanıyordu. Toprak bir çift söz söylüyor gibiydi... O, Mekke'den işte bu Medine şehrine, buradan sonsuzluğa geçecektir. Şüphe yok ki eski ilim sahiplerinin kitaplarında sözünü ettikleri yer burasıdır...

Aralarında şu kara vardılar: "Şartlar çetin ve ağır; ama olsun; kavuşulacak şeref de o kadar yüksek ve mübarek. Biz burada yerlerek son Peygamberi bekleyelim. Olur ki O'nu görmek bahtına ereriz." kararlarını hürümdara açtılar.

-Önceki alimlerden okuduğumuz bilgilere göre bu yer, en son ve en yüce Peygamberin gelip yerleşeceği bir kutlu mekandır. Şerefli namı Muhammed sallallahü aleyhise ve sellem, güzel dini ebedidir. O'nun ordusuna alemlerin Rabbi yardım eder. O tac ve burak, o, Kur'an,ı kerim, o liva-i hamd ve minber ve O, La ilahe illallah sözünün sahibidir. Buraya hicret edecek ve buradan ölümsüz aleme geçecektir. Biz bu büyükler büyüğünün gelmesini beklek isteriz. Belki nur yüzünü görmek mümkün olur. Bu sebeple hükümdarımızdan izin dileriz...

Hükümdar, anlatılanları heyecanla dinledi; büyük memnuniyet duydu ve:

-Ben de sizle kalacağım, dedi.

Ancak bu karara asker ve tab'ası mani oldular.

Bir ismi de Tebi olan Humeyr, bunun üzerine Medine'de bu dörtyüz kişi için evler yaptırdı. Onları evlendirdi. İhtiyaçlarını karşıladı ve içli bir bağlılık mektubu yazarak kendilerine teslim etti.

-"Humeyr İbni Redi'den en büyük Resul ve son Peygaber Abdülmuttalib oğlu, Abdullah oğlu Muhammed aleyhisselam'a sunulan mektup:

"...ben, senin nübüvvetine, bildirdiğin Allah'a getireceğin Kur'an'a iman ettim. Dinin, yolun ve İbrahim Peygamber milleti üzereyim. İslamiyet namına tebliğ ettiklerinin hepsi şimdiden can baş üzre kabulümdür. Olurki o saadetli zamanına kavuşmazsam beni unutmamanı ve şefaatinden mahrum ve mahsun bırakmamanı diliyorum."

Humeyr, mektubu mühürlü olarak alimlerden Şamul'a verdi: iyi saklaması için ricada bulundu ve vasiyetini yaptı:

-O mübarek Peygamber'i görme devletine erersen mektubumu kendilerine ver; şayet bu bahtiyarlığa eremezsen çocuklarına teslim et ve dikkatle sakllamalarını güzelce tenbih eyle; onlar da kendilerinden sonrrakilere aynı vasiyeti yapsınlar ve böylece emanetimi babadan oğula aktara aktara Peygamberlerin efendisinin yüksek huzurlarına takdim etsinler!..

Tebi, bu vasiyetinden sonra hazır olanlarla vedalaşarak Medine'den ayrılıp gitti ve bir zaman sonra da vefat etti.

Eshab-ı kiram; Allah'ın sevgilisine arkadaş, dost ve yardımcı olan o soylu insanların bu dört bin alimin nesebinden geldiği anlatılır.

Mektup, elden ele geçe geçe Şamul'un yirmi birinci torunu olan Eba Eyyub El Ensari'ye varacaktır. Bu sıralarda sevgili Peygamberimiz de Mekke'den Medine'ye hicret için yola çıkmışlardı. Medineliler o bayram havasında emaneti, bir an önce sahibine ulaştırması için herkesin çok sevdiği Ebi Leyli'ye verdiler...

Ebi Leyli yollara düştü, bir konak yerinde Beni Selim kabilesinin misafiri oldu. Resulullah da o an oradaydı; ama Leyli, tanıyamadı. Peygamberimiz O'nu görür görmez:

-Ebi Leyli sen değil misin? buyurdular.

-Evet, benim; deyince

-Tebi'nin mektubu nerede? diye sordular.

Leyli şaşırmıştı:

-Siz kimsiniz; diyebildi ancak. Mutlaka ulu biri olmalısınız. Yüzünüzde büyüklük işareti, sözünüzde huzur veren bir tatlılık var.

Eşi olmayan insanda rahatlatan bir tarifsiz tebessüm:

-Ben, Allah'ın Resulü Muhammed'im; mektubu getir. Ebi Leyli istenileni cebinden çakararak tazimle uzattı...

Yüce Peygamber, mektubu yanındakilere okutttular ve:

-Merhaba Salih kardeşim, merhaba salih kardeşim, merhaba sahil kardeşim!.. diye zamanlar ötesine seslenerek Humeyr ibni Redi'yi selamladılar.

NUR 22 Mart 2009 22:39

RE: Sevgili Peygamberim
 
IRMAK

N'ola tacım gibi başımda götürsem daim,

Kadem-i pakini ol Hazret-i Şah-ı Rüsulün

(1.Sultan Ahmed Han)

Ortalık toz duman.

Kopan fırtına; öylesine şiddetli ki, dalları ile yere kapanıp kapanıp doğrulan ağaçları bile köklerinden söküp havaya savuracak gibi. Göz, bir karış ötesini seçmiyor.

Bir ara amansız fırtına uslanır gibi olunca göğe doğru dönerek yükselen hortum, sakin sakin tüten bir duman haline geliyor. Derken duman, bulutlara doğru süzülerek gözden kayboluyor ve bu defa bir ateş yığını fark ediliyor.

Ve ab-ı hayat gibi pırı. pırı. bir ırmak.

Bir ses duyuluyor:

-Kim bu sudan adalet, ölçü ve güzellikle içerse kanar; kim hırsla kullanırsa bela bulur!...

Bu rüya, Mürsed ibni Külal'i gecenin bir yarısında korku ile uykudan kaldırmıştı.

Şanı dört bir yanı tutmuş olan bu padişah, uyandığında alanının boncuk boncuk ter, saçlarının suya girmiş kadar ıslak olduğunu gördü... bir rüya hali yaşamıştı ama neler görmüştü; rüyada ne vardı, hatırlamıyordu...

O, sabah, o gün ve daha kaç gün düşündüyse de rüyayı bir türlü hatılayamadı.

Hatırlayamadıkça da huzursuluğu arttı. Öyle ki bu yüzden devlet işleri bile aksar oldu.

Aralarında oğlu ve kardeşi de bulunan kahinler dahi ona yardım edememiş; rüyanın ne olduğunu bilememişlerdi.

Rüya, padişaha dert olmuştu. Başına bir şey geleceğinden korkuyordu. Bu halden azıcık kurtulmak, can sıkıntısını atmak için birgün ormana ava çıktı.

Sık ağaçlar arasında zamanın nasıl geçtiği belli olmuyordu.

Herkesin kendini av heyecanına kaptırdığı bir anda mürsed ibni Külal, gördüğü ceylanı avlama telaşı ile yolunu kaybederek askerlerinden uzaklara düştü.

...Saatler geçmiş, ne ceylanı vurabilmiş ne de yolu bulmuştu; açlık ve bitkinliği son haddinden idi.

Bu vaziyette iken yorgun gözleri, ileride dağın eteğinde bir ev olduğunu farketti.

Bütün kuvvetini toplayarak dağa doğru gitti; eve yaklaştığında kapıdan ihtiyar bir kadın çıkarak O'nu hürmetle karşılayıp davet etti.

Mürsed, teşekkür ederek eve girdi.

Yaşlı kadının gösterdiği sedire oturması ile uyuyup kalması bir oldu...

Gözlerini açtığında baş ucunda bekleyen yirmi yaşlarında bir kız gördü. Kız mürsed'e:

-Padişahım hoş geldiniz. Evimiz sizinle şereflendi. Geçmiş olsun; Allah sizi her türlü dertten korusun.

Teşekkür ederim.

-Zatı devletleri yemek emrederler mi?

Misafir, bir an için "acaba bir oyuna mı geliyorum" diye düşündü. Kız karşısındakinin tereddüdünü anladı ve:

-Padişahım, yüksek hatırınız hoşça tutunuz. Canımız uğruna feda olsun. Kılınıza zarar gelmesini istemeyiz, deyince Mürsed rahatladı.

Küçük ve sade dağ evi huzur ve emniyet dolu idi. Ev sahibesi iyi, olgun ve ölçülüydü...

Açık kapıdan süzülen rüzgar, baygın bir kır çiçeği kokusunu odaya taşıyordu.

Padişah sordu:

-Beni kabul eden yaşlı kadın anneniz mi?

-Evet, annemdir,

-İsminiz ne?

-Ufeyra!

-Benimkini de biliyor musunuz?

-Tabii padişahım. İsminiz Mürsed ibni Külal. Yalnızca isminizi değil gördünüz ve derdine düştüğünüz rüyayı da biliyorum.

Padişah, heyecandan az kalsın ayağa fırlayacaktı. Zor hakim oldu kendine.

-Çabuk anlat, hemen!

Kız sükunetini bozmadan saymaya başladı... fırtına, duman, ateş ırmaktan güzellik ve çirkinlikle içenler.

... Ufeyra söyledikçe Mürsed, tek kam hatırladı. Kuş kadar hafifledi. Sanki kaybettiği çok değerli bir şeyi yeniden bulmuştu:

-Senin herhangi bir insan olmadığın belli. Öyle olsaydı zaten bu ıssız dağlarda ne aradın. Ayrı ve üstün bir tarafın olmalı. O yüzden rüyamı yorumlamanı da istiyorum. Bunu yapabilir misin?

-Ondan kolay ne var padişahım?

Bunu dedikten sonra, karşıdaki divanın kenarına oturarak anlatmaya başladı. Bal renkli bir ikindi güneşi, küçük pencerenin camlarından girerek odayı bakıra çalan mbir renge boyuyordu.

-"Fırtına ve hortom padişahlara işarettir. Duman; padişahı çekemeyenleri ima deyor. Ateş; münafıklık demek. 'Irmak' yeni bir dinin geleceğine müjde; 'ses' o dini tebliğ edecek Peygambere alamet, sudan güzel güzel içenler Peygambere tabi olacakların sembolü, suyu hırsla kullananlar ise O'na isyan edecekler manasındadır.

Mürsed, duyduklarından derin hayrete düşmüştü: Renkten renge girip çıktı. Hiç işitmediği şeyler dinliyordu.

-O Peygamber nasıl biridir?

-Şu yerleri, şu gökleri yaratan Allah için söylüyorum ki O' hak Peygamberidir.

-Peki, geleceğini söylediğin Peygamber, insanlara neler bildirir?

Konuşmaya dışarıdan ötüşen kuşların sesi karışırken Ufeyra, hürmet uyandıran ağır başlılığı ile cevaplandırdı:

-O, alehisselatü vesselam, insanları puta, taşa, toprağa tapmaktan vaz geçerek herşeyi yoktan vareden ezeli ve ebedi Allah'a kul olmaya, namaz kılmaya, oruç tutmaya, zekat vermeye, hacca gitmeye, güzel huy edinmeye ve günah işlememeye çağırır.

Hangi millete mensuptur?

-Araptır ama kendi milleti de O'nunla savaşacaktır.

-Nasıl olur; kendi öz milleti onunla mücadele edecekse, dostu kim olacak?

-O, Allah'ın en mekbul kulu ve en üstün Resulü olan Muhammed aleyhisselamdır... birinci dostu Cenb-ı Hak, ikincisi de O'na eksilmez imanlarla bağlı ve gözünü kırpmadan canlarını yoluna feda edecek arkadaşlarıdır.

Gün, ufkun gerisine çekilirken orman ve vadiler derin ve koyu gölgeleri örtünmeye hazırlanıyordu.

Mürsed, şimdi sevinçler içindeydi; hayırlı biri olmalıydı ki rüyada O'na bir hak din ve Peygamberin geleceği haber verilmişti.

Vakit geç olmak üzereydi, yolun tarifini alarak teşekkür edip atına bindi; cins at, öne doğru fırlamak için sabırsızlanırken Mürsed ibni Külal:

-Anne selam söyle; o davet etmeseydi bu güzel müjdeyi alamazdım!

-Güle güle padişahım; yolun açık olsun!

Rüzgar gibi uçan atlı, az sonra alaca renkli karşı tepelerden kaybolup görünmez oldu.

NUR 22 Mart 2009 22:40

RE: Sevgili Peygamberim
 
HABER

Kimim var hazretinden gayrı, halim eyleyem i'lam,

Cenabındadır ihsan ve mürüvvet, ya Resulallah!

(II. Sultan Mahmud Han)

Bismillah!...

Seyf bin Zülyezen babasının elinden zorla alınan Yemen tahtına oturup O'nun ruhunu şad ederken mülkün asıl sahibi Yüce Allah'ı andı ve nasip ettiği galibiyetten dolayı hamd etti.

Dışarıdan perde perde yumuşayarak gelen zafer nağmeleri işitiliyordu.

Başşehir San'a'nın meydan ve sokaklarında insan cesedi, at ve fil ölüleri görülüyordu.

Günlerce süren iç harpte asilere ağır kayıplar verdirilmiş ve devlet, zalimlerden kurtarılarak meşru hükümdar Seyfi'in idasine girmişti.

Sokak ve meydanları dolduran buruk manzara işte bu mücadeleden kalmıştı.

Buna rağmen şimdi zulüm ve sıkıntı dolu günlerin çehrelerde derinleştirdiği asabi çizgiler, yavaş yavaş yeniden gülmeyi hatırlıyordu...

Çünkü kan kusturan Ebrehe'den sonra kötülük örneği oğulları da yok olmuştu...

Yemen'de her şey normale dönüp devlet teşkilatı işlemeye başlayınca komşu topraklardan temsilciler gelerek Sultan'a tebrik ve itimadlarını sundular.

Misafirler arasında başta reisleri Abdülmuttalib olmak üzere Kureyş büyükleri de vardı. Ziyaretçiler, Seyf'e değerli hediyeler verdiler.

1. cilt sonu-

NUR 23 Mart 2009 13:41

Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 2

Geçim sıkıntısı, son haddinde:

Araplar, yiyecek bulamıyor.

Kıtlık arttıkça artmakta...

İşte; tam o sırada herkesin, açlıktan bir bir ölüp gideceği düşünülürken, bir mucize oldu; bir bolluk, bir zenginlik... kumlardan nimet fışkırıyor gibi.

Kıtlığı, bolluğa çeviren bu mucizeye sebeb, Muhammedi nur'un anneye geçmesi. Muhammedi nur'un anneler annesine geçmesi ile de kavruk çölde muazzam değişiklik ve bereket.

Ticaret canlı, piyasa hareketli. Abdullah da bir Kureyş kervanı ile taşraya alış verişe gidiyor. Ama Abdullah; on sekiz yaşındaki o güzelim delikanlı bunun son yolculuğu olduğunu; geri dönerek hanımı ile doğacak çocuğunu göremeyeceğini nerede bilebilirdi... Alınan alındı, satılan satıldı ve kervan dönüşe geçti. Medine'ye gelmişlerdi ki, o genç ve dinç Abdullah, birdenbire hastalandı... kısa bir rahatsızlık ve dayılarının evinde bu dünyaya veda...

Melekler, hayrette...

-Ya Rab! Resulün yetim kaldı!

Yüce Alalh, cevap verdi:

O'nun koruyucusu ve yardımcısı benim!...

......................

Acı haber Mekke'ye tez ulaştı. Amine ile baba Abdülmuttalib ve kardeşlerde üzüntü derin ve büyük. Ağabey Haris, Medine'ye vardığında Abdullah, Dar-ı Nabiga'da bir tümseğin altındadır.

Herşey fani ve boş...

Baki olan Allah; güzel olan, gelen sevgili...

Kederli Amine, hamileliğinin altıncı ayında bir rüya görüyor. Rüya değil bir hal; bir hakikat. Bir adam, mübarek anneye nasihat vermekte:

-"Ya Amine! Tereddütsüz inan ki sen insanların en hayırlısına hamilesin. Doğduğunda ismini Ahmed veya Muhammed koy!"

Bu bir ilahi müjde.

Amine, rüyada kendisine söylenene sadık...

Zaman akıyor...

Nihayet vakit tamam.

Ayı ve günü ile eksiksiz ve kusursuz an...

Hicretten elliüç sene evvel, Nuşirevan hükümetininin kırk ikinci yılı, fil vak'asından iki ay kadar sonra Rabiulevvel ayının onikisi ve miladi 571 tarihih yirmi nisanı... nisan ki mevsimlerin en güzeli, baharın en gözde ayı.

Nisan'ın 20'si; zamanın olgun bir çağı ve tabiatın renk ve koku çağlayanına dönüşmesi...

Sabaha karşı.

Güneş, henüz doğmamıştı; tan yeri ahenk ve ihtişamla ağrıyor...

Günlerden Pazartesi. Pazartesi, hayatlarında dalma dönüm noktası... doğumları, Hacerül Esved taşını yerine koymaları, Peygamberlik gelişi, Hicretleri, Medine'ye varışları, vefatlır hep Pazartesi günleri... Ani bir ses yankılanması. annede korku. Korku ile beraber beyaz bir kuş ortaya çıkıyor ve şefkatli kanatları ile Hazret-i Amine'nin sıtını sıvazlıyor. O dakika korkunun yerini kalb huzuru ve gönül rahatlığı alıyor. Ama susamamak mümkün değil; dili damağına yapışıyor; gaipden beyaz bir kab ile süt gibi ak bir şerbet uzatılıyor. Baldan daha tatlı bu soğuk şerbeti içtiği an susuzluğu diniyor ve kendisi ile birlikte evi bir nur kaplıyor. Nasibli mekana gök delinmişcesine sağnak sağnak nur yağmakta.

Allah'ın Sevgilisi'nin doğumu ile dünyayı şereflendirdiği mübarek ve muhteşem an.

Amine'de hamilelik ve doğumdan dolayı ne bir ağrı, ne sızı var.

Meşhur Abdi Menaf kızları gibi hurma misali uzun boylu, narin yapılı, güneş yüzlü huriler odayı doldurmuş, genç anne ve biricik bebeğe hizmet veriyor.

Mübarek Peygamberimiz, doğar doğmaz başı secdede:

-Lailahe illallah, inni Resulullah / Allah'dan başka ilah yokdur ve ben O'nun resulüyüm.

Alnı secdede ve şehadet parmağı havada...

Ve udaklarında bir cümle.

-Ümmetim, ümmetim!

Bebek, melekler tarafından sünnet edilmiş, göbeği kesilmiş ve tertemiz.

Bu esnada göklerden yere perde gibi upuzun bir kumaş sarkıyor.

... ve bir ses:

-O'nu insanlardan gizleyin!

Annenin etrafında melekler. Anne terliyor. Fakat cildinden ter değil, miskten rayihalar yükselmekte.

Ve bir sürü kuş. Zümrüt gagalı, yakut kanatlı bu kuşlar, bir yere konmadan havada duruyor ve; gümüş ibrikler taşıyorlar.

Amine'nin gözünden perde kaldırılmış. Bir uçtan bir uca kainat nurla dolu; ta Busra köşkleri görünüyor. Ve üç bayrak; Biri doğuda, biri batıda, biri Kabe'nin üzerinde. Annelerin en azizi, görüyor bunları. Sonra nurdan bir beyaz bulut, yavruyu alıp gözden kayboluyor.

Bulut giderken bir ses:

-O'nu doğudan batıya kadar gezdirin. Paygamberlerin doğduğu yerleregötürün ki bereket hasıl olsun ve dualarını alsın. Atası İbrahim aleyhisselam'a arz etmeyi unutmayın. Ayrıca denizlerde de dolaştırın. Bütün alem ismi ve cismi ile kendisini tanısın!

Bir zaman sonra, Peygamber efendimizi kundaklı halde geri getirdiler. Elinde üç tane analtar var:

Peygamberlik,

Zafer ve

Şeref sembolü üç anahtar.

Az bir zaman geçmişti ki öncekilerden de büyük, yine bulut şeklinde bir nur daha yere indi. Buluttan kuşların kanat çırpışı ve at kişnemeleri işitiliyor.

Nur, aziz bebeği alıp uzaklaşırken bir nida:

-Muhammed aleyhisselam'a cin ve insanları takdim edin; ve O'nu peygamberlerin ahlak denizinde yıkayın. Az bir zaman sonra onsekizbin alamin sultanını, saf ve tatlı zülal suyu damlayan bir ipeğe sarılı olarak geri getirdiler. Adem aleyhisselam'ın temizliği, Nuh aleyhisselamın inceliği, İbrahim aleyhisselam'ın dostluğu, İsmail aleyhisselam'ın lisanı, Yusuf aleyhisselam'ın güzelliği, Yakub aleyhisselam'ın müjdesi, Eyyub aleyhisselam'ın sabrı, Yahya aleyhisselam'ın zühdü, İsa aleyhisselam'ın cömertliği O'na verilmişti.

Gün yüzlü üç kişi göründü. Birinin elinde misk dolu gümüş bir ibrik, brinde yeşil zümrütten bir leğen, üçüncüsünde ipek bir kumaş vardı. Bunlar evin dört köşesine birer sancak diktiler ve:

İşte dünyanın dört bucağına misal! O, hangi tarafa gitse bu sancak elinde olacaktır, dediler. Sonra da mübareğin baş ve ayaklarını zümrüt leğende yıkadılar. Bir ses duyuldu:

-O'nu Kabe'ye götürün; Kabe'yi O'na kıble yapacağım! Ve O'nu ipek bir kumaşa sararak güzel bir kundak yaptılar. Üçüncü kişi, kundağı kısa bir müddet kolunun altında tuttu.

...Cennetin hazinedarı Rıdvan ismindeki melek olan bu üçüncü şahıs, daha sonra efendimize:

-Ya Muhammed! Bütün Peygamberlerin ilmi sana verildi. Şecaat meş'alesi senin üzerinde yükseldi, zaferin anahtarı eline tutuşturuldu. Senin heybet ve azametin göklerden duyuldu. Müjdeler olsun! Her kim adını yüreği titrer ve kalbine korku düşer. Sana müjdeler olsun! Müjdeler olsun ki yüce Allah, bütün iyi huyları ve güzel ahları sana verdi, dedi ve başına güzel koku sürdü, saçını taradı, gözlerini sürmeledi ve bebekle birlikte gözden kayboldu.

...aradan üç gün geçmiştir. Bebek görünürlerde yok; bir kaç yardımcı hanımın dışında Amine'nin akrabalarından da kimse görünmüyor.

Anne merak ve endişe dolu...

O merak ve endişe ile çocuğunu düşünürken Rıdvan, Sevgili Paygamberimizi geri getirdi. Yüzü, ayın ondördü gibi parlak ve misk kokuyor. Melek:

-Bütün yeryüzünü O'na arzettim. Adem aleyhisselam'a götürdüğümde insanların babası, bebeği bağrına basarak "sana müjdeler olsun! Sen, senden önce ve sonra yaradılmışların efendisisin" dedi, diyerek olanları anlattı ve bir an kayolduktan sonra, tekrar görünüp bebekle konuştu:

-Ey dünya ve ahiretin en makbulü! Yolların en güzeli senin yolun! Ümmetin kıyamet günü seninle haşrolunacaktır! müjdesini verdi ve uzaklaşıp gitti...

Allahümme salli ala seyyidina Muhammed...

Yerde Gökte Övülen

ismi söylenecek dillerde ebed

muhammed mustafa, mahmud ahmed

(Muallim m. Receb efendi)

Büyükbaba Abdülmuttalip, doğum sırasında Kabe-i şerif'te Allahü teala'ya dua ile meşguldür. Kabe'nin birden bire makam-ı İbrahim'e doğru secde edip doğrulduktan sonra düzgün bir lisan ile:

-Allahü ekber! Muhammed, beni putlardan temizliyecektir! dediğine ve bu konuşmadan sonra da Hübel ismindeki en iri putun yüzüstü yere düştüğüne şahid oldu.

Kulağına hafiften bir ses geliyor:

-Bu gece Amine'nin oğlu oldu. Çocuğun üzerine rahmet bulutları indi. Kudüs'ten bir leğen getirerek O'nu yıkadılar. Muhammed, insanları inkar kanlığından hidayet aydınlığına kavuşturacaktır. Hak teala, O'nu, alemlere rahmet olarak gönderdi. Ey melekler! Şahid olun ki, O'na bütün hazinelerin anahtarı verildi. Doğduğu günü unutmayın.O gün, kıyamete kadar bayramınız olsun!

Görüp, işttiklerinden şaşkınn dönen Abdülmuttalib, kendini bir an uykuda sanır ama; değildir. Bir süre dili tutulur. Derhal dışarı fırlar. Safa'dadır. Safa tepesini yükselmiş, Merve tepesini hareketli olarak görür. Bir ses duyuyor:

-Ey Kureyş'in efendisi, neden korkuyorsun?

Ama cevap verecek mecal nerede? O şaşkınlıkla yola koyulur. Eve yaklaştığında damda kanatları ile çatıyı örtmüş bir beyaz kuş görür. öyle beyaz ki, nurundan Mekke dağları parlıyor.

Garip olaylar... gariplik üstüne geriplik. Kapıda ise bir beyaz bulut. Bulutta kim bilir ne var? Abdülmuttalib içeri giremiyor. Çaresiz bir müddet oturup bekleyecektir. Yakıcı bir güzel koku genzine dolmakta. Ancak bu bekleme nereye kadar? Kapıya yönelir ve bir kaç kere hızla vurur:

-Çabuk aç Amine! olanlardan aklımı kaybedeceğim! Kapı açılır! Abdülmuttalib, Aminenin alnında nuru göremeyince sorar!

-Nura ne oldu kızım?

-Doğum yaptım; nur, oğluma geçti babacığım. Ve doğum esnasında çok tuhaf şeyler yaşadım.

-Ama sende doğum yapmış bir kadın hali yok ki!!.

-Evet doğru. Baştan başa inanılmaz hadiseler içindeyim. Mesela damda gördüğün o beyaz kuş, bebeğe süt vermek için benimle mücadele etti...

-Öyleyse torunumu getir göreyim!..

-Şimdilik imkansız!.. Demin biri gelerek O'nu zümrüt bir leğende yıkadı ve "Üç gün kimseye gösterme" diye emir verdi...

Yaşadıkları ve duydukları ile Abdülmuttalib, kendini kaybetmiş gibi idi; kılıcına davrandı.

-Çabuk çocuğu göster yoksa ya seni ya kendimi helak edeceğim, diye hiddetlendi.

Amine, kayınpederinin ısrarı üzerine çocuğunun götürüldüğü evi tarif etti. Abdülmuttalib, elinde kılıç ve heybetli biri duruyodu; niyetini anlayınca Abdülmuttalib'in üzerine yürüdü ve:

-Çabuk buradan savuş! Hiç kimse üç günden önce O'nu göremez. Çünkü bütün meleklerin ziyaret etmesi lazım, diiyerek büyükbabayı geldiği gibi geri çevirdi.

Abdülmuttalib'i; o cesur insanı korku ve titreme kapladı ve hatta kılıç, elinden kayıp yere düştü. Hemen Kureyş'e gidip başından geçenleri nakletmek istedi ise de yedi gün dili tutuldu ve tek kelime konuşamadı. Aynı şekilde bu yedi gün içinde dünyanın diğer idarecileri de lal olacak ve onlar da konuşamayacaktır.

........................

NUR 23 Mart 2009 13:42

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Mekke'de Safa tepesi civarındaki Haşimoğulları mahallesi; bugün "Mevlid Sokağı" denilen baba evinde yaradılmışların en üstünü alemi aydınlatırken bu mes'ud anın şahidleri de vardır:

Doğumdaki hanımların biri, Peygamberimizin halası Safiye hadun'du.

-O'nun doğumunda Amine'nin evinde idim.Altı ayrı mucizeyi yaşadım.

-Doğar doğmaz başını yere koyup Rabbine secde etti.

-La ilahe illallah ini Resulullah, dedi.

-Sacdede bir şey söylüyordu sanki. Yaklaşıp dinlediğimde "Ümmetim, ümmetim" dediğini işittim.

-Orada öyle bir nur parladı ki her taraf ışık içinde kaldı. Yavruyu yıkamak istediğimde; "ey Safiye zahmet etme; biz O'nu yıkanmış olarak gönderdik.!" şeklinde meçhul bir duydum.

-Sünnet olmuş ve göbeği kesik idi.

-Kundak yapacağım sırada sırdında bir mühür gördüm. Kürek kemiklerinin arasında ve iri bir ben büyüklüğünde olan bu mühürde tüylerle.

"La ilahe illallah Muhammedün Resulullah yazılıyordu.

NUR 23 Mart 2009 13:42

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
O gece ben de Amine'nin yanındaydım. Doğum sırasında bir an semaya baktım. Yıldızlar yeryüzüne el uzatıp toplanacak kadar yakındı. Doğumu takiben dört yanımızdan öyle bir nur fışkırdıki her şey kayboldu; bir nur denizinde gibi idik". Bunlar da Osman bin ebi As'ın annesi Fatıma-i Sekafi hanıma ait cümleler.

şifa hatun ise efendimizin ebesi... elime geldiğinde yalvarıp durmaya başladı. Bu sırada gaibden bir ses duydum: (Yerhümüke Rabbüke) hitabı ile bebeğe dua etti. Ve derhal bur nur zuhur etti. Bu nur sebebi ile bir anda çatı ve duvarlar yok oldu. Dünyanın bir ucundan öbür ucuna her şey gözümüzün önünde idi. Binlerce kilometrelik uzaklıktaki Şam'ın köşkleri açık-seçik görülüyordu. Korkup titremeye başladım Ötelerden sesler geliyordu:

-Bu güzeller güzeli çocuğu nereye götürelim?

-Bir tahtı revana bindirerek bir göz kırpacak zamanda bütün bürek yerleri gezdirip getirelim.

Bu konuşmanın ardından sakinleştim. Biraz sonra yeniden sesler duyuyordum:

-Bu göz nuru çocuğu nereye götürdünüz?

-Doğunun bütün kudsi makamlarını gezdirdik. İbrahim aleyhisselam, O'nu bağrına basıp dua ettikten sonra şöyle dedi: "Ey evladım! dünya ve ahiretin izzet ve şerefi sana verildi. Sana ne mutlu. Peygamberliğini tasdik ve yolunu tercih edenler kıyamet günü seninle birlikte dirilecektir." Bu işaretlerin ilahi manalar taşığı belli idi... "Acaba ne olacak?" diye yıllarca merak ettim. Nihayet peygamberliğini açıklayınca o ihtiyar yaşımda hiç duraksamadan tebliğ ettiği dini kabul ettim ve ilk mü'minlerden oldum.

Abdulmüttalib, eve geldiğinde doğumun üzerinden üç gün geçmişti. Çocuğu görüp sevdi ve gelini ile hangi ismi koyacaklarını konuştu... Amine, hamile iken gödügü rüyada:

"-Sen, insanların en hayırlısı ve kainatın efendisine hamilesin. O- dünyayı zinetlendirdiği zaman "hasedçilerin şerrinden korunması için bir olan Allah'a sığınım" diye dua et ve Ahmed ve Muhammed ismini ver" dendiğini anlattı ve kindisinin Ahmed'i tercih ettiğini söyledi; anne, devamla doğum sırasında gördüğü harikuladelikeri naklediyor: O anda her taraf nurla dolu ve gözümden perde kalkmış; uzaklar yakın olmuştu. Şam ve Busra'nın çarşı ve sarayları; hatta Busra'nın develeri gözler önünde.

Dede ise yavruya Muhammed ismini koydu. Böylece ilahi murad yerini buldu ve O'na o güne kadar kimseye nasip olmamış bir isim verildi.

Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine yedinci gün bütün Mekke halkına üç gün süreyle ziyafet verdi. Bu ziyafetten başka bir de her mahallede develer kestirdi. Yemeğe gelenler "Muhammed" ismini duyunca atalarında böyle bir geleneğe tesadüf edilmediği için sebebini sormaktan kendilerini alamadılar. Dede:

-Yerlerde ve göklerde tanınsın ve övülsün istidim; ve bu ismi koydum.

Daha sonra torununu alarak Kabe-i şerif'e götürdü. Yavrucak dedenin kollarında mışıl mışıl uyuyor. Abdülmuttalib, ziyaret ve duadan sonra yetime içli bir şiir söyleyerek sevgili efenidimizi annesine getirdi ve gelinine:

-Ey benim asil gelinim, çocuğu iyi koru! torunumun şanı yüce olacaktır. Dikkatin hep üzerinde olsun! Aman gafil olmayasın! tenbihinde bulundu.

Peygamberimizin dünyayı teşrif etmelerinin ertesinde yahudilerde telaş ve üzüntü müşahede ediliyordu. İsmi "Ahmed" olan ahir zaman peygamberinin doğacağını tevratta okuyor, alimlerinden dinliyor, kahinlerden haber alıyor ve doğumun vukuuna dair emareleri gözlüyorlardı...

Beklenen yıldız doğmuştu. Acaba dünyaya gelen bebekte öbür işaretler de varmıydı?

... evet onlar da vardı. Gelen haberlerde çocuğun, nur yüzlü, sünnet olmuş ve göbeği kesik oldu4u bildiriliyor; bir bulutun gelerek kendisini götürdüğü ve üç gün halka gösterilmediği ilave ediliyordu...

-Tevratın yazdıkları doğru çıktı, dedi yahudi alimleri...

Bir musevi ise çocuğu görmek istedi... Hane-i saadete geldiler. Bebeğin gözlerine bakar bakmaz adam, kendini kaybetti. Aklı başına gelip yerden doğrulurken hazır bulunan Kureyşlilerin alaylı alaylı güldüklerini görünce öfke iele bağırdı:

-Ey Kureyş mensupları! Ey Kureyşliler! Tevrat hakkı için söylüyorum; bana kulak verin! Gördüğünüz bu çocuk işte o peygamberdir. İsmi maşrıktan mağribe kadar yayılacak ve sizi... evet, sizi kılıçla yola getirecektir! Nübüvvet, israiloğullarından gitti artık, kahkahalarınıza devam edebilirsiniz!. diyerek orayı terketti.

Yine aynı günlerde bir sabahın er vaktinde bir tepede bir grup yahudinin feryadu-figanına şahid olunuyordu... ortada bir yadi, çevresinde dindaşları bir söylüyor, bin döküyorlardı. Görenler şaşkın:

-Hayrola, ne oldu, ne var böyle kendinizi paralıyorsunuz?

-Ah, aah!.. beklenen gün geldi; kızıl yıldız göründü. Bu yıldız ne zaman doğsa bir peygamber dünyaya gelir. Demek ki, Muhammed doğdu. Daha ne olsun? Peygamberlik bizden gitti.

Soranlar gülüşerek yanlarından ayrıldılar.

Musevilerin ağızlarını bıçak açmıyordu. Bir yahudi, yolda Abdülmuttalib'i gördü:

-Ey Kureyş reisi, çocuğa ne isim verdiniz?

-Muhammed...

-Öyle mi! demek öyle? diyerek mırıldandı... Paygamber olduğuna dair üç delil bir araya geldi; kızıl yıldızın doğması, isminin Muhammed konması ve üçüncüsü de asil bir aileden olması.

Aynı günlerde Medine sokaklarında da bir yahudi saçını başını yoluyordu.

Evet, O ebedi sultan doğdu....

O doğdu; Şam'da bin seneden bu yana akmayan Save nehrinin kuru yatağı su ile doldu, taştı.

O doğdu; ateşgedenin söndüğü gece İran hükümdarı Kisra'nın eşsiz güzellikteki sarayının ondört kulesi yıkıldı.

O doğdu; doğduğu gece Kisra'nın sarayının kulelerinden başka Dicle kıyısındaki nefis sulara battı ve Kisra, canını zor kurtardı.

O doğdu; devrin ileri gelenleri garip garip rüyalar gördüler.

Rüyaların, Şam'an Irak'ın, İran'ın,Dicle'nin, Fırat'ın İslamın mülkü olacağını haber verdiğine dair en namlı kahinler yorumlar yaptı.

O doğdu; insandan gayri bütün mahlukat O'nu emzirmek için yarışa girdi.

...Ve O doğdu; büyücüler gelecekten haber vermezler oldular.

Aleyhissalatü vesselam.

Doğumu ile cihanı aydınlatan o nura selam olsun. O doğmasaydı;

Ya O doğmasaydı!..

Biz ne olurduk?

SÜTANNE

CANIM KURBAN OLSUN SENİN YOLUNA

ADI GÜZEL, KENDİ GÜZEL MUHAMMED

(Yunus Emre)

NUR 23 Mart 2009 13:43

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Beni Sa'd aşireti,arablar arasında şeref ve cömertliği ile nam yapmış bir kabile; arapçayı çok mükemmel bir şekilde konuşmaları ise diğer meziyetleri.

Peygamber efendimizin doğduğu tarihlerde görülmemiş bir kuraklık ve bu kuraklıkla gelen kıtlık,Beni Sa'd yurdu Badiye taraflarında ne varsa silip süpürmüş. Midelere günlerce bir şey girmediği vaki. Anneler, çocuklarını doyuramıyor. Ağaçlar dahi kupkuru.

Açlık, böyle herkesi dize getirmişken bu kabilemin Züveyb oğullarından Halime ismindeki hanım, bir çocuk doğurdu. Ama kadıncaız bitkin. Doğum rahatsızlığı ve açlık, kolunu kanadını kırmış... beden ve şuur uyuşmuş gibi. Günlerdir aç. Yerle-gök, gece ile gündüzü ayıramaz halde. Böyle iken yine de sızlanmıyor. Allah'tan gelene razı. Tevekkül ve teslimiyet içinde.

Halime, bir gece sahrada bitkinlikten uyuya kaldı. Gökyüzünde ışıl-ışıl yıldızlar kaynarşırken O, başını koyduğu kumlarda bir rüya görüyor:

"Bir adam, önce kendisine buz gibi bir su veriyor ve sonra soruyor:

-Beni tanıdın mı?

-Hayır!

-Ben, senin sıkıntılı zamanlarda ettiğin hamd ve şükürüm. Ey Halime; Mekke'ye git! Oraya gidersen kazancın çok yüksek olacak; bir nuru evlad edineceksin, dedikten sonra rızkının bolluğu, sütünün çokluğu için dua etti."

Uyandığında karnında bir tokluk ve halinde bir dinçlik hissetti. Ancak; kabile mensublarının, açlıktan çıkardığı iniltiler insanı, perişan ediyordu.

Halimelerin çelimsiz bir merkeb, sütü çekilmiş bir deve ile bir miktar koyun ve keçileri bütün servetlerini meydana getiriyor.

Halime'nin sütü, yeni doğmuş olan Damra'ya yetmediğinden bebek aç kalıyor ve ağlaması ile anneyi geceler boyu uyutmuyor.

..................

Beni Sa'd aşiretinin çocuk emziren hanımları, ilkbaha ve sonbaharda Mekke'ye iner; her kadın bir bebek alır, ona sütannelik eder, terbiye ve yetişmeleri ile meşgul olur; Badiyenin güzel suları ve kekik kokan yayla havasında serpilip gürbüzleşen çocuklar, bir kaç sene geçince ailelerine geri verilir ve karşılığında bol kazanç elde ederlerdi... bu, öteden beri sürüp gelen bir adetti. Böylece hali vakti yerinde olan aileler, çocuklarını Mekke'nin bunaltıcı havasından kurtarak, daha iyi bir iklimde ve mürebbiyeler nezaretinde büyütürlerdi...

O günlerde kabilenin genç hanımları, sütannelik yapacakları bebek bulmak üzere Mekke'ye doğru yola çıkma hazırlığında.

Kafileye katılan Halime ve kocası, yanlarına çocukları ile merkep ve deveyi de aldılar.

...................

Kervan, kona-göçe şehire doğru yürürken, gaibten bir ses geliyor:

-Ey Beni Sa'd kadınları, çabuk olun; çabuk olun ki Mekke'de doğan eşsiz çocuğu göresiniz.

Bu sözleri duyan Beni Sa'd'ın genç hanımları daha hızlandılar.

Halime, merkebin üstünde, önünde Damra. Hayvan açlıktan zor yürüyor. Bitkin ve mecalsiz.

Haris, hanımını uyanıyor:

-Gayret, daha çabuk Halime! Kervanın şehre varmasına bir şey kalmadı; bizse hala buradayız. Öbür kadınlar eşraftan çocukları alacaklar. Korkarım eli boş döneceğiz. Sonra müteessir olursun.

Halime hatun, ne kadar uğraştıysa arkadaşlarına yetişemedi.

O, böyle yolları aşmak için didinirken, sağından solundan sesler geliyor. Yine meçhul, yine ümid veren yeni heberler taşıyan sesler:

-Müjdeler sana Halime! O nuru emzirme saadeti senin olacak...

Kervan, arayı açmıştı! Halimeler çok geride.

Bir dağın eteğinden geçiyorlar. Sarp dağ yarığından upuzun boylu biri, Halime'ye görünüyor. Elinden bir mızrak var. Halime ürküntülü. Adam elini merkebin üstüne koyarak konuşuyor:

-Ey Halime; Hak teala sana müjdeler yolladı. Ben seni şeytandan ve düşmandan korumakla vazifeliyim...

Mızraklı şahıs kayboluyor.

Halime kocasına:

-Benim görüp işittiklerimin farkında mısın?

-Değilim ama korkular geçirdiğini anlıyorum.

Şimdi, kervandan iyice kopmuş olan karı-koca, deve ve merkeplerine az daha hız vermeyi başararak, geceyi Mekke'ye üç kilometre kadar mesafede olan bir handa geçirdiler.

Yorgun yolcular, erkenden yataklard. Halime, yine bir rüya görüyor. baş ucumda yeşil bir ağaç. dalları ile O'nu gölgeliyor. Ağacın ortasından ikinci bir ağaç uzuyor; bol meyveli bir hurma bu. Beni Sa'd kızları Halime'nin etrafında pervane olmuş dönüyor ve bir taraftan da tatlı tabessümlerle O'na iltifatlar yağdırıyorlar.

-"Sen bizim melikemizsin, sen bizim sultanımızsın."

İkinci ağaçtan bir hhurma tanesi yanına düşer. Hurmayı alıp yiyen Halime, ondaki lezzeti efendimizi emzirinceye kadar, damağında duymaya devam edecektir.

Rüyayı kimseye açmaz. Belli ki bir şeyler olacak, bir şeyler yaşanacak. Meshul sesler, yalnız O'nun gözüne görünen insanlar, tadı uyanıkken de devam eden rüyalar!.. Bu sebeple rüyasını açıklamaz; herşeyi seyrine bırakır.

Ertesi sabah bir Pazartesi. Yine yoldalar. İşte, Mekke, kerpiç evleri ile yavaş yavaş ufuktan yükseliyor.

Cenab-ı peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, dünyaya gelince kendilerini ilk bir hafta kadar anneleri; dört aya yakın da Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe hatun, oğlu Meshur'la emzidi.

Ebu Leheb, dünyaya gelen inci tanesinin amcası Süveybe, mevlid vuku bulunca, hemen efendisine koşarak "bir yeğeniniz oldu" diye müjde veriyor. İleride amansız bir İslam düşmanı kesilecek olan Ebu Leheb, sevinçli. Bu sevinç sırf akrabalık sebebiyle de olsa, Habibullah'ın dünyayı teşrifine sevinmesi O'nun, cehennemde Pazartesi günleri azabının hafiflemesine yol açacak; ve yeğeninin doğum gününde, parmaklarının rasından akan suyu emerek sükunet bulacaktır.

Evet! Ebu Leheb keyifli. Bir yeğeni olmuş; sülelesi bir kişi daha kazanmıştır. Bu keyifle Süveybe'yi azad etti. Süveybe, artık hür bir kadan. Sevgili Peygamberimizin alemlere rahmet oluşundan ilk istifade eden insanlardan biri sütannelerden Süveybe Hatun. daha önce Hazret-i Hamzay'ı sonradan da Ebu Seleme'yi emziren şanslı kadan.

Ancak O mübarek çocuk, her Mekke'de kalamaz. Adet gereği O'nun da gelen süt annelerden biri ile anlaşılarak yaylalara gönderilmesi lazımdır.

Abdülmuttalib, Kureyş'in emiri olsun da torununu bunaltıcı Mekke sıcağında büyütsün. O narin yavru, bu iklime nasıl dayanır; kendisi nasıl tahammül ederdi?!..

Nitekim asil insanlar diyarı Beni Sa'd'dan çocuk arayan hanımlar da gelmemişmiydi?

Muhammed aleyhisselam'ı hemen bütün hanımlara teklif ettiler; ama babasının hayatta olmadığını anlayınca "hem babası yok, hem malı; anne ile dede ne verebilir ki" diye düşündüklerinden iki cihan Sultanı'nı kabul eden olmadı. Herkes, babası zengin çocuk peşinde; herkes, babadan ücret bekliyor. Halbuki O yetimin ücretinin madde ile ifadesi mümkün değil. O'nun mükafatını Allahü teala, ihsan edecektir.

Her Beni Sa'd'li hanım, iyi halli bir aile çocuğu bulduktan nice sonra Halime ve kocası Mekke'ye gelebildiler.

Üstelik Damra da hasta. Hatta hayatından ümid kesmek üzereler. Fakat Mekke'ye vardıklarından yavru gözlerini açar ve annesine gülümser. Halime hatun, Damra'yı kocası ile kızı Şeyma'ya bırakarak şöyle hali vakti yerinde bir ailenin çocuğunu aramaya koyulur... ama ne gezer. Arkadaşları, ne kadar zengin çocuğu varsa alıp götürmüşler. Halime üzgün. Hatta geldiğine, bu kadar meşakkati çektiğine pişman.

İyi de Halime, niçin duyduğu sesleri, gördüğü adamı, gördüğü rüyayı hatırlamaz?

NUR 23 Mart 2009 13:43

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Badiye Yaylası

HAZRETİ HAK OLUNCA MEDDAHIN

NİCE MEDH EYLEYE, SENİ YAHYA

(Şeyhülislam Yahya Efendi)

Emzirecek çocuk almamış olan hanım kaldı mı?

Halime hatun, çaresizlikten tan bunalmış bir anda iken karşıdan gelen yaşlı biri böyle sesleniyordu... Badiyeli hanım duraladı. Ümid ve itimad veren tavrı; soylu hali ile dikkati çeken bu adam kim ki? yanındakilere soruyor:

-Kim bu zat?

-O Kureyş'in efendisi Abdülmuttalib'dir.

Verilen bu bilgi üzerine Halime, Abdülmuttalib'e giderek kendisini tanıtıyor ve çocuk bulamadığnı arz ediyor.

Yaşlı adam, hanımın ismini Halime ve aşiretinin Beni Sa'd olduğunu işitince tebessüm ederek:

Sende iki haslet biraraya gelmiş kızım,diyor. İsmin yumuşaklık, aşiretin mübarek manasını taşıyor. Zaten bu dünya ve öte dünyanın kıymeti bu iki güzelliktedir... ey Halime! Benim yetim bir torunum var. senin bütün arkadaşlarına söyledim, babası olmadığı için almadılar. Emeklerinin boşa çakacağını, ellerine birşey geçmeyeceğini tahmin ediyorlar, yanıldılar tabii.



-Efendim müsaade ederseniz kocama gidip danışayım.

-Serbestsin. Seni asla zorlamıyorum, diyen gün görmüş ihtiyar, Badiye'li kadına izin verdi.

Bir solukta kocasına gelerek vaziyeti anlattı. Halime'nin yeğeni de o sıraa yanlarına gelmişti.

Haris, hanımı dinledikten sonra:

-Halime hemen git ve o çocuğu getir! Allah, bekli de o yetim sebebiyle bize hayır ve bereket verecektir. Başkalarının almasından endişeliyim; vakit kaybbetme.

Fakat Halime'nin kardeşioğlu zihin bulandırdı:

-Yazık oldu. Beni Sa'd'ın öbür kadınları, hizmetleri sonunda yüzlerini güldürecek evlerden çocuklar topladı; siz ise kendinize yük olacak babasız birini alıyorsunuz, demez mi!

Halime, bir an tereddüde düştü... gitse mi, gitmese mi? Ses kafasında yaklaşıp uzaklaşıyor "yük olacak babasız biri..."

O böyle kararsız iken kalbine bir ilham doğdu.

-"Eğer o yavruyu kabul etmezsen ölünceye kadar iflah olmazsın..."

Halime, düştüğü vesveseden hemen sıyırılarak niyetini bozan genci cevaplandırdı:

-Arkadaşları birer çocukla giderken Halime'nin eli boş dönmesi yakışır mı? Vallahi O'nu alacağım. Varsın babasız olsun; dedesi de mi yok? O zatın büyük bir insan olduğu belli. Rüyamın müjdeler taşıdığı inancındayım, aklımı çelme!...

Bunu der demez, doğru kendisini beklemekte olan Abdülmuttalib'e koştu ve çocuğu götüreceğini söyledi.

-Ey Halime oğlumu emzirmeyi kabul ettin, öyle mi?

-Evet kabul ettim!

Dedenin içi sevinçle doldu. Hemen şükür secdesine vardı, torunu ile Halime hatun'a dualar etti ve sütanneyi, özanneye götürdü.

Eve girdiklerinde yüzü ayın ondördü gibi nurlu Hazret-i Amine'yi gören Halime'nin gözleri kamaştı.

Abdülmuttalib, Misafiri gelinine takdim ediyor. Aziz anne, Halime'yi sıcak bir alaka ile karşılayıp, izzet ikram ettikten sonra bir ara:

-Üç gün önce bana biri gelerek "Oğluna sütanneyi Beni Sa'd kabilesinin Züveyb oğullarından tut" diye tenbihledi. Siz kimlerdensiniz?

Halime:

-Beni Sa'd bin Bekr Kabilesindenim. Babam Züveyb oğullarındandır.

Bunun üzerine Hazret-i Amine, misafirinin elinden tutup yavrusunun olduğu odaya götürür... sütanne, nebiler sultanını gördüğü ilk anı bilahere şöyle tasvir edecektir.

Süt gibi beyaz bir sofa sarılmış; altına bir yeşil ipek kumaş serilmişti. Sırt üstü uyuyan yavrunun güneş gibi parıldayan yüzünden başka, alnında nur-u ilahi görülüyor ve bebekten misk kokusu geliyordu. Yumuşak adımarla yanına sokuldum. Uyandırırım diye korkuyordum. O'na bir can ve bin gönülle aşık oldum. O sırada bütün damarlarımdan göğsüme süt aktığını duyuyordum. Elimi mübarek göğsüne koyarak severken uyandı; gözlerini açıp bana baktı ve gülümsedi. Böyle güzel yüzü ömrümde görmemiştim. Gözlerinden çıkan bir nur, göklere yükseldi. İki kaşının arasını öptüm. Berrak gökler misali aydınlık yüzünü örterek, incitmeden kucağıma aldım. Sedire oturup sol göğsümü verdim, almadı; sağımdan emdi ve daha sonra da bir gün bile solumdan emmedi. Sol göğsümü süt kardeşi Damra'ya bırakmıştı.

Peygamberimiz, doymadan, damra annesinin yanına gelmiyor. Halime Hatun emzirme sonrasında, kainatın efendisinin ağzını silmek istediği her defasında görünmez pamuk ellerin bu hizmeti yaptığını hayretler içinde takip ediyor.

-Benden ilk emdiğinden neş'e ve saadetimden kendimi zor tutuyor ve süt evladımızı bir an evvel kocama götürmek istiyordum, diyen Halime Hatun, Abdülmuttalib'in şu iltifatını naklediyor:

-Hanımlar içinde senin gibi bir devlete kavuşan olmadı! Tebrik ederim!

Annelerin en üstünü, Halime Hatun'a:

-Aman, der, haberim olmadan yola çıkmayın. Zira çocuğa dair bir çok akıl almaz vak'alar yaşadım.

Halime anne:

-Peki efendim, diyerek mübarek yavru ile beraber kocasına gider. Haris hayran, memnun ve:

-Ey Halime şu yaşıma kadar kimsede bu kadar güzel yüz görmedim, diyerek şükür secdesinde.

Uyanık kalbli Haris ve hanımı bir yer bularak Mekke'de üç gün kalırlar. Halime hatun, iki çocuk emzirdiği haled, hayret, sütünde hiç eksilme yok. Deve de süt vermeye başlıyor.

Üçüncü gece süt anne birara uykudan gözlerini araladığında beşiği bir ışığın çevrelediğini ve şil elbiseler giymiş nur yüzlü birinin bebeğin baş ucuna oturmuş olarak yüzünü öptüğünü görür ve kocasını sessizce uyandırarak mansayı ona da gösterir.

Haris gözleri beşikte olduğ uhalde fısıltı ile:

-Halime, bu çocuğa dikkat etmek lazım. Sütanneliğe gelenlerin içinde bizden şanslısı yok, der, ve devem eder, olanları kimseye anlatma; böyle şeyleri saklamak lazımdır.

Halime hatun her üç gün de Hazret-i Amine'ye gelerek şahid olduğu hadiseleri anlatıyor; O'ndan benzerlerini dinliyor ve her defasında özanne, sütanneye çocuğun iyi muhafazası ricasını tekrarlıyor.

-Nihayet birgün Amine Hatun'a giderek müsaade alıp veda ettim. bana bir çok hadiyeler verdi ve emsalsiz yavruyu güzel yetiştirmem dileğini vasiyeti olarak bildirdi.

Halime hatun ve kocsı, rüyada işaret edilen çocuğa kavuştuklarından emin olmanın tarifsiz huzuru içindeler.

Sütanneler kervanı, dönüş yolunda, Halime Hatun, kainıtın baş tacı kucağında olduğu halde bir merkebin üzerinde:

Daha sonra bu yolculuğu şöyle hikaye ediyor:

Mübarek yavru ile birlikte merkebe bindiğimizde hayvan önce yüzünü Kabe-i Şerif'e çevirdi ve yıldırım gibi yola koyuldu. Gelirken ite kaka zorla sürdüğümüz merkebin bu çevikliği karşısında arkadaşlarım şaşırdılar. Bir kısmı:

-Halime neler oluyor ayol? Yetişemiyoruz. sana. Şunun yularını braz dizginle de kavuşalım, diye seslenirken, bazıları:

-Bu hayvan, Mekke'ye gelirken kendini bile taşımaktan aciz merkep değil mi yoksa? diyorlardı. Benden:

-Evet aynı merkep, cevabını alınca da zeki kadınlar:

-Bunda bir sır olmalı, diyorlardı.

Artık Mekke gerilerde...

Kervan, kıvrılan patikada ahenkli adımlarla Badiye yolunu katederken Halime adeta, arkadaşlarından ayrı bir alemde yol alıyor.

Tabiat, elem verici bir halde. Yer demir, gök bakırcasına her taraf kupkuru.Ama, kervan nereye konsa çevresinden hayat fışkırıyor. Biraz evvelki göz bıktıran, gönül yıldıran manzara, yerini zümrüt renkli bir iklime bırakıyor.

Yorulacak kadar gittikten sonra bir münasip yerde yine mola verdiler. Daha önce başkaları da gelmiş. Bir de ihtiyar bir adam var.

Kadınlar, Halime anneye görüp işittiği garip halleri yaşlı kişiye akratmasını rica ediyorlar. Zira hepsi merak içinde.

-Efendim, izin verirsen sana bir şey arzetmek isterim.

-Söyle!...

Kalabalık, Halime ile ihtiyarın etrafını almış ağızlarının içine bakıyorlar:

-Kucağımdaki çocuğun annesi der ki "oğlum dünyaya geldiğinde beni öyle bir nur sardı ki, onun aydınlığında arzın öbür ucuna kadar her şeyi gördüm. Bu neye delalet eder?

Halime, safçasına sorup sevap beklerken bir çılgınlıkla karşılaştı. Sakalının her kılından kötülük akan yaşlı şahıs, yerden bir avuç toprak alıp başına saçtıktan sonra gözünü, göğün derinliklerine dikip ağlayıp haykırmaya koyuldu ve merhametsiz çatlak dudaklarından mel'unca laflar döküldü:

-Ey Ehl-i Huzeyl bu çocuğu öldürün! O büyüdüğünde bütün dünyaya hükmedecektir. İlahi emri alacağı günü bekliyor!...

Sütanne dehşetli korktu ve sür'atle karanlık bakışlı ihtiyarın yanından ayrılarak kervanla birlikte Badiye'ye vasıl oldular.

Yetimliği yüzünden kimsenin almadığı yavru, Haris'in evine geldikten sonra bu hane, her türlü sıkıntıya uzak oldu. Yokluğun yerini bolluk almış, üzüntüler neş'eye dönmüştü. Develeri, koyunları bol süt veriyordu. Bütün Beni S'ad kabilesinin sürüsü aynı kırlarda yayıldığı halde öteki koyunların bitkinliğine mukabil Haris'in hayvanlarındaki bu canlılık, komşularda kendi çobanlarına karşı kızgınlığa yolaçıyor ve onları beceriksiz buluyorlardı.

Beni S'ad erkekleri, koyunları sütsüz ve bir deri bir kemik gördükçe çobanlara çıkışıyorlardı.

-Haris'in çobanı hayvanlarını nerede otlatıyorsa siz de bizimkileri oraya götürün!...

-Evet, sürüyü aynı yerlerde gezdiriyoruz. Lakin bizimkiler böyle, onlarınki öyle...

-Sebeb?

-Siz bilmezsiniz biz hiç bilemeyiz!....

Beni Sa'd mensupları beyhude üzülüyordu. O, bütün aleme rahmet olarak gelmişti ve oraya varışının bereketi albette zuhur edecekti.

Nitekim, kısa bir süre sonra Badiye yaylasında ne kıtlık kaldı, ne sıkıntı, ne kuru ağaç... Tabiat yeniden renk renk, koku koku canlandı. Solgun yüzlere kan, kaygılı kalblere şevk geldi...

Halime anne, O'nun üstüne titriyor...

Alehisselatü vesselamü vettehiyye.

NUR 23 Mart 2009 13:44

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Gül Bebek

GÜL, MUHAMMEDİN KOKUSUNA GIPTA EDER

KOKUMU O'NUN TERİNDEN ALDIM DER

Gelişi ile kurak Badiye yaylasını bolluk ve berekete kavuşturan istikbalin şanlı Peygamberi, gül kokulu bebbek, derin seziş ve engin kavrayışlı sütannenin ihtimamında büyüyor. Halime ve kocası, gül kokulu bebeğe hayran ve vurgunlar... O'nu ilk tanıdıkları dakikadan bu tarafa harikuladelikler artarak devam ediyor.

Görünüşe sütannenin engin titizliğinde, hakikatte ise ilahi himayede büyüyen insanlığın sultını sallallahü aleyhi ve sellem, iki aylık iken emeklemeye başladı; üçüncü ayda ayakta durabildi. Dördüncü ayda duvara tutunarak yüküyebildi. Yedi aylık olduğunda sağa-sola gidebiliyordu.

Konuşmaya başlaması da Peygamberliğine müjde taşıyan başka bir hikmet... sekiz aylıkken anlaşılacak kadar, dokuzuncu ayda açık bir lisanla konuştu. Konuştuğumda ilk defa ve yüksek sesle:

-La ilahe illallahü vallahü ekber. Velhümdülillahrabbil alemin / Kendinden başka ilah olmayan alemlerin Rabbine hamdolsun, dedi ve bundan sonra "Bismillah" demeden hiçbir işe başlamadı.

On aylık olduğunda, ok atan öbür çocuklarla beraber O da ok atıyordu. Yayla ahalisi hayrette:

-Sen kimsin ey çocuk? diye soruyorlar.

Harika çocuk:

-Ben arabın en hayırlısıyım. Harbde bahadır, mızrak atmada kuvvetliyim. Güzel ve haybetli görünüşlüyüm. Künyem, Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed'dir.

İki yaşına geldiğinde, dört yaşındaki bir çocuk gibi gürübüz ve kopumluydu.

Daha o yaşlarda mübarek işlerde sadece sağ elini kullandığı dikkat çekiyor.

Hazret-i Halime anlatıyor:

-Benden iki sene süt emdi. Bu zaman zarfında daima tertemizdim. Ak-pak yavrum, gece ve gündüz muayyen vakitlerde ihtiyacını görür, temizliği gaibden yapılırdı.

Allahü teala ekber kebiren, velhamdülillahi kesiren ve sübhanallahi bükreten ve asilen / Allah, büyüklerin en büyüğüdür. Övgülerle en çok övülmek Allah'a mahsustur. Sabah ve akşam noksan sıfatlardan tenzih ve kemal sıfatları ile tavsif edilerek, tesbih edilmeye layık olan ancak Allah'tır.

Sevgili makamındaki asil çocuğun sütten kesildiğinde bu duayı okuduğunu yine Halime anne haber veriyor. O'na sallallahü aleyhi ve selme, hizmet etme devlet ve nimetine eren aziz sütanne, gözlerinde saadet ışığı; inciden kelimelerle anlatmaya devam ediyor:

Diğer çocuklar gibi kat'iyyen ağlayıp yaramazlık yapmazdı. Cıvıl cıvıl oynayan küçüklerin bu çekici oyunlarına katılmaz ve "biz, oyun için yaratılmadık" derdi.

Sonraki yıllarda bizzat Sevgili Peygamberimiz, doğumlarına dair bir vak'ayı şöyle dile getirmişlerdir.

-Dünyaya geldiğim Pazartesi gecesi Yüce Allah, yedi kat göğü meleklerle doldurdu ki sayılarını kendisinden başka kimse bilmez. Bu melekler, kıyamete kadar tesbih ve takdis ile meşgullerdir. Sevabını ismim söylendiği vakit isteyerek ve severek bana salevat okuyanlara abağışlarlar. / Allahümme salli ala Muhammedin fil evvelin vel ahırin ve fi meleil a'la yevmiddin/

Babasız diye herkesin almaktan kaçtığı yetim sebebiyle, bu yayla evi bolluk ve bereketten yüzüyordu. Ne kadar mes'ud ve ne kadar huzurlu idiler... ama eşsiz çocuk, artık sütten kesilmişti. Bu ise O'nun dönüşü demekti. İki sene ne de çabuk geçmişti. Varlığı sadece o muhterem aileye değil, bütün kabileye ilahi rahmetin inmesine vesile oluyordu. Halime, Haris ve çocuklarına ondan uzak kalmak ve güneş yüzünü görmemek çok zor geliyordu...

Nur yavruyu yüreklerine oturan bu acı duygularla Mekke'ye getirdiler. Halime, ince ve zarif arabçasıyla efendimizi annesine sevgisinin bütün sıcaklığı ile anlata anlata bitiremedi.

Annelir en şanslısı ve en ulvisi, şüphesiz memnun ve mütebessim ve belki de gözlerinde billur damlalar:

-Oğlum yüksek şan sahibidir.

Halime anne:

-Vallahi, yavrunuzdan daha üstün bir insan görmedim, diyerek Amine hatunu doğruladı.

Ve bundan sonra pırlanta çocuğu yine beraberinde götürmek için dökmedik dil bırakmadı.. Mekke sıcaktı, veba hastalığı yaygındı. Çocuk farklı iklimden geliyordu. Allah, muhafaza buyursun sıhhatine bir zara olabilirdi.

Amine ciğerparesine olan derin hasretini birazcık olsun dindirdikten sonra; yerlerde ve göklerde övülen, O'ndaki bu muhabbet ve ikna kabiliyeti sebebi ile yine kadir-kıymet sahibi, insan evladı Halime'ye emanet etti.

Sütanneyi dinleyelim:

-O hazret-i alarak yurdumuza yöneldik. Yolda giderken Habeş hıristiyanlarından bir grup ile karşılaştık. Kainatın seçkini, hemen dikkatlerini çekti. Evladımı bir zaman süzdükten sonra bizi sual yağmuruna tuttular; ve sırtına bakarak mührü ve ceylan gözlerindeki hafif kırmızılığı gördüler.

Oğlunuzun göz ağrısından şikayeti olur mu?

-Hayır, hiç olmadı.

-Bu çocuğu bize verir misiniz? Karşılığında ne isterseniz ödemeye hazırız. Bizim kitabımızda "dünyaya gelecek bir Peygamber kaldı" diyor. O peygamber, ya geldi veya gelmesi yakındır. Çocukta bildirilen Peygambere ait izler görüyoruz. Taklifimize razı olursanız bize büyük iyilik etmiş olursunuz.

Halime ve kocası, bu ıssız yolda karşılarına çıkan adamlardan bayağı korkmuşlardı. Bu sebeple son sür'at oradan uzaklaşarak evlerine gidene kadar hiç durmadan hayvan koşturdular.

Badiye'ye sabah serinliğinde ve büyük yorgunluklarla girmişlerdir.

Halimelerde huzur şimdi yine elle tutulacak kadar canlı.

Çünkü O, dönmüştü...

Esselatü vesselamü aleyke ya Resulallah.

NUR 23 Mart 2009 13:44

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Beyaz Elbiseli Üç Kişi

TERLERSE GÜLLER OLURDU HER TERİ

HOŞ DERLERDİ TERİNDEN GÜLLERİ

Mevlid'den

Efendimiz üç yaşındalar.

Halime anne, O'nu bir gözünden öbürüne vermiyor. yabanın kurdu uğursuzu var. Büyüklüğüne bunca iz, işaret bulunurken, emsalsz emanetin kılına ziyan gelmemeli. O'nu korumak, O'nu istikbale teslim etmek, zamana karşı, insanlığa karşı ve ebedi nizama karşı kabullenilmiş şerefli bir borç.

Bu sebeple uyanık kalbli kadın, gözünü efendimizin üzerinden ayırmıyor... ama öz çocukları sadece akşamları evdeler.

Bu durum kainatın baş tacının dikkatinden kaçmaz.

Niçin?

-Onlar, yavrum, gündüzleri koyun gütmeye gidiyorlar.

Çobanlık yapmak... renk renk çiçeklerin açtığı; kelebeklerin, mutluluğu arılarla paylaştığı, hür rüzgarlı, hür ufuklu kırlarda yumuşak adımlarla yayılan koyunların peşi sıra gitmek; kardeşleri ile onları otlatmak, bir yamaçta güneşin ılık sıcaklığında eldeki çabukla toprağı çiziştirmek ve ucsuz bucaksız fezaya bakıp öteleri! düşünmek!

Anneciğim, beni de kardeşlerimle yolla. Ben de koyun gödeceğim...

Sütanne bin dereden su getiriyor. Ama ne söylüyor, ne anlıtıyorsa mümkün değil. O'nda bir kere bu arzu doğmuştur. Annecik nasıl dayanır artık.

-Ey gözümün nuru? Demek sen de koyun gütmeye gitmek istiyorsun öyle mi?

Cevap tek kelime:

-Evet.

Ertesi gün, güneş, sanki daha bir aceleyle tepeleri aşarak yükseliyor. Güneş, güneş olmaktan çıkmış; duru duru gülümseyen bir yüz gibi. O'na kırların ıtırlı ikliminde büseler konduracağına mı seviniyor acaba?

Güneş doğup, her tara ışıl ışıl olduğunda Halime anne, melek yavrucuğu ipek uykulardan uyandırıyor. Ve giydirip taradıktan sonra kardeşlerine emanet... evvela Allah'a sonra kardeşlerine emanet!. Elinde sopası ile efendimiz de aralarında olduğu halde çocuklar, neş'e içinde hayvanları alarak evden ayrıllıyorlar; fakat fazla uzağa değil. Anne evden açılmayı yasaklamıştır. Zira şimdi o var aralarında; en üstün ve en kıymetli olan:

Zaman, böylece akıyor. Havanın sıcak olduğu bir gün kuşluk vaktinde Halime, tam, Peygamberimizi düşünüp güneş çarpmasından korkarken süt kardeşlerden Şeyma, koyunların yanından çıka geldi. O Şeyma ki, Sevgili Peygamberimiz Allah'ın Resulü olduğunu tabliğe başlayacağı zaman, Peygamberliğine ilk iman edenlerden biri olacak ve müşriklerin, mü'minleri hiç bir mal alıp satmayarak onları ticari ve iktisadi ablukaya aldıkları günlerde, şahsi gayretleri ile bunu kırmaya çalışıp, müslümanlara yiyecek temin edebilen bir kahraman kadın...

Muhammed aleyhisselam için yazılmış en içli kasidelerden biri Şeyma radıyallahü anha hanıma ait.

Şeyma'cık, efendimizi bırakıp gelince annesinde merak ve telaş.

-Şeymacığım! Göz bebeğim Muhammed nerede?

-Sahrada anneciğim.

-Aman yavrum! O ciğerim bu sıcakta sehrede nasıl kalır?

Anne, kızgın güneşin, nur çocuğa ziyan vermesinden endişeli...

Şeyma, bir mucizenin şahidi. Görüp işitilmedik bir olayı anlatıyor:

Anneciğim, güneşten kardeşime hiç bir zarar yok. Çünkü başının üstünde bir bulut, kendisini takip ediyor. Nereye gitsek bulut üstümüzde. Duruyoruz duruyor, yürüyoruz yürüyor.

İlahi fermanla emir almış bir beyaz bulut, peygamberlerin efendisini kavurucu sıcakta serin gölgesine alarak O'nu ve yanındikelir muhafaza ediyor.

Halime'nin içi yine rahat değil.

-Dediğin doru mu? Allah için söyle kızım!

-Vallihi sahi söylüyorum.

-Bunun üzerine sütanne tatmin oluyor ve Peygamberimizi korktuklarından Allah'a ısmarlıyor.

İki-üç ay böyle geçti. Bir gün öğle üzeri efendimiz akranı olan çocuk ve süt kardeşleri ile bir vadideler. Çocuklar oynuyor, Habibullah da onları seyrediyor. Tam bu sırada öyle bir şey oldu ki küçükler akıllarını yitirecekler . Çığlık çığlığa bağrışıp oradan kaçıyorlar:

Sicim gibi göz yaşı döküp evine koşanlardan biri de Damra:

-Anneciğim kardeşime bir şeyler oldu. Çabuk koşun!

Halime, feryadlar içinde Damra'ya soruyor.

-N'oldu oğlum durma söyle!!!

Damra boğularak anlatıyor,

-Koyunların yanında idik. Birden bire gökten beyaz kıyafetli üç kişi indi. Kardeşimi aramızdan aldıkları gibi tepeye çıkardılar ve sırt üstü yatırarak bıçakla karnını yardılar. Öldü mü, yaşıyor mu bilmiyorum!!!

Bundan daha kötü haber olamazdı. Halime ve Haris'in kan beyinlerine sıçradı. Bir nefeste söylenen yere vardılar.

Devamını Halime'den dinleyelim:

-Koşa koşa vadiye geldik. Yüksek bir yere oturmuş, göğe doğru bakıyordu. Tabessüm eden güzel çocuğumun yüzü al al olmuştu.Alnını ve gözlerini öperken sordum:

-Ey gözümün ışığı, ey alemlere rahmet oğlum.Ne oldu, seni kim rahatsız etti?

İki cihan güneşinin kendi ifadelerinden anlıyoruz ku; gonca gül, kuzuları güderken beyaz elbiseli üç şahıs görmüştür. Birinin elinde gümüş bir ibrik, birinde içi kardan daha beyaz bir madde ile dolu zümrüt bir leğen vardı. O muhteremlerin en muhteremi Sallallahü aleyhi ve sellem'i vadiden zirveye iletince beyaz giyimli bu kimselerden biri, fahri kainatı usulcacık sırt üstü yere uzatır. Ve göğsünü göbeğine kadar yarar. Mübarek efendimiz hiç bir acı ve elem hissetmeden ameliyatı sürmeli gözleri ile takip ederler. Bu melek, elini sokarak iç organlarını çıkarıp kar gibi olan o sıvı ile yıkadıktan sonra tekrar yerlerine kor. Birinci meleğin işi bitince ikinci melek, birinciye;

Kalk! der, ben de hizmetimi eda edeyim, ilk meleğin kenara çekilmesi ile ikinci melek, elini uzatarak peygamberimizin kalbini yerinden çıkarır ve iki parçaya ayırdıktan sonra içinden pıhtılaşmış siyah bir kan parçasını alıp atar. Kalb üzerinde yapılan bu çalışmanın ardından iknici melek sırtüsütü yatan azizler azizine:

-Vücudunda şeytanın nasibi bu idi. O'nu atmakla seni şeytanın vesvese ve hilesinden emin ettik, anlamında bilgi arz eder.

Aynı melek, daha sonrra sevgili efendimizin sağ ve sol taraflarından bir şey alır gibi bir hareket yapar.

Bu sırada elinde nurdan bir mühür vardı. O kadar güzel bir mühür ki gören hayranlıktan kendini alamazdı.

Allah'ın resulünü dinleyelim:

-Bu nurdan mühürle kalbimi mühürledi. Ondan sonra kalbim nüvüvvet ve hikmet nuru ile dopdolu oldu.

Rahmet yuvası kalbi nurdan mühürle mühürlendikten sonra yerine iade ettiler. Halime ve Haris yanına vardıklarında, mübarek yavru mührün soğukluğunu hala vücudunda hissediyor.

İkinci meleğin işi bitince üçüncü melek, elini yarılan yere kor ve o an yara iyileşir...

Beyaz elbiseli bu üç kişi, daha sonra nazlı yavrunun elini ve yüzünü öperek ona güzel şeyler hazırlandığını müjdeler ve mavi gökte kaybolup giderler. Yaranın izi hala farkedilebiliyor.

............

NUR 23 Mart 2009 13:44

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Sevgili Peygamberimizi oradan alarak eve getirdiler Halime anne, çocuklarına:

Kardeşinizi bundan böyle dışarı götürmeyin!

Tenbihini yaptıktan sonra beyine:

-Bu saadetli çocuğu annesine götürelim. Aklına ziyan gelmesinden korkuyorum. Ne dersin, yol hazırlığı yapalım mı?...

Ardarda gelen mucize ve harikalar, artık Halime'nin gözünü korkutmaya başlamıştır. Olayların kendilerini aşmasından çekiniyor. Bu yüzden rahat değil..

Haris;

-Bundan daha mübarek bir çocuk doğmamıştır. Ne aklına bir ziyan gelir ne de bir şey, müsterih ol! Elde ettiğimiz saadet bunun bereketiyle. Ne var ki, bizi hased edenler olabilir. Zira kabilemiz, önceki halimizi gayet iyi biliyor. Fakir iken, üçyüzbüş koyunu olan hatırlı bir aile haline geldik. mümkündür ki dar gözlüler bir fenalık düşünebilirler...

-Öyleyse O'nu alarak kahine danışayım.

Bunu duyan Sevgili Peygamberimiz, rahat olmalarını, gayet sıhhatli ve zannedilen kusurlardan uzak olduğunu her ne kadar söyledi ise de olanları işiten eş dost, Halime'yi kahine giderek, bir cin etkisi olup olmadığını tahkik etmesi için zorladılar.

Kahin, efendimizi konuşturarak, vakaları kendisinden dinliyor, Ama dinledikçe karanlık gözleri dışarı fırlayacak gibi... kulaklarına inanamıyor. Mübarek yavru, daha sözünü bitirmeden çirkin sesli büyücü, O'nu kaptığı gibi kucağına alarak meydana fırlıyor ve bas bas bağırıyor:

-Ey araboğulları! Başınıza bir bela gelmek üzere, Bu çocuğu öldümezseniz; büyüdüğünüzde dininize bozuk diyecek, sizi yeni bir dini kabule çağıracaktır. Bunu şimdiden ortadan kaldırın! Hem O'nu, hem beni öldürün!!!..

Saf ve temiz Halime anne, bu beklenmedik çıkış karşısında afallamış. Çocuğu adamın kirli ellerinden çektiği gibi:

Delinin tekiymişsin. Bilseydim semtine uğramazdım. O'nu değil seni katletsinler!...

Süt anne o dakikaları şöyle resmediyor:

-Allah için söylüyorum; nereye uğrasak, nereden geçsek, hangi sokağa girsek ve hangi meydana gelsek mübareğin güzel kokusu, burcu burcu yükselerek dört bir yanı tutuyor ve buralardan günlerce silinmiyordu.

.........

NUR 23 Mart 2009 13:45

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Aman Halime! Dikkatli ol. Çocuğun başına bir şey gelebilir. Daha doğrusu sen O'nu ailesine teslim et. Şu kahinin kinine baksana!

Halime'nin akrabaları bunları söylüyor ve bereket vesilesi efendimizi dedesine teslem etmesi için telkinde bulunuyorlar. Çünkü Halime, müjde yüklü harikulade olaylardan bahsettikçe, bunların aklı başından gidiyor.

Halime Hatun:

-Söylenenler aslında fikrimi destekleyen sözler olduğu için bana cazib geldi. Üstelik bu sırada gaibden bir ses de işitiyordum:" "Ey Mekke'liler size müjdeler olsun. Hayır ve saadet, Beni Sa'd'den size geliyor. Ey huyrul beşer, Sen Mekke'de olunca, bura halkı belalardan korunacaktır.

"Böylece o büyük emaneti sahiblerine iade etmek gerektiğine dair kanaatim kuvvet buldu ve yine merkebe binerek can yavrumu önüme alıp şehre inen bir grup yolcu ile yola çıktık. Mekke civarına varmıştık. Bir işimin yapılması için inci tanemi arkadaşlarımın yanına bırakarak bir süre oradan ayrıldım... az bir zaman geçmişti ki kulağıma garip sesler geldi. Hemen kafilenin konak yerine koştum. Eyvah! Dünyam yıkıldı, O yoktu."

Halime anne, ta yüreğinden vurulmuştur. Dizlerine karasular inmese, oracığa yığılıp kalmasa iyi. Bir mecnun, bir meczub gibi. Kimi bulsa soruyor:

-O'nu gördünüz mü? O'nu kendi sütümle besledim. Dedesine götürüyordum. O'nun yüzünden bol nimetlere kavuştuk. Eğer bulamazsam, kendimi kayalardan atıp parçalayacağım.

Manzara yürek parlayıcı. Sütanneyi üzünkülerle dinliyoruz?

-Ümidim kırıldı. Başımı yumrukluyor, "ah Muhammedim" diye dövünüyordum. Evlatların en azizini kaybeden annenin bu hali, orada bulunanlar da ağlattı. İnsan, nasıl dayanır da şerha şerha olan bir anne yüreği önünde gözyaşlarını zapteder?

Tam bu sırada zayıf, kara-kuru bir yaşlı adam çıka gelir. Halime'yi böyle kanlı göz yaşları akıtır görünce:

-Hayrola bir derdin mi var?

Anne, sebebini söyler ve ekler:

-İbrahim Peygamberin Rabbinin hakkı için söylüyorum ki, Muhammed'i bulamazsam kendimi uçuruma atıp öldüreceğim!

-Oğlunu bulacak birini biliyorum.

Canım uğruna feda olsun çabuk söyle.

İhtiyar, ızdıraptan harab olmuş kadını bir an soluk gözlerle süzdükten sonra tane tane konuştu:

-Hübel adında büyük puta git, derdini anlat; o halleder, demez mi?

-Halime, tokat yemiş gibi oldu...

-O'nun yerine sen kaybol inşaallah! Muhammed'in doğduğu gece o bahsettiğin Hübel,Lat, Uzza'nın ne olduğunu hiç mi duymadın?

-Anlaşılan sen delirmişsin. Bari yerine ben gidip yalvarayım, diyerek Hübel'in yanına gelir ve etrafında yedi kere dolanıp putun başından öptükten sonra:

-Ey tanrım! Sen insanları muradına erdirensin. Halime kadın, oğlu Muhammed'i kaybetmiş bulamıyor; bu sebeble büyük üzüntü içinde. dertli anayı çocuğuna kavuştur.

Sevgili peygamberimiz'in yüce isminin anılması üzerine Hubel ve öbür putlar patır-patır yüzüstü yere düştü ve son peygamberi methetmeye başladılar.Allahü teala, ilah bilinerek, tapılan putlara o an için konuşma kabiliyeti vermişti.

-Ey ihtiyar! Muhammed aleyhisselam'ın dini bizim ve bizim nice sahte tanrının sonu olacaktır. Hakiki mabud olan Allahü teala, O'nu korur. Sizin gibi putperestleri ise helak edecektir.

Halime anne Mekke'ye girdiğinde bu ihtiyarı görür. Bastonu elinden düşmüş, konuşmaktan aciz, korkudan titrer, sefil bir haldedir. Bir müddet dinlendikten sonra:

-Ey kadın, senin oğlunun sahibi var. O'na zarar gelmez. merak etme yavruna kavuşacaksın. İsmi ile seslenerek ara, bulursun.

................

NUR 23 Mart 2009 13:45

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Aman Halime! Dikkatli ol. Çocuğun başına bir şey gelebilir. Daha doğrusu sen O'nu ailesine teslim et. Şu kahinin kinine baksana!

Halime'nin akrabaları bunları söylüyor ve bereket vesilesi efendimizi dedesine teslem etmesi için telkinde bulunuyorlar. Çünkü Halime, müjde yüklü harikulade olaylardan bahsettikçe, bunların aklı başından gidiyor.

Halime Hatun:

-Söylenenler aslında fikrimi destekleyen sözler olduğu için bana cazib geldi. Üstelik bu sırada gaibden bir ses de işitiyordum:" "Ey Mekke'liler size müjdeler olsun. Hayır ve saadet, Beni Sa'd'den size geliyor. Ey huyrul beşer, Sen Mekke'de olunca, bura halkı belalardan korunacaktır.

"Böylece o büyük emaneti sahiblerine iade etmek gerektiğine dair kanaatim kuvvet buldu ve yine merkebe binerek can yavrumu önüme alıp şehre inen bir grup yolcu ile yola çıktık. Mekke civarına varmıştık. Bir işimin yapılması için inci tanemi arkadaşlarımın yanına bırakarak bir süre oradan ayrıldım... az bir zaman geçmişti ki kulağıma garip sesler geldi. Hemen kafilenin konak yerine koştum. Eyvah! Dünyam yıkıldı, O yoktu."

Halime anne, ta yüreğinden vurulmuştur. Dizlerine karasular inmese, oracığa yığılıp kalmasa iyi. Bir mecnun, bir meczub gibi. Kimi bulsa soruyor:

-O'nu gördünüz mü? O'nu kendi sütümle besledim. Dedesine götürüyordum. O'nun yüzünden bol nimetlere kavuştuk. Eğer bulamazsam, kendimi kayalardan atıp parçalayacağım.

Manzara yürek parlayıcı. Sütanneyi üzünkülerle dinliyoruz?

-Ümidim kırıldı. Başımı yumrukluyor, "ah Muhammedim" diye dövünüyordum. Evlatların en azizini kaybeden annenin bu hali, orada bulunanlar da ağlattı. İnsan, nasıl dayanır da şerha şerha olan bir anne yüreği önünde gözyaşlarını zapteder?

Tam bu sırada zayıf, kara-kuru bir yaşlı adam çıka gelir. Halime'yi böyle kanlı göz yaşları akıtır görünce:

-Hayrola bir derdin mi var?

Anne, sebebini söyler ve ekler:

-İbrahim Peygamberin Rabbinin hakkı için söylüyorum ki, Muhammed'i bulamazsam kendimi uçuruma atıp öldüreceğim!

-Oğlunu bulacak birini biliyorum.

Canım uğruna feda olsun çabuk söyle.

İhtiyar, ızdıraptan harab olmuş kadını bir an soluk gözlerle süzdükten sonra tane tane konuştu:

-Hübel adında büyük puta git, derdini anlat; o halleder, demez mi?

-Halime, tokat yemiş gibi oldu...

-O'nun yerine sen kaybol inşaallah! Muhammed'in doğduğu gece o bahsettiğin Hübel,Lat, Uzza'nın ne olduğunu hiç mi duymadın?

-Anlaşılan sen delirmişsin. Bari yerine ben gidip yalvarayım, diyerek Hübel'in yanına gelir ve etrafında yedi kere dolanıp putun başından öptükten sonra:

-Ey tanrım! Sen insanları muradına erdirensin. Halime kadın, oğlu Muhammed'i kaybetmiş bulamıyor; bu sebeble büyük üzüntü içinde. dertli anayı çocuğuna kavuştur.

Sevgili peygamberimiz'in yüce isminin anılması üzerine Hubel ve öbür putlar patır-patır yüzüstü yere düştü ve son peygamberi methetmeye başladılar.Allahü teala, ilah bilinerek, tapılan putlara o an için konuşma kabiliyeti vermişti.

-Ey ihtiyar! Muhammed aleyhisselam'ın dini bizim ve bizim nice sahte tanrının sonu olacaktır. Hakiki mabud olan Allahü teala, O'nu korur. Sizin gibi putperestleri ise helak edecektir.

Halime anne Mekke'ye girdiğinde bu ihtiyarı görür. Bastonu elinden düşmüş, konuşmaktan aciz, korkudan titrer, sefil bir haldedir. Bir müddet dinlendikten sonra:

-Ey kadın, senin oğlunun sahibi var. O'na zarar gelmez. merak etme yavruna kavuşacaksın. İsmi ile seslenerek ara, bulursun.

................

NUR 23 Mart 2009 13:46

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Halime ağlaya ağlaya Abdülmuttalib'e varır.

-Hayırdır inşaallah Halime! Bir sıkıntın mı var?

-Hem de nasıl?

-Yoksa oğlumu mu kaybettin?

-Maalesef!

O muhteşem insan, torununu bazı Kureyşlilerin öldürmek için kaçırdıklarını zannederek, kılıcını alarak bir dağ gibi Mekke'nin ortasına dikilir ve bağırır:

-Ey Kureyş!... Eyy Kureyş!...

-Buyur ey reis.

-Gözümün nuru, alemin süruru torunum kayboldu, yerini bilen var mı?

Kureyşliler, hemen atlarına binerek dört bir tarafa koştular. Atlarının nalları taşlara çarptıkça kıvılcımlar fışkıran sürücüler, ne kadar aradılarsa da, gözlerden gizlenen sultanı bulamayıp kırk kol ve kanatlarla geri geldiler...

Abdülmuttalib, yine duaya; yine Rabbine iltica ediyor. Kabe'yi yedi defa tavaf ettikten sonra, ellerini açmış, ciğeri kavrulurcasına istiyor:

-Allahım, O'na "Muhammed" ismini sen verdin. Yavrumu tekrar bana lütfet.

İşte bu sırada Kabe'den bir ses duyuyor:

-O'nun sahibi sevgilisini kaybeder mi?

-Ey Melek aman çabuk söyle torunum nerede?

-Tihame vadisindeki muz ağacının altında.

Abdülmuttalib, haber verilen tarafa koşar. Yolda varaka bir Nevfel ile karşılaşır ve O'nunla birlikte Tihame'ye giderler.

Efendimizi ağacın altında ayakta olduğu halde, muz yapraklarnı çekiştirirken heyecadan ağlıyor buldular.

Abdülmuttalib, torununu bağrına basıp derin derin kokladıktan sonra kucaklayarak atına bindi ve hayvanı Mekke'ye doğru mahmuzladı.

..................

NUR 23 Mart 2009 13:46

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Sevinçten uçan Halime, Abdülmuttalib'e verdiği zahmet ve üzüntülerden dolayı mahçub olduğu için tekrar tekrar af diliyor.

Hazret-i Amine, Halime'ye soruyor.

-Ey sütannesi, çocuğu niçin geri getirdin? Halbuki O'nu ne kadar ısrarla geri götürmüştün!

-Evladınız büyüdü. Başına bir felaket gelmesinden çekindim. korkuyorum. Bu sebeble size teslime karar verdim.

Abdülmuttalib, torununu özanne kadar seven bu samimi kadına bol ve kıymetli hediyeler vererek teşekkür etti.

Halime anne için tatlı bir rüya bitmişti artık. Son ana kadar hicran dolu duygularını konuşturuyor.

Alemin en makbulünü annesine ve dedesine bırakıp veda ettim. Ama cınım v gönlüm de onunla beraber ve orada kaldı.

Mübarek efendimiz, ileriki senelerde halime anneyi nerede ve ne zaman görse "anneciğim" hitapları ile iltifat edecek ve bazen omuzundaki ridayı bile sererek O'nu oturup gönlünü hep hoş tutacaktır.

Halime Hatun; Sevgili peygamberimiz, Hatice validemizle evlenmiş, fakat henüz Peygamber olmamışken birgün saadet ocağına gelecek ve kıtlık sebebi ile hayvanlarının öldüğünü bildirince, Hadicetül Kübra annemiz, O'na bir deve ile kırk koyun hediye edecektir.

Sonraki yıllarda efendimiz, Badiye'deki hizmetten memnun kaldıklarını şöyle ifade buyuracaklardır.

-Ben sizin en halis arab olanınızım; Kureyşliyim, Beni Sa'd bin Bekr'de emzirildim.

NUR 23 Mart 2009 13:47

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Anneye Veda

GECE-GÜNDÜZ DİLİMDE SALATÜ SELAM,

O MUBAREK RUHUNA, EY FAHR-UL ENAM!

Halime anne, yüreciğine kor ateşler düşe düşe nur çocuğu, Amine Hatun'a getirdiğinde sevgililerin en sevgilisi dört yaşında idi.

Yer küze, erişilmez ve ulaşılmaz kıymetteki emanet ağuşunda olduğu halde feza boşluğunda turlar atarak zamanı sonsutzluk harmanına elemeye devam ediyordu.

Şimdi, beşiğinde olduğu halde, ayla gönül iklimlerinde geçen oyunlar bir hatıra.

Ve O Sultan altı yaşında...

Sultan ki, sultanların bir kerecik ayaklarına kapanmak uğruna tac ve tahtlarını faydaya hazır oldukları Sultan. Sultan ki O'nu Allah seçti.

Şefkati kadife yumuşaklığında Amine anne, cennet kokulu yavrusunu iki sene sevip okşuyor.

Abdülmuttalib'in kartal kanatları altındalar. Dul bir anne ve yetim bir çocuk.. bu anne ve bu çocuk, ilahi lütufla cihanın en huzurluları. Yavrusunun sevgisinde erimiş bir anne, bütün anneleri baş tacılığına yükselten emirleri getirecek evlad.

Amine annede bir seyahat arzusu.

Medine'ye gitse, dayıları Adiy bin Neccaroğulları ile kocasının mezarını ziyaret etse... yetimi için de ne iyi olur. Anneyi çeken bir şey var. Bir şey koparıyor O'nu evinden, Mekke'den, Mekke'nin, suyundan havasından...

Annelerin annesi, gül yavrusu ve O'na dadılık yapan cariyesi Ümmü Eymen'i de alarak, iki deve ile Medine yolundalar. Develer, sabır gibi güzel, bir susuş kadar ölçülü adımlarla ufuklara doğru akıp giden yollarda aziz yolcuları yorup incitmeden taşıyorlar.

Güneş, bakır renkli çöl, salınan hurmalar, şurada burada tek tük ağaçlar ve arada bir kocaman gölgeleri ile ürpertili kayalar.

Nihayet Medine'de ve Naccaroğullarından Nabiga'nın evindeler. Sevgili Peygamberimizin babası Abdullah da bu evde... bu evde ama nerede?

Evin bahçesinde bir kaç kürek doprağın altında.

Dünya gözü ile bir saniyecik bile bir araya gelemeyen baba Abdullah, anne Amine ve bir tanecik yavruları, şimdi bu bahçenin kıyıcığında; içlerinden biri ötelerde olduğu halde buluşuyorlar.

Dokunaklı bir manzara.

Amine'nin kalbi bir kaç parça. İzdırabını içine gömüyor ve yetimine belli etmemeye çalışıyor. Ya efendimiz? Derin bir sessizlik ve acısını gizleyen vakur yüz ifadesi.

............

Sonraki günlerde Resulullah efendimiz, küçüklerle beraber Medine'yi gezip dolayor ve "Beni Naccar Kuyusu" denilen havuzda yüzmeyi öğreniyor.

Bu sırada...

Yine bir yahudi, yine şüphe, yine dikkat, yine telaş. İşaretlerden ahir zaman Peygamberinin gelmekte olduğunu çıkaran bir yahudi bilgin, oradan geçmekte iken, arkadaşlarıyla olan Habibulalh'ı görür görmez mıhlanmış gibi yere çakıldı ve bir müddet pür dikkat baktı, baktı ve düşünceli düşünceli yürüyüp kayboldu.

Yahudinin içine kurt düşmüştür... "acaba O Peygamber bu çocuk mu?" Ertesi gün efendimizin yalnız bir anını kollayarak yanına sokuluyor ve eğilip yavaşça soruyor:

-Adın ne?

-Ahmed...

Yahudi bu cevabı bekliyordu. Çocuğun "Ahmed" olduğu yolundaki tahmini doğru çıkmıştı. Haykırdı:

-Bu ümmetin peygamberi işte burada!!! Sanki şuurunu kaybetmişti.

Bir kaç gün sonra da iki yahudi Ümmü Eymen'i bularak;

-Ahmed'i istiyoruz. Ne olusursun? Bir defacık görmemiz kafi! dediler...

Mübarek dadı, ısrarlar üzerine Peygamberimizi getirdi. Ama gayet dikkatli ve uyanık. efendimizi yakından gören ve nebilik alametlerini inceleyen yahudileri adeta göz hepsine almış. Adamlar aralarında fısıldaşıyor.

-Son Peygamber... bu şehir de O'nun hicret edeceği Medine olduğuna göre...

İşittiklerinden huylanan Ümmü Eymen, olup bitenleri Amine annemize aktarınca aziz anne tedirginleşir. Zaten geldikleri de otuz günü bulmuştu. Ev sahiblerine teşekkür, Abdullah'a mana aleminden veda ederek Mekke'ye dönmek üzere yola çıktılar.

Mekke'ye dönmek...

Mümkün mü?

Evba'ya gelene kadar, böyle bir sual akla bile gelmezdi. Yolcularımız, ziyaretlerini yapmış olmanı manevi hazzı ile neşe içinde uzaklıkları aşıyorlar.=

Fakat beklenmeyen bir şey oldu. Ebva denilen yere vardıklarında, cihan serverinin annesi, anemiz, yola devam edemez şekilde hastalandı.

Develerden inmişler.

Ümmü Eymen ve Sevgili peygamberimiz Amine'nin başındalar. O ise, yerde, kendinden geçip geçip toparlanıyor. hastanın yüzünde büyük keder; efendimizle Ümmü Eymen'de üzüntü ve çaresizlik...

İşte yine kendine geldi. yaşlı gözleri; canı, kanı, her şeyi güzelinde. her övgüye layık olanı, belagatlı bir ifade kudreti ile mısra mısra methediyor;

-Ey Çekilen ölüm okundan yüz deve ile kurtulanın oğlu! Allah, mübarek ismini ebedi kılsın. Hakikat olan rüyama göre sen celal ve sayısız ikram sahibi olan Allah tarafından ceddin İbrahim Peygamberin dinini yerleştirmek, insanlara helal ve haramı tebliğ için Peygamber olarak görevlendirileceksin. Rabbil, seni putlardan ve putperestlerden koruyacaktır...

Ve ciğeri kavrulan annenin dudaklarında, insanlık kaldıkça ışıltısı devam edecek

NUR 23 Mart 2009 13:47

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Bir şiir

Her canlı ölür, her yeni pörsör

Ben ölsem de namım sürekli durur

Bilin ki tertemiz evlad bıraktım.

Eskir yeni olan, ölür yaşan,



Tükenir çok olan, var mı genç kalan?

Tükenir çok olan, var mı genç kalan?

Ben de öleceğim tek farkım şudur

Seni ben doğurdum şerefim budur.

Geride bıraktım hayırlı evlat,

Gözümü kapadım, içim çok rahat.

Benim ismim kalır daim dillerde,

Senin aşkın yaşar mü'min kalblerde.



Şiir bitince nur anne, ruhunu teslim etti.

Yirmi yaşında gencecik Amine'nin de vefatı ile Sevgili Peygemberimiz şimdi de anneden öksüz kalıyordu.

Babadan yetim

Anneden öksüz... anne-baba, insanlık kaderindeki ilahi bir vazife için varolmuş, işleri tamamlanınca erken yaşlarında ebedi aleme göçmüşlerdi. Sevgiliye ana-baba hakkının geçmemesi için bir cilve, bir sır.

peygamberlerin öncüsü, Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye hicretlerinde Ebva'ya gelince taşların kapattığı bir toprak yığının önünde durarak:

-Ne olurdu valideme yapılan muameleyi bilseydim.. diye o anki duygularını dile getirecek vu bu sözleri ile hem kendileri, hem eshabı gözyaşı akıtacaklardır.

Ayrıca efendimiz, Veda Haccı'nda anne ve babalarının mezarlarına gelerek İbrahimi din üzere müslüman olan Hazret-i Amine ve Hazret-i Abdullah'ın Muhammedi imanla naplenmeleri için, Allahü teala'dan dirilmelerine müsade isteyecek; her şeye muktedir olan yüce Allah, sevgilisinin muradını kabul ederek, onlara tekrar can verip Peygamberimize iman etme ve eshab ve ümmet olma büyük nimetine kavuşturacaktır.

Anne, Ebva'nı ılık ve yumuşak toprağına verilerek, cennet bahçeli bir tümseğe daha gönül penceresinden veda ediliyor...

Ümmü Eymen, acılar içindeki yavruyu yanına, sürücüsüz kalan deveyi yedeğine alarak, beş günlük bir yolculuktan sonrra buruk kalblerle Mekke'ye; dedesine geliyorlar. Dede, dadıyı paramparça bir yürekle dinlyor.

Şimdi hem öksüz, hem yetim olan torununa daha da düşkün. O'nu, sallallahü aleyhi ve sellem, öpüp okşuyor. yalnızlığnı hissetttirmemek gayretinde. Sevgili Peygamberimiz olmadan aziz dede, sofraya oturmayarak, O'nu bekliyor. Gelince dizine veya hemen yanına alarak, seçtiği lokmalarla mübarek yetimini besliyor. Abdülmuttalib, torununun sözlerinden ayrı bir lezzet almakta... bu sebeble o konuşunca, kendisini can kulağı ile dinliyor...

Kureyş'in bu büyük liderinin Kabe-i Muazzama'nın dibinde bir makamı var. Gün dönüp deserin gölgeler uzamaya başlayınca Abdülmuttalib, bu bu makamına geçiyor. Yanına çocuklardan sadece gözünün nuru emsalsiz yavru gelebilmekte. Odasında istirahat ettiğinde de oraya teklifsizce giren, dedesi ile uyuyabilen yine cennet kokulu o seçilmiş. Ümmü Eymen annemiz, müstesna çocuk üzerine adeta titriyor. Buna rağmen Abdülmuttalib, O'nun bıkım ve ihtimamı ile yakından alakılı:

-Aman Ümmü Eymen! Oğluma iyi bak kızım. Ehli kitap, O'nun bu ümmetin Peygamberi olacağını haber veriyor.

Ümmü Eymen, ne asil kadın Allahım! Öz anne kadar içli ve yakın. bu yüzdenh ileride iltifatların en makbulüne kavuşacak, fahri kainat O'nu:

-Annemden sonra annem!... diyerek başına Peygamber medhinin güllerinden örülü bir mana tacı oturtacaktır.

Ümmü Eymen anne diyor ki;

-O'nun, açlık ve susuzluktan şikayet ettiğni bir kerecik bile göremedim.

Oralar toprak yine yol yol çatlamış. Suya hasretin böyle dilim dilim ettiği bu topraklara yakında yağmur düşmezse kıtlık ve kuraklık kapıda... Bu tasa giderek büyürken, Safile binti Hişam'ın yol gösteren rüyası bir ümid kapısı aralıyor:

-Ey Kureyş! Son peygamberin zuhur vakti erişti. O resul aranızdan çıkacaktır. Gelmesi yaklaşıyor. Bolluk günleri de ırak değil. İçinizde biri var... heybetli, beyaz ve güzel yüzlü, uzun kirpikli. O ve siz, abdestli! olarak, erkek çocuklarınızla birlikte Kabe'yi yedi defa tavaf edin. Sonra Kubeys dağına gidin. Güzeli yüzlü adam, dua etsin ve yağmur dilesin, siz de amin deyin Allahü teala yağmur yağdıracaktır.

Safiye rüyasına sabahleyin anlattığında, dinleyenlerin gözünde sevinç parıltıları. Söylenen adamın Abdülmuttalib olduğunda herkes birleşiyor. Hep beraber emir'in kapısındalar. Rüya anlatılıyor...

Yıkanıp paklandıktan sonra, her evden bir çocukla Kubeys dağına çıkıyorlar.

Dağlar ve ovalar, bir damla suyu beklemeye durmuş. Abdülmuttalib, kucağında iki cihan güneşi, etrafında halk, yerlerde kurumuş otlar... gök bulutsuz açık mavi.

Abdülmuttalib; dua ettikçe "amin" seseri, arı uğultusu gibi karşı kıyılara çarpıp yankılanarak eriyip kayboluyor.

Duanın üzerinden az bir müddet geçmişti ki, göğün yağmur yüklü kurşuni bulutlarla dolması ile boşanması bir oldu. Şakırtılarla yağan şiddetli yağmur dağı taşı rahmete boğmuştu.

Kureyşliler gayet sevinçli. İleri gelenler şanlı dedeye minnet duygularını arz ediyor ama bu rahmete sebebe dede mi, torun mu?

Beni Müdles kabilesi kıyafet ilminde pek ileri. İnsan uzuvlarını çok iyi tanıyor ve bunun isabetle ruhi tahlillerini yapıyorlar. Sevgili Peygamberimiz, Müdles'ten bazılarının da dikkatini celbediyor. Efendimizin mübarek ayakları özellikle ilgi odakları. Dedesine gelerek kanaatlerini söylüyorlar:

-Torununun ayakları, tıpkı İbrahim aleyhisselamın ayakları gibi. O'ndan sonra ayakları, İbrahim Peygamberin ayaklarına benzeyen biri ilk defa görülüyor.

Abdülmuttalib, bu iyi insanlara teşekkür ederek ağırlayıp memnun ediyor.

NUR 23 Mart 2009 13:47

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Kureyşin reisi, bir gün yine Kabe'nin duvar dibindeki kendine mahsus yerinde... huzura Necranlı bir rahip çıkıyor. Rahibin hallini istediği bir meselesi var. Bunun için doğrudan doğruya O'na gelmiş.

-Ey Abdülmuttalib! Burası Mekke şehri... kitaplardan edindiğimiz bilgilere göre kendisinden sonra nebi elmeyecek olan Son Peygamber, beldenizde doğmuş olmalı.

Abdülmuttalib, renk vermeyen bir sakinlikle dinliyor. Rahib, son peygamberdeki ayırıcı vasıfları da tek tek saydıktan sonra ekledi:

-Sülalesi İsmail aleyhisselam'a dayanır... demişti ki efendimiz orayı şereflendirdiler. Yedi yaşındalar. Rahip O'nu görünce sözünü kesti ve heyecanla bakışlarını üzerinde gezdirmeye başladı... gözler, kirpikler, ten rengi, ayaklar. Ve dayanamayarak iyice yanına sokulup göz rengine, ayaklarına, sırtına uzun uzun baktı:

-Evet; işte bahsettiğim insan. Demek yanılmamışım. Oğlunuz mu?

Abdülmuttlib:

-Evet rahip efendi; oğlumdur.

-Olamaz! Bu sizin oğlunuz değil! Şundan ki, okuduğuma göre, babasının hayatta olmaması lazım.

-Haklısın! Seni yoklamak istidim. Gördüğün buç oçuk oğluumun oğludur babası o o, doğmadan öldü...

sevgili peygamberimizin amcaları da bu sırada yanlarına gelmişti.

Rahip:

-Söyledikleriniz, bildiklerimi doğruluyor. Torunun, ahir zaman peygamberi olacağında şüphe kalmadı.

Abdülmuttalip , yüzünde alabildiğine memnuniyet aydınlıkları oldğu halde oğullarına döndü:

Denilenleri kulaklanızlla dinlediniz. Yeğeninize ona göre sahip çıkmmalısınz. Sanki vasiyet.

Yoksa bir yıldız daha mı kayıyor; merhamet kartalı, batan ufka doğru yorgun kanat mı çırpıyor?

O yetim incinin yetimliğine yeni yetimlikler mi ekleniyor?



Ve Dede de Öldü

GER DİLERSİZ BULASIZ ODDAN NECAT

AŞK İLE ŞEVK İLE EDİN ES-SELAT

(Mevlid'den)

Abdülmuttalib, ömrünün son günlerinde. Ölüm, ona bir nefes yakınlığında, bir gölge uzaklığında...

Büyük göçün ilk habercisi donup kalan göz kapakları.

Olsun!...

Ölüm, kendisine nefesi kadar yakın, gölgesi kadar uzak olsun. O, bunu düşünmüyor. Doğmak, ölmeye aday olmak değil mi? Herkes gibi yalnız ölecek. Oniki oğlu, altı kızı, şu kadar torunu, şu kadar akrabası hatta sadık bir milleti de olsa yalnız, yapayalnız. Bunun derin şuur ve güleryüzlü teslimiyetinde. Çünkü hayatı sonsuzluğa dönük olarak geçti. Beklenmedik bir anda ölebileceğini, hesap melekleri ile yüzyüze kalabileceğini unutmadı.

Abdülmuttalib, ölüm endişesinde değil. O'nun aklı fikri torununda. Hamisi vefat edince, bu sekiz yaşındaki yavru ne olacak?

Baba yüzü görmemiş, annesine doymamış; O gül yüzlü, gül gülüşlü,dededen sonra kimsiz, kimsesiz kalmamalı. İncelikler menbaı müstesna kalbi kırılır da o iri iri güzel gözlerdenuzun siyah kirpikler, bir damla yaşı süzerek toprağa düşürürse; bu, o toprağın felaketi olmaz mı; bu o toprağı yakıp kavurmaz mı?

Evladları huzurunda... hepsi gelmiş; hepsi orada. Herkeste dönülmez bir yolculuğa çıkacak baba için büyük bir hassasiyet ve dikkat. Bir adam, az sonra ölecekse orada susmak en anlaşılır kelamdır... başlar öne düşmüş, yaşlarla herelenen gözler yerde, renk uçuğa yakın.

Ah ölüm!.. Ah ayrılık perdesi!... Ah büyük mecburiyet!

Abdülmuttalib, sakin ve telaşsız. Bir gün sonra geri gelecekmiş kadar tabii... elinin biri Peygamberler Peygamberinin omuzunda olduğu halde konuşmaya başladı. Tesirli ve insanın ta içine işleyen ustalıkla seçilmiş kelimeler:

Benim için göç zamanın geldiği anlaşılıyor. Sizlerden ayrılıyorum... kim ayrılmadı ki Abdülmuttalib kalsın? Yegane düşüncem şu yetim. O'na hizmet için biraz daha ömrüm olmasını ne kadar isterdim. Fakat imkansız. Ezelde takdir edilen günlerim tükeniyor. İçim, varlığı çok büyük bir nimet olan yavrumun hasreti ile alev alev. O'nu birinize emanet etmek istiyorum. Acaba hanginiz yeğenini yanına alarak, üzüp incitmeden hizmet edeblir? öyle dikkatle himaye edilecek ki, bir defa bile kırılıp darılmayacak.

En evvel söz alan Ebu Leheb oldu:

-Ey arabın kudretli önderi! ömrün uzun duan kabul olsun. Eğer çocuğu yanına vermek için aklından geçen bir isim varsa ne ala. Ama böyle bir kararın yoksa, ben istiyorum. Arzuna uygun bakacağımdan emin olabilirsin!..,

-Evet, Ebu Leheb! Senin malın mülkün gani. O'nu görüp gözetirsin... Ama kalbi katı ve merhameti az bir insansın. Yetimler ise yaralı kalbli olur ve çabuk incinirler.

Abdülmuttalib, Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, İslamiyeti yaymaya başladığında, O'nun en büyük düşmanı olacak Ebu Leheb'i, ta o günden firaseti ile teşhis ediyordu...baba, evladına katı kalbli ve merhametsiz olduğunu ölüm vaktinin o zor demlerinde bile, tereddütsüz hatırlatırken ne kadar haklıydı.

Bıçak gibi keskin bu sözler üzerine Ebu Leheb, diz çökmüş olduğu Abdülmuttalib'in önünden, asabi ve huzursuz olarak geriye çekildi.

İkinci istekli Hamza oldu:

Babacığım bana emanet eder misin?

-Bu şerefe en fazla layık olan sensin. Ne var ki çocuğun hiç yok. Evlad sahibi olmayan için çocuk halinden anlamak zor olur.

-Abbas:

-Öyleyse bana ver babacığım!...

-Sen de çok layıksın ama çocukların fazla. Bir babanın, kendi evladları dururken onlarrı bırakıp başkası ile alakadar olması kusurdur.

Ebu Talib:

-Onun yetiştirmek için ben herkesten daha fazla arzuluyum. Ama ağabeylerim dururken onların önünne geçemezdim. Gerçi malım, mülküm az. Yoksul sayılırım. Lakin sevgi ve ilgim herkesten ileridir.

-Bu değerli hizmet senin olmalı. Bununla beraber, her işimde O'nunla istişare eder ve işaretine göre hareket ederim. Bu usule hep doğru sonuçlara vardım.Şimdi de kendisi ile meşveret edeceğim. Kimi seçeceğini bizat tayin etmeli, dedi ve Resulullah'a döndü:

-Ey varlık hikmetim! İçim sevginle dolu olarak ahiret yolundayım... Artık senden mahrum kalıyorum. Amcalarından hangisinin manevi babalığını tercih edersin?

Dalgalı siyah saçlı, karakaşlı, karagözlü, kırmızının güzelleştirdiği beyaz yüzlü çocuk, bir anda koşup kollarını Ebu Talib'in boynuna doladı. Efendimiz, babası Hazret-i Abdullah'la anne bir kardeş olan Ebu Talib'i seçmişti.

Abdülmüttalib memnun...

-Allah'a hamdolsun! Netice isteğime uygun tecelli etti, dedi ve devamla:

-İyi dinle Ebu Talib! Bu narin yavru, ana-baba şefkatinden mahrum kalmıştır. O'na göre davran. Seni kardeşlerinden üstün tuttuğum için, yüksek emaneti ihtimamına bırakıyorum.O'nun babası ile sen, aynı anadan doğdunuz. Öz canın kadar aziz bil ve sıkı koruyup kolla. Yeğeninin Peygamberlik günlerini idrak edersen, alemşümül da'vetine mutlaka tabi ol! Bunlar sana baba vasiyetidir. Kabul ediyor musun?

Kabul ettim. Allah, gizli ve aşikar her şeyi bilir.

-Elini uzat, dedi Abdülmuttalib. Elini uzat ki bu yüce emaneti sana bizzat teslim etmiş olayım. Sonra Ebu Talib'in elini sıktı ve torununu yanına alarak, kainatın en güzel başını ve en güzel gözlerini öpüp kokladı:

-Şahid olun ki, ben cihanda bundan daha güzel bir koku ve bundan daha güzel bir yüz görmedim!...dedi ve kızlarını etrafına cağırdı:

-Öldüğümde benim için nası bir mersiye okuyacağınızı merak ediyorum. Haydi şimdiden söyleyin ben de işitmiş olayım!...

Sevgili Peygamberimizin altı halası bir ağızdan fasih arapçaları ile şu anlamda dokunaklı bir ağıt yaktılar:

-Cömert, hürmete ve itaate layık / Edebli, nazik ve güzel ahlaklı /Cesur, adil, iyiliksever / Asil soylu, heybetli, tatlı sözlü, şerefli /En şerefli şüphesiz/ Şeref bir inasanın dünyada ebedi kalmasına yetseydi / O elbette yüksek şerefiyle yaşayıp gidecekti.

Ve dede de öldü.

Kızlarının bahar rüzgarı gibi hafif ve yumuşak sesleri, kulaklarına dola taşa bu fani alemden çekilip gitti. Ve Sevgili Peygamberimiz, sallallahü ve sellem, bir daha öksüz kaldı.

Abdülmuttalib'in vefat haberi, Mekke'yi şöyle bir dalgalandırdı. Alışveriş bile durdu ve çarşı günlerce kapalı kaldı.

O güne kadar kimseye gösterilmeyen bir hürmetle ceset sidre yaprağının suyu ile yıkandı ve Yemen kumaşından iki parça kefene sarılarak misk sürüldü.

Kureyş ahalisi, engin hürmet ve bağlılıklarından dolayı emirlerinin tabutunu eller üzerinde uzun uzun taşıdıktan sonra, kabristan yoluna girdile. Tabutun hemen arkasındakilerin arasında azizler azizi de var. Buğulu bakışları ayak ucunda yumuşak adımlarla yürüyor.

Tabutunu el üstünde, sevgisini kalblerde taşıyan kalabalık, Hacun mezarlığında.Abdülmuttalib, büyük dedesi Kuseyy'in yanına defnedildikten sonra alay, Mekke'ye dönüyor.

O, kabirde meleklere ömrünün hesabını vere dursun. Biz gelelim bu er kişiyi nasıl bildiğimize:

Meşhur ismi ile Abdülmuttalib denen Şeyb'de kızlarının okuduğu şiirdeki bütün iyi haller fazlası ile mevcuttu...

Uzun boylu, heybetli, iri başlı, yakışıklı bir vücut... Vücudu akıl, terbiye, sabır, dürüstlük, misafirperverlik, mertlik ve anlayışla süsleyen bir güzel ahlak.

Ve cömert.

Sedece fakir fukaraya değil, dağda ovada, aç-susuz kalan kurdu kuşu bile aratıp bulduran ve onları doyuran bir tabiat.

İsmail aleyhisselamın dini üzre ibadet eden takva sahibi bir mü'min. Üç aylara hürmet gösteriyor. Ramazan ayı gelince Hira dağında inzivaya çekilen ilk insan.

...akraba ve milleti ile yakından alakalı; kimsesiz ve düşkünlerin sahibi, zulüm ve haksızlığın hasmı.

Abdülmuttalib'in bütün bu güzel huylarından dolayı Kureyş kabilesindeki lakabı "İkinci İbrahim"...

İkinci İbrahim. Yani Allah dostu İbrahim aleyhisselam halkatinde biri. Bir insana rütbe olarak bundan başka ne lazım gelir ki?

NUR 23 Mart 2009 13:48

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Onunla Gelen Bereket

"ÜMMETİM" DEDİ SANA GÜN MUSTAFA

VER SELEVAT SEN DE O'NA BUL SAFA

Dar Mekke sokaklarında iki kişi. Ebu Talib, bir çocuğun elinden tutmuş olarak evnrin yolunda..

Bu çocuk, önce babası, sonra annesi, sonra dedesi ölen; ve şimdi, amcası Ebu Talib'e kalan kainatın varlık sebebi...

Amca, bir fakir adam.

Bütün serveti, üç beş deve olmasına mukabil, kalabalık sayıda çoluk çocuğu var. Dürüst bir insan. Geçim sıkıntısında ama cömert. Cahiliyet zamanın çirkin adeklerine bulaşmamış güzel huylu biri. O da babası gibi ağzına içki koymamış.

Yoksulluğuna rağmen de kavminin reisi Böyle bir şeye o güne kadar tesadüf edilmiş değil. Bir insanın milletinin başına geçebilmesi zengin olma şartına bağlı.

Ebu Talib, babasının vasiyetine tam tabi. Sözünün eri, Yeğenin gözü gibi koruyor. O'nu öz çocuklarından dahi çok seviyor. Öyle bir sevgi ki, gıpta etmemek mümkün değil.

O, elini uzatmadan yemeğe başlamıyor.

O, Gelmeden sofra kurulsa:

-Durun, iyor; oğlum gelsin! Sofraya uzanan eller, geri çekiliyor ve herkese beklemeye başlıyor.

Onu yanına almadan uyumuyor:

Sevgili Peygamberimiz:

-Sen hayırlı ve mübareksin, diyerek iltifat ediyor.

Ne doğru... Hem hayırlı, hem mübarek. Eğer sofraya ilk el uzatan bu mübarek çocuk olmamışsa, yemek kifayet etmiyor ve hane halkı aç kalkıyor. Ama ilk başlayan o ise; yemek artıyor bile. Bir kase sütten mbiraz içse, kase, herkese yetene kadar tükenmiyor.

Efendimiz, her yaşta edeb timsali; sofra kurulduğunda Ebu Talib'in çocukları, hemen yemeğe başladıkları halde; O, vaktini bekleyerek sofra adabına dikket ediyor. Bu sebeple Ebu Talib, yeğenine bazen de ayrı sofra kurduruyor.

İşte bu fakir evde O, sallallahü aleyhi ve sellem, geldikten sonra mala mülke bereket düştü. Her şey artıyor, her şey çoğalıyor.

Ebu Talib'in evinde yokluk, yerini bolluğa terkederken; Mekke başka mbir hali yaşıyor. Kuraklık ve kıtlık, bir salgın hastalık gibi hurmaları solduruyor, derelerin suyunu çekiyor, yeşil tarlaları sarartıyor ve nihayet kilerleri, mutffakları tamtakır ediyor. Dağlar ve ovalar, "su" diye inliyor gibi.

Bu arada her kafadan mbir ses geliyor. Her Mekkeli, aklının erdiği kadar bir şeyler söylüyor:

-Hayır, Lat olur mu? Ancak Uzza, bu kuraklığa çare bulur.

-Hayır hayır! En iyisi Menat'ın önünde diz çökelim.

Konuşmaları dinleyen bir ihtiyar, kalabalığı titreten gür sesle:

-Yazıklar olsun! Aranızda İbrahim Peygamber evladları varken; siz hala nelerden medet umuyorsunuz?

İhtiyarın hakim sesi ahaliyi toparladı.Ne demek istediği belliydi.Doğru Ebu Talib'in kapısına geliyorlar:

-Ey Ebu Talip!Kıtlığı görüyorsun.Çöl bile yağmura hasret...Bir damla su yok.Çocuklarımız ölmeye,hayvanlarımız kırılmaya yüz tuttu.Gel,yağmur duasına gidelim.Neslinin bereketine belki yağmur yağar.,..

Ebu Talip,evden çıkıyor.Yanında güneş yüzlü yeğeni.Önde Ebu Talip ve Sevgili Peygamberimiz,arkada kalabalık,Beytullah yolundalar.Hava müthiş sıcak.Gök cilalanmış gibi dupduru.Bulut namına birşey yok.

Ebu Talib,sırtını Kabe duvarına dayadı.Mübarek çocuk da bir eliyle Kabe'nin örtüsünü tutarken,öbür elinin şahadet parmağını cilalı mavi göğe doğru uzatıyor...Hayret,hayret,hayret.

O süpürülmüş gibi bulutsuz olan göğü,bulutlar,yeme koşan kocaman kuşlar gibi bir anda dolduruyor.Ve şimşekler,yıldırımlar.Peşinden de şakır,şakır,şakır yağan yağmur.Öldüren hasret bitip,dağ-taş suya kavuşuyor.Her taraftan derecikler koşturuyor.

...............

Ebu Talib'in çocukları,sabahları kalktığında,saçları dağınık,gözleri çapaklı olduğu halde,Sevgili

NUR 23 Mart 2009 13:48

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Ebu Talib'in çocukları,sabahları kalktığında,saçları dağınık,gözleri çapaklı olduğu halde,Sevgili Peygamberimizin cennet kokan saçları taranmış,mübarek gözleri sürmelenmiş olarak pırıl pırıl bir yüzle uyanıyor.

Ebu Talib'le aziz yeğeni bir sahradalar.Amca,bir ara susuzluktan mecalsiz kalıyor ve dudaklarından gayri ihtiyari:

-Su,susadım diye kelimeler dökülüyor.

Bunu işiten merhamet sultanına bir mucize.

Ebu Talib,anlatıyor:

-Susadım,deyince yeğenim,hemen dizleri üstüne yere oturdu.Oturur oturmaz,topuklarının,kumlara değdiği noktadan bir pınar kaynamaya başladı.Cenab-ı kibriya kenara çekiliyor,Ebu Talib,kana kana içerek susuzluğunu dindiriyor...

Devrin adetine göre,zaman zaman Mekke'ye "kaif" denen kimseler geliyor.Bu kaifler,ensanların görünüşlerinden manalar çıkarıp istikballerine dair tahminlerde bulunuyorlar.Her gelişlerinde fakir-zengin,bütün tabakalardan halk,çocuklarını getirerek onların önündeki uzun zamanı bilmek,meçhul istikamet perdesini aralamak istiyorlar.

Bakın yine şehrin meydanlık yerinde bir kalabalık var.Bir adamın başına toplanmış olanlar,ondan çocuklarına dair sırları soruyorlar:

Bu adam,Ezd-i Şenue kabilesinden bir kaiftir.Oraya gelmiş bütün herkese cevaplar veriyor.

Fakat kaif,birden değişiyor.Önündekilerin üstünden aşağı bakışları,dinleyenlerin en dışında kendisini seyreden bir çocuğa takılıyor.

"Kaif"haberini duyan Ebu Talib de sair Mekke seçkinleri gibi,yeğenini alarak adama gidiyor. Vardıklarında etrafı çevrilmiş; adam haratle anlatıyor. Amca-yeğen kalabalığın dışından manzarayı seyrediyorlar. İşte tam bu sırada, Sevgili Peygamberimizi görüyor.

Kaif, bir an baktığı noktayı dikkat ve nüfuzla süzdükten sonra hareketlerinde değişikilik başladı. Telaşla başındakileri savıyor. Belliki bir heyecana yapılmış. Durum, Ebu Talib'in nazarından kaçmıyor. Ve sebebi de anlıyor. Amca, bir tedbirli adam; ne olur ne olmaz? Hiç kimseye belli etmeden yeğeni ile usulcacık oradan ayrılıyorlar.

Biraz sonra önündekilerden başını kaldıran yabancı şaşırdı; Efendimizi soruyor. Cevap menfidir. Sorduğu çocuk biraz önce gitmiştir.

Bunun üzerine kaif, konuşuyor; hazır olanlar şahid...

-Vallahi O çocuğun şanı yüce olacaktır.

.......................

Sevgili Peygamberimizin on yaşında iken, diğer baba bir amcaları Zübeyr ile seferdeler.Kervan bir dere kıyısına geldiğinde azgın bir deve ile karşılaşırlar: Hayvan, mümkün değil, dereden kimseyi geçirmiyor. Her teşebbüs neticesiz kalınca, bazıları geri dönme fikrini ortaya attılar. Karşı kıyıya geçme ümidlerinin yavaş yavaş kırılmaya başladığı bu anda efendimiz imdada yetişiyorlar. Develerinden inerek yol kesici hırçın deveye biniyorlar.

Devecik, yumuşak, uysal, itaatli.

Peygamberimiz, deminki huysuz devenin üstünde oldukları halde önde, kervan arkada suyu geçiyorlar. Çümle yaratılmışların Peygamberi, burada o deveden inerek hayvanı serbest bırakıyor ve tekrar kendi devesine binip hep beraber yola devam ediyorlar.

..................

NUR 23 Mart 2009 13:48

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, on-onbir yaşlarında iken şakkı sadr-göğüs yarılması olayını bir kere daha yaşadılar.

İki melek, Peygamberimize gelerek, O'nu incitmeden yere uzatıp mübarek göğüzlerrini yardılar. Efendimiz, hiç bir ağrı ve sızı duymuyorlar.

Melekler, en makbul bedenden kin ve hasedi temizleyerek yerini rahmet ve rahmetle doldurdular.

Kin ve hasetten sonra bir de siyah bir kan parçasını çıkaran melekller, bunun yerini nurla doldurup, mübarek çocuğu ayağa kaldırdılar.

O anı şöyle tasvir buyuruyorlar:

-Baktım, kendimde küçük-büyük bütün mahlukata karşı şefkat ve rahmet buldum.

Şakkı sadrın üçüncüsü ise vahiy ineceği zaman Hira dağındaki mağarada vuku bulacaktır.

....................

O'nun seçilmişlern seçilmişi, üstünlerin en üstünü olduğunu haber veren vak'alardan birine yine Ümmü Eymen delalet ediyor.

....................

....Mekke'de bir koca put var. İsmi "Bevane". Müşkirler, senede bir gün, bu putun karşısında sabahtan akşama kadar saygı ile dururlardı.

Ebu Talib, Peygamberimizi de bu ayine getirmek istiyor. Ama, daha küçük yaşlarında böyle bir batıl ibadeti reddediyorlar. Amca va akraba ları, inciniyor. Israrlılar. Israr ve ricalar yüzünden şöyle bir görünüp, kaybolmak üzere Bevane'nin yanına kadar geliyorlar. Gelmeleri ile ortadan kaybolmaları bir oluyor. Bir zaman sonra göründüğünde şaşkın halde soruyorlar:

-Ne oldun, nereye gittin?

Bütün putları yerle bir edecek dinin Peygamberi her zor ve tehlikeli anda olduğu gibi yine korunmaktadır. Kendileri buyuruyorlar:

-Ben puta yaklaşınca uzun boylu biri geldi "Ya Muhammed, sakın bu puta elini bile sürme ve bunların merasiminde bulunma"

Sevgili Peygamberimize o yetimlik günlerinde hizmetle şereflenenlerden biri de Ebu Talib'in zevcesi Fatıma Hatun.

Yengesi, yetim ve öksüz inciye evlerine geldiği ilk andan itibaren, bir anne şefkati iele sahip çıkmış ve onu o kırık kalbli günlerinde yalnız ve sahnipsiz bırakmamıştır.

Yüce Peygamber, sonraki yıllarda bu asil ve müşfik kadını hiç unutmamış ve yengesini ihtiyar yaşında daima arayıp sorarak gönlünü hoş tutmuştur.

Efendimiz bir gün yengesinin vefat haberini alınca üzüntülerini şu kısa fakat derin muhabbet dolu kelimelerle dile getirdiler...

-Bugün annem öldü.

...bu sözler sana ne devlet ey Fatıma anne! Kainatın seyyidinin seni annelik tahtına oturmalarından büyük şans ne olabilir ki...

Peygamberimiz, daha sonra gömleklerini çıkartarak yengelerine kefen olarak sardılar.

Aziz kadın, kabristana getirildiğinde Peygamber efendimiz de orada hazırlar. Ölü, kabre konmadan önce Resulullah mezara inerek yan tarafları üzerine biraz uzandıktan sonrra dışarı çıktılar ve n'aş defnedildi.

Eshab, hayrette. Her hal ve davranışlarına dikkat ettikleri Peygamberimizde o ana kadar böyle bir hareket görülmemiştir.

Ey Allah'ın Resulü! Şimdi gördüklerimizi bir başkası için yaptığına rastlamadık, diye meraklarını arz ediyorlar.

-O, benim annemdi. Çocukları açken önce beni doyurur, saçlarımı tarardı. O, benim annemdi.

...ve devam buyuruyorlar:

-Ebu Talib'den sonra bu kadıncağız kadar bana iyilik eden olmamıştır. Ahirette cennet elbiselerinden elbise giymesi için gömleğime sardırdım. Kabre ısınması, kendini yalnız zannetmemesi maksadıyla oraya uzandı, mahşer gününe kadar beni hep yanında yatıyor görecek...

-----------------------------------------------------

NUR 23 Mart 2009 13:49

RE: Sevgili Peygamberim( 2.cilt)
 
Tamamı............................tutacak olan "Sevgili Peygamberim" ismindeki bu eserin ilk cildinde Efendimizin dünyayı nurlandırmalarından doğumlarına kadar haber ve işaret mahiyetinde olan hadiseler anlatılmıştı.

İkinci cildde doğumlarını, bebeklik ve ilk çocukluk devrelerini ve bu arada anneleri; can annemiz Amine Hatun'un vefatını; dedeleri ve son olarak kendilerine öz anne şefkati ile sahip çıkan ve Peygamber Efendimizin "annem"diye iltifat buyurdukları Ebu Talib'in hanımı Fatıma Hatun'u kaybetmelerini okuyoruz.

Ramazan-I Şerif ayında kavuşacağımız üçüncü cildde ise ikinci çocukluk dönemleri, gençlik zamanları; ve bu arada yaptıkları seyahetler ile evlenmeleri , Cebrail Aleyhisselamın, Peygamber Efendimize gelmeye başladıkları günleri bulacağız.

Her cildi ayrıca radyo tiyatrosu tekniği ile banda alınan bu eserin her iki kitabı da teyb bandı haline getirilmiş olup bürolarımızdan temini mümkündür

2. cildin sonu-

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:32

Sevgili Peygamberim 3.Cilt
 
SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 3



Efendimiz oniki yaşına girdikleri günler...

Amca Ebu Talib, Şam tarafına mal götürecek olan bir Kureyş Kervanına katılma niyetinde. Ebu Talib, yanına kardeşi Haris'i de alacak. İki kardeşin de aralında olduğu ticaret kervanı sıcak çöl gündüzleri ve soğuk çöl gecelerini aşa aşa günler sürecek bir sabır ve meşakkat seyahati ile Şam'a varacak vu burada satacak ve alacaklar.

Amcasının Mekke'den ayrılarak uzun bir yolculuğa çıkacağını anlayan Sevgili Peygamberimiz de Ebu Talib'le gitmek istiyor. Fakat halaları ve amcaları böyle bir niyete muhalifler. Zira; mevcudatın hikmet nuru, çocuk sayılacak günleri henüz arkada bırakmıştır. Ebu Talib, yeğenin arzusuna uymak istemesine rağmen diğer sevenleri o narin vücudun uzun bir yolculuğu kaldıramayacağı kanaatindeler. Onlara göre bu yaştaki bir çocuğun, eritici çöl güneşinde günlerce yol alması mümkün olamaz. Güneşin düştü düşecek kadar yakın hissedildiği nihayetsiz çöl ve sonu gelmez yolları geçip menzile varmak hiç de kolay değil...

Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, ısrarlılar... anne-baba mahrumluğumdan başka şimdi de uzun bir zaman koruyucu amca hasreti. Öyleyse kendisi de amcası Ebu Talib'le gitmeli....

Seyahat hazırlakları, denkler bağlanıp, develer yüklenerek, ihtiyaçlar tedarik edilerek devam ediyor.

Sevgili Peygamberimiz, hazırlıkları kol ve kanatları kırık, mahzun takip ediyorlar.

Bir gün Ebu Talib, devesi ile bir yerden geçerken can yeğenini görür... aa o da ne? Güzel çocuk, gözden saklı bu köşeye çekilmiş ağlıyor... Ebu Talib, şaşkın ve müteessir bir halde yeğenine yönelir.

-Niçin ağlıyorsun gözümün nuru? Ayrılığıma mı üzülüyorsun?

Ebu Talib'e gelen Peygamberimiz, devenin yularından tutarak amcanın ciğerini yakan şu sözleri söyler:

-Evet amcacığım!... Beni burada kime bırakıp gidiyorsun? Ne annem var, ne babam.

Yeğenin gözlerinden akan billur yaşlar, Ebu Talib'i çok üzmüştü. Kat'i kararını verdi. kim karşı çıkarsa çıksın aldırmayacak ve O'nu da yanına alacaktı. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra Hatemül Enbiya'nın da aralarında bulunduğu Şam kervanı yola koyuldu....

Kervan menzilden menzile varırken Kainatın Efendisini bir bekleyen var...

Busra yakınındaki Küfre köyünün bütün ovayı görebilen yamancındaki bir manastır eski devirlerden beri orada. Tarihi bir hıristiyan mabedi.

Bu manastırın önce yahudi iken sonra hıristiyan olan bir rahibi var. İsmi Bahira, künyesi Ebu İdas, Lakabı Cerciş, Alim ve Zahid bir insan. Manastırda öteden beri mevcut olan kıymetli bir kitap, ahir zaman Peygamberinden haber veriyor ve O'nun bir gün buradan geçeceğini anlatıyordu.

Bahira, bir zamandır sabah erkenden Manastır'ın damına çıkarak ufuktan gelip ovadan geçen yolcuları dikkatle yokluyor ve birini bekliyordu... bir, üç beş,on ... sabah bakıp usanmadan süren bir gözetleme...

Güneşin sıcaktan ortalığı kavurduğu bir gün ; Bahira, yine damda ufukları tarıyor. İçi firak ateşi ile yanmakta. Ah, son Peygamberi bir görebilse, O'nun ayak tozlarına yüzünü sürebilse, kendisini de ümmeti arasına kabul etme dileğini arzedebilse...

Bir sabah ovanın öbür ucundan bir kervan karaltısı belirdi. Bahira elini gözlerine siper ederek bütün dikkati ile o tarafa bakıyor. Acaba bu kervan da aşağıdaki yoldan gelip geçenlerden biri mi, yoksa beklediği yolcu mu geliyor?

Deve katarı yaklaştıkça Bahira'da dikkat daha keskinleşiyor. Kitaplardan edindiği işaretler görünmeye başlaşmıştır. En mühimi de güneşe perde olan şu bulut. Evet, evet!... Bir beyaz bulut, kervana kanat germiş bir koca kuş gibi süzüle süzüle onları takip ediyor.

Şimdi bulutun altındaki bu esrarlı kervan, iyice yaklaşmış olarak aşağıda mola veriyor... işte bir müjde daha! Kervanın dinlendiği yerdeki kuru ağaç birden yeşiyor. Ağacın dalları, yere oturmuş birinin üstüne eğiliyor. Bulut da akarak gelmiş ve yeşeren ağacın üstünde durmuştur. Bahira dağların taşların efendimizi tesbih edişlerini duyuyor.

Beklediği insanın bu kevanda olduğuna şüphe kalmamıştı. Hemen damdan inip kervana bir haberci yollayarak yolcuları ertesi gün yemeğe davet etti. Ve büyük-küçük herkesin davetli olduğunu bilhassa tenbihledi. Yemek saatinde herkes gelmişti. Bahira misafirleri ayrı ayrı gözden geçiriyor ama aradığı zatı göremedikçe hayreti içten içe büyüyordu. Yemek devam ederken Rahip, bir fırsatını bulup dama çıktı ve kervanın konakladığı noktaya baktı. Olacak şey değil! Bulut yerinde olduğu gibi duruyor.

Tekrar davetlilerin yanına dönerek:

-Yemeğe hepinizin gelmesini rica etmiştim. Tahmin ediyorum kalan biri var.

Bir misafir:

-Hayır, hepimiz buradayız. Sadece bir küçük çocuğu eşyalarımızı beklemesi için bıraktık, dedi. -O'nu da yemeğe davet ediyorum. Getirilmesini rica ederim. Lütfen gelsin...

Söze Resulullah'ın amcası Haris karıştı:

-Biz burada yemek yerken Muhammed'in aramızda olmaması münasip değildir, dedi ve yeğenini getirmek için hemen dışarı çıktı.

Bahira, Peygamberimizin ismini işitince kulak kesildi ve tekrar dama çıkarak çocuğun kulak kesildi ve tekrar dama çıkarak çocuğun gelişini takip etti... Efendimiz, Manastıra doğru yürürken bulut da yakıcı güneşten koruyarak O'nunla geliyordu.

Rahip Bahira, Sevgili Peygamberimiz, içeri girince O'nu ayakta hürmetle karşıladı. Şimdi son Peygamber olduğunu tahmin ettiği çocuğu yakında görme fırsatını bulmuştu.

Yemekten sonra Bahira, Ebu Talib'e bazı sualler sormak istedi. Ebu Talib ile aziz misafir arasında bir yakınlık olduğunu farketmişti.

-Bu çocuk neyiniz olur?

Ebu Talib:

-Oğlum,

Cevaba şaşıran Rahip, mütereddid bir dille itiraz etti.

-Kitaplardan öğrendiğime göre bu çocuğun anne-babası vefat etmiş olmalı.

Ebu Talib:

-Kardeşimin oğludur.

-Şimdi doğru söyledin, dedi. Bahira Sevgili Peygamberimize dönerek:

-Soracaklarıma Lat hakkı için doğru cevap vermenizi istiyorum, ricasında bulundu.

Nur çocuk ise:

-Onların ismiyle yemin verme. Dünyada bana onlardan büyük düşman yoktur, hakikatini hatırlattılar.

Lat ve Uzza ismini misafirlerden işiten Bahira, Efendimizi sınamak için bu şekilde yemin vermişti. Peygamberimizden bu karşığı alınca bu defa Allah adına yemin verdi.

-Uyur musun?

-Gözlerim uyur, fakat kalbim uyumaz.

Bahira, Peygamberimizin mübarek gözlerine bakarak Ebu Talib'e sordu:

-Bu kırmızılık çocuğun gözlerinde devamlı bulunur mu?

-Evet! Gözlerindeki kırmızlığın kaybolduğunu hiç görmedim.

+u ana kadarki bütün işaretler O'nun, sallallahü aleyhi ve sellem, en son Peygamber olduğunu gösteriyordu. Sadece bir belirti kalmıştı. Şayet bu da mevcutsa vakti eriştiğinde Peygamber olacağını kabul ve tasdik edecekti:

Mührü nübüvveti görme arzusu ile efendimizden sırtını açmalarını rica etti. Peygamberimiz edeplerinden göstermek istemediler. Ebu Talib'in:

-Ricasını kırma gözümün nuru, demesi üzerine Resullerin efendisi, Bahira'nın, mübarek sırtlarında iki kürek kemiği arasındaki Peygamberlik mührünü görmesine müsaaede ettiler.

Mühür, kitaplardaki tarifini tıpkısıydı. Bahira gözlerinden yaşlar boşanarak mührü öptü ve Kelime-i şehadet getirerek Efendimizin Allah'ın resulü olduğuna şehadet etti... Kervan ahlinden orada hazır olanlar olup bitenleri şaşkınlıkla takip ediyorlardı.

Şüphesiz hayatının en mes'ud dakikalarını idrak etmekte olan Bahira, ihtiyar yanaklarından sevinç gözyaşları süzülürken Ebu Talib'e şunları söyledi:

-İşte alemlerin efendisi! İşte Allah'ın Resulü! İşte Allah'ın alemlere rahmet olarak gönderdiği büyük Peygamber! Yeğenin son Peygamberdir. Getirdiği din, önceki dinleri yürürlükten kaldırarak bütün yeryüzüne yayılacaktır... Bu emsalsiz kıymeti Şam'a götürme; yahudilerin bir zarar vermelerinden korkarım.

Ebu Talib, "Yahudiler zarar verir" sözünden çekindiği için mallarını ucuz-pahalı demeden satarak yeğeni ile Mekke'ye gitmek üzere oradan ayrıldılar.

Onlarrın ayrılmalarından mbir zaman sonra köye yedi yahudi geldi. Efendimizin bir kafile ile oraya geleceğini ve yol kenarındaki kuru ağıcın altında oturacağını kehaneti ilmi ile bilmişlerdi. Şimdi öldürmek üzere köşe bucak Efendimizi arıyorlardı. Bahira'ya gelerk niyetlerini açıklayıp yardımcı olmasını istediler.

Bahira, elleri kılıçlı bu yahudilere çeşitli deliller getirerek öldürmek için peşinde bulundukları çocuğun son Peygamber olduğnu ve Yüce Allah'ın kitabında haber verdiği böyle bir Peygamberi şehid etmeye güzlerinin yetmeyeceğini, tamamen hatalı bir yolda bulunduklarını onlara kabul ettirdi.

Yahudiler, ilmine hürmetkar oldukları Bahira'nın anlattıkları ile ikna olarak tövbe edip kalan ömürlerini Manastır'da, O'na hizmetle geçirdiler.

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:33

RE: Sevgili Peygamberim 3.Cilt
 
OLGUN GENÇ

ZAT-I PAK-I MUSTAFA'YA AŞIKIM

CAN İLE FAHR-ÜL VERA'YA AŞIKIM

3.Sultan Ahmed

Efendimiz, eshabı ile sohbet ederken bir defasında şöyle buyurdular:

Koyun gütmeyen hiç bir Peygamber yoktur.

-Siz de güttünüz mü ya Resulallah?

Eshab-ı kiramın nbu sualine Sevgili Peygamberimizin cevapları:

-Evet, ben de güttüm, olmuştur.

Peygamber efendimiz, gençlik çağlarında babasından miras kalan bir kaç boyunla amcalrı Ebu Talib'in koyunlarını bazan yalnız başlarına; bazan da yaşıtı olan gençlerle Mekke'nin güneyindeki Ciyad dağında otlatmışlardır. Bütün nebilerin koyun gütmüş olmalarındaki sırrı İslam alimleri, Peygamberlerdeki merhamet hissinin daha da çoğalması ve ümmetlerini daha çok hatırlamalarına vesile olarak göstermişlerdir.

Nitekim Efendimiz, ilahi memuriyeti aldıktan sonra mübarek hadislerinden birinde aile reislerini sürüsünden mes'ul çobana benzetmişlerdir.

.....................

Ebu Talib, eşsiz yeğeni üzerinde titriyor. Maksadı O'nun bozulan cemiyette sel gibi akan kötülüklere bulaşmaması. Ama, O'nu asıl koruyan bizzat yüce Allah. Allahü teala, sevgilisini öyle bir üstünlükte yaratmış ki cahiliyet devrinin meziyet zannedilen adetlerinden O, nefret ediyor.

Muhammed aleyhisselam, Peygamber olmadan evvel de hafif ve habis fiilerden uzak durdular... ne içki içtikleri vaki ne puta taptıkları, ne emanete hıyanet ettikleri. Zaten koyun gütmelerindeki bir sebep de bu. İnsanlardan uzak durmak ve kırların tefekküre imkan veren zemininde Rabbini düşünmek.

İşte bu mübarek genç hiçbir puta asla ve asla ibadet etmedikleri gibi müşriklerin putları için yaptıkları şenliklere de katılmazdı... Kureyşli bahtsızlar senede bir kere sabahtan gece yarınlarına kadar Buvane adlı putlar ile olur; Buvanenin etrafına doluşarak saç kestirir, kurban keser ve örflerine göre tapınırlardı.

O sene Buvane için yapılan törenlere Ebu Talib ve kız kardeşleri de iştirak ediyorlardı. Bu sebeple Sevgili peygamberimizin de kendileri ile gelmesini istediler. Efendimiz, teklifi kabul etmeyince çok üzüldüler ve "İlahlarımızdan yüz çevirmek deek olan bu hareketinden dolayı bir felakete uğramandan korkuyoruz" diyerek yeğenlerini karşı konulmaz bir ısrarla ayine götürdüler. Ama putun yakınana vardıklarında ilahi himayedeki aziz gencin aniden kaybolduğunu farkettiler. Asil ve üstün genci bir müddet sonrra bulduklarında yüzü solgun ve korkmuştu.

Ebu Talib ve halaları şaşırdılar.

-Ne oldu sana ya Muhammed?

-Başıma bir felaket gelmesinden korkuyorum, buyurdular. Fakat amca ve halalar bu kanaatte değildiler.

-Kötülükler sana dokunmaz. sen üstün ahlak ve müstesna bir hilkate sahipsin... Ne gördün asıl onu söyle?

-Bu putun yanına yaklaştığım zaman beyazlar giymiş uzun boylu biri peydah olarak "Ya Muhammed geri çekil ve sakın puta el sürme", diyerek ikaz etti. Putları yerin dibine batıracak dinin tebliğcisi olacak olan eşsiz insan, bir daha buna benzer merasimlere hiç yaklaşmamışlardır. Efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" sadece u şenliklere katılmaktan uzak durmamış; u vesile ile kesilen hayvanların etlerini dahi kabul etmemiştir. O üstün yaradılışlı genç, yaşadığı zamanın her türlü abes ve kötü hallerinden korunuyor. İslamiyetin koyacağı ölçüye uygun şekilde giyinikler. Bilinmeden bu hudut birazcık aşılsa nurdan mechul varlıklar hemen müdahele ediyorlar.

Efendimiz, bir gece Mekke yakınlarında bir arkadaşıyla birlikte koyun güdüyorlar. Arkadaşına:

-Eğer koyunlarıma bakarsan ben de Mekke'ye gidip gece masalları anlatılan toplantılara katılayım, diyorlar.

-Olur, diyor diğer genç.

Peygamberimiz, Mekke dışındaki ilk eve yaklaştıklarında def çalgı, ıslık sesleri işitiyorlar. Düğün var. Bir kenara oturup seyre başlıyorlar. Ama hemen göz kapaklarına bir ağırlık çöküyor ve uyuyorlar. Güneşin sıcaklığı ile uyandıklarında düğün-dernek bitmiştir.

Bu hadisenin aynen benzerini bir kere daha yaşamış ve yine derin bir uykuya dalması sebebi ile eğlencelere seyir şeklinde de olsa katılmamışlardır.

İlahi irade eşsiz varlığı hep aynı hal ve aynı yol üzere tutuyor. Ne eğlence, ne gece masalları toplantısı, ne müşriklerin bayramı... Bütün haram ve faydasız işlerden alıkonuyor.

Efendimiz yirmi, Hazret-i Ebu Bekr "radıyallahü anh" onsekiz yaşında bulundukları esnada iki arkadaş ticaret için Şam yoluna koyuldular. Rahip Bahira'nın bulunduğu manastırın civarına varınca Sevgili Peygamberimiz, bir gürgen ağacının altına oturdular. Hazret-i Ebu Bekr de bir şey sormak üzere Bahira'ya gitti.

Bahira ağacın altında oturanı sordu. Ebu Bekr "radıyallahü anh" efendimizden bahsedince Bahira:

-Vallahi o bir Peygamberdir. İsa aleyhisselam'dan beri oraya kimse oturmamıştır, dedi.

Bahira'nın yeminle söylediği sözler bu ümmetin en üstünü olan Ebu Bekr efendimizin kalbine işlemiş, Kainatın sultanı daha sonra peygambeliğini açıklayınca bu güzel hatısanın da tesiriyle tereddütsüz iman etmişlerdir.

Güzel efendimiz, yirmi yaşlarında bulundukları sırada Mekke'de yabancılarla zayıflar için mal, can ve namus emniyeti kalmamış, anarşı ve zulüm kol geziyor olmuştu.

Ecnebi türccarların malları gasbedilip paraları verilmiyordu...

Zilkade ayında Yemenli bir tacir, ticaret için bir deve yüklü mal getirmişti. Mekke'nin tünınmışlarından As bin Va'il, tacirden malları aldı fakat bedelini ödemedi. Üzüntüden perişen olan yabancı, söz sahibi bazı ailelere müracaat ettiyse de buralardan terslenerek döndü. Derin üzüntüye düşen Yemenli, Ebu Kubeys dağına çıkarak feryatlar edip manzum bir ifade maruz kaldığı zulmü yüksek sesle anlatmaya başladı.

Böyle feryatlarla şiir okurken Kureyş büyükleri de kabe'yi şerif etrafında kümelenmiş sohbet ediyorlardı....

Bu haksızlık bardağı taşıran son damla oldu. İlk harekete geçen ve başkalarını da harekete geçiren Sevgili efendimizin amcaları Zübeyr oldu.

Meşhur ailelerin temsilcileri Mekke eşrafının önde gelenlerinden Abdullah bin Ced'a'nın evinde toplandılar. Yemekten sonra asayişsizliği ve yapılan zulümleri aralarında konuştular. Şehirde yerli-yabancı kimsnin haksızlığa uğramaması, mazlumların hakları alınıncaya kadar onlarla birlikte hareket edilmesi, zulme mani olunması kararlaştırıldı; ve buna dair yemin edildi. Yeryüzüne adelet ve huzuru getirecek olan efendimizin de fal şekilde rol aldığı o toplantıda alınan karara, "Hılf-ul-Fudul Andlaşması" dendi. Gerçekten bu andlaşma, zulme mani olarak Mekke'de tekrar asayişi getirmiştir. Peygamberimiz daha sonraki senelerde bir vesile ile eshabına bu bahse dair şunları ifade buyurmuşlardı:

-Abdullah bin Ced'anın evinde yapılan andlaşmada ben de bulundum. Bence o yemin, kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha kıymetlidir, Şimdi de böyle bir meclise davet edilsem giderim.

Bu sözler adalete ne kadar değer verdiklerine en güzel misal....

Evet, insanların, cinlerin ve Peygamberlerin en üstünü o sıralar yirmi yaşlarındalar. Kendilerine meleklerin ilk görünmeye başlaması da bu günlere denk geliyor.

Melekler, sevgili Peygamberimizi birbirlerine göstererek:

-İşte bütün alemin hidayetine sebep olacak Peygamber. Ama henüz davet zamanı gelmedi, diyor ve gözden kayboluyorlardı.

Peygamberimiz yine yirmi yaşlarında bulundukları bu sıralarda Mekke'ye bir kahin kadın geldi... Bir Mekkeli nereden aklına düştüyse kahineye:

-Söyle bakalım hangimizin ayağı makam-ı İbrahimdekine benziyor? diye sordu. Adam, İbrahim aleyhisselamın Kabenin duvarlarını inşa ederken iskele olarak kullandığı ve iki mübarek ayağının izi bulunan makamı kastediyordu.

Kahine:

-Şu ince kum olan yere bir örtü sererek üzerinde yürürseniz söylerim.

Denilen yapılıd ve çıplak ayakla örtünün üzerinden geçilmeye başlandı. Gecenin, örtü üzerinde ayak izi kalıyordu. Kadın dikkatle izlere bakıyor... nihayet efendimiz yürüyünce:

-İşte, dedi. Makamı İbrahimdeki ayak izlerine benzeyen izler....

..................

Hiç bir okula, hocaya gitmediği; üstelik annesiz-babasız büyüdüğü halde efendimizin sahip olduğu üstün ahlak ve meziyet herkesi hayrete düşürüyor... Sakin, yumuşak sabırlı, güler yüzlü, herkese karşı iyi, dürüst, cömert ve sayılamayacak kadar iyi huylar.... yirmi yaşındaki bir insan bunları nereden öğrenmiş olabilir ki? Kimse bunu araştırmıyor.

Fakat herkes O'ndaki benzersiz ahlaka hayran; bu yüzden O'na "el emin" lakabını vermişler. İsminden çok "inanılır ve güvenilir doğru insan" demek olan el emin deniyor ve bu şekilde hitap ediliyor.

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:34

RE: Sevgili Peygamberim 3.Cilt
 
MUHAMMED'ÜL EMİN

MÜRAAT-İ EDEP ŞARTIYLA GİR NABİ, BU DERGAHA

METAF-İ KUDSİYANDIR, BÜSEGAH-I ENBİYADIR BU Nabi

Annelerin annesi; annemiz... Hadice anne radıyallahü anha... ilerde Peygamberimize zevce olarak seçilmişlerin seçilmişi.

Emsalsiz bir güzellik ve bu güzelliğin nurlandırdığı üstün akıl, erişilmez iffet, gıptalar ötesi haya ve engin edeb.

Arabın en soylularından ve "tahire" temizlerin temizi ünvanlı zengin bir kadın... beyi vefat etmiş. İsteyeni çok. Fakat bu üstün insan tevazu içinde yaşıyor ve incil, Tevrat gibi ilahi kitabları tedkik ediyor.

Hadice radıyallahü anha annemiz, bu günlerde bir rüya görüyor... ay gökyüzünden inerek göğsünden giriyor ve nuru kollarından dışarı çıkıyor... bütün yeryüzü bu nurla ışıl ışıl. Cihan nurla yıkanıyor. Hayran kalınacak, aklı alacak bir güzellik... manzara hiç bitmese...

Ama; seyrine doyulmayan manzara annemiz uyanırken bitecek ve istikbalde hakikatine kavuşmak üzere rüyayı yorumlatmak için Varaka bin Nevfel ile görüşecektir.

Varaka, Hadice validemizin amcasının oğlu... Putlara tapmayan bir alim kimse.

Yaşlı adam, rüyayı ilminin rehberliğinde isabetli bir şekilde tabir etti.

-Şunu bilin ki ahir zaman Peygamberi dünyaya gelmiştir. Kureyş kabilesinin Beni Haşim kolundan biri. Ya Hadice; sen bu Peygamberle evleneceksin. Evliliğinizde ona vahiy gelecektir. İlk iman eden de sen olacaksın. Bu dinin nuru bütün alemi dolduracaktır... İşte rüyan!

Hazret-i Hadice aldığı cevaba çok memnun oldu. Demek ki taçların en yücesi kendi başına konacaktı. Şimdi dikkatle ama kimseye bir şey belli etmeden varaka Bin Nevfel'in anlattıklarının aslına ereceği günleri gözlüyordu.

Acaba kimdi bu müstakbel Peygamber... kimdi saadetinin sultanı olacak insan?

Bu sıra Hazret-i Hadice'nin zihnini en fazla buna benzer sualler meşgul etmeliydi...

Rüyaların görüldüğü varaka bin Nevfel'in kendisinden söz ettiği o günlerde insanların en hayırlısı aziz ve sevgili Peygamberimiz yarmibeş yaşına gelmişlerdi.

Bir gün halaları Atike hanım, Ebu Talib'e gelerek yeğenlerinin evlenme yaşına girdiğini; bir çaresine bakmak lazım geldiğini hatırlattı.

Ebu Talib, kardeşine hak verdi:

-Doğru diyorsun. Zihnim hep yeğenimizin evlenme meselesi ile meşgul ama bu sırada elimiz de bir hayli sıkışık...

-Hadice Hatun'un Şam'a kervan yollayacağını; ve kervanı emanet edeceği emin bir insan aradığını işittim. Bu insan yeğenimiz olabilir. Zaten ona herkes "Muhammed'ül Emin" demiyor mu? O'ndan daha emin, daha dürüs kimse yok ki... böylece biraz para kazanır. Eğer fikrimi isabetli buluyorsan Hadice ile konuşabilirim.

Ebu Talib, razı oldu ama gönlü şanlı yeğenine bu işi layık görmüyordu. Bir de işin ucunda O'nun için Şam yahudilerinin vereceği tehlike vardı... fakat çare de yoktu. Zira düğün yapacak imkandan mahrumdu.

Hakikaten Hadice annemiz Şam'a gidecek kervanla satılmak üzere yüklüce bir mal gönderecekti. Bu maksatla kendisini temsil edcek hakka hukuka riayet eder dürüst birini arıyordu...

O, bu evsafta birini ararken bir gün kapısı çalındı.

Gelen Atike hanımdı. Hadice anne, onu kabulden sonra,

-Ey arabın hanımefendisi gerçi gelişin canıma minnet ama; bir emrin mi var? diye ziyaretinin sebebini anlamak istedi.

-Bilmiyorum duymuşluğun var mı benim bir yeğenim var, ismi Muhammed bin Abdullah'dır. Babam Abdülmuttalib, kardeşim Abdullah vefat edince torununun yetişmesini bizzat kendi üzerine aldı ve dünyasını değiştirmeden evvel O'nu oğullarından Ebu Talib'e emanet etti ve hakkında bir çok dikkat çekici güzel şeyler söyledi. Bambaşka bir insan olan yeğenim şimdi yirmibeşinde. Evlenme çağı. Gel gör ki Ebu Talib'in düğün yapmaya kudreti yok. Şam'a kervan göndereceğin kulağıma geldi. Eğer yeğenime bu işi imanet edersen bir mikdar para kazanmış olur. Sana minnettar kalırız.

Zeki Hadice anne anlatılanlarla rüyası arasında bir mana bağı gördü. Çok sevindi. Her halde son Peygambere; nuru ile cihanı parlatacak olana dair izleri bulmuştu...

-Muhammed'i duydum. Doğru ve emin bir insan olduğunu işitiyorum.Böyle bir insana başkasına takdir ettiğim ücretin çok daha fazlasını severek veririm. Ama yine de O'nu bir kere görmem lazım. Zira bildiğiniz gibi ticari bir kervanın idaresi zor bir meslektir. Bu sebeple bu çetin işi başarıp başaramayacağını kendisini görerek kanaat sahibi olmak istiyorum.

Aslında Hazret-i Hadice'nin maksadı başkaydı. Tevrat ve İncil'de son peygamber anlatılıyordu. Bu kitaplarda yazılı olan belirtiler acaba Atike'nin yeğeninde var mıydı; yok muydu? Hadice radıyallahü anha bunu bilmek istiyordu.

Atike hanım yeğenini alıp götürmek için veda ederek ayrıldı. Hadice validemiz, çok değerli bir misafir ağırlayacağı için zaten çiçek gibi olan evine biraz daha tertip ve çeki düzen verdi ve hizmetçilerine mübarek efendimizden bahsederek biraz sonra geleceklerini; onların teşrifinde büyük bir saygı ile karşılamalarını ve hizmeteleri en ağırından yapmalarını tenbih ederek kendisi tekrar Tevratı alıp en büyük Peygambere ait müjdeleri incelemeye başladı...

Bir müddet sonra Atike ile El Emin ünvanlı emsalsiz genç, İslamiyetten önce de sonra da "Tahire" lakabını hakkıyla taşıyan sevgili annemizin evinde ve O'nun karşısında idiler.

Yüksek misafirlere en itinalı hizmetler, en içten sevgilerle sunulurken hazret-i Hadice, Tevratta ahir zaman Peygamberi için verilen bilgilerle Habibullah arasında mukayese yapıyordu.

Netice'de Hadice anne, bu genci istikbalin/ muhteşem Peygamberi olacağına kesin olarak kanaat getirdi. Ve rüyasında Muhammed'ül Emin'le alakalı olduğunu açık-seçik anladı... her şey gün gibi ortadaydı.

Bir çok insanın evlenmek için her fedakarlığa razı olduğu Hadice, Kureyş'in bu fakir, fakat üstün ahlak ve yaradılışdaki delikanlısı ile evlenecek ve bu genç, ilan edeceği dinle batıl namına ne varsa yerle bir ederek yepyeni bir dünyanın kapısını aralayacaktı.

Fakat Hadice anne, hiç renk vermedi ve sezip anladıklarından tek kelime anlatmadı. Üstelik düşündüklerini bir sır olarak sakladı. Akıllı kadın tedbiri elden bırakmıyordu. Eğer bildiklerini açıklarsa bir çok zengin ve itibarlı kimse kızını O'na vermeye kalkışabilirdi. Bu sebeple evleneceği zamana kadar O'nu hep gözden gizlemeye çalıştı.

Atike ile ücret meselesini de görüştükten sonra kervanın sefere çıkacağı günü tesbit ettiler, ve Efendimizle Atike oradan ayrıldı. Ev sahibesi Peygamberimize seferde giymesi için bir elbise vermişti...

Hazret-i Hadice, efendimize önce hediye ettiğinden başka kıymetli bir elbise daha kaldırdı, gösterişli bir deveyi süsleyip donatarak kölesi Meysere'ye şunu tenbih etti:

-Kervan Mekke'den uzaklaşıncaya kadar Muhammedül Emin yol elbisesini giyecek ve basit bir deveyi kendi sürerek gidecektir. Ama şehirden iyice uzaklaşınca O'na şu elbiseleri hediye ettiğimi söyleyerek giymesini rica et ve bu süslediğimiz deveye bindir ve yularını da kendin çek; O'nun emrindesin ve hizmet karısın. İzni olmadan hiç bir iş yapma ve kendisini tahlikelere karşı korumaya çalış. Ayıca işleri bir an evvel bitirip çabuk gelmenizi bekliyorum. Gecikmeniz Kureyş ve Beni Haşim nezdinde mahçup olmamıza sebep olur. Şayet bu söylediklerimi yapabilirsen seni bol mali ile memnun edeceğim.

Hareket günü meydan, seyir ve vedalaşmaya gelenlerle dolmuştu. Efendimizin halası Atike hanım, o asil yeğenini elinde deve yuları ile görünce katlanılan bu mecburiyetten dolayı çok üzüldü ve ağlayarak:

-Ey Abdülmuttalib, ey zemzem kuyusunu bulan ve ey Abdullah; yattığınız yerden başınızı kaldırın da evladınızı görün.

Ebu Talib fanalaştı. Hatta Sevgili Peygamberimiz de üzüldüler...

Hiçbiri Hazret-i Hadice'nin halkın nazarından saklamak için O'nu böyle giydirdiğini ve kısa bir zaman sonra sultanlar gibi giyinerek gözalıcı bir deveye bineceğini bilmiyorlardı...

Hatta üzülenler sadece efendimiz ve akrabaları değildi. Melerler dahi ağlayarak:

-Ya Rabbi! Bu Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ki sen O'nu kendine sevgili seçtin, dediler.

Allahü tealadan hitap geldi:

-Evet O benim habibimdir. Ama siz muhabbet sırrımı bilmez ve seven ve sevilenin arasındaki esrara vakif olamazsın. Bu makamı kimse bilmez. Bu gizli işten kimse birşey anlamaz.

Ve kervan hareket etti; kalabalık yavaş yavaş dağlıyor.

Kervan, tamamen şehirden uzaklaşınca, Meysere,efendimize gelerek emrinde olduğunu söylidi ve Hadice validemizin aldığı kıymetli elbiseyi takdim ile giymesine yardımcı olduktan sonra bu iş için ayrılmış deveyi getirdi ve:

Efendimiz üzerinde olduğu halde hayvanın yularını kendisi çekmeye başladı. Sevgili Peygamberimize yapılan bu imtiyazlı muamele aynı seferde bulunan Ebu Cehil vee Şeybe'yi hasetten çatlattı...

Meysere'yi sıkıştırmaya başladılar:

-Şu yetime nedir bu iltifat! Üzerindekini al eskileri giydir. O'na ağır işler ver. İşlerin altından kalkmasın ezilsin.

-Alemlere rahmet olarak gelen bu genç ne yapmıştı ki onlara? Hiçbir şey. Hasetler Efendimizdeki iyiliği çekemiyorlar.

Meysere bu densizliğe dayanamadı:

-N'oluyor size? Sizin köleniz değilim herhalde! Hadice hanımın kölesi olduğuma göre bana niçin karaşırsınız. Hanımefendinin emir ve talimatı böyle; anladınız mı?

Dünyada sadece kötüler yaşamıyorlar ki!.... Aynı seferde bir de kadir bilir bir yolcu var. İsmi Huzeyme bin Hakim Sülemi. Huzeyme aynı zamanda Hadice anneye akraba.. Az evvelki nadanların yetim diye horladıkları iki cihanın sultanını öyle kalbden sevdi ki az zamanda, O'nunla dost olma bahtiyarlığına kavuştu ve hep birlikte oldular.

Ebu Cehil'le Şeybe adlı zalimlerin o habis sözlerinden sonra Huzeyme bin Hakim Süleminin Efendimize dostluk elini uzatması Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem kalbini ne kadar ferahlandırmıştır...

Huzeyme de Meysere de bir çok harikulade hallere şahid oldular. İşte biri:

İki deve ani felc gibi bir rahatsızlık geçirdi. Kervan gitmesine rağmen zavallı hayvanlar yürüyemiyor. Meysere, bu sırada orada olmayan sevgililer sevgili Peygamberimize koşuyor ve durumu naklederek:

-Ne yapacağız, diyor.

Güzel efendimiz, sultani tvrı ile gelerek elleri ile develerin ayaklarını sığayarak dua ettiler...

Hayvanlar birşey olmamış gibi ayakta.

Evet; O deminki mecalsiz develer, şimdi kervanın en önünde yol alıyor:

Ya Rabbi, O mübarek eller bizleri de sığasın; Allahım gül kokulu o elleri öpmemizi nasip et.

Hasta hayvanlardaki bu ani iyileşme Meysere ile Huzeyme'yi hayrete düşürdü ve:

-Bu gencin namı ve şanı çok yüksek olacak, kanaatine vardılar.

............

Kervan, Basraya geldiğinde Rahip Bahira'nın manastırına yakın bir yerde mola verdi... Geçen zaman içinde Bahira vefat etmiş ve yerine Nestura rahip olmuştu.

Peygamberimiz, dinlenmek için bir kuru ağacın altında oturdular, ağaç hemen yeşerdi, çiçek açtı ve meyve verdi. Çevrede bulunan diğer ağaçlar da yapraklarla donandı.

Bu inanılmaz hadiseye pencereden bakarken gözleri ile şahid olan Nestura, bir hızla aşağı inerek elinde bir sayfa olduğu halde bu farkı yolcunun yanına geldi ve soluk soluğa:

-Lat ve Uzza hakkı için ismini söyle, dedi...

-Bana bundan daha ağır bir söz söylenmemiştir. Nestura, diğerleri gibi efendimizin de bahsettiği putları kabul ettiğini zannederek böyle konuşmuştu. Veya yabancıyı sınamak istiyordu.

Rahip aldığı cevap üzerine bir elindeki kağıda, bir yabancının yüzüne baktı ve sonunda meysere ile Huzeyme'ye dönerek:

-İsa aleyhisselama İncili gönderen Allah hakkı için söylüyorum ki bu son Peygamberdir... dedi ve iç geçirerek:

-Ah, keşke ben de O'na vahiy nazil olacak zamana erseydim ve kendisine iman etseydim, diyerek Meysere ve Huzeymeyi şiddetle sarsan sözlerini tamamladı.

Sonra Nestura, Huzeyme ve Meysere efendimizin yanından uzaklaştılar. Sevgili Peygamberimize dair sohbet ediyorlardı.

Meysere, kızgın güneşte iki kurşun efendimizin başı üstünde uçarak gölge yapmasını, ayaklarının altından su fışkırmasını, alnındaki nuru, elini sürdüğü yemeklerin çoğalmasını ve hasta develerin iyileşmesini anlattı.

Rahip

-Uzun zamandır Allah'ın Sevgilisi ile konuşma devletine kavuşmayı gözlüyordum. Elhamdülillah işmdi bu şerefe nail oldum. size dost nasihatim şudur: Bu sayfada yazılı olduğuna göre gerçi O, herkese galip gelecektir. Lakin yine de düşmanlarından sakınmak lazım. En can dünşmanı Yahudiler... Bu sebeple yanından fazla ayrımayın ve beni dinlerseniz Şam'a gitmeyin. Zira orada Yahudiler çoktur; kötülük yapmalarından korkuyorum.

Akıllı Meysere ve Huzeyme, Rahip Nestura'yı dinleyerek getidikleri malları Busra pazarına satışa çıkardılar.

Malları, bereket sebebi Sevgili Peygamberimiz hürmetine güzel karlarla satılıyordu. Efendimiz de bizzat satış yapıyorlar.

Böyle mal satarken bir müşteri, Peygamberimizin söylediği fiyatın doğruluğuna inanmayarak:

-Lat ve Uzza'ya yemin et! dedi.

Efendimiz:

-Benim alemdeki tek düşmanım o bahsettiklerinrin. Yanlarından geçerken başımı, görmemek için başka tarafa çeviririm. Nasıl onlar için yemin ederim?

Cevaptan irkilen müşteri:

-Sen Mekkelisin galiba?!

-Evet

-Doğru söz, bu söylediklerindir, dedi.

-Meysere ile Huzeyme'ye döndü:

-Vallahi, son peygamber bu arkadaşınız olacaktır. O mevcudatın özüdür. bu alem ve öte alem Onun yüzüsuyu hatırına halkedilmiştir, dedi ve malı satın alarak gitti...

Efendimiz, Meysere ve Huzeyme Hazret-i Hadice'nin mallarını Busra'da dolgun karla satarak Şam'a gitmediler.

Huzeyme, sevgili arkadaşına:

-Bu gördüklerimle senin ahirzaman peygamberi olacağına iman ettim. Dostun dostum, düşmanın düşmanımdır. Şimdi müsaadenle memleketime gitmek istiyorum. peygamberliğini ilan edince yanına gelecek; sana tabi ve hizmetkar olacağım, dedi ve hakikaten Mekke'nin fethinden sonra gelerek müslüman oldu...

...........

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:34

RE: Sevgili Peygamberim 3.Cilt
 
Meysere ile Efendimiz dönüşe geçtiler.Bir konak

lama yerine geldiklerinde Hazreti Ebubekr de kendilerine katıldı.

Ebu Bekir radıyallahü anh Meysere'ye:

-Kervanın gelmekte olduğu haberini Hadice hanıma bildirmek lazım; bunu da Muhammed'ül Emin'nin yapması en münasibdir; ne dersin diye bir teklifte bulundu.

-Peygamberimizle Meysere fikri yerinde buldular. Meysere, hemen efendimizin develerini kıymetli örtülerle donatmaya başladı.

Ebu Bekir radıyallahü enh sebebini sorunca Meysere:

-Hanımefendi haberi götürene deveyi üstündekilerle hediye eder; bunu bildiğim için aziz arkadaşımızın iyi bir hediyeye kavuşmasını arzu ediyorum diye cevap verdi.

tam bu sırada Ebu Cehil de yanlarına gelmişti.

Konuşulanları işitince lafa karıştı:

-Muhammed henüz çocuktur daha evvel sefere çıkmadığı için yolları da iyi bilmiyor başkasını gönderin...

Meysere'den önce Ebubekr radayallahü enh atıldı. Kısa fakat manalı cevap verdi:

-Bütün alem onun çocuğu sayılır.

Meysere bir mektup yazarak Hadice anneye verilmek üzere Peygamberimize teslim etti.

Efendimiz yola çıktılar. Bir zaman gittikten sonra uyku bastırdı.

Bu sırada deve yolu kaybetti. Yüce Allah, hemen Cebrail aleyhisselamı göndererek deveyi tekrar yoluna çektirdi ve üç günlük mesafeyi bir anda kat ettirerek Tayyi mekanla Mekkeye ulaştırdı...

...Kervanın dönüşü yaklaşınca Hazret-i Hadice bir grup cariye ile evin damına çıkar gelen olup olmadığına bakardı.

Yine böyle birgün Hazret-i Hadice ile cariyeler bir taraftan konuşup bir tarafatan ufkulaşıp gelen yolları gözlerken birini farkettiler.

Evet; bir gelen vardı ve iki kuş bu gelen yolcuyu yakıcı çöl güneşinden koruyordu.

Gelenin Sevgili Peygamberimiz olduğunu Hadice anne herkesten evvel tanıdı ama belli etmedi...

Peygamberimiz, nihayet yanlarına geldi ve dua ederek mektubu verdi:

Meysere şunları yazmıştı:

"Bu defa çok kar ettik. Muhemmd'ül Emin'in bereketi ile kazancımız umduğumuzdan fazla oldu."

Hadice radıyallahü anha mektubu yazıp, Peygamberimize teslim etti ve deveyi zinetleri ile birlikte alelemlere rahmet olarak gönderilmişe hediye etti.

Resulüllah mektubu alarak aynı gün içindeki kervana yetişti. Böyle bir şey imkansız olduğu için Ebu Cehil sevinerek Meysere'ye:

-Bak beni dinlemedin. İşte yolunu şaşırmış geri geliyor, al bakalım, dedi....

Meyerse, müteessir oldu.Ama biraz sonra Peygamberimiz gelerek cevabi mektubu verince

herşey değişti ve Meysere:

-Ey Ebu Cehil, işte Hadice'nin mektubu.Demek ki sen şaşırmışsın.

Bir kölenin bu sözleri Ebu Cehilin zoruna gitti:

-İnanmıyorum!Bukadar mesafe aynı günde gidip

dönülmez.Ben şimdi işin aslını öğreneceğim.İşte

kölemi gönderiyorum.Yalan söylendiğini ortaya çıkaracağım dedi, ve kölesini Mekke'ye yolladı:

Ebu Cehilin kölesi Hazreti Hadice'ye gelip müjde vererek, müjde istiyince,Hadice anne:

-Muhammedül Emin müjde getirmişti.Sen niçin geldin ki? diyerek hayretini bildirdi.

Köle mahcup halde geri döndü ve Ebu Cehil'in yanına vardığında olanları anlatdı.Ebu Cehil,hakikata teslim olacağına kinini biledi.

......

Kervan kafileyle Mekke'ye girerken Hadice validemiz penceresinden gelenleri görüyordu... İki kuş efendimizin başı üstünde gölge yapıyor ve O alnında gün gibi parlıyan nurla herkesten ayrılıyordu...

Hadice anne Meysere'yi kabul ettiğinde, O'na Efendimizin başı üstünde gördüğünü aslında melek olan iki kuşu anlatınca Meysere:

-Bütün yolculuk boyunca kuşlar başının üstündeydi dedi ve yaşadıkları ilahi hadiseleri, rahibin söylediklerini, develerin iyileşmesini, neler olmuşsa tek tek hanımına bildirdi.

Hazret-i Hadice, Meysere'den bildiklerini saklamasını rica etti.

Son olarak Peygemserimizle Meysere Busra'dan getirdikleri malları da Mekke pazarında satarak parasını Hazret-i Hatice'ye teslim ettiler. Yapılan hesapta, Hadice validemizin gerçekten bu seferde ötekilerden çok kar ettiği anlaşıldı. Ve çok memnun oldu... Para ve hediyelerle hizmeti geçenleri sevindirdi.

.....

Hadice anne, şahid olup işittiklerini tekrar Varaka bin Nevfel'e götürdü.

Varaka:

-Muhammed'ül Emin'in son Peygamber olacağına hiçbir şüphe kalmamıştır. Naklettiklerinin anlanı budur.



HATİCE'TÜL KÜBRA

KABÜL EYLE CİVAR-I İZZETİNDE ÇEKMEYEN GURBET

BİLİRSİN KENDİ ŞEHRİMDE GARİBİM YA RESULALLAH

NAZIM

Hadice, Hüveylid'in kızı. O da Kureyş'in Esed oğullarından.

Hadice, radıyallahü anha, derin ilmi, kültürü, zenginliği güzelliği ve soyu ile devrindeki kadınların en üstünü.

Daha evvel iki kere evlenmişliği var. ilk beyi vefat edince ikincisi ile hayatını belirtirmiş. Bu da veba hastalığından ölünce dul kalmış. Bu kocalarından üç çocuk sahibi.

Bir çok talibi var. Çevrenin seçkin erkekleri O'nunla evlenmek istiyorlar. "Evet" demesi için yapmayacakları fedakarlık yok. Ama o, evlenme tekliflerine hep uzak ve menfi...

...Kimseyle evlenme fikrinde değil. Ta ki insanlığın sultanını görene kadar. Şam'a kervan gönderme ile başlayan tanışma ve Peygamberimiz hakkında işittikleri; gördükleri, en üstün kadında yavaş yavaş Muhammed'ül emin'le dünya evine girme fikrini doğrudur.

İslamiyetten önce "tahire", islamiyetten sonra ise buna ilaveten "Kübra" ünvanlı bu zeki ve alim kadın, şimdiden gelecek yılları tahmin edebilmektedir... Zaman, bu ana kadar şahid olmadığı bir büyük inkılabi yaşayacak ve bu inkılabını kahramanı amca himayesindeki Sevgili Peygamberimiz olacaktır.

... İnsanlığın düştüğü şirk ve cehalet bataklığından eşrefi mahlukat mevkiine çekip çakaracak en son ve en mükemmel dinin Peygamberi Muhammed'ül emin'dir.

O halde O'na zevce olmak, ve O'nun kederinde ve neş'esinde yanında ve yardımcısı ve destekçisi omak bir kadının dünyanın kuruluşundan kıyamet kopuncaya kadar kavuşabileceği en yüksek nimettir.

Bunu anladığı andan itibaren Hadice anne, efendimizi adeta gözlerden saklamak, O'na dair sırları gizlemek istemiştir. Olur ki bu hazineyi başka kadınlar da sezer. Bu bakımdan endişeli.

Elbette haklı; bölünmesi paylaşılması mümkün olmayan bir şeref...

Şam seferinin üzerinden üç aya yakın bir zaman geçmiş olduğu halde Hadice validemizi meşgul eden hep bu evlenme planıdır. Akl-ı fikri hep bu işte... nitekim, niyetini akıllı ve tecrübeli bir kadın olan Nefise binti Münebbih sezer ve O'nu konuşturarak gönlünün muradını anlar:

,-Ya Muhammed seni izdivaçtan alıkoyan nedir ki evlenmiyorsun, der.

-Kafi mikdarda param yok...

Nefise'nin maksadı da bu cevabı almaktır.

-Peki öyleyse iffeti, dini diyaneti yerinde, zengin ve güzel bir kadınla evlenmeye ne dersiniz?

-Kim bu hanım?

Nefise kadın, düşündükleri evliliğin gerçekleşeceğine dair ilk işareti almış olmanın memnuniyeti ile cevap verir:

-Hadice binti Hüveylid!

-Kim aracı olacak?...

Nefise hatun bundan sonrasını şöyle anlatıyor:

-"Bu hizmeti ben yapacağım, dedim ve Hadice'ye koşarak büyük müjdeyi verdim." Hadice, amcası Amr bin Esede ile amcazadesi Varaka ibni Nevfel'li çağırttı. Ve fikrini onlara açarak aile büyükleri olmaları sıfatı ile yardımlarını rica etti...

Hazret-i Hadice'nin amcası ve amcasının oğlu Sevgili Peygamberimiz'e giderek O'nunla görüşüp düğün gününü konuştular ve yanından ayrıldılar. Haber Ebu Talib ve kardeşlerini şaşırttı. Çünkü bir düğün yapacak mali imkana sahip değillerdi...

Onlar, bu endişe ve efkarda iken Peygamberimiz Hazret-i Ebu Bekr'in dükkanına gitti. Niyeti kendisini kırmayacak bu dostundan ödünç para almaktı.

Ebu Bekr radıyallahü anh, aziz efendimizi uzaktan görünce kalbinde sevgi biraz daha kabardı; ve kendi kendine şöyle niyet etti:

"Muhammedü'l emin benim en yakın dostum ve en makbul arkadaşımdır. Eğer bir şey isterse asla geri çevirmeyeceğim."

Sevgili Peygamberimiz, yanına vardığında Ebu Bekr efendimiz, arkadaşını biraz üzüntülü gördü. Sebebini anlayınca kasayı açtı ve:

-İstediğin kadar alabilirsin, diye onu ferahlandırdı. Hazrez-i Ebu Bekr'e:

-Hiç bir işimde yardımını esirgemedin diyerek O'na dua buyurdular ve nikaha davet ettiler.

Seçkin arkadaşları, davete:

-Başım gözüm üstüne, diyerek geleceklerini bildirdiler.

Peygamberimiz ihtiyacı kadar para alarak bununla düğün haırlıkları yaptı.

Nikah, Hadice annemizin konağında yapılacaktı.

Her taraf süslü ve donatılmış. Hadice radıyallahü anha, cariye ve hizmetçilerine bundan sonra hür olduklarını, kendilerini bu düğün hatırına azad ettiğini müjdeledikten sonra ellerine içi altın ve mücevher dolu tabaklar vererek Sevgili Peygamberimiz konaktan çeri girince mübarek ayaklarına saçmalarını tenbih etti.

Efendimiz, amcası Hazret-i Hamza ile nikahın yapılacağı Hazret-i Hadice'nin evine geldiler. Biraz sonra Ebu Talib ve Kureş'in diğer ileri gelenleri de hazırdı.

Hazret-i Hadice'nin amcası Amr bin Esed ve amca çocukları ile kadın ve erkek akrabalar daha önceden gelmişlerdi.

Hadice ikramlık olarak koyunlar kestirip yemekler hazırlatmıştı...

Yemekler yendikten sonra, Ebu Talib, devrin adeti gereği nefis bir konuşma yaptı:

-Allah'a hamdolsun ki bizi İbrahim'in zürriyetinden, İsmail'in neslinden, Maad'ın cevherinden ve Mudar'ın kanından yarattı. Ve Kabe'nin bekçisi, Mekke'nin mensubu ve halkın reisi yaptı... yeğenim Muhammed bin Abdullah her Kureyşli'den üstündü. Kimse onunla mukayese ğdilemez. Gerçi malı azdır ama. Mal değimiz ne? Bir gölge. Bir gün burada, yarın başka yerde. Yemin ederim ki, yeğenimin itibarı bundan sonra daha da yükselecektir. İşte bu genç, şimdi sizden kızınız Hadice'yi helallığa istemektedir. muaccel ve müeccel mehir olarak yirmi deve teklif etmektedir!..."

Ebu Talib'ten sonra da Varaka ibni Nevfel bir konuşma yaparak, Ebu Talib'i tasdik etti. Ve kendilerinin de soylu bir sülele olduklarını ve hısım olmak istediklerini bildirdi ve hazır olanları şahid tutarak kızlarını verdiklerini söyledi. Ebu Talib, Hadice radıyallahü anhanın amcası Amr bin Esed'in de fikrini almak istedi. Amr:

-Şahid olun ki Hadice binti Huveylid'i Muhammed'e verdim, diyerek rızasını açıkladı.

Konuşmalardan sonra herkesi neş'e kapladı. Peygamberimiz iki deve kestirip yemekler vererek velime cemiyeti yaptılar.

Nikahı, İslami usul ve esasa uygun olarak Varaka kıydı.

Efemdimiz yirmibeş, Hadice validemiz kırk yaşında oldukları helde aynı gün Hadice radıyallahü anha ile evlendiler... Hadice annemiz de bütün malını Sevgili Peygamberimize hediye etti ve kendisinin de O'na muhtaç olduğnu arzetti.

Ebu Talib de evinde bir deve kestirerek, Kureyş eşrafını çağırdı ve Sevgli Peygamberimizle hanımını davet etti... teşriflerinde sevincinden ağlayarak bütün üzüntülerinin gitmiş olduğunu söyledi...

Evlilikleri, anlayışlı, müşfik, candan yardımcı Hazret-i Hadice'nin vefatına kadar yirmidört yıl sürdü. O hayatta iken efendimiz başka bir kadınla evlenmedi.

Sevgili Peygamberimiz'in İbrahim ismindeki çocuklarından başka bütün evletları Hadice validemizden dünyaya gelmiştir. İlk çocukları Kasım'dır. Bu sebeple Peygamberimize "Ebül Kasım" denir... diğer çocukları: Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Abdullah'dır.

böylece Hadice annemizden ikisi erkek dördü kız olmak üzere altı çocukları olmuştur. Kızların büyüğü Zeynep, küçüğü Fatıma'dır. Babasının gözbebeği yavrusu Fatıma, Efendimiz kırk yaşında iken düyaya gelmiştir.

Küçük Kasım'la Abdullah, Mekke'de olmak üzere bütün çocukları kendileri hayatta iken vefat ettiler. Sadece göz nurları Fatıma anneciğimiz hariç. Bu can yavruları kendilerinin büyük göçlerinden altı ay sona ebediyet alemine yollandılar...

... İşte Sevgili Peygamberimizin bir bir yavrularını kaybetmeleri, Onların böylesine zor bir imtiha tabi tutulmaları bazı müşrikleri zevklendiriyor. Bunlardan As bin Vail ismindeki küstah, "Muhammed'in nesli kurudu. Bundan böyle ebterdir. Soyu bitti" deme cür'etinde bulununca bu ağır sözler yüce Allah'ı incitti ve Kevser suresini göndererek bu sefil söze cevap verdi:

"-Asıl sana ebter diyenlerdir ki ebter olacaktır."

Elbette Rabbimizin buyurduğu oldu ve sevggilisine dil uzatanlar kurumuş ağaçlara dönerken O'nun mübarek soyu Hazret-i Ali ve Hazeret-i Fatıma evletları Hasan ve Hüseyin efendilerimizle devam etti. Hem de yüce Allah bu soya öyle bir bereket verdi ki, başka hiç bir nesilde görülmeyen nve görülmeyecek şekilde Hazret-i Hüseyin çocukları Seyyidler ve Hazret-i Hasan çocukları Şerifler çoğala çoğala bütün yer yüzüne yayıldılar.

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:34

RE: Sevgili Peygamberim 3.Cilt
 
ASIL HÜRRİYET

AF EDİP YA RAB BAĞIŞLA CÜRM-Ü İSYANIM BENİM,

HIFZ İLE AHİR NEFESDE SIDK U İYMANIM BENİM

2. Sultan Mustafa Han (İkbali)

Sevgili peygamberimiz, Hadice validemizle evlendikten sonra da ticaret yaptılar. Saib bin Abdullah'ı ortak almışlardı. Hisselerine düşen kazançla fakir ve yetimlere yardım ediyorlardı.

Henüz vahiy gelmesine zaman var. Otuziki-otuüç yaşlarındalar. Gözlerine nur görülüyor ve gaipten kendilerine isimleri ile hitap eden sesler duyuyorlar. Bunları sadece sevgili zevcelerine açıyor; başka kimseye söz etmiyorlar...

Hadice validemiz, bir gün yeğeni Hakim bin Hizam'dan Şam'a gittiğinde kendisine bir köle satın almasını rica ettiler.

Genç, halasının isteğini Zeyd bin Harise'yi satın alarak yerine getirdi.

Zeyd, sekiz yaşlarında güzel bir çocuktu... bir gün annesi ile birlikte akrabalarında misafir olarak bulunurken ev basılmış ve pazar yerine götürülüp köle olarak satılmıştı.

Efendimiz, Zeyd'i Hazret-i Hadice'nin yanında görünce hanımından mbu köleyi kendisine vermesini rica etti.

Aziz kadının Zeyd'i O'na hediye etmesi üzerine alemlere rahmet olarak gelmiş merhamet sultanı, sallallahü aleyhi ve sellem, Zeyd'i derhal azad etti ve bundan böyle hür olduğnu, istediği yere gidebileceğini müjdeledi.. ma; sevinçler içinde kalan yavrucak onları terk etmedi. Nasip ve hikmet. Allah, öyle takdir etmiş ve o küçücük çocuk her hallerinden iyi insan iyi insan oldukları anlaşılan bu aileden ayrılmamıştı...

Zeyd'in babası Haris'e yanık şiirler söyleyip ağlayarak köşe bucak yavrucuğunu arıyordu.... annesi ise hasretten deli divane olmuştu... Hac zamanı Zeyd'in kabilesinden bazı şahıslar Mekke'ye gelince Zeyd'i gördüler ve O'na ana babasının yana yakıla kendisini aradığını haber verdiler.

Zeyd:

-Biliyorum, dedi. Ebeveynimin yokluğuma ağlayıp beni aradığını biliyorum. Ama artık yorulmasınlar ve benim için oradan oraya deve koşturarak aranmasınlar. Benim şimdi çok kıymetli insanların yanında bulunuyorum, dedi.

Adamlar, memleketlerine dönünce Zeyd'i gördüklerini, bulunduğu yeri ve konuşmalarını babasına anlattılar.

Harise, yavrusunun hala köle olduğunu zannederek yanına fidye parası ve kardeşini alarak Mekke'nin yolunu tuttu.

Günler süren bir yolculuktan sonra Peygamber efendimizi buldular ve yalvaran bir dille:

-Oğlumuz için kapına geldik. makul bir fidye-i necat iste derhal bu kurtulma parasını sana takdim edelim ve can parçamızı alıp yurdumuza gidelim...

Sevgili Peygamberimiz:

-Oğulunuz kim, diye sordular.

-Zeyd! Zeyd bin Harise.

-Paradan başka bir hal tarzı bulsak olmaz mı?

-Ne gibi?

-Zeyd'i çağırarak serbet iradesi ile karar vermesini söyleyelim. Eğer sizinle dönmek isterse fidye-i necat vermenize ihtiyaç yok; alıp götürebilirsiniz. Fakat beni tercih ederse Vallahi ben-beni tercih edene kimseyi tercih etmem

Bu cevap Zeyd'in baba ve amcasını çok rahatlattı; sevindiler ve:

-Adil ve güzel bir usül buldun, dediler...

Efendimiz Zeyd'i çağırttılar.

-Zeyd, bu misafirleri tanıyor musun?

-Evet efendim, şu babam, şu da amcam.

-Pekala... baban ve amcan seni almaya gelmişler.

Beni biliyorsun. sana olan şefkatimi de biliyorsun... istersen beni tercih ederek burada kalırsın; istersen babanla gidersin, karar senin?

Babası ve amcası heyecanla Zeyd'e döndüler:

Zeyd sakin ve yaşının üstünde bir olgunlukla:

-Benim anam da babam da sensin. Ben, kimseyi sana üstün tutamam. Bu mümkün değil!...

Cevap, Harise ile kardeşi Ka'b'ı kalbinden vurmuştu. Neye uğradıklarını anlamıdlar.

Ancak:

-Yazıklar, yazıklar olsun sana!... Demek ki sen köleliği, hürriyete, bana, amcana, annene ve kardeşlerine tercih ediyorsun ha? diyebildiler.

Renkleri kül gibi olmuştu, heyecandan titriyor ve çaresizliğin pençesinde kıvranıyorlardı... son cevap büsbütün yaktı onları:

-Evet!... Hiç bir zaman, hiç bir yerde kimseyi bu zata tercih edemem!...

Elbette Zeyd de ana-baba sevdiklerini üzdüğü için üzülüyordu ama; ana-babaya tercih edilenler de var. Hele o, yakından tanıdığı bu büyük insan olursa... nasıl bırakıp gitsin? Eğer kölelik buysa, hürriyet kaç para eder!...

Allahım bizi de O dünya ve ahiretin; onsekizbin alemin en yükseğine köle et. O'na köle olmak ki asıl hürlüktür...

............

Sevgili Peygamberimiz bir babayı üzerler mi... Kalbi yaralı bir insan o büyük kapıya gelsin de yine aynı yara, aynı dertle geri dönsün; efendimiz buna razı olur mu?

Zeyd'in bu vefasına çok memnun olmuşlardı. O'nu ve babası ile amcasını alarak Kureyşliler'in yanına gittiler. Ve Harise ile Kab'ı bir kere daha şaşırttılar:

-Ey hazır olanlar! Şahid olun ki bundan sonra Zeyd benim oğlum ve mirascımdır.

efendimiz, böylece Zeyd'i evlat edndiler. Ve bu muameleye hazır olan herkes şahid oldu... harise ve kab, bu hareketten çok razı olarak, Peygamberimize teşekkür; evletlarına veda ederek Mekke'den ayrıldılar...

Ahzab Suresi nasil oluncaya kadar Zeyd; "Zeyd Bin Muhammed" olarak anıldı... Bu sure-i şerifin kırkıncı ayeti, evletlıkların öz babalarının ismi ile çağırılmasını emretmesi üzerine bu nasipli gence yeniden "Harise Bin Zeyd" denilir olud...

O, öyle nasipli ki Hadice annemiz ve Hazret-i Ali'den sonra islamiyeti kabul eden üçüncü insandır, radıyallahü anh.

Beyt-i Şerif... Şerefli ev; Kabe.

Kabe'nin duvarları, sel suları, içinde bulunan ve hazine olarak kullanılan kuyudaki kazılar, şiddetli sıcak ve şiddetli soğuk gibi tabiat şartları sebebiyle eskimiş.. yenilenmesi şart.

Ancak; yenilenme, duvarların İbrahim peygamberin kurduğu temellere kadar yıkılarak tekrar inşası iele mümkün...

Kabile temsilcilerinin aralarındaki müzakerelerden sonra vadıkları sonuç bu...

...ama, Kabe duvarlarını eskirmiş dahi olsa yıkmaya cesaret edemiyorlar.Ya başlarına bir gelirse!!!

... kur'a çekerek duvarları paylaşmayı ve bu suretle yıkım faaliyetine başlamayı bir sıkıntı ve hayır gelirse kimsenin bundan istisna edilmemiş olmasını kararlaştırdılar.

...kur'alar çekildi. her kabilenin yeri belli oldu.

Ne var ki beklenmedik bir şey daha oldu. Kabe-i Şerifin içindeki kuyuya yerleşmiş ve kafası oğlak başı kadar olan bir koca yılan, kim, duvarlardan bir parça yıkmak istese süzülüp duvara çıkarak onu öldürmek istiyordu...

Bu hal karşısında kabe'nin tamir edilmesi imkansızdı...

Duası makbul kimseler buldular. bunlar, yılanın defedilmesi ve kendilerine mukaddes binayı imara izin verilmesi için Allahü tealaya yalvardılar.

...Bu sırada yılan, öğle sıcağında duvarlardan birinin üzerine çöreklenmiş uyuyordu.

Cenab-ı Hak, ağzı dualıların yalvarışını kabul etti... aniden bir beyaz kuş görünerek, yılanı kaptığı gibi götürerek Ciyad Dağı'na attı...

Sabileler, kendilerine ait yerleri İbrahim aleyhisselam'ın attığı temele kadar yıkarak duvarları yenilemeye başladılar.

...duvarlar yükselip sıra Hacer-ül Esved taşını yerine koymaya gelince her kabile bu şerefi kendisine mal etmek için diğerine müsaade etmemeye başladı. Münakaşa çok şiddetlendi. Nerede ise kabileler bir birlerine girecek ve şiddetli kan dökülecekti. Velid bin el Mugire yaşlı ve tecrübeli bir ihtiyardı. Zorlukla havayı yumuşattı ve şu teklifte bulundu:

-Yarın Beni Şeybe kapısından ilk girecek olan şahıs, bu ihtilafın hakemi olacak ve hal tarzı onun göstereceği şekil olacaktır.

Herkes teklifi yerinde bulundu.

Ertesi gün mlerakla beklemeye başladılar. Acaba Beni Şeybe kapısı'ndan en önce kim girecekti. Gelecek olanın şahsiyeti çok mühimdi. Böyle bir nizayı halledebilecek kabiliyette biri olcaktı; yoksa bu ieşin altından kalkamayacaktı da kan gövdeyi mi götürecekti?

...herkes, bu ve benzeri kaygılar içindeyken gözlenen kapıdan ilk geçip gelen Sevgili Peygamberimiz oldu...

Aaynı anda da bekleyenlerde büyük bir rahatlama ve yüz hatlarında gevşeme izlenişordu. Zira O, Muhammed'ül Emindi, Ve en adil ve güzel karar vereceğinden şüphe edilemezdi.

Problem, efendimize arzedildi ve çok vahim bir manzara olduğu ilave edildi.

Peyşgamberimiz hemen misk kokukulu hırkalarını çıkarıp yere serdiler ve Hacer-ül Esved taşını üzerine koydular. Sonra da her dört kabileden birer kişi istediler... bui temsilciler Muhammed'ül Emin'in talimetıyla hırkanın birer ucundan tutarak duvara kaldırdılar. Peygamberimiz, mübarak cennet taşını kendi elleriyle alarak yerine koydular.

Resulullahın otuzbeş yaşında bulunduğu sırada cereyan eden tamir işinde bulundukları bsu ince ve manalı çözüm ile Mekke'de bir iç harbi önlenmiş oluyor ve hadise günlerce konuşuluyordu.

..........

Sevgili Peygaberimizin geleceğini müjdeleyenlerden biri de Iyad Kabilesinden Kass İbni Saide. Devrin en iyi hatiblerinden. Arapçayı billurdan kelimelerle çok mükemmel şekilde tasarruf ediyor. Şu an Ukaz Panayırında. Çevresi dinliyenlerle sarılı. Dinliyicilerden bazıları da yine iyi söz ustalarından.

Kass kızıl bir devenin üzerinde;yaşı, yüzü geçmiş.

Kelimeleri seçerek, meneyı ve maksadı en iyi ifade eden kelimenin bütün tesir gücünü hesaplayarak konuşuyor:

-Ey insanlar! Geliniz! Dinlemeye, bellemeye ve ibret almaya ihtiyacınız var!

Yaşayan ölür, ölen fena bulur, olmacak ollur . Yağmur yağar, otllar biter. Çocuklar doğar; ana ve babalarının yerini alır. Sonra onlar da gider, Vukuatın duru durağı yoktur. Birbirini takip eder. Kulak tutunuz; dikkat ediniz. Haber var gökyüzünde, işaret var yeryüzündde. Yıldızlar yürür, denizler durur.

Gelen durmaz, giden gelmez. Acaba gittikleri yerden hoşnud kaldıkları için mi dönmüyorlar yoksa orada tutulup uykuya mı dalıyorlar.

Yemin ediyorum!...

Allah indinde öyle bir din var ki, şimdiki dininizden daha aziz daha sevgili....

Yemin ediyorum!

Allah, bir Peygamber daha gönderecektir.

Yakında zuhur edecek... gölgesi üstümüze düşmeye başladı.

O Pelgambere iman eden bahtılara ne saadet. O'nu inkar edecek bahtsızlara yazıklar olsun.

Yazıklar olsun ömürleri gaflet ile geçen ümmetlere.

Ey insanlar!

Hani aba ve ecdat?

Hani süslü kaşhaneler?

Hani taş saraylar sahibi ad ve semud?

Hani tanrılık iddia eden Firavun; ya Nemrud nerede?

Onlar sizden zengin ve kalabalıktı.

Toprak onları değirmeninde öğüterek toz etti. Kemikleri bile kalmadı. Evleri ıssız ve kimsesiz.Yerlerini ve yurdlarını şimdi köpekler şenlendiriyor.

Aman, aman! Onlar gibi kafil olmayın ve onların izinde gitmeyin.

Her şey ölümlüdür.

Baki olan yalnız ve yalnız Cenab-ı Hak'dır.

Tapılacak sadece Allah'dır.

Doğmamış ve doğurmamıştır.

Evvelkilerden nice nice hikmetler geriğe kald.

Unutmayın ki ölüm ırmağına girecek kıyı çok; fakat kurtulcak yeri yoktur... ister yaşlı, ister küçük, vadesi dolan bir saniye bekleyemeden göçüp gidiyor; bir daha geri gelmemek üzere gidiyor.

Bunlar şüphesiz benim de sizin de akibetiniz.. İyi düşünün, nereden gelip nereye gidiyoruz; niçin varız ve ne olacağız?...

... Kass İbni Saide, Sevgili Peygamberimizi haber veriyordu. Ama ne tuhaftır kendisini dinleyenler arasında ahir zaman Peygamberinin bulunduğunu bilmeden konuşuyordu.

Bu sözlerden iki üç yıl gibi az bir zaman sonra islamiyet bütün insanlığa tebliğ edilmeye başlandı. Yazık ki efendimiz insanlığı hakikate davet ederken Kass'ın ömrü bu daveti almaya yetmedi. Ölmüştü...

Sevgili Peygamberimiz, İslamiyeti yaymaya başladığında, Iyad kabilesinde Kass'ın yerini yine O'nun gibi bir muvahhid olan Carud almıştı... Carud, bekledikleri son Peygamberin bir güneş gibi zuhur ettiği haber alınca kabilesinin önde gelenlerini yanına alarak huzura çıkıp O'nun getirği dini kabul ettiler.

Bir kabilenin bütünüyle müminler safına iltihakından memnun olan Peygamberimiz:

-İçinizde Kass İbni Saide'yi bilen varmı? diye sordular.

Carud:

- Ya Resulallah; cümlemiz biliriz . Bilhassa ben daha iyi tanırım. Çünkü hep O'nun yolundayım

Efendimiz:

- Kass İbni Saide'nin Suku Ukaz'da kızıl tüylü bir devenin üzerinde olduğu halde, yaşayan ölür, ölen fena bulur, Olacak olur, diye hutbe vermelerini unutamıyorum... daha başka şeyler de söylemişti. Hepsi hatırımda dağil.

Ebu Bekr radıyallahü anh:

- Ya Resulallah. O gün Suku Ukaz'da Kass'ı dinleyenler arasında ben de vardım. Söylediklerinin tamamı aklımda dedi ve konuşmayı aynen tekrarladı. Carud'un bir arkadaşı da izin alarak Kass'dan bir şiir okudu. Şiir çok açık bir şekilde Sevgili Peygamberimizi haber veriyordu.

Peygamberimiz, kendilerini büyük bir aşkla insanlığa duyurmaya çalışan Kass için şu müjdeyi vererek O'nun dostlarını sevindirdiler.

-Ümit ederim ki, Cenab-ı Hak, O'nu kıyamet günü tek başına bir ümmet olarak diriltecek ve bana yolluyacaktır.



BATMAYAN GÜNEŞİN DOĞUŞU

OKU! BÜTÜN MEVCUDATI YARATAN RABBİNİN İSMİYLE Kİ; O,İNSANI KAN PIHTISINDAN YARATTI, OKU Kİ SENİN RABBİN KALEMLE YAZI YAZMAYI ÖĞRETEN, İNSANA BİLMEDİĞİNİ BİLDİREN KERİMLERİN KERİMİ VE İHSAN SAHİBİDİR.

Alak suresi / 1-5

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, ileride kendilerine damat ve yerlerine halife olacak Hazret-i Ali'yi henüz ufacık bir çocukken yanlarına aldılar... doğduğu amdan beri onunla yakından meşgul oluyoırlardı. Ama, çekilen şu kıtlık, himayelerine de almalarını gerektirdi...

Öncekilerden daha büyük bir kıtlık, hali-vakti yerinde olanları bile sarsmış ve herkesi geçim darlığına düşmüştü.

Sıkıntı içinde olanlardan biri de Ebu Talib; Hazret-i Ali'nin babası... Mübarek Peygamberimiz amcasını düşünüyor. Çocukları çok olduğundan eli darda. Bunca iyiliğini gördüğü insanın yükünü hafifletmek için bir çare bulmalı.... Akri halde Ebu Talib yoklukla mücadele ederken O'nun rahat olması mümkün değil.

Diğer amcalardan Abbas'a gidiyorlar:

-Amcam Ebu Talib'in üyük sakıntıda olduğunu biliyorsun. Nüfusu kalabalık. Çocuklardan birini sen birini de ben kendi evlerimize alırsak sanırım yükü hafifler. Fikrime ne dersin?

Hazret-i Abbas, radıyallahü anh teklifi isabetli buldu. Birlikte Ebu Talib'in evine geldiler. Ve geliş maksatlarını O'na izah ettiler.

Ebu Talib, kendisinin düşünülmü olmasına ve gösterilen vefa hissine memnun kalarak:

-Akil ile Talib'i bana bırakın; diğer ikisini siz bilirsiniz, dedi.

Bunun üzerine Hazret-i Abbas Cafer radyallahü anh'ı Efendimize Ali kerremallahü vecheh'i bakım ve himayelerine aldılar.

...böylece Ali radıyallahü anh efendimiz, küçük yaşlarından itibaren önlerinde örnek ve taklid edilecek insan olarak kainatın baştacını buldular... Bu iri siyah ifözlü buğday tenli, güler yüzlü güzel mi güzel çocuk, hep ona özendi, hep O'na benzemeye uğraştı, O'nun yaptıklarını ölçü aldı vöe daha on yaşındayken Müslüman oldu.

Peygamberimiz otuzdokuz yaşındalar... gündüz vukua gelecek hadiseleri uyku ile uyanıklık arasında iken gece rüyü olarak kendisine gösteriliyor.

Rüyalar aynen çıkıyor.

Böylece insanlığın kurtarıcısı, nübüvvetin kırkaltı cüzünden bir cüz olan bu sadık ve salih rüyalarla pelygamberliğe hazırlanıyor.

Yine bu sıralar "Ya Muhammed" diye sesler duymaya devam ediyorlar.

Büyük an'a; vahyin inzaline; peygamberlik gelmesine altı ay var... bu günlerde yalnız kalmak istiyorlar. Yanlarına bir miktar yiyecek alarak Mekke'ye bir saat uzaklıkta olan Hira Dağı'ndaki bir mağaraya gidiyorlar.

Derin gökler, engin çöl ve ıssız ve sessiz Hira Dağı... Burada İbrahim Aleyhisselamın buyurduğu tarzda Rablerine ibadet ve muazzam tefekkür içindeler.. Bazan Mekke'ye inerek Kabe-i Şerifi ziyaret ve tavaf ettikten sonra evlerine gelip bir müddet kalıp ekmek, zeytin gibi azık alarak yine Hira dağı'na çekiliyorlar....

Bazı kadınlar da faaliyetteler. Hadice Radıyallahü anha'nın kalbine fitne sokmaya çalışıyorlar. Dedikleri şu:

-Bak; sen mal-mülk neyin varsa O'na bağışladın. Kocansa senden uzaklaşıyor. Herhalde seni sevmiyor!

Validemizin bu cahilce sözlere cevabı:

-bunlar benim ne aklıma ne hatırıma gelir. Yanılıyorsunuz. O benle alakasını kesmez. kendisinde saadet nişanları ve Peygamberlik işaretleri var. Yıllardır beklediklerimin yakında ortaya çıkacağını tahmin ediyorum.

-Hadice annenin üstün bir idrak ve sezişle ortaya koyduğu tesbit tamamen isabetlidir.

Ramazan ayının ortaları. Bir gece efendimiz, inzivada bulundukları Hira'dan evlerine dönüyorlar. Safa ile Merve arasına geldiklerinde bir ses ile derinden derine ürperdiler:

-Ya Muhammed, sen Allah'ın Resulüsün, ben de Cebrailim...

Ses gökten geliyordu. Başlarını kaldırdıklarında Cebrail Aleyhisselamı gördüler... İnsan şeklindeydi. Allahın sevgilisi, meleklerin en üstünü ilk defa gördüklerinden tanıyamıdı.

..........

Acaba gördüğü ilahi bir hadise mi idi yoksa cin veya şeytanlar mı kendisiyle uğraşıyorlardı.

Cebrail kaybolana kadar bulundukları yerden kıpırdayamadan hep ona bakakaldılar.

Evlerine doğru yürümeye başladılar. Yol boyunca kendilerine selam verildiğini işitiyorlar. Her tarafa baktıkları halde, taş ve ağaçlardan gayrı bir şey görülmüyor. Taş ve ağaçlar, ahir zaman Nebisine;

-Aleyke Ya resulallah, diyerek, selam veriyorlar. Efendimiz başlarına gelen bu fevkalede halden bayağı endişeye düşmüşlerdi. Bu halin sırrı, hakikatı aslı neydi?

Büyük düşünce ve ızdorapla eve girdiler...

Hemen kendilerini karşılayan zevceleri Hadice radıyallahü anha;

-Yüzünde bu ana kadar şahid olmadığım bir nur müşahede ediyor ve bgüne kadar rastlamadığım bir güzel koku alıyorum, deyince:

-Ey Hadice, bir takım seisler işitiyor ve ışıklar görüyorum, dedikten sonra şimdiye kadar yaşamadıkları bazı haller içinde olduklarını ifade ettiler ve şöyle buyurdular:

-Cinlerin musallat olarak beni kahin yapmalarından korkuyorum. Halbuki ben, putlardan da kahinlerden de nefret ediyorum.

-Allah seni üzmez ve utandırmaz! Böyle deme ve korkma... A llah senin başına böyle birşeyler vermez. Cinler semtine bile gelmez. Çünkü sen, öyle güzel ahlaklısın ki, sözlerin hep doğru, emanete daima riayet edersin. Akrabalarla bağını kesmezsin, misafiri seversin, düşkünlere yardım edersin, başına felaket gelmişlerin imdadına koşarsın... Lütfen sabır ve sebat göster. Bütün insanlığa Peygamber olacağına eminim. Korkma...

Bundan bir gün sonra; Miladi 611 tarihinin Şubatına denk gelen Ramazan ayının 17.gecesi. Güneş henüz doğmamış. Ortalıkta çıt yok.. Dünya bir uçtan öbür uca kadar kalın bir sessizlik tabakası ile kaplanmış gibi. O, Sallallahü aleyhi vessellem, bu ürpertici yalnızlıkla yine Hira Mağarasında itikaf ve ibatdetle meşgulle...

Gece sehere doğru akıyor. İşte tam bu sırada mağarayı bir ışık atomu en dip noktaları dahi aydınlatan bir nur doldurrdu. Sevgili Peygamberimizin karşısında Cebrail Aleyhisselam. Çok güzel bir insan şeklinde. Üzerinde sırmalı atlastan bir cübbe var. Güzel kokular sürünmüş.

Büyük melek konuşuyor. Konuşurken de semadan, dağlardan ve ağaçlardan sesi geliyor Hayret verici bir hal.

Bu an kainatın yaşadığı en kıymetli zaman birimlerinden biridir... Kırk beri tanıyan herkesin üstün ahlak ve yaradılışına tarifsiz bir hayranlık duyduğu Muhammed'ül Emin, Alak Suresi'nin ilk beş ayeti ile Nebi olmaktadır.

Melek , ilahi emri iletiyor:

-Oku / İkra!

Efendimiz şaşırıyorlar:

-Okumuşluğum yok. / Ma ena bi-kari!

Bu cevap üzerine vahiy meleği Peygamberimizi kucaklayarak kuvvetle sıktı ve tekrar :

-Oku! dedi.

Cevap aynı:

-Okumuşluğum yok!

Cebrail, aleyhisselam, bir kere daha sıktı ve yine: -Oku;

Cevap:

-Okumuşluğum yok.

Cebrail, Peygamberimizi üçüncü defa sıkıp bıraktı ve O'nu kalbinde surenin silmeyecek tarzda yer edecek hale geldiğini anlayınca ilahi fermanı nakletti.

-Oku! Bütün mevcudatı halkeden Rabbinin ismiyle ki; O, insanı kap pıhtısından yarattı. Oku! Ki senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmedeğini bildiren kerimlerin kerime ve ihsan sahibidir. Peygamberimiz de ayetleri melekle birlikte okumuştu... Yirdmiüç yıl decam edecek olan vahiy başlamış ve ebedi islam güneşi batmamak üzere bu gecenin seherinde doğmuştu.

-Cebrailin görünmesi, O'nu üç kere sıkması ve sureyi ezberlemesi hepsi an bile denmeyecek bir kısa zaman parçası içinde olmuş ve büyük melek gözden kaybolmuştu...

Sevigili Peygamberimiz, gelen surenin mehabeti ile ürpertilerle dolu olarak mağaradan çıkıp evinin yolunu tuttular. Eve varır varmaz :

- Beni örtünüz! buyurarak heyacan ve ürpertileri geçene kadar yatakta istirahat edip sakinleştikten sonra yaşadıklarını Hadice'ye anlattılar. Hala karşılarına çıkan fevkaladeliğin rahmani mi şeytani mi olduğundan emin değiller.

İşin hakikatını tahkik için Varaka Bin Nevfel'e gittiler. Artık gözleri görmez olmuş bu çok yaşlı ve alim zat, işin doğrusunu onlara anlatabilirdi.Varaka efendimizi dienledikten sonra:

-Bahsettiğin, Cenab-ı Hakkın Musa ve İsa Peygamberlere gönderdiği dürüstlük timsali manasında "namus-u ekber" ünvanlı cebraildir. Yemin ederim ki sen İsa Aleyhisselamın haber verdiği son Peygambersin. Yakında ilahi emirleri tebliğ ve cihad buyurulur. Keşki ben de genç olsaydım da seni kavmin Mekkeden Hicrete zorladıkları zaman yardımcı olabilseydim.

Mekke'den mi çıkarılacağım?

-Evet seni yalan söylemekle itham edecekler. Vahiy tebliğ edip de milletinden düşmanlık görmemiş Peygamber yoktur, dedi. Ve iki cihan güneşinin alnından öperek uğurladı.

Efendimizin böylece Peygamber olarak vazifendirildiklerine şüpheleri kalmadıe... Ama ilk vahiyden sonra üç yıl vahiy enmadi. Bu zaman içinde yine meleklerin büyüklerinden Mikail Aleyhisselam gelerek Peygamberimize bazı bilgiler öğretiyordu.

Sevgili Peygamberimiz, bu devrede bazı vakitler üzüntü ve tereddüte düşünce Cebrail Aleyhisselam görünerek:

-Ya Muhammed! Sen , Allah'ın Peygamberisin diyerek O'ndaki üzüntüyü giderir ve huzurunu tazelerdi. Ancak Cebrail aleyhisselam bu görünmelerde yüce Allah'tan vahiy getirmiyordu...

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:35

RE: Sevgili Peygamberim 3.Cilt
 
YA EYYÜHEL

MÜDDESSİR

Ey örtülere bürünüp yatan!

Kalk inzar eyle ve rabbini tekbir et

Müddessir

Ya Resulallah! Biz cahiliyet zamanında yaşamış insanlarız. Putlara tapar, öz çocuklarımızı kendi ellerimizle öldürürdük... bir küçük kızım vardı. Bir gün bunu yanıma çağırdım; oyununu bırakıp sevinerek geldi. Yürümeye başladım; yavrucak da peşimdeydi. Hem cıvıl cıvıl konuşuyor; hemde bana yetişmeye çalışıyordu. Evimizden epeyce uzakta olan kuyunun başına kadar ben önde o arkada olarak yürüdük. Oraya varır varmaz çocuğun kolundan tuttuğum gibi kuyuya fırlattım.

...Boğulmakta olan masumun çığlıklar dolu yalvarışı dağı taşı inletir:

-Babacığım!!! Babacığım!!!

Ama babanın kalbi kalb değil taştır sanki.

Cahiliyet örfü, kalbleri taşlaştırmış, vicdanları köreltmiştir.

Sevgili Peygamberimiz, feci hadiseyi dinleyince teessürlerinden ağlamaya başladılar. İpek kalbleribu müthiş canavarlığı tahammül etmemişti.

Huzurda bulunanlardan biri günahını dile getiren kişiye kızarak:

-Yaptığını beğendin mi? Allah'ın Resulünü hüzünlendirdin, diye çıkışmaktan kendini alamadı.

Efendimiz, dertli babaya:

-Bir daha anlat! buyurdular.

Baba olanları şerha şerha bir yürekle tekrar hikaye edince yeniden ağladılar; göz yaşları süzülüp süzülüp mübarak sakalını ıslatıyordu. Yaşları sildikten sonra pişmanlıktan kavrulan elem dolu adamı teselli ettilery

-Allah, cahiliyet sebebi ile yaptıklarınzı bir daha işlemedikce o zaman bırakır; bugüne getirmez...İslamiyetin vahyedildiği zamanlarda Arabistan ve bütün dünya cahiliyet içinde yüzüyor, başı çeken Arap diyarı... babasının peşinden acaba bir şey mi verecek diye koşan küçücük bir kızı sırf dahi kıpırdamadan sulara atan, diri diri toprağa gömen insanların asrı.

Peygamberimizin islamiyeti yaymalarından evvel esirler canlı canlı yakılıyor, hasımlar işkence ile öldürülüyor, ahlaksızlığın her nev'i işleniyor, içki , kumar, hırsızlık her devirden ilerde bulunuyor, dulların yetimlerin, kimsesizlerin malları gasb edileyordu. Hiç bir ölçü hir bir kayıt kalmamıştı...önceki Peygamberlerden gelen dine ve yüce Allaha iman etmiş. Hanif denen müminlerin hepsi bir avuç... diğerleri, Allaha inanıp ahireti, ceza ve mükafatı kabul etmiyenler, Allah'a ahiret ve cezaya inanıp Peygamberliği reddedenller ve ekseriyette olan putperestler... kendi elleriyle yaptıkları ağaç ve taş veya taş heykellere tanrı diye tapan zavallılar.

Ve islamiyet... O mübarek din, böylesine dehşet verici bir mekana inmek üzere bulunuyordu. O hassasların hassası, incelerin incesi yüce Resul işte bu insanları ve daha nice insaf ve merhametten habersizleri yola getirerek onları insanlığa örnek birer yıldız yapacaktı.

Efendimiz tam kırk yaşında iken Cebrail aleyhisselam Hira dağında O'na gelerek "oku!"diye başlayan ilahi emri bildirmiş; kendisinin Peygamber olduğunu müjdelemiş ama bundan sonra bir daha vahiy getirmemişti... Rabbinden haberin gecikmesi yüce Peygamberi endişeye üzüntülü düşüncelere sevkediyordu... bir gün yine bu halde iken Hira mağarasına çıkmıştı; orada ibadet ettikten sonra evine gitmek üzere dağdan inerken bir ses işittiler. Başlarını kaldırıp baktıklarında Hira'da kendisine gelen melegi altıyşüz kanadı açık olarak müthiş ürperdi veren bir manzara ile yerle gök arasındaki kürsüde oturmuş olarak gördüler.

Efendimizin heyacandan mübarek kalbleri çarpmaya başladı. Diz üstü şere düştüler. Ve derhal kalkarak acele evlerine gelip,

-Beni örtünüz! Beni örtünüz, buyurdular...

Ve örtündüler.Hadice validemiz etraflarında pervane.

Bu esnada kendilerine Cebrail göründü. Müddessir suresinin ilk ayetlerini getirmişti:

Tarihi an; O'na sallallahü aleyhi ve sellem Allah'ın emir ve yasaklarını bildirmesi için risalet vazifesi tebliğ ediliyor;

-Ey (elbisesine) bürünen Peygamber! Kalk da (kavmini Allah'ın azabı ile) korkut. (İman etmezlerse azaba uğruyacaklarını kendilerine haber ver) Rabbini tenzih et. Elbiseni de temiz tut. Azaba sebep olan şeyleri terketmekde sebat et.

Ayet-i kerime nazil olduğu sırada Peygamberimiz "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirdiler ve gelenin cin ve şeytan değil de melek olduğuna mutlak olarak inandılar. Cin ve şeytan tekbir getirilen yerde duramazdı.

Vahiyler; insanlığı kurtaran ebedi güzellikteki sözler... vahiy birkaç çeşit:

-Sadık rüyalar! uykuda görünenler aynen çıkıyor.Sevgili efendimiz kırk yaşına girmeden önceki altı ayda rüyadaki bu vahiylere Peygamberliğe hazırlandılar.

-Cebrail'in görünmeden vahyi Peygamberimizin nur menbaı kalbine ilham yolu ile aktarması... "hiç bir nefs rızkını tamamlamadan ölmez" şeklinde terennüm edilen hadisi şerifin kaynağı bu yoldaki vahye bir misal.

-Cebrail aleyhisselamın, insan kılığında ve mesala anlatılmaz güzellikteki Dıhye, radıyallahü anh, suretinde herkese görünecek şekilde gelerek vahyi sevigili Peygamberimize iletmesi.

Mübarek vahiy bazan korku veren şiddetli sesler biçiminde gelirdi. Bu şekilde geliş vahyin en ağır şiddetli olanı Kış günü dahi olsa Resulullah-ın alnından gül tomurcukları gibi terler dökülür ve yere çökerdi. Mesela Maide suresi nazil olurken insanlığın rehberi bir deve üzerindedir. Hasıl olan manevi ağırlıktan hayvan çöker ve ayakları ufalanır... böyle zamanlarda sevgili Peygamberimiz melek sıfatına girerlerdi.

-Bazan da Cebrail kendi şekli ile; altıyüz kanadı açık ve parıl parıl parlayarak gelip vahyi haber verirdi. İki kere olmuştur. İlki müddessir suresini getirdiğinde. İkincisi de Mirac gecesi Sidretül müntehanın yanında...

Mirac gecesi Allahü tealanın harfsiz, kelimesiz, sessiz, yönsüz ve mekansız olarak ve arada hiç bir melek ve vasıta olmadan efendimiz gökler üzerinde iken O'na vahyetmeleri... beş vakit namazın emredilmesi'nin şekli.

-Bazı vahiyleri de Yüce Allah, arada perde olduğu halde Resulüne doğrudan doğruya bildirmiştir.

... artık vahiyler peş peşe gelmektedir. Sevgili Peygamberimiz ilk zamanlar ayetleri ezberleyip unutmamak için Cebrail, okurken O da tekrarlardı.. fakat vahiy gelerek buna lüzum olmadığı ve" O'nu sana ezberletmek, okutmak bize aiddir. Biz O'nu sana okuduğumuz zaman sen yalnız dinle. Sonra onu anlatmak, öğretmek yine bize düşer" buyuruldu.

Emri ilahi üzerine Sevgili Peygamberimiz meleklerin en üstününü yalnızca dinliyor ve melek gidince de gelen ayetleri hiç bir zorluk ve sıkıntı duymadan aynen eshabına okuyordu.

..........

Sevgili Peygamberimiz o devir arabistanında yaşıyanların çoğu gibi Ümmi... ne okumuşluğu var; ne de yazmışlığı. İşte kendi lisanlarından bu gerçeğin ifadesi:

-Ben ümmi Peygamber Muhammedim. Bendensonra Peygamber yoktur.

Yüce Allah Ankebut suresi kırksekinci ayetinde habibini doğruluyor.

Sen, bu kitap, gelmeden evvel bir kitabı okumadın, yazı yazmadın. Okur-yazar olsaydın "başkalarından öğrendin" diyebilirlerdi.

Evet; Efendimiz hiçbir mektebe gitmediler, tahsil yapmadılar ve öyle esaslı bir seyahatları olmadı.Oniki yaşında Ebu Talip ile Busra'ya onyedi yaşında amcası Zübeyr ile Yemen'e Yirmi yaşında Hazreti Ebubekr ile Şam ve yirmibeş yaşında Hadice annenin mallarını satmak üzere yine Şam'a olmak üzere hepsi hepsi dört defa dış seyahatlari oldu ki bunlarda öyle uzak mesafeler değil.

Allah'ın emirlerini bildirmekle görevli bu asil insanın ümmi olduğu, fazlaca seyahate igitmediği hakikatte bütün herkesce malum. Öyleki müşriklerin arasında O'nun doğduğu günden Nebi olduğu kırk yaşına kadar geçen ömrünü hatta gün gün bilen var. Ama buna rağmen şirkte inat ediyorlar.

Bakınız müşriklerin azgınlıkların Nadr bin Haris, Mekke'lileri başına toplamış ne diyor:

-Ey kureyş! Size öyle birşey çattı ki ne yapsanız boş . Çünkü Muhammed aranızda büyüdü. O, beğendiğiniz bir çocuk, sevip takdir ettiğiniz bir gençti. Sözü en doğru olan O'ydu. En fazla O'na itimat ederdiniz. Şu yaşına kadar kendisine "Muhammed-ül Emin" diyen biz değilmiydik?

...Anlatılanlar küfrün sonunun geldiğine bir ikrar ve itiraftır.

-Kalk insanları irşad et, Azab ile korkut!

Mealindeki ayeti kerime üzerine Sevgili Peygamberimiz en önce durumu muhterem zevceleri üstün insan Hazreti Hadice Radıyallahü anha'ya açtılar. Ve kendisini İslamiyeti kabule davet ettiler.

Hadice annenin sevinçten aklı başından igitmişti Zevkle Kelime-i Şehadet getirdiler:

Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulüh.

O' nun Allah'ın Resulü olduğunu ilk defa bir kadın kabul ediyor ve buna şahid oluyordu... kadınlara kıyamete kadar yetecek bir iftihar sebebi.

Cenabı Hak, Habibine gösterdiği büyük bir yakınlık ve tertemiz sevgiden dolayı Hazreti Hadice'ye bu şeref ve imtiyazı lütfetti.

Peygamberimiz memnun oldular. Ve imam olarak zevceleri ile iki rekat namaz kıldılar.

Cebrail Aleyhisselam ilk gelişlerinden birinde Sevgili Peygamberimize Yüce Allah'ın selamını bildirmiş ve dinin direği alan ibadeti öğretmişti... Ayağını yere vurunca buradan su fışkırdı. Çıkan sudan önce Melek abdest aldı, sonra Resulullah. Cebrail, imam olarak iki rekat namaza durdular... kıyamete kadar gelecek müminlerin eda edeceği büyük ibadetin ilk ifası ve ilk cemaat.

Peygamberimiz de, Cebrail'den gördüklerini Hadice validemize öğreterek abdest almış ve kendisi imam olarak namaz kılmışlardır... Henüz sadece sabah ve ikindi namazları emredilmiş.

Sevgili Peygamberimizle Hazreti Hadice'yi namazda gören Hazreti Ali, efendimize bu yaptıklarının ne olduğunu sordu. Peygamberimiz Ona İslamiyeti ve namazı anlatıp davetini yapınca henüz on yaşında bulunan ve hiçbir günüha bulaşmamış olan Hazreti Ali, Kerremellahu vecheh, an bile geçirmeden son Peygambere biat etti.

Böylece iman edenlerin ikincisi bir çocuk oluyordu... İslamla şereflenen üçüncü insan Zeyd bin Harise. Azad edildiği halde yüce insandaki yüksek ahlaka hayran kalıp yanından ayrılamayan eski köle. Dördüncü Mümin ise Hazreti Ebubekir Radıyallahü anh... Kureyş'in en itibarlarından. Herkesin büyük hürmet duyduğu, ihtilafları en adil bir şekilde halleden değerli bir insan ve zengin bir tüccar. Hidayete ermeden önce de putlara tapmışllığı ve içki içmişliği yok.

İslamiyetin açıklandığı günlerde iş icabı Yemen'de bulunuyor.

Burada karşılaştığı yaşlı bir zat, kim olduğunu ve nereden gelip nereye gittiğini araştırarak O' nu yakından tanıyınca:

-Şu günlerde sizin Mekke'de bir Peygamber, yeni bir dini ilan ediyor olmalı. O'na bir genç ile olgun yaşta biri yardımcı olacaklardır... Genç ve gayet cesur ve atılgandır; olgun yaştaki adam ise beyaz tenli ve zayıf vücutludur, diyerek Ebubekir Efendimizi tarife başladı...

Ve Peygamberimizi öven şiirler okudu. Sonra bu beyetleri bahsettiği Peygambere arz etmesini O'ndan rica etti.

Hazreti Ebubekr, Mekke'ye dönünce aralarında Ebu Cehil'in olduğu müşriklerin seçkinlerinden bir gurup "Hoşgeldin" demek için ziyaretine geldiler.

Ebubekr, radıyallahü anh:

-Şehirde mühimce bir şey var mı? diye sorunca, zaten bunu kollayan münkirler:

-Şu senin kıymet verdiğin Muhammed-ül Emin var ya; Ebu talibin yetimi. Peygamber olduğunu iddia etmeye başladı. Arada hatırın olmasaydı, işini bitirecektik ama; şimdi sen gerekeni yaparsın..

Bunu işiten akıllı ve zeki insan onları münasip bir şekilde savdıktan sonr:

-Ya Muhammed işittiğime göre sen atalarının dinini terk etmişsin doğru mu?

-Ey Ebubekr! Ben, Allah'ın sana ve bütün insanlara gönderdiği Peygamberim. Allah'ın birliğini ve benim Peygamberliğimi kabul et!... --Resul olduğuna dair delilin var mı? - -Yemen'de konuştuğun zat...

-Yemen'de birkaç ihtiyar ile görüşüp konuştum Hangisini kastediyaorsun?

-Sana şiir söyleyeni!

Hazreti Ebubekr çok sevinerek;

-Ey aziz dostum. Sana bu haberi veren kim?

-Önceki Peygamberlere gelmiş olan büyük melek.

Bunun üzerine Ebubekr, Peygamberimizin elini tutarak hiç tereddüt etmeden, kalbinin bütün hüçreleri ile Kelime-i şehadet getirip Müsliman oldu... Onun yeni dini seçişi İslamiyete destek ve kuvvet kazandırıyordu.

Her Mü'minin gönlünde iman nuru yanınca ebedi hakikatler meşalesini başka yerlere ve başka insanlara da taşımaya başlıyor. Ebubekr EFendimizin daveti ile Osman İbni Affan, Abdurrahman İbni Avf, Sa'd İbni Ebi Vakkas, Talha İbni Ubeydullah iman ederek Hazreti Ebubekr ile birlikte O peygamberler Peygamberinin; cin ve insan ve herşeyin Resulünün; Dünya ve ahiretin efendisi, Sallallahü aleyhi ve sellemin yüksek huzuruna gelip namaza durdular... saflar oluşmaya başlıyor.

Hadice validemizden sonra islamiyeti kabul eden bu sekiz kişiye ünvanlarının tekrarlanması nasip oldu: İlk müslümanlar, ilk ulvi kıymetler...



BÜYÜK DAVET

-Sana emrolunan şeyi açıkla, baş

Ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma

Hicr/94

Sabikun-u İslam denilen ilk müminlerden sonra müsliman olanlar... Ebu Ubeyde bin Cerrah, Ebu Seleme Abdullah bin Abdülesed Erkam bin Ebil Erkam, Osman bin Mazun ve kardeşleri Kudame ile Abdullah, Ubeyde bin Haris bin Abdulmuttalib, Said bin Zeyd ve eşi Hazreti Fatıma binti Hattab... her biri bir güneş. O'nun yolunun öncüleri, yardımcıları, fedaileri olan üstün idrak ve muazzam basiret timsalleri...

İlk devirde İslamı seçenler topu topu otuz kişi... bunların da çoğu gençler, fakirler, zayıflar ve kadınlar. İnkarcı bedbahtların gözünde "Ebu Talib'in yetimi ve ciddiye alınmaya değmez bir avuç garip olarak görülen bu ilkler, az zaman sonra öyle bir nur infalakını gerçekleştirecekler ki dünya, bir uçdan bir uca zifiri karanlıktan apaydınlık bir gündüze geçecek zaman bu istihalenin sancılarını yaşamanın eşiğinde.

Bir ağaçtan öbür ağaca hayat taşıyan berrak su akıntısındaki sükunet misali, tebliğ, ilk üç yılında bir gönülden bir gönüle sessizce akıp durdu... namazda bile sureler yüksek sesle okunamıyor. Fakat müminlere ilişen de yok. Çünkü müşriklerin putlarına, Ama söylenecek.

Bi'set denen mukaddes vazifenin bildirilmesinin dördüncü senesinde Şura suresinin ikiyüz ondördüncü ayeti kerimesi:

-Yakın akrabanı ahiret azabı ile korkutarak onları hak dine çağır.

Efendimiz, mesele üzerinde uzunca düşünüp bütün çetinliklerini gözden geçirdiği günlerde Cebrail, emri bir an evvel yapmaya başlamasına dair vahyi indirdi...

Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Ali'yi yollayarak yakınlarını Ebu Talib'in evinde topladılar. Gelen kırbeş kişinin ikisi kadın, diğerleri erkek. Halası Hazreti-i Safiye'nin tavsiyesine uyarak Ebu Leheb'i davet etmediler. Ama O da hazır gelmiş. Allah'ın Resulü, misafirlere ancak bir kişiye yetecek miktarda bir kab yemek ile bir tas süt çıkartıp onlar sofraya buyur ettiler, ve besmele çekerek önce kendileri başladılar... hayret verici bir şey oluyordu. Herkes yediği halde ne yemek eksiliyordu, ne süt... tamamı karnını doyurdu ama yemek de süt de ilk andaki şekliyle olduğu gibi kaldı.

Bu mucize, akrabaları şaşkına çevirdi.

Yemekten sonra Hakikat Sultanı sallallahü aleyhi ve sellem, onları tam İslamiyeti kabule çağıracaktı ki Ebu Leheb:

-Sihrin de böylesini hiç görmemiştik; sizi güzel büyüledi, iftirasını atarak Hak Resul'e döndü ve yılan ıslığını andıran sesi ile bir sürü hakaret yağdırdı.

...gelenler dağıldılar.

Sevgili Peygamberimiz, Rabbinin emrini yerine getirememenin üzüntüsü ile mükedder oldu. Ebu Leheb'in sözleri O'na çok giran gelmişti... günlerce müsait bir anı beklediler. Cebrail aleyhisselam gelerek kendisini teselli edip cesaret verdi. Ve açık davete başlamakta daha fazla geç kalmamasına dair ilahi arzuyu bildirdi.

Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Ali'ye seslendiler....

-Ebu Leheb'in sözlerini duydun. Hakaretleri ile bana fırsat tanımadı. Gelenlerle konuşmama imkan kalmadan yağıldılar. Yine önceki gibi yemek hazırla ve onları buraya topla.

Çağrılanlar, bir bir geldi. Herkes hazır olunca yemek çıkarıldı... Ebu Leheb yine mecliste bir diken gibi göze batıyor.

Peygamberlerin önderi, ayağa kalktılar. Gözler üzerinde... acaba ne diyecek? Geçen defa konuşmamıştı. Ebu Leheb, mani olduğundan geliş sebeplerini bile anlayamadan çıkmışlardı. Şimdi herşey anlaşılacaktı. Kendilerini böyle üst üste toplamasının mutlaka mühim bir sebebi vardı...

Herkes hazır olunca konuşmaya başladılar. İnci gibi bir Arapça, güzel mi güzel bir ses ve mükemmel ahenk. Daha evvel bilmedikleri, duymadıkları şeylerin belagatin en harikası ile takdimi:

-Hamd, ancak Allah'a mahsustur. Ben, O'na hamd eder; sadece O'ndan yardım isterim. O'na inanır ve O'na dayanırım. Şüphesiz iman eder ve size de bildiririm ki, Allah'tan başka mabud yoktur. Allah bildir ve eşi-ortağı mevcut değildir. Size asla hilaf bir şey söylemiyor ve en mutlak hakikatı tebliğ ediyorum. Gelin bir olan Allah'a iman edin. Ben, Allah'ın size ve tekmil insanlığa gönderdiği Peygamberim. Yeminle söylüyorum ki, siz uykuya daldığınız gibi ölecek ve ondan uyandığınız dirilecek ve hayatınız boyu yaptıklarınızdan hesba çekileceksiniz. İyiliklerinizden mükafat kötülüklerinizden ceza göreceksiniz. Böylece yeriniz cennet ve cehennem olacaktır. İnsanlardan ahiret azabı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz.

Ebu Talib:

-En makbul iş sana yardımcı olmaktır. Ben seni himayeye devamedeceğim.

Ama nefsime bakıyorum; eski dininde kalmaya ısrarlı.

Yine Ebu Leheb atıldı:

-Abdülmuttalib oğulları! Bunun yaptığı doğru değil... Bari başkaları durdurmadan biz karşı çıkalım. Yoksa Muhammed yüzümden hepimiz ağır hakarete maruz kalacak ve belki de çoğumuz öleceğiz.

Ebu Leheb'in sözleri, Hazret-i Safiyye'yi harekete geçirdi. Sevgili hala, dayanamamıştı:

-Ben hey kardeşim! Yeğenimizi ve dinini desteklememek; hor görmek, küçültmeye çalışmak sana yakışıyor mu? Alimler, Abdülmuttalib'in soyundan bir Peygamber geleceğini bildiriyor; sen O'nu kötülüyorsun. Bu ne taze böyle? Vallahi O Peygamber işte karşımızda bulunuyor!!!

Ebu Leheb, inat mı inat. Öfke iele bağırdı:

-Seninki ham hayal! Zaten kadın değil misin; ne anlarsın bu işlerden? Bütün işiniz erkeklere ayak bağı olmak! Yarın millet, İsyan ederse biz ne yapabiliriz?

Ebu Talip, hışımla Ebu Leheb'e döndü:

-Korkak!... Son nefesine kadar O'na yardımcıyım; anladın mı? Dedi. peygamberimize:

-İnsanları imana çağıracağın zamanı bildir. Silahlanıp seninle beraber gelelim.

Hava iyice gerginleşmişti.

Yüce Peygamber, söze kaldıkları yerden devam ettiler:

-Ey Abdülmuttalib nesli. Vallahi, benim size getirdiğim bu dinden daha üstün ve daha hayırlısını tebliğ eden olmamıştır. Sizi söylenmesi kolay fakat mizanda sevabı çok yüksek olan iki kelimeyi söylemeye davet ediyorum. İşte:" Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammed abdühü ve Resuluhu" Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna inanır ve şahid olurum, demek. Yüce Allah, size bunu bildirmemi buyurdu. Bazı mucizeleri de gördünüz. Öyleyse hanginiz çağrıma uyup benimle oluyor?

Resuller Resulünün, hitabeti bitince ortalığı bir sessizlik tuttu. Sanki herşey donmuştu. Çıt yok... başlar önde, kimbilir ne veya neler düşünüyorlar.

Sevgili Peygamberimiz, sözlerini üç defa arka arkaya tekrarlayıp muhataplarını aradılar. Ama nafile... Her üçünde de cevap hep Hazret-i Ali'den geliyor:

-Bunların en küçük ve en zayıfı benim.Ama ben sana yardımcı olmaya hazırım...

İlk iki cevapta efendimiz, Ali kerremallahü vechehi yerine oturtarak öbürlerinden bir ses çıkmasını beklediler. Fakat sözleri üçüncü kere cevapsız kalıp yine Hazret-i Ali aynı şeyi söyleyince elinden tutup akrabalarından uzaklaştılar....

Onlar, ayrılınca kalabalık, Peygamberimizin dedikleri ile alay edip gülüşerek dağıldı...

Herşeyin Peygamberi, hak bildiği yolda yürümeye devam ediyor. Nasibi olanlar bir mbir hidayete ermekte.

Cebrail aleyhisselam ile yeni bir vahiy nazil oldu. Şimdi sadece yakın akrabalar değil; herkes Müslüman olmaya davet edilecek...

İşte Hicr Sure-i Şerif'in doksandördüncü ayet-i kerimesi:

-Sana emrolunan şeyi açıkla. Baş ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma...

Şanlı Peygamber, Safa tepesindeler. Yüksekçe bir taşın üzerine çıkmış olarak mübarek parmaklarını kulaklarına koyup gür ve billur bir sesle Mekke'ye doğru seslendiler:

-Eyy Kureyş! Koşun. Buraya gelin! Size mühim bir haberim var. Koşun!

Aşağıda sualler:

-Kim mbu seslenen öyle?

-Muhammed'ül Emin.Safa tepesine çıkmış bizler çağırıyor.

-Gitsek mi acaba?

-Bir bakalım. Mühim haberi ne? Belki düşman baskını falan vardır. O, emin insandır. Doğruyu haber verir.

-Hadi öyleyse!

Az sonra nefes nefese bir kalabalık, fahri kainatın karşısına dizilmişti.

-Hayırdır, Ya Muhammed bizi merakta kodun?

Gözler, hep O'nda,Muhakkak önemli bir şey varki bu tepeye çıkarak ahaliyi yanına çağırdı...

Tane tane konuşuyor.Ve İslama gelmeyen bu insanların akıl, vicdan, idrak ve basiretlerindeki pası sökmeye uğraşıyorlar:

-Şu dağın ardından veya şu vadinin içinden düşman atlılarının çıkacağını veya sabah akşam baskına uğrayacağımızı söylesem bana inanır mısınız?

-Elbette, elbette,.. sesleri.

-Sen,hep doğru söyledin. Senden doğruluktan gayrı bir şey ummayız...

Habib-i Ekrem istediği cevabı almıştı... bunun üzerine Kureyş'in bütün ailelerini isim isim sayarak onları tevhide çağırdılar.

-Sizleri kıyamet gününün azabı ile korkutmaya memurum. Sizi "La ilahe illallah vahdehu la şerike leh"/ Allah, tekdir ve kendisinden başka yaratıcı yoktur. diyerek iman etmeye davet ediyorum. Ben, Allah'ın kulu ve Resulüyüm. Eğer dediklerime inanırsanız yeriniz cennet olacaktır. "La ilahe illallah" demezseniz size ne dünyada bir yarar, ne de öte alemde bir imkan temin edemem

Kalabalık şok oldu...

Ebu Leheb...

İlk atılan, ilk söze karışan, kin kusan yine O.Gözleri dışarı fırlamış; Öfkeden yanakları al al; kudurmuş gibi bir taşa sarılıp o güzeller güzeli Efendimize fırlattı. Bir taraftan da bağırıyordu:

-Bizi bunun için mi topladın?!!

Öbürleri birşeycik demezken hem de bir amcanın böyle zalimane davranışı... Kainatın bir tanesine taş atan bu eller kurusa müstehak değil mi?

İnsanlığın baştacına risalet vazifesinde engel olmaya çalışan sadece Ebu Leheb değil; karısı Ümmü Cemil de geceleri Peygamberimizin geçeceği yollara diken dökerek en kötü çeşidinden O'na cefa verip yıldırma gayretinde...

Allahü teala sevgilisine taş atana Tebbet Suresi ile:

-Ebu Leheb'in elleri kurusun; zaten kurudu, dedikten sonra Ümmü Cemil'i "hammaletel-hatab/odun hamalı" olarak aşağıladı. Sure, karı-kocanın kötülükleri sebebi ile inzal olmuştu.

Haklarında hususi vahiy gelip de böyle yerin dibine geçirilmeleri Ebu Leheb'i mecnuna çevirdi:

Derhal oğulları Utbe ile Uteybe'ye koştu ve:

-Kat'i emrimdir! Hemen karılarınızı boşayın! Derhal, hiç vakit kaybetmeden!

Çünkü Sevgili Peygamberimizin kızlarından Rukiyye, Utbe ile Ümmü Gülsüm, Uteybe ile evliydi... murdar adan, gelinlerini boşatarak can yavrularına verilen bu sıkıntı ile Peygamberimizden intikam alıyordu...

Peki; Utbe ve Uteybe, Allah Resulünün kızlarını boşayacaklar mı?

Maalesef!..

Onun damadı olmak devletini bırakıp, babalarının küfrüne destek oldular.

Uteybe, sade boşamakla kalmayıp yüksek huzura koşarak bağıra bağıra:

-Seni sevmiyorum. Dinini de inkar ediyorum. Bu sebeple kızını boşadım, dedi ve Efendimizin yakasına yapışarak gömleğini yırttı.

Sevgili Peygamberimiz çok incindiler ve:

-Ya Rabbi! Onun üzerine canavarlarından bir canavar musallat et, diye beddua ettiler.

Onun duası geri çevrilir mi?

Uteybe, Şam yolunda iken bir arslan tarafından parça parça edilerek berbat bir akıbet ile ölüp gitti...

........

Artık müşrikler için ahir zaman Peygamberinin etrafında toplanan çüğu zayıf, fakir ve kadınlardan oluşan insanlar, ne bir avuç gariptir; ne de ciddiye alınyama layık bulunmayan kimseler... gün gün çoğalıyor. Ve hiç bir baskı, hiç bir tehdit, hiç bir usul, hiç bir vaad onları vahiyle işaret edilen ve Resulullah tarafından gösterilen istikametten çevirmiyor.

Lakaytlık şimdi düşmanlıkla yer değiştirmiştir... münkirler, müşrikler, hepsi öfkeli. Çünkü gelen yeni din, puta tapmayı reddetmekte, putları adi birer madde olarak telakki ve ilan etmekte; o gün için ne kadar semavi din varsa hepsinin hükümsüz kaldığını; tamamının yerini Muhammed nizamın aldığını açıklamakta ve insanları buna iman etmeyi şart koşmaktadır.

Dahası var: Bu din, ırk üstünlüğü, kabile imtiyazı, sülale seçkinliği gibi farkları kaldırarak serveti katar katar bir zengin veya çıplak ayaklı bir köle de olsa aynı imanı paylaşan insanlar arasında öz kardeşlikten daha gerçek kardeşlikler kurmakta.

...üstlerine doğru yuvarlanan kar yumağı şimdilik küçük gibi görünse de belli ki bu bir çığın çekirdeğidir.

...alay edenler için şimdi korku dağları bekliyor. İşte Kureyş büyüklerinden Ute, Şeybe, Ebu Cehil ve daha bir kaç isim, Ebu Talib'in karşısındalar. Tavırları küstah. Rica ile karışık tehdit ediyorlar.

-Sana saygılıyız; bunu biliyorsun. Hep hatırını gözettik. Ancak şimdi huzurumuz kalmadı. Çünkü yeğenin, yeni bir din ihdas ederek dediklerine inanmayanları küfür ve dalalette olmakla itham ediyor. Bunu kabul edemeyiz. Ya nasihatinle bu sevdadan vazgeçer; yahut biz hakkından gelmesini biliriz.

Ebu Talib, kibarlık yaparak bu kuru-sıkı tehditleri aziz yeğenine açmadı...

Bir müddet sonra kafirler değişen bir şey olmadığını anlayınca yine Ebu Talib'e geldiler:

-Sözlerimizin kaale alınmadığını görüyoruz. Biz, senin hatırını incitmek istemedik. Fakat kararımız taviz verilmez kesin bir karardır. Ya O yok olacak veya biz! Artık sabır ve tahammülümüz tükendi...

Ebu Talib, bir fitne çıkmaması için ne kadar uğraştıysa da bir netice alamadı. Bunun üzerine alemlerin efendisi ile konuşma zaruretini duydu.

-Ey yeğenim. Bütün kabile sana düşman kesildi. Akraba arasında husumet iyi şey değil. Kendilerini küfür ve yanlış yolda olmakla itham etmeden kendi dinini yaşamanı istiyorlar. İkinci keredir bana şikayete geldiler.

Bu sözler, bir şey demek istiyordu.

... demek ki amca, destek ve himayesini çekiyor. sevgili peygamberimizde uyanan kanaat budur.Ebu Talib desteğini çekse ne olur ki? En büyük destek, en büyük hami Allah olduktan sonra!..

İşte Sevgili Peygamberimizin cevabı:... bir dava adamının en zor, en tahammül edilmez, en ümitsiz anlarda bile bütün bu menfi şartları hiçe sayıp meydan okuyan çelik irade ve kale duvarı gibi muhkem azmine tarihin en parlak misali:

-Güneşi getirip sağ elime, ayı da sol elime koysalar ve bana bu işten cay deseler yine vazgeçmeyip İslamiyeti yaymaya devam edeceğim. Bu yolda canımı feda etmeye hazırım. Yeter ki Rabbim benden razı olsun!...

Efendimiz, bunları söyledikten sonra dolu dolu gözlerle oradan uzaklaşmaya başladı. Ebu Talib, konuyu açtığına pişman olmuştu. O'na yetişti ve:

-Dilediğini yapmakta hürsün. Hayatta olduğum müddetçe seni koruyup kollayacağım.

........

Kureyşli müşrikler, Ebu Talib'in hala himayeyi sürdürdüğünü görünce önde gelen on kişi Utbe, Şeybe, Umeyyet ibni Half, Ebu Cehil bir Hişam, As İbni Vali, Mutim bin Adiy, Şeybe İbni Haccac, Münebbih El Haccac ve Ahnes İbni Serik, Ebu Talib'in kapısını çaldılar. yanlarında güzelliği ile ünlü İmare de var; Velid İbni Mugire'nin oğlu:

-İmare'yi sana evladlık verelim; sen de Muhammed'i bize teslim et öldürelim! Çünkü O, dinimizi mahvetti; ve kavmimizi başka yerlere sürükledi.

Teklifin densizliği Ebu Talib'in sabrını taşırdı ve O'nu çileden çıkardı.

-Bu kadar akıl ve mantık harici söz olamaz. Ben, oğlumu size verip, sizin çocuğunuzu alacağım. Niçin? Benim evladımı öldürseniz diye. Bu ne saçma laftır. Eşi duyulmamış bir ahmaklık. İşte açıkça söylüyorum. Kulağınızı iyi açın! Kim, Muhammed'e düşmansa, ben de kendisine düşmanım, kim onun dinine düşmansa, ben de ona düşmanım. Anladınız mı? Şimdi varın gidin!!!

Müşrikler tokat yemiş gibi oldular. Hatta daha beter. Süklüm püklüm oradan savuştular.

Ama düşmanlıklarından en ufak azalma yok. Ne yapıp yapıp bu yeni dini köreltmek isteyenler, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ukbe bin Ebu Muit, Hakem bin Ebil As, Ümeyye bin Half, Ebu Kays bin Riaf, Asım bin Said, Haris bin Kays, Esved ibni Abdülesed, Asım bin Hişam,... en azgın ve Sevgili Peygamberimizi en çok rahatsız eden ise Nadr İbni Haris ismindeki bir lanetli.

Ebu Talib'ten bu ağır ve kat'i cevabı alınca bu defa Sevgili Peygamberimize koştular:

-Maksadın mal-mülkse istediğin kadar verelim. Hükümdar olmak niyetinde isen başımıza geçirelim. Sana görünen şey bir cin ise en namlı hekimleri çağıralım. Ne dersen yapmaya hazırız. Yeter ki sen, şu Peygamberlik davasından vazgeç! diye değişik bir usülü dendiler.

...tabii boşa nefes tüketiyorlar. Aldıkları cevap:

-Ne mal istiyorum. Ne hükümdarlık; gözüme cin de görünmüyor. Allah, beni size Peygamber olarak gönderdi ve bir de kitap indirdi; ve müjdeleyici ve korkutucu olmamı buyurdu. Rabbimin emir ve yasaklarını size tebliğ ettim ve nasihatte bulundum. Bildirdiklerimi kabul ederseniz bu, dünyada da, ahirette de saadetnize vesile olur. Şayet reddederseniz Yüce Allah aranızda bir hüküm verene kadar, tebliğe devam ile sabretmek vazifem olacaktır.

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:36

Sevgili Peygamberim 4.Cilt
 
SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 4

Arkadaşlarım, dostlarım, hısım ve akrabam ve kabilem! Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resülullah / Ben, iman ediyorum ki Allah'dan başka ilah yoktur ve Muhammed aleyhisselam, O'nun Peygamberidir. Puta tapmanız ise batıl ve gülünç bir ibadet şekli.

-O nasıl laf öyle ey Cündeb? Sözünü geri al! İlahlarımıza asla hakaret edemezsin! Yoksa sen de biz de onların gazabına uğrarız. Çabuk pişmanlığını dile getir.

- ......?!

-Olmaz! Söyleyen kim olursa olsun! Biz, putlarımıza hakaret ettirmeyiz. "Batıl" dediğin ibadet, atalarımızdan bize tevarüs etti... bu patlara onlar taptılar; gözümüzü açtık bunu gördük; biz de tapıyoruz. Sen şimdi hangi cesaretle ilahlarımıza saldırıyorsun?

Cündeb bin Cünabe, sevgililer sevglisi; can sevgili aziz Peygamberimizin yüksek huzurlarında İslamla şereflendikten sonra alemlerin efendisinin talimatı ile kavmini hidayete kavuşturmak için Gıfar kabilesine dönmüş ve şimdi onları toplanmış olarak en son dini ve onun itikadını bildiriyor ve çığırından çıkmış şu insanları sonsuz saadete davet ediyordu; Kitlenin taşkınlığını Gıfar kabilesi'nin reisi Haffaf yatıştırdı:

-Susun!!! Susun! Önce anlatacaklarını anlatsın. Sonra hükmümüzü veririz. Buyur ya Cündeb!

-... daha müslüman değildim. Bir gün Nuhem adlı putun içmesi için bir tas süt götürüp önüne koydum. Az ayrılıp geriye baktığımda manzara çok çarpıcıydı... bir köpek, sütün tamamını içtikden sonra bacağını kaldırıp Nuhem'i iyi bir ıslattı.

Bu nasıl ilah ki, karnı acıkıyor ve ancak kulların yardımı ile doyabiliyor? Bu nasıl ilah ki, bir köpekten bile sakınamıyor? Sizin tanrı bildiğiniz aslında bir heykelden başka bir şey değil! Aklı olan kendi eliyle yaptığına tapar mı?

Sözler, şimşek gibi çakıyordu. O az önceki kaynayan cemaat yavaş yavaş durulmuş ve son cümleleri, başları önlerinde dinlemişlerdi. Suç üstü yakalanmış insanlara benziyorlar...

Biri sordu:

-İyi de senin Peygamberin nediyor; neden bahsediyor?

-O mu? O, dünya durdukça eskimeyecek, devre geçmeyecek ve her zaman ve her mekanda kıymetini koruyacak olan cihan şümul ve çağlar üstü şeyleri bildiriyor.

Allah birdir... doğmamıştır, doğurmamıştır, yemez içmez ve ölmez. Allah, herşeyin haliki ve sahibidir. Benim Peygamberim, rengi, ırkı, mesleği, serveti, şeceresi ne olursa olsun bütün insanları işte bu Allah'a kulluk etmeye davet ediyor. benim Peygamberim, insanları iyilik yapmaya, zinadan kaçmaya, kız çocuklarını diri diri toprağa gömmekten vazgeçmeye, köle, yetim ve fakirlerin hukukuna riayet etmeye ve şurada sayamayacağım daha nice güzelliğe çağırıyor... O, Resul olmadan önce de milleti nezdinde Muhammed'ül Emin olarak şöhret bulmuştur. Emirdir ve doğrudur. Bütün ilahi kitaplar, bütün Peygamberler, O'nun son nebi olarak kainatı şereflendireceğini haber verdiler. Size atalardan da kalsa bozuk bir dini terkederek son ve en üstün din olan İslamiyeti kabule gelin diyorum...

Kısa bir essizlik oldu. Sadece uçuşan kuşlar ve koşuşan hayvanlar duyuluyordu.

Kim bu Cündeb? Veya tam ismi ile Cündeb bin Cünabe? Cündeb, Sevgili Peygamberimizin, sallallahü aleyhi ve sellem müslüman olduktan sonra kendisine "Ebu Zer" künyesini verdikleri büyük sahabi Ebu Zer GIfari radıyallahü anh...

Gıfarlar, Mekke kervanının yolu zerindeki bir yeri yurt ednmiş, gelip geçen ticaret kervanlarını, insanları yağmalayan, ellerinde avuçlarında ne varsa alan putperest ve şerli bir dağlı kabile...

Cündeb, iri-yarı, güçlü-kuvvetli bir Gıfarlı. Cesur ve atılgan biri.

Gücü-kuvveti ve cesareti ile kabilenin en namlı yiğidi... işte bu yiğit adam, hilkatindeki saffet sebebi ile düşüne düşüne, yapılan şu soygun ve çapulculuktan da, ilah zannedilen şu heykellerden de içten içe soğuyarak nefrete başladı. Ve uzlete çekildi. Cündebe göre yaratıcı tek olmalıydı. O yüzden sık sık "Lailahe illahllah diye bir cümleyi terarlıyor. Bu münzevi hayatı üç sene sürdü... Allah'a götürecek rehberi arıyor.

O'nu böyle her şeyden habersiz olarak Allah'tan başka ilah yoktur" dediği günlerde Efendimiz'e de Peygamber olduğu bildiriyor. İslamiyet, nur çemberleri halinde halka halka genişleyerek yayılıyor.

Bir gün Mekke'den, biri, Gıfar kabilesine geldi ve bir tesadüf eseri Cündeb bin Cünabeyi de gördü... Cündeb arada bir "la ilahe illallah" diyor; misafir şaşkın:

-Mekke'de biri var; senin bu söylediğin cümleyi o da söylüyor. Peygamber olduğu iddiasında.

Cündeb pürdikkat adama döndü:

-Hangi kabileden?

-Kureyş...

Şöhretli bir şair olan kardeşi Üneys'i buldu ve hemen Mekke'ye giderek sağlıklı bir haber toplamasını istedi...

Üneys, Mekke'ye vardığında Sevgili Peygamberimizi gördü, sohbetinde bulundu ve ihsanlarına nail oldu... hayranlığı çok büyük ama henüz müslüman değil. Tekrar ağabeyine geldi:

-Neler öğrendin Üneys?

-Çok büyük bir zat. Hep iyilikleri emrediyor ve kötülükleri yasaklıyor.

-İnsanlar O'nun hakkında ne diyor?

-Şair, kahin, sihirbaz gibi şeyler söylüyorlar... Ama yalan; çünkü sözlerini bütün şairlerin mısraları ile mukayese ettim; hiç alakası yok. Kahin ve sihirbaz benzetmeleri ise sadece iftira.Tebliği her sözünden üstün. Ve hiç bir söze benzemiyor. Bana kalırsa dedikleri hep doğru...

Öyleyse bizzat gideyim... dedi ve eline değneğini alıp bir çıkına bir miktar yiyecek koyarak yola çıkarken Üneys ikaz etti:

-Aman orada dikkatli davran. Çünkü düşmanları çok azgın.

Gerçekten bu sırada müşrikler, garip, kimsesiz, ve fakir mü'minlere tarihin görebildiği en amansız işkencelere başlamışlardı...

Bu yüzden Cündeb Mekke'ye geldiğinde kimseye birşey soramadı. Kabeye gitti. ve orada beklemeye başladı. Ne yapacağını, O'nu nasıl bulacağını bilmiyordu. Üç gün üç gece burada bekledi. Bu zaman içinde yiyeceği bitmişti. Zemzem içmeye başladı. Hayret! Bu su kendisinin hem susuzluğunu gideriyor hem de doyuruyor. Üçüncü gün Hazret-i Ali ile tanıştı. Ali radıyallahü anh'a itimat edip zarar vermeyeceğini anlayınca geliş sebebini açıkladı...

Hazret-i Ali:

-Doğruyu buldun. Akıllı insanmışsın. Ben şimdi o zata gidiyorum. Sen de beni arkadan takip et. Yolda zararı dokunacak bir kafir görürsem pabucumu düzeltir gibi yapar ve bir duvar dibinde dururum. Sen yoluna gidersin.

Sokağa çıktılar. Oh şükür ki kimsecikler yok.

İşte o an! Cündeb'in üç yıldır aradığı rehberi bulduğu unutulmaz an. Devlethanede ve Allah'ın Resulünün huzurunda:

-Esselamü aleyküm!

...Bu, dinimizde ilk verilen selam ve Cündeb de ilk selam veren insan.

Peygamberimiz:

-Allah'ın selamı senin de üzerine olsun, diyerek kim olduğunu sual buyurdu.

-Gıfar kabilesinden efendim.

-Ne zamandan beri Mekkedesin?

-Üç gün üç gece...

-Ne yiyip ne içtin?

-Azığım bitince zemzemden gayrı bir şey bulamadım. Ondan içtim, hem suya kandım hem karnım doydu.

-Zemzem mübarektir...

Daha sonra Cündeb bin Cünabe, Sevgili Peygamberimizden nasıl Müslüman olacağını sordu. Resulullah, kelime-i şahedet'i okudular. Ebu Zer Gifari de tekrar ederek mü'min ve sahabi olma yüce şerefine kavuştu... hiç bir telkin, davet ve cebir olmadan kendiliğinden islamiyete koşmuştu. Ebu Zer radıyallahü anh, Müslüman olunca da doğru Kabenin yanına vardı ve bağıra bağıra:

-Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammedün Resulullah!!!

Arının deliğine çöp dürttü... müşrikler, aç kurtlar gibi üzerine atılarak kainatın bir tanesini görmeye ve islamiyeti bulmanın cezbesini yaşayan büyük kahramanı taş, sopa, kemik parçaları ile döve döve kanlar içinde bıraktılar.

Ebu Zer radiyallahü anh'ı ellerinden Abbas güçlükle kurtardı:

-Ne yapıyorsunuz siz? Bu adam, kervan yolumuzun üzerinde bulunan bir kabileden. Bir daha oradan nasıl geçersiniz?

İçindeki aşk ateşi ile hiç bir şeyi görmüyordu. Bir sonraki gün yine aynı yerde bağırarak ilayı kelimettullaha hizmet ediyordu.

Yine kafirlerin hücumuna uğrayıp ağır biçimde hırpalandı... Bu defa da Abbas, imdadına koşmuştu.

....

Sevgili Peygamberimiz, Ebuzer radiyallahü annnh'ı huzura kabul ederek kimseye bir şey belli etmeden artık yurduna dönmesini ve islamiyeti orada yaymasını emrettiler.

Beşeri güç-kuvvet ve cesareti, İslamın aşkı ile hedefin bulan mübarek sahabi Peygamberinden emir ve talimatı alınca doğru kendi diyarına gelmiş ve kabilesini tolayarak onları müslüman olmaya çağırıyordu.

En seçkinlerinden biri olan Cündeb'i dinleyen Gıfarlılar, çarpıcı misallerle dinlerinden ve taptıklarından utanmaya başlamışlardı... bir köpekten bile hakaret gören tanrı! Öyle şey mi olur? En evvel kabile reisi Haffaf, mümin olduğunu açıkladı, ardından Ebu Zer'in kardeşi Üneys ve daha bir çoğu... Ebu Zer'de sevinç büyük, gözlerinin içi gülüyor.

Vurguncu, soyguncu, insan kıymeti bilmez mbir oymaktan gök kubbenin en şahane yıldızları gibi muhteşem insanlara... Kalbe iman nurunu düşmesi ile her şey, her şey değişiyor.

Büyük taktik...

Mekke'de ağır ağır gelişen İslamiyet, Sevgili Peygamberimizin ince startejisi ile çevrede süratle yayılmaya başlıyordu.

LA İLAHE İLLALLAH

BU BİR KİTAPTIR Kİ AYETLERİ İLE EMİR VE YASAKLARI VA'D VE VA'İDLERİ AYIRMIŞTIR. ARABİ LİSANLA ALLAHÜ TEALA'DAN İNDİĞİNE İNANAN KAVİMLERE CENNETİ MÜJDELEYİCİ VE İNANMAYANLARI CEHENNEMLE KORKUTUCUDUR. MÜŞRİKLERİN ÇOĞU O'NU KABULDEN KAÇINIP, CAN KULAĞI İLE DİNLEMEZLER.

FUSSİLET

Ukaz panayırı. Türlü türlü, renk renk mallar alıcıya çıkarılmış. Pazarlık yapanlar, para ödeyenler, yeni mal getirenler... orta yaşta bir insanın hakim ve cesur bir eda ile şöyle seslendiği duyuluyor:

-Ey insanlar! "La ilahe illallah" deyiniz ki kurtulasınız.

Bütün bakışların kendisine çevrildiği bu kurtuluş habercisi münadi Sevgili Peygamberimizden başkası değil... ama O, pazar yerini böyle sokak-tezgah gezip vahyi tebliğ ederken biri de O'nun ardınca dolaşıp,

-Aman ha! Sakın inanmayın, diyor.

Efendimize musallat olmuş bu zulmet elçisi ise Ebu Leheb.

Ebu Leheb; yani insanların ebedi saadete çıkan yollarını kesip felakete sürükleyen bir cehennem hizmetçilerinden biri.

Çevre kabileler, Hacca geliyor. Beytullah'ı tavaf edip yurtlarına dönüyorlar... ama dinlerinin hükümsüz ve batıl olduğundan haberleri yok. Boşa zahmet içindeler. Çünkü; Allah, sevgilisine Kur'an-ı kerim'i indirerek eski dinlerin hepsini fesh etmiş bulunuyor...

Bu sebeple Peygamber efendimiz, Mekke'ye gelen bu ziyaretçileri karşılayarak onlara yumuşak, tatlı, cezbedici bir üslub'la İslamiyeti anlatıyor.

Ve bu yabancılar anlıyor ki şu yüksek ahlak güzelliğindeki bir zat, asla ve asla hakikate aykırı bir şey söylemez. O'nun anlattıkları kalblerini imanla dolduruyor... hep müslüman oluyorlar...

Putları ile Allah'a ortak koşan Mekke kafirleri, durumdan ciddi şekilde rahatsız... kendi içlerine ikilik soktuğu; baba ile evladı ayırdığı yetmiyormuş gibi şimdi de komşu kabileleri bir bir safına çekiyor... bir çare bulmalılar buna; ama nasıl?

Kureyş'in güngörmüşlerinden Velid bin Mugire, müşrikleri kendine çağırdı:

-İçinizdeki en yaşlı benim. Sözüme kulak verin. Şu felakete tez vakitte çare bulmalıyız. Beni dinleyin!

-Aman söyle ey pir!

-...Mekke'ye hacca geliyorlar. Muhammed, bunları kendi dinine çekiyor. Bir bir O'nun tarafına geçiyorlar. Akıbeti iyi görünmüyor. hem içten hem de etraftan sarılıyoruz. Farkında mısınız?... Buna kısa zamanda mani olmazsak iş işten geçmiş olacak. Bir çare düşünmeliyiz.

-Sen daha iyi bilirsin ya Velid!

-Evet bir çare... O'nun için bir sıfat bulalım ve hepimiz bunu kullanalım. Eğer Ebul Kasım için herkes bir şey söylerse bir yabancı buna inanır mı? Siz olsanız inanır mısınız?

-Sen ne dersen o olsun. Mesela "kahin" veya "deli" desek...

-Bırakın bu lafları!.. Öyle bir şey bulun ki tam yerine otursun... ben kahinleri bilirim. Muhammed'in dedikleri ile kahinlerin söyledikleri arasında hiç bir yakınlık yok... deli demekse, deliliğin ta kendisi Sizde hiç akıl yok mu?

-Sihirbaz desek?

Velid, kirli parmakları ile kırçıl sakalını kaşırken gözü bir o yana bir bu yana kayarak karşısında oturmuş olanları süzüyor; manasız bakışları ahmak çehrelerde dolaşıyordu. Bir köpek, şerlerinden kaçar gibi yan yan kaçarak kalabalıktan uzaklaştı... Velid bir iki kere öksürdü ve:

-Sihirbaz; yani büyücü. Ama herkes onu yakından tanıyor. Çok fasih ve beliğ ve mantıklı konuşuyor. Ne yapsak?

-En akıllımız en tecrübelimiz sensin. Senin dediğin olsun.

Velid, kafasını yere eğdi, eliyle başlığını yana iterek saç diplerini kaşıdı. Ve yılgın fakat intikam dolu bir lisanla:

-Evet, evet! Doğrusu yine sihirbaz diyelim. Çünkü O, konuşmaları ile kardeşi kardeşten, babayı evladından, dostu dosttan koparıyor. Fakat "O, sizin bildiğiniz sihirbazlardan değil; bir Babil sahirbazdır." deriz. Ortak sözümüz bu olsun.

Boşa çaba!... ne yapsalar, başlarını hangi taşa çarpsalar boş.

Aciz kalmarı onları daha da kurdurtuyor.

................

Kureyş'in önde gelenleri; servetlerine, asaletlerine, şöhretlerine mağrur bu adamlar, kabe'nin dibine oturmuş. Efendimizi çekiştiriyorlar. Öfkeleri büyük. Kendi kendilerini suçluyorlar. İçlerinden biri yumrukları ile havayı döverken ağzında tükrük kalmamış halde dili damağına yapışa yapışa, boyun damarları şişe şişe bağrıyor:

-Bu ne haldir böyle? Üzerimize ölü toprağı mı serpildi? O, bizi suçlar tanrılarımıza hakaret eder, dinimizi reddeder ve aramızı açarken biz ne yapıyoruz? Hiç bir şey! Biz ki üstümüze toz kondurtmazdık... bu miskinliktir, miskinlik...

Adam bağırmaktan mosmor kesilmişken, Efendimiz lafın üzerine geldi. Bir anda ortalık buz gibi oldu. Serveri alem, doğruca Hacer'ül Evsed'e giderek huşu ile öpüp tavafa başladılar...

Allah ve Resulullah düşmanları ilk şaşkınlığını üzerinden atınca salyalı ağızları ile Sevgili Peygamberimize hakaretler yağdırmaya başladılar... O'nun, sallallahü aleyhi ve sellem, mübarek yüzlerinde üzüntü ve nefret emareleri görülüyordu. Buna rağmen ilk tavafta sükutu tercih ettiler. Ama durmuyorlar; ağır sözlerle itham ediyorlar... bunun üzerine kainatın efendisi, karşılarına öyle muhteşem bir vakarla dikildiler ki, o deminki arslanlar birer uyuz çakala döndü... Peygamberimiz, istikballeri için müthiş bir ihtarda buluyor. Titremeye başladılar.

-Ey Kureyş, beni dinleyin! Nefsim kudret elinde o Allah hakkı için eğer İslam dinini kabul etmezseniz sizi koyun gibi keserim. Elimden kurtulacağınızı sanmayın!..

Rabbim, "asaletmeabları" bir köleden daha zelil hale düşmüştü. Küçük adamlar yalvarıyor:

-Aman Ebul Kasım biz sana ne dedik ki! şey yani... sen bizden birisin zaten. Aman ibadetine devam et. Biz sana nasıl karışırız?..

Efendimiz tavafa devam ettiler.

...Ama müşrikler yalan söylüyor.

Peygamberimizin sözleri ile yıldırımla vurulmuşa dönmüş ve ancak ertesi gün kendilerine gelebilmişlerdi. ve kendilerine gelir gelmez de Sevgili Peygamberimizi buldular. Allahın habibi, yine Kabeyi tavaf ediyorlar.

Ukbe bin Ebi Muit, üzerlerine atılıp yakasına yapıştı. Öyle insafsız sıkıyor ki Peygamberimiz güçlükle nefes alıyor. Hazret-i Ebu Bekir koşuyor; bu defa onun üzerine çullanıyorlar.

Fakat bu hareket gayretullaha dokunmuştu. Saldırganlardan ilahi intikam alıncak ve sonları felaket olacaktır.

İşte:

Müşrik sürüsü, Kabenin yanında toplanmış and içiyorlar:

-Muhammedi gördüğümüz yerde derhal öldüreceğiz. Bu iş buraya kadar gider! Yetti artık!! İlk defa hangimiz görürsek görelim anında öldüreceğiz. And mı?

-Andolsuh, andolsun...

... kötü haber, Sevgili Peygamberimizin sevgili kızları Fatıma, radıyallahü anha, hazretlerine ulaşınca mübarek kalpleri titredi. Ve üzüntüden şaşırmış bir hal ve nemli gözlerle babacığına gelerek işittiğini nakletti.

Peygamberimiz yavrucuğunu teselli ederek, celal sıfatları ile kafirlerin üzerine geldiler ve önlerine dikildiler. Kime baksalar; o müşrik heykel gibi olduğu yere mıhlanıyordu. Hiç bir müşrikte yerinden kıpırdayacak mecal kalmadı.

Resullerin Resulü yere eğilerek bir avuç toprak alıp müşriklere saçtılar...

... bu topraktan kime değdi ise o kafir Bedir savaşında İslam mücahidleri tarafından öldürülerek, canı Cehennemi boyladı.

AŞK BUDUR

EBU BEKR'DEN DAHA ÜSTÜN BİR KİMSENİN ÜZERİNE GÜNEŞ DOĞMAMIŞ VE BATMAMIŞTIR.

HADİS-İ ŞERİF

Allah'ın Resulü, emsalsiz bir sabırla insanları hidayete çağırmaya devam ediyor... Sıkıntılar, çileler ve tek tek müslüman olanlar... O, eziyetleri de rahmet gibi karşılıyor. Daima şükür halinde. Evinde, Beytullah'da ve her müsait yerde Rabbine ibadetle meşgul. Kendisine tevdi edilen insanlığı kurtarma vazifisinde yüce Allah'dan yardım istiyor, metanet diliyor...

İşte, mücessem bir nur gibi Kabe'ye yürüyor. Alemlerin Rabbine iltica ederek yalvarıp dua edecek.

Ama bırakmıyorlar!... Kim? Bir gurup münkir, Kabe çevresine toplanmış günün aktüel meselesi olan islamiyeti tartışıyorlar. Onlara göre; bir adam çıkıyor ve şöyle giden bir cemiyeti tam aksi tarafa döndürmeye uğraşıyor. Yalnız bir insan, asırlardır yerleşmiş olan her şeyi alt üst ederken kendileri ne yapıyor?

Buna kızıyorlar. Pasif kaldıkları; varlık gösteremedikleri inancındalar. Boyun damarları şişe şişe, ağızları köpüre köpüre, yürekleri gayzla dola-taşa konuşuyorlar. Bu aykırı gidişi durdurmanın günü gelmiş de geçmektedir. Daha gecikme felaketi büyütmek olacaktır. öyleyse her imakını kullanarak bu yeni dini söndürmek; hatta Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmak lazımdır...

Onlar böyle hararetle konuşurken birden Kabe-i şerifi tavaf etmekte olan efendimizi gördüler... bu görme, aç kurtlar sürüsünün bir ceylanı kırlarda yalnız başına dolaşırken görmesi gibiydi. işte bundan daha güzel imkan, bundan daha müsait fırsat olamazdı ki!...

Kurtlar,O mübarek insana dört bir yandan saldırmak üzere atıldı. Boğmak, öldürmek, kinlerini doyurmak niyetindeler! Ukbe bin Muayt'ın murdar elleri bir çelik kelepçe gibi Sevgili Peygamberimizin boynunu sıkmakta... Bir yandan da yüce nebinin yüzüne tükürüyor... En zor an ve tarihin şansız enstantanelerinden biri; iki cihan sultanı, zor nefes alıyor. Ukbe, işin farkında; az daha sıksa nefesi kesilecek. Hep birden çullanıyorlar... Bir vahşet tablosu. Kendilerini iyiliğe, insanlığa, İslamiyete ve ebedi güzelliğe çağıran hem de soylu, anlı namlı adamların ettiğine bakın... Başlarına problem gibi gördükleri Sevgili Peygamberimizden kurtulmak üzereler... ama kurtulamıyacaklar. Onların dert dediği ebedi saadet, an an, gün gün gelişecek ve nurun aydınlığı bütün cihanı dolduracaktır.

Kafirler, Resulullah'ı böyle mecnun bir çılgınlıkla incitirler ve Ukbe ismindeki canavar, Peygamberimizin nefesini kesmeye uğraşırken; Yüce Allah, bir küçük cilve ile onlara hedef şaşırtır ve sevgilisini ellerinden kurtarır... Hazret-i Ebu Bekir, oradan geçiyor. İtişip kakışmakta olan kalabalığın ortasında efendisi; efendimiz Muhammed mustafa, sallallahü aleyhi ve sellem'i fark etmekte gecikmedi. Farkeder etmez de yıldırım gibi azgınların arasına daldı. Narası, müşrikleri olduğu yerde durdurdu ve baışlar kendine döndü; Ukbe'nin parmakları gevşedi. bu ses de kimin? Bu işe karışan da kim?

-Siz alemlerin Rabbinden ayet getiren ve Rabbim Allah'tır diyen birini mi öldüreceksiniz?

İman, aşk ve ihlasla dolu sual, müşriklerin yüzünde kamçı gibi sakladı. Şimdi öfkeleri daha katmerliydi.

Muhammed'e dinini yaymak için destek olması, atalarının dinini tert etmesi yetmiyormuş gibi şimdi de ona arka çıkıyordu ha!... Peygamberimizi bırakarak O'nun aziz dostuna çullandılar. Sakalını yoluyor, tekme-tokat yağdırıyorlardı. Utbe bin Rabia adlı insafsız, ayakkabısı ile Hazret-i Ebu Bekr'in suratına, suratına vurarak yüzünü gözünü kan içinde koydu. Ebu Bekr, radıyallahü anh, linç edilmek üzereydi ki Teymoğullarından bazıları yetişerek kendisini zor kurtardılar. Evine sedye ile götürdüler.

Teymoğulları, eshabın en büyüğünün kabilesi... O'nu evine bıraktıktan sonrra da bu alçaklığı yapanlara gelip:

-Ebu Bekr'e hele bir şey olsun, kozumuzu o zaman paylaşırız!!! Diyerek içlerine derin korkular saldılar.

Saldırgan sürüsü, kuyruğunu bacak rasına saklayan suçlu köpekler gibi süklüm büklüm oradan savuşup gözden kayboldular.

Efendimiz seçkin arkadaşı, gün batımına kadar komadan çıkmadı... Gün, çölü bir sünger gibi eme eme ve her yeri tunca çevirerek batarken gözleri aralandı ve dudakları kıpırdadı...

Evet; dudakları kıpırdadı... Başındakiler sevinçle karışık telaşda... ne diyor; bir şey mi istiyor? Su mu, tabib mi, ilaç mı? Kulak tutuyorlar.

Sual, derin denizler gibi bereketli bir kalbden havalanan güvercinler gibi. Som aşk, som ihlas ve tam bağlılık:

Ebu Bekr, radıyallahü anh, kafası yarılmış, sakalı yolunmuş, yüzü gözü yara-bere içinde ve bitkin bir halde iken mecalsiz bir sesle soruyor:

-Resulullah nicedir; ne yapar? O'na hakaret etmişlerdi...

İşte islam ahlakı ve işte mü'min. En zor zamanda bile kendi canının değil; canından aziz bildiğinin derdinde. Sanki kendisi yoktur O vardır. Evet; bu yüce sahabi, O'nda fena bulmuştur. Bu sebeple konuşabildiği; hislerini kelimelere söyletebildiği an, efendimiz ve O'nun sağlığını soruyor...kendimi düşünmek arka planda.

Ev iyice tenhalaştı. Gelenler yavaş yavaş ayrılıyor:

Annesi Hazret-i Ebu Bekr'in başında oğlunun yanında eriyen bir mum gibi. Odanın loşluğundan göz yaşları sesiz dökülüp duruyor...

Ordakiler annesine:

-Sor bakalım, diyorlar. Bir şey içmek ister mi?

Anneciği suskun. az bekledi. Gözleri ile oğlunun yüzünü taradı ve yumuşak, tane tane kelimelerle sordu.

-Canın ne ister evladım; karnın aç mı?

Sahabi ahlakında önce can sonra canan değil, önce canan sonra can geliyor... önce; her şeyden önce varlık ve imanımızı borçlu olduğumuz kainatın baş tacı.

Ebu Bekr efendimiz, kirpiklerini aralayarak annesinin üzüntülerin kaynaştığı yüzüne baktı ve sordu:

-Resulullah nicedir; ne yapar?

-Bilmiyorum, dedi Selma binti Sahr; arkadaşın hakkında malumatım yok...

-Hemen Ümmü Cemil'e git. O, Allah'ın Resulü'nü bilir. Efendimin sağlık haberini bekliyorum,

Hazret-i Ebu Bekr'in annesi, az sonra Ümmü Cemil'in evine gelerek oğlunun, Peygamberimizi merak ettiğini soruyor.

Ümmü Cemil radıyallahü anha, mü'mine hanımlardan biri. Hattabın kızı; yani Hazret-i Ömer'e hemşire... Bir mümin basireti ile tedbirli hareket ediyor ve Selma binti sahr'ın geliş sebebini belli etmeden anlamaya çalışıyor. Çünkü, Selma, henüz müslüman değildir. Resulullah'a herhangi bir kötülük yapabilir. Belki de bunun için ağzını arayarak bilgi topluyor. Bu yüzden:

-Bilmiyorum, diyor. Ne oğlun ne de Peygamberinin nerede ve nasıl oldukları hakkında bir şey bilmiyorum.

Selma, oğlunun başından geçenleri anlatınca Ümmü Cemil:

-Haydi öyleyse Ebu Bekr'e gidelim; durumunu merak ettim, diyor.

Ümmü Cemil, radıyallahü anha, büyük sahabiyi ağır hasta görünce:

-Allahü teala, o azgınların yaptıklarını karşılıksız bırakmasın!...diye beddua etti...

Ebu Bekr, radıyallahü anh, Hattabın kızının dediği ile belki de hiç alakadar olmadı. O'nun aklı ve gönlü başka yerde; aşık olduğu insanda.

Ümmü Cemil'e sordu:

-Resulullah ne yapar; hali nicedir?

Misafir hanım, tedirgin ve alçak sesle cevap verdi.

-Anne burada; ya dediklerim duyarsa?

-Korkma! Ondan bir ziyan gelmez, sırrını söylemez!

Bunun üzerine bu yüksek mümine sahabi, Ebu Bekr Efendimizi rahatlatan müjdeyi verdi:

-Çok şükür hayatta ve sıhhati yerinde...

Hazret-i Ebu Bekr, radıyallahü anh, sevindi ve bu güzel haberle kuvvet buldu. Sordu:

-Nerede; kimin evinde?

-Efendimiz, şu an Erkam'ın hanesinde.

Hazret-i Ebu Bekr'in yüzünü bir huzur aydınlığı doldurdu; rahatladı. Hoşnud oldu... Fakat yüksek aşkın söylettiğini dedi:

-Vallahi Resulullah'ı gidip görmedikçe ne yer, ne içerim?

Ya ilahi bu nasıl sevgidir? önce canan sonra can. önce Resulullah, sonra ben diyebilen ebedi misal...

-Sen şimdi kendini toparlamaya bak; istirahat et. El ayak sokaklardan çekilsin. Herkes uykudayken gideriz.

Ve öyle yaptılar. evlerin pencereleri birer birer karanlığa gömülürken büyük dost, annesi ve Ümmü Cemil'in desteği ile Erkam bin Erkam radıyallahü anh'ın evinin yoluna düştü.

Ebu Bekr efendimiz, eve girince Resul aleyhisselam'a sarılıp öptü. Mü'minlerle kucaklaştı.

Peygamberimiz, arkadaş bu büyük müslümana bir hayli üçüldüler.

...her ne hal olursa olsun kainatın efendisi üzülmemeli.

Ebu Bekr, ağır ağır konuşarak Habibullah'ı teselli etti ve:

-Ey Allah'ın resulü, bu yanımda gördüğün dünyaya gelmeme vesile olan annem Selma.Müslüman olmasını istiyorum.Dua buyurmanız halinde sonsuz felaketten kurtulacağına inanıyorum.

Sevgili Peygamberimiz,sallallahü aleyhi ve sellem, Selma binti Sahr'ın hidayeti için Allahü teala'ya yalvardı.Duanın nbereketi ile Ebu Bekr efendimizin annesinin kalbi yumuşadı; imana geldi ve Cehennem ateşinden kurtuldu. Böylece Selma radıyallahü anha da ilk müslümanlardan olma şerefine nail oldu.

YARASALAR

BİZ, ONLARI KIYAMET GÜNÜ KÖRLER, DİLSİZLER VE SAĞIRLAR OLARAK YÜZÜ KOYUN HAŞREDECEĞİZ. ONLARIN VARACAĞI YER CEHENNEMDİR Kİ ATEŞİ YAVAŞLADIKÇA; BİZ, ONUN ALEVİNİ ARTIRIRIZ.

İşte böyle...

Önce dudak büktüler... az evveline kadar; "en emin, çok dürüst, daima doğru sözlü, asla yalan söylemez", dedikleri insanı vahyi tebliğe başlayınca dudak bükerek garipseyerek, söylediklerini gelip geçici bir hal olarak karşıladılar. Cin falan mı zarar vermişti; bir hoş olmuştu bu genç adam... tahminleri boşa çıktı... en sağlam mantık, en güçlü irade, en muhkem akıl, en temiz şuur O'nda görülüyor... bu defa; "bir menfaat koparmak niyetinde herhelde"diye düşünerek teklif üstüne teklif yağdırdılar... kadın, para, mal, servet, liderlik, değer verdikleri ne varsa önüne sermek istediler. Yeterki rahatları bozulmasın; karışanları olmasın, dünyaları değişmesin, sözlerinin üstüne söz gelmesin.

...'ne de tuhaf şeyler oluyor. Veya olabilirmiş. Hele şu Muhammed'e bakın. Bu ne cesaret, ne cür'et? Bu sayılanları da elinin tersiyle şöle bir kenara itiyor ve dediklerini tavizsiz tekrarlıyor:'

Allah, sizin tapındığınız şu zavallı heykeller değildir! Bunlar ne ki; basit bir eşya. İnsan eli ile şekillenmiş madde parçaları... Allah birdir. Ne ortağı vardır, ne benzeri. Doğmamıştır, doğurmamıştır, ölümsüzdür. Bildiğimiz ve bilmediğimiz; insan, hayvan, kuş, sürüngen, deniz mahlukları, kara yaratığı ne varsa, hepsini o, doyurur. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyi o, yaratmıştır; yine o, öldürecektir. öldükten sonra bir hayat daha vardır: Asıl ve ölümsüz dünya. Allah, istisnasız herkesi hasaba çekecektir. Peygamberleri ile bildirdiği emir ve yasaklara uyanları, mükafaatlandıcak, o emir ve yasakları çiğneyenler ceza görecektir. Yüce Allah'ın hoşnud kaldıkları cennete, razı olmadıkları cehenneme; yani ateşe atılacak ve azap görecektir... bu dünya fanidir; geçici, bitici ve sonlu...

Ben, işte O Allah'ın habercisiyim; size vahyini tebliğ ediyorum. Uyarsanız kurtulursunuz, düşmanlık yaparsanız Rabbimin buğz ve lanetine uğrarsınız. İnsan, bütün mahlukların en üstünü ve ne şereflisidir. Dediklerimi içinde bulunduğunuz hal, tuttuğunuz yolla bir kıyaslayın. Çünkü akıl denen nimet sadece insana mahsus. eğer vicdanlı davranırsanız yanıldığınızı siz de anlarısınız.

'...kim inanır bunlara canım... asil dedelerimizden beri, asırlardır sürüp gelen dinimizi, tanrılarımızı, alışkanlıklarımızı, örfümüzü kim terk eder ki? Ama o da ne? Ebu Bekir gibi, zengin ve soylular da müslüman oluyor. Bir aysbergin geldiğine şüphe yok. Öylese tehlike büyümeden ateş söndürülmeli, bu ateşin dumanı tütmemeli. Bu ateşten alınan meş'aleler dünyanın dört tarafına koşturulmamalı...'

Evet; ilkin dudak kıvırarak küçümsediler. Sonra halli basit bir mesele olarak ele alıp efendimizin ayaklarına dünya nimetlerini saçtılar. Sonra küçük gözdağları ile korkutmak istediler. O'nu yolundan çekip alamayınca dozu giderek artan kötülüklere başladılar. Yoluna diken dökmeler, kapısının önüne pislik atmalar ve evini taşlamalar:

...Sevgili Peygamberimiz'in devlethaneleri Ebu Leheb ile Ukbe bin Ebu Muayt'tın evinin arasında iki yobaz adam, o mübarek, o öpülesi, yüz sürülesi eşiğin önüne kendi manalarını ifade eden dışkı, leş vs. getirip atıyorlar. Ebu Leheb, bununla da kalmıyor. Resul aleyhisselamın evini taşa tutuyor... bir adi ve sadist tabiat... Hazret-i Hamza, bir gün bu bayağı hareketin üzerine gelince pislik dolu kabı Ebu Leheb'in kopasıca kafasına döküyor.

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:36

RE: Sevgili Peygamberim 4.Cilt
 
efendimizin dediği sadece şu:

-Ey Abd-i Menaf oğulları bu nasıl komşuluk böyle? Bunu diyor ve kapısının önüne dökülenleri süpürüyor.

Ümid ve sabır üzreler...

Bir kişinin daha Muhammedi olduğu işitilince müşrikler, Arabistan çölleri kendilerine mezar olmuş gibi; bunaltan, nefeslerini kesen hislere kapılarak gözü dönmüşlüğün en vahşi nevilerine sarılmaktan imtina etmiyorlar.

Mesela:

...bu, ne her tarafı granitlerle dolu yerleri kazmayla yarmaya benziyor; ne de kumun, bütün sahrayı deniz dalgası gibi doldurduğu bir vasatı zümrüt renkli yeşilliğe döndürmeye. İnsanın kalbini çevirmek, imanını değiştirmek kayaları parçalamaktan; çölleri ormanlaştırmaktan çok daha zor. Bu sorluğu aşmaktaki tek imkan, Allah'ın yardımı... efendimiz, gıtlağına kadar batağa gömülmüş ve bazı hareketleri ile beşer üstünlüğünden uzaklaşıp hayvani derekeye yuvarlanmış şu insanların islamla şereflenmeleri için Kabe'de namaza durmuş... kendisi için hiç bir şey istemiyor... kolları ilerde; avuçları semaya açılmış olarak Rabbine tazarru halinde... dolu dizgin cehenneme at koşturan şu cahiller için yakarıyor.

Kendileri için namaz kılınan, af dilenilen, göz yaşı dökülen yalvarılan, olmadık sıkıntılara katlanılan o insanlar ne yapıyor? İşte bunlardan bir küme... ebu Cehil, Şeybe bin Rebia, Utbe binRebia, Ukbe bin Ebi Muayt'ın da aralarında olduğu yedi kişi, Nebiler Sultanını ibadet halinde görünce yılışık tavırlarla gelerek az ilerisinde yere oturdular. Onu seyrediyorlar. Son Resul, namaz kılarken onlarkaş göz işaretleri, laf atmalarla kendi aşağılıklarını karikatürize ediyorlar. Resulullah ve islamiyete karşı dinmez kinlerin sahibi Ebu Cehil, arkadaşlarına dönerek:

-Kim bir deve işkembesi bularak şu adam, secdeye gittiğinde omuzuna koyabilir? diye sordu ve cevap bekleyen bakışları ile arkadaşlarının yüzlerini yokladı... Bir kaç saniyelik sükutu Ukbe'nin sesi bozdu:

-Ben, dedi ve demesi ile yerinden fırlaması bir oldu. Biraz sonra kanlı bir koca deve işkembesini sürüte sürüte Peygamberimizin yanına vardı.

Ukbe, büyük Peygamber, secdeye gider gitmez işkembeyi iki kürek kemiği arasına bıraktı... zavallı mahluklar, kahkahalardan kırılıyor. Otuz iki dişleri sayılabilir. ne olacaktı; 'şimdi ne olacak; Muhammed nasıl bir reaksiyon gösterebilir?' Attıkları kahkahanın şiddetinden gözlerinden yaşlar akıyor.

Bunlar, kainatın en mümtazını ne zannediyorlar ki? Habis hareketlerine kendi seviyelerinde bir aksül'amel bekliyorlar ama hiç yorulmasınlar. O, İslam ahlakının en zirvesindeki muazzam insan, hep vakar ve ciddiyet halinde... Bir şey olmamış gibi secdede... nurlu alnını sahibinin huzuruna koymuş, başını kaldırmadan öylece bekliyor. Müşrikler, sanki bir zafer elde etmiş gibi katıla katıla tepiniyorlar.

Bu sırada mü'minlerden Abdullah bin Mes'ud, radıyallahü anh, oradan geçiyor... mübarek sahabi, birden çarpılmışa döndü... Olamaz; insan, bu kadar süflileşmez, böyle adi bir hareketi yapacak kadar gözü kararamaz... Fakat bunlar; o Ebu Cehiller, Ukbe bin Muaytlar, şeklen insan; sanki insan! Aslında hayvandan daha beter kimseler... Abdullah bin Mes'ud efendimiz, şaşkınlıktan donmuş gibi ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemiyor. Olduğu yere mıhlanmış, canından çok sevdiği Peygamberimizi dehşetli bir kederle seyrediyor. İşkembeyi, Sevgili Peygamberimizin omuzundan atmaya yeltense öldüresiye dayak yiyecğine şüphe yok. Çünkü bu Sahabinin arkasında kavmi, kabilesi mevcut değil. O yüzden bu rezilliği işleyenler, anında sırtlan gibi üstüne atılırlar.

Hadiseyi Hazret-i Fatıma işitti. Koşa koşa gelerek mübarek babasının üstündeki necis şeyi fırlatıp attı ve o kötülerinş kötü adamların yüzlerine haykıra haykıra bağırarak beddua ve hakaret etti... Peygamberimiz, hayran kalınacak bir sakinlikle namazını ikmal ediyor; ve:

Bu düşmanlığı yapanları Allahü teala'ya ısmarladı. Hem de üç defa tekrarlayarak.. Sanki yer gök titredi. Kafirler sırıtmayı bırakarak endişelenmeye başladılar.

Dünya ve ahiretin en üstünü konuşuyor:

Allah'ım, Ebu Cehil Amr bin Hişam'ı sana havale ediyorum! Allah'ım, Ukbe bin Rabia'yı sana havale ediyorum! Allah'ım, Şeybe bin Rebia'yı sana havale ediyorum! Allah'ım, Ukbe bin Muayt'ı sana havale ediyorum! Allah'ım, Umeyye bin Helef'i sana havale ediyorum!Allah'ım, Velid bin Utbe'yi sana havale ediyorum! Allah'ım, Umare bin Velid'i sana havale ediyorum!

Bunlar; insanlıktan habersiz, imandan nasipsiz bu zavallı bedbahtlar, Bedir muharebesinde layık oldukları akıbeti buldular... ruhları cehennemi, güneşte kalarak kokan leşleri bir çukuru boyladı...

Peygamberimizin bedduası ile yüzlerinin kanı çekilmiş ve kül gibi olmuşlardı. O mukaddes mekanda yapılan duanın reddolmayacağını biliyorlardı. Lakin buna rağmen, kendilerini bekleyen feci akıbete rağmen Seyyid'ül Mürselin'e sui kast ve sui muameleden geri durmadılar.

Mesela:

Resulullah Mescid-i Haram'da namaz kılıyor... Ebu Cehil yemin eerek açıklıyor ki, "O, secdeye gittiğinde üzerine yürüyerek ayağım ile ensesine basacak ve yüzünü yerlere süreceğim." Guya, düşmanını küçük düşürecek. Orası belli olmaz! Efendimiz, secdeye varınca seyirtiyor. Ama hızı çabuk kesiliyor. Aniden yere çakılmış gibi durup geri kaçmaya başlıyor... kim, o; küçük düşen, mahcup olan, utanan; kim o? O iri iri laflar eden Ebu Cehil, ummadığı bir şeyle karşılaşmıştı. muhammed aleyhisselamla arasında alevlerin kaynaştığı derin bir uçurum görünce önce zınk diye durmuş; sonra da yüzgeri ederek kaçmıştı:

-Ensesine basmaktan niye caydın? diye soranlara; korku ve titreme ile:

-Siz, önümdeki ateş dolu uçurumu görmüyor musunuz? diyerek zelil bir mevkie düştü... düştü ama; ibret alan nerede?

Yenilen bir türlü doymazmış. Ebu Cehil nam bu mağlup adam da öyle. Yenik düşünce küfrü artıyor. Yine başından büyük laflar etmekte:

-Yemin olsun ki bu defa affetmeyeceğim! Kararım kat'idir. Secdeye vardığı an kafasını taşla ezeceğim. Siz de şahid olun.

Şahid tuttuğu Kureyşli müşriklerdi. Gerçekten, onların da hazır bulunduğu bir gün, efendimiz, yine namazda iken bir koca taşla üzerine yürüdü. Bir kaç adım atmıştı ki kaşı kenara fırlatması ile geri kaçması bir oldu. Bu defa üzerine azgın bir canavarın saldırmak üzere olduğunu görüyordu.

Gözleri görüyor ama kalb gözü kör olmuş. Arsızlığı elden bırakmıyor.

Mesela:

Bir gün Ebu Cehil ve Velid bin Mugire'nin başı çektiği bir küffar sürüsü Habibullah'ın canına kıymak üzere O'nu takip ediyor; iz sürüyorlar. İşte kolladıkları fırsat: 'Muhammed namaza durdu; Kur'an okuyor'. Önden Velid'i yolluyorlar. Velid elinde silahı koşuyor... Fakat o da ne? Ortada kimse yok! Sesi geliyor ama kendisi mevcud değil. ne kadar uğraştıysa nafile. Arkadaşlarını yardıma çağırdı. Topluca koştular. İşte ses şu tarafdan geliyor. haydi öyleyse o yana. Vay neler oluyor öyle? Ses şimdi de aksi cihetten duyuluyor. Haydi bu tarafa. Bir o tarafa, bir bu tarafa nereye dönseler Peygamberimizin sesi, aksi tarafdan geliyor... Sıcakta ter topuklarından çıktı; lakin O'nu, Sallallahü aleyhi ve sellem, bulamadılar...

Sevgili peygamberimizin dünyayı nurlandırmalarından evvel başlayarak şu dakikaya kadar mucize üstüne mucize görülüyor:

Mesela:

İns ve Cinnin Peygamberi, bir gün Hacun Yokuşu'nun dibinde oturmuş istirahat ediyorlar.. yanlarında kimse yok. Azgınlardan Nadr bin Haris, Peygamberimizi böyle ıssız bir yerde görünce:

-Tamam, dedi. Şimdi yapacağımı biliyorum. O'nu doğduğuna pişman edeceğim.

Efendimize yaklaşınca gözleri yuvalarından fırlayacaktı. Mübarek insanın başı üstünde müthiş aslanlar, ağızlarını açmış kuyruk sallayarak satılmak için Nadr'ın yaklaşmasını bekliyorlardı... Mahallenin kabadayısı manzarayı görünce yiğitliği kaçmakta buldu. Hem de öyle bir hızla ki ancak Ebu Cehel'in yanında soluklandı. başından geçenleri anlatınca; Ebu Cehil, sözümona cesaret verdi:

-Aldırma; sihirlerinden biridir.

Kokuşmuş, mihverinden çıkmış dejener bir cemiyetin azgın temsilcileri; batıl adına İslamın ocağını söndürmek için dört koldan saldırmıyorlar. Hedef, doğru sözlülerin en doğrusu; en doğru haberci; muhbiri Sadık, sallallahü aleyhi ve sellem! İslam dini, bir güneş gibi şafağı söke söke Mekke ufuklarına ağarken küfür parasaları, gurubu olmayan bu güneşin habercisine işte bu ve benzeri zulüm ve eziyetler yapıyor ve öldürmeye teşebbüs ediyorlar... yarasalar, bu çabalar içindeyken Ebu Talib ne alemde acaba? Hani sözü vardı. hayatta oldukça yeğenini koruyacaktı... elhak doğru. Ebu Talib, sözünün eri mert bir Kureyşli. Yeğenine kötülük yapıldığını duyunca yerinde duramaz; hemen bunu işleyenlerin peşine düşerdi:

Mesela:

Peygamber efendimiz, yine bir gün Allah'a ibadetle meşgul namaz kılıyor. As bin Vail, Haris bin Kays, Esved bin Muttalib, Velid bin Mugire, Esved bin Abdi Yağves, bunu haber alınca çocuk ve kölelerini toplayarak Sevgili Peygamberimizin namazda olduğu yere gelerek mübarek sırtına kanlı kanlı pis bir işkembeyi çocuk ve köleler eliyle koyarak defolup gittiler. tam bir festival şamatası yaşıyorlar.

...bu sırada Ebu Talib çıkageldi...

-Ne buhal yeğenim; kim yaptı bu kepazeliği; çabuk söyle!..

Yüce Resul, bu işe karışanları tek tek saydı... amca, derhal eve koşarak kılıcını ve kölesini aldı ve işkence yapanların arkasına düştü. Kölesi işkembeyi taşıyordu... Şehrin sokaklarından birinde müşriklere yetişti. Henüz dağılmamışlardı. Kılıcını çekti ve:

-Kimse konuşmasın; kellsinin uçmasını istemeyen gıkını çıkarmasın, dedi ve kölesine, işkembeyi bu rezillerin suratlarına sür, hakaret nasıl olurmuş görsünler!!! diye bağırdı.

kahraman çapulcularda şafak atmıştı. Ebu Talib'ten zaten çekinirlerdi. Şah damarının hiddetden parmak gibi öne fırladığı; renginin kızgınlıktan mosmor kesildiği şu ansa ödlerri kopmuştu. kölenin önünde taptıkları heykeller gibi cansız; kımıldamadan durdular. Az sonrra suratları kan ve pislik içinde kalmıştı. İşkembe, hepsinin yüzüne sürüldükten sonra Ebu Talib, onları kovdu; ardlarına bakmadan uzaklaştılar.

......

Uzaklaştılar ama; inadlarından dönmediler. Bunlar ve diğerleri; Sevgililer sevgilisi aziz Peygemberimizi nerede görseler;

-Bakın; Cebrailin kendine de geldiğini söyleyen Muhammed işte burada... efendimiz, bu yılan dili adamların zehir zemberek konuşmalarına çok müteessir oluyor ve iyilikler menbaı mübarek kalbi kırılıyordu... Cebrail aleyhisselam, bu üzgün zamanlarından birinde Peygamberimize gelerek En'am Suresi onuncu ayet-i kerimesini bildirdi:

-Andolsun ki (ey Resulüm) senden önce gönderilen Peygamberlerle de alay edildi. Alay edenleri istihzalarının karşılığı olarak bela ve azap çepeçevre kuşatıverdi.

Resullerin Resulü, teselli bulup, ferahladı. Ne varki küfür, azgın dalgalar gibi üstüne üstüne geliyor. Takip eden günlerde de alaylar, eğlenmeler, sataşmalar durmak bilmezken O, omuzlarında şereflerin en yükseği; son Peygamberlik vazifesi olduğu halde samırla irşada devam ediyor.

Böyle üzgün bir gün tavaf yaparken Cebrail aleyhisselam, geldi ve:

-Alay eenlerin hakkından gelmek için emir aldım, dedi.

Biraz sonra önlerinden Velid bin Mugire geçmez mi? Büyük melek, büyük Peygambere:

-Bu nasıl bir insandır? dedi.

-Kulların en kütülerinden biri.

Cebrail; Velid'in bacağını göstererek:

-Bunun işi tamam, dedi.

As bin Vail göründü.

-Ya bu nasıl biri?

-Bu da kulların en kötülerinden.

Melek, As'ın karnını işaret ederek:

-Onun da cezası tamam, dedi.

Cebrail, Esved bin Muttalip, Abb-i Yağves, Haris bin kays geçerken tek tek isimlerini sordu ve Allah'ın sevgilisinin onlara da kızgın olduğunu anlayınca; birincinin gözünü, ikincinin başını, üçüncünün karnını işaret ederek:

-Allahü teala, mbunların şerrinden seni kurtardı. Yakındra her biri bir belaya duçar olacaktır, haberini verdi.

... gerçekten az zaman sonra bu amansız kafirlerin her biri bir belaya uğrıdı... Velid'in bacağına bir demir parçası saplandı; her tedbir çaresiz kaldı ve kan kaybından öldü, As bin Vail'in ayağına diken battı. İlaçlar, hiç bir işe yaramadı. Ayak, deve boynu gibi şişti.

-Muhammed'in Allah'a beni öldürüyor! diyerek bağıra bağıra can verdi.

Esved bin Muttalib'in iki gözü birden kör oldu. Cebrail aleyhisselam, bunun kafasını bir ağaca çarparak canını cehenneme yolladı. Esved bin Abdi Yağves'in yüzü ve bedeni aniden simsiyah oldu. dehşete kapılarak evine koştu. Öz ailesi O'nu tanımayarak kovdular. kahrından, başını, yüzüne kapanan kapıya vura vura intihar etti...

Haris bin Kays'ın ölümüne ise bir tabak tuzlu balık yolaçtı. Sanki bir kaç tane balık yememiş de koca bir tu dağını yalayarak bitirmiş gibi ne kadar su iştiyse kanmadı. Okyanusu içse susuzluğunun gitmesi imkansızdı; ve bu sebeple suya kanamadan çatlayarak ölüp gitti.

Bunlar olurken ders alınmıyor muydu; ibret nazarı ile bakan yok muydu? Nerede o basiret. Bilakis aksi yapılıyor.

Mesela:

Hakem isminde bir bahtsız, resululalh yolda yürürken onun arkasında ağzını, gözünü, vücudunu oynatarak maymunluk yapıyor. Sevgili Peygamberimiz, Hakem'in bu maskaralığını görünce hep öyle kalması için dua etti. Gerçekten ömrünün sonuna kadar Hakem'in ağzı, yüzü, organları oynadı, durdu. hep öyle kaldı yani. Eden bulur.

.....

İşte böyle...

Dağ dağ sıkıntılar göğüslenerek mesafeler aşılıyor. O, bir sevgili olduğu, ne varsa uğruna halkedildiği halde yine de hakaretler, öldürme teşebbüslerri, zulümler... her şey kendi kaidesi içinde cereyan ediyor. yoksa yüce Allah, elbette beşerin en mükbulüne her imkanı verebilir...

Mesela:

Bir gün, yine, efendimizi üzmüşler. Bir kenarda oturmuş tefekkür ediyorlar. Bu sırada Cebrail aleyhisselam geliyor. Efendimizi selamlayarak O'na sözleri ile kuvvet ve destek veriyor. Aslında Peygamberimizdeki kudretin kimsede olmadığını izaha çalışıyor:

-Şu karşıdaki ağacı yanına çağır, diyor.

Resulullah ağacı çağırıyor; ağaç önlerine kadar geliyor.

-Gitmesini, söyle diyor Cebrail.

Ağaç Peygamberimizin emri üzerine yerine yürüyor.

............

İLK ŞEHİDLER

ALLAH YOLUNDA ÖLDÜRÜLENLERE ÖLÜ DEMEYİN! BİLAKİS ONLAR DİRİDİR; FAKAT SİZ BUNU ANLAYAMAZSINIZ.

BAKARA 154

Feyz ve hidayet ocağının kapısında pençe pençe kan lekeleri... Müşrikler, akla gelebilen ve gelemeyen her yolla insanlığın rehberini yıldırmak istiyorlar. Saadet ocağının kapısındaki kanlı izler, bunun son işareti. Kureyşli dinsizler, bir kaba doldurdukları kana ellerini batırıyor ve kanlı pençelerini o kapıya vuruyorlar... Sabah olduğunda Resuller önderinin kapısında pençe pençe kan izleri görülüyor. Aslında kendi ruhlarının fotoğraflarını çıkarıyorlar. Yoksa böyle gariplikler yapmakla ne elde edilebilir ki... ve bir şey elde edemiyorlar da. Bu sebeple bu safhada Sevgili Peygamberimiz'in yakasından düşerek eshabı güzinden arkasız olanları seçip onlara tasalluta başlıyorlar. Fakat kötü bir başlangıç. Küfür, azınlığın azınlığı durumunda olan hak yolun yolcuları üzerine çok fena çullanmış ve dehşetli bir terör estirmeye başlamışlar. Bu şiddetli baskı, yanardağ lavları gibi coşkun imana sahip ilk müslümanları İslamiyetten alamamışsa da başka bir çok insanın müslümanlığını geciktirmiş ve hak dini tercih cesaretlerini kırmıştır.

Ağır ve geçmek bilmeyen günler. ne çileler. Allah'ım ne büyük imtihanlar!... kıpkırmızı bir gonca gül tomurcuğu, çıplak kayayı zorlayıp çatlatarak yol bulmaya çalışıyor. İlk müminler de cansız kayadan daha sert putperest bir cemiyeti zorlayarak ebedi saadetin fenerini yakmaya uzanıyor...

...karanlık bir mağaradan farksız Arabistan; Arabistan değil, bütün yer yüzü ışıl ışıl bir dünyaya çevrilecek. O bir avuç Peygamber bağlısı, fısıltılarla konuşarak, gizlice buluşarak gözden saklı köşelerde bunun imkanını araştırıyorlar. Bir yıldız kümeciği, ayın nurunu kapayan kalın bulut tabakasını delmeye; zorlanıyor..

Ve, bu müslüman öncülerin bayraklaşan hayatları; dünya durdukça söylenecek bir emsalsiz destan:

İsmi: Yasir İsmi: Abdullah

Dini: İslam Dini: İslam

Akıbeti: Şehid Yasir'in oğlu

.... Akıbeti: Şehid



İsmi: Sümeyye İsmi: Ammar

Dini: İslam Dini: İslam

Kocası: Yasir Yasir'in oğlu

Akıbeti: Şehid Akıbeti: Sonsuz

peygamber dostluğu.



Yasir, kimsesiz ve yoksul bir ademoğlu. Bir iş bulmak ümidi ile yollara düşerek memleti Yemen'e elveda ediyor ve günler sonra vardığı Mekke'de Ebu Huzeyfe bin Mugire'yi buluyor; hizmetkar olarak yanında çalışma başlıyor. Efendisi, Yasir'den ziyadesiyle memnun. Bu sebeple cariyesi Sümeyye ile evlendiriyor... Bunların Ammar ve Abdullah isminde iki erkek evlatları dünyaya geliyor. İki nur topu. Çocuklar, büyüyüp yetişiyorlar. Ebu Huzeyfe ve kabilesi Mahzumoğulları, Yasir'leri hep seviyorlar. Ama; bu temelsiz ve çürük bir sevgi. Hangi maksatla olursa olsun nefretle yer değiştirebilen sevgiye sevgi denemez! Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve Sellem, tevhidin ihtişamlı sancağını yükseltince Yasir, zevcesi Sümeyye ve oğulları Ammar ve Abdullah bir ağızdan "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" diyorlar.

Bu hem tasdik ve kabul ve hem de bir şeref sözüdür. Bu söz, ciğerleri dolduran nefes ve kalbden yükselen aşkla hayrırıldıktan sonra yeni bir dünyanın kapısı açılmış ve insanın varolma sebebi gayesini bulmuş demektir. bundan dolayı "buyur" denilen bu saray kapısından giren hiç kimse ve hiç bir sebep geri döndüremez...

Mahzumoğulları, daha nice şirk ehli ile birlikte bu hakikatten habersizdir. Onlar, kibirlerinin ördüğü gurur ve nefslerinin gafletinden olarak felaketlerine sebep olacak işlerin peşindeler.

Ramda adlı kayalık bir gölge. Güneşin en yakıcı olduğu saatler. Isı belki yetmiş-seksen derece belki de daha fazla.

Mahzumoğulları, dört kişiyi kıskıvrak bağlamış, kızgın sacdan farksız bu taşlarda türlü işkencelerle eziyet ederek İslamiyetten vazgeçirmeye çalışıyor... Bunlar Yasir, hanımı Sümeyye ve oğulları Ammar ile Abdulah.. dilleri damaklarına yapışıyor, yedikleri kırbaç izlerinden söken kan, ayaklarına doğru yol arıyor, beyinleri sıcaktan fokur fokur kaynıyor, taşlar ayaklarını pul pul yakıyor ama imandan küfre dönme tekliflerini onlar yine de:

-Derimizi yüzseniz, hatta etimizi dilim dilim kesseniz biz yine İslam dininden dönmeyiz! diyerek nefretle reddediyorlar.

Bir direniş ki, tarihin ender vak'alarından... O gün ölgün ve bitkin hale gelen Yasir ailesi bırakılıyor. Fakat sair günler Lat ve Uzzaya taptırmak için yapılan işkenceler gaddarca sürüp gidiyor...

.......

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:37

RE: Sevgili Peygamberim 4.Cilt
 
Bu dört sahabiyi şimdi de Batha denilen yere götürmüşler orada işkence yapıyorlar. Birden Resulullah görünüyor. Eshabına yapılanlardan fevkalede müteessir olarak üç kere aynı şeyi buyuruyorlar:

-Sabredin ey Yasir ailesi, sebredin ve sevinin ki mükafaatınız cennet olacaktır!!...

O'nu görmüş olmak; sesini duymak, zulüm altındaki bu dört sahabiyi biraz ferahlandırıyor. Yasir, merakle soruyor:

-Ya Resulallah! Günler hep böyle mi geçecek?

Sevgili Peygamberimiz, suali bir dua ile cvaplandırıyorlar:

-Allahım! Yasirailesine rahmet ve mağfiretini ihsan eyle...

Hazret-i Resul'ün oradan ayrılmasından bir süre sonra Yasir, radıyallahü anh, insanın tahammül kuderetini aşan, işkencelere dayanamayarak ruhunu "rahmet ve mağfiret" sahibine teslim etti.

İlk şehid!...

İslam, ilk şehidini verdi...

Ebedi hakikat yoluna can feda edildi. Akın akın gelecek şehidler ordusunun ilk neferi şahadet şerbeti içti. O şanlı şehide bin selam olsun!



...Yasir, hanımı ve oğulları önünde işkence göre göre can verdi. Ama zulüm durmadı. Kafirlerin gözleri kan çanağı. Terden sırılsıklam olmuşlar, takatleri kesilmiş; fakat doymaz zalim hınçları ile diğer üç mümini dövmeye devam ediyorlar. İşte atılan bir okla Abdullah da cennete kanat açıyor.

Baş kafir Ebu Cehil, Sümeyye, radıyallahü anha'ya hem vuruyor; hem lisanla hakaret ediyor. Sümeyye hatun, bu çirkin hareketlerden birine cevap verince hayasızca saldıran ebu Cehil kelbi mübarek kadının ayaklarına ip taktırarak beklemekte olan iki deveye bağlatıyor ve hayvanlar, sür'atle zıt istikametlere sürülüyor.

...ve dehşetli an! Tüyler diken diken havada. Sümeyye latun parçalanırken çığlık çığlığa söylediği kelime-i Tevhid, çelik bir kırbaç gibi Ebu Cehil'in yüzünde şaklıyor.

Bu da ilk kadın şehid? Bu alçak muameleye; bu fütursuz kahpeliğe maruz kalan imanımızı borçlu olduğumuz o çilekeş büyük insanlar için sicim gibi göz yaşı dökülse yeridir...

Şehadet mertebesini yaratana şükolsun.

Ölüm acısını duymayan, sorgu sual görmeyenlere rahmet; cesedi çürümeyen, bilmediğimiz bir hayatla diri olanlara selam olsun!

Onlar ki şehid'dir.

Babası, kardeşi ve annesi gözleri önünde öldürülen Ammar'ı hayatta tutan tek kuvvet imanı. Yoksa annesinin o feci ölüm şekline yürek mi dayanır? kendisine yapılan eziyetlerse işkence ismindeki vahşetin tam ifadesi. Bir zırh giydirilerek dehşetli güneşin altında tutuluyor. Sıcaktan kor ateşteki demir gibi yanan zırh, Ammar radıyallahü anh'ı kavurdukça kavurdu ve kemiklerinin içindeki iliği bile eritti... "Öldü!" diyerek çekip gittiler. Bu büyük İslam kahramanı saatler sonra kendine geldiğinde bütün kuvvetini toplayarak binbir zorlukla Resulullah'ın huzuruna çıktı. O dağ gibi babayiğit insan çökmüştü..

-Ya Resulallah! Azabın her çeşidini tattık... dedi ve ağlamaya başladı.

Sevgili peygamberimiz sabrın zirvesindeki bu çileli insanın mübarek göz yaşlarını mübarek elleri ile silerek gönlünü aldıktan sonra dua buyurdular:

-Allahım! Sen de Ammar sülalesinden hiç kimseye cehennem azabını tattırma...

.......

Mü'minler, er an tehlikede. Müşriklerin ne zaman, hangi köşebaşında saldıracakları meçhul. Öyle bir-iki eziyet yapıp bırakmak da yok. Ellerine geçirdikleri yerde ısrar ve tehdiktlerle önce "dininden dön! Muhammede uyma!" tehdidini savuruyorlar. İstekleri reddolununca da gelsin alçakça işkenceler. bunlar, sadece kafir olsa neyse; aynı zamanda kör vicdanlı birer zalim.

İşte yine Ammar radıyallahü anh'ı yakalamışlar. Mübarek sahabi ateşle dağlanıyor.

-Lat ve Uzzaya inan! Muhammed'in Allah'ını inkar et!!! Haydi söyle! İnkar ettiğini de; desene!!! Yoksa ölümlerden ölüm beğen Yemen dilencisi!!!

Bu mümkün mü? O'na arkadaş O'na sahabi olma derecesine kavuşan biri bundan döner mi?

-Hayır!!! Putperestliğe asla dönmeyeceğim! ben artık hak yoladıyım. La ilahe illallah Muhammedün Resulüllah!

Ucu pul kızarmış demir, vücuduna değdikçe "cazz" diye bir ses; yanık bir et kokusu ve dişlerini birbirini öğütürcesine sıkıp yüzünü buruşturan Ammar'ın "Allah!!!" diye yükselen feryadı. Feryat veya münkirlere verilen en büyük cevap! Bir protesto; muazzam reddiye. Efendimiz, sulmün tam üzerine geldiler. her şeyi çok büyük bir ızdırapla görüyorlar. Kadife gibi yumuşak elleri ile büyük mazlumun başını okşadıktan sonra ateşe:

-Ey ateş! İbrahimi yakmadığın gibi Ammar'ı da yakma! O'na da serin ve selamet ol, buyurdular.

Dua anında kabul edilmiş; işkence demiri buz gibi olmuştu. müşrikler, hayrette; lakin gözleri ile gördükleri mucizeye rağmen imana uzaklar. Bazan da bü yüksek sahabiyi boğulsun diye derin kuyulara atıyor veya güneşin altına yatırarak koca kayaları göğsüne koyuyorlar. Niçin? Müslüman diye; kendileri gibi inanmıyor diye? Bu hangi seviyededir! Bu nasıl insanlıktır? Katmerli cahillik!

Bu sıkıntılar içinde dahi sabahlara kadar namaz kılıyor ve ibadet ediyor... namazın en zor hatta imkansız şartlarda bile terkedilemeyeceğine canlı, çarpıcı ve ibretli misal. Rahat yataklardan çıkıp namaza kavuşmayanlar, hangi müdafaanın çürük gerekçesine sığınabilir?

İşkencelerden kalan yara izleri, ömrünün sonuna kadar vücudundan silinmedi... en gerçek şeref madalyası.

Sevgili Peygamberimiz'e, sallallahü aleyhi ve sellem, gelip içeri girmek için müsaade istediğinde ne hoş iltifatlara kavuşurdu:

-Hoş geldin, bütün kötülüklerden arınan, iyiliklerle bezenen ve beğenilen insan!... Bırakın gelsin.



KÖLELİKTEN SULTANLIĞA

YA BİLAL, EZAN OKUYARAK BENİ FERAHLANDIR.

HADİS-İ ŞERİF

Bir Mekke gecesi...

Aydınlık ve duru duru bir gece.

Şuradan buradan duyulan böcek ve kuşlar, gecenin derinliğinde eriyen doyulmaz sesleri le göğe kocaman gümüş bir madalyon gibi asılmış dolunaya hangi sırrı fısıldıyor dersiniz.

Yıldızlar, yanıp sönen ışıkları ile uzaktan çevreledikleri aya mı, ürpertili yalnızlığı siyah bir kadife gibi üstüne çekmiş yeryüzüne mi, selam veriyorlar belli değil...

Belli olan o ki bir gölgenin duvar diplerine sine sine yürüdüğü. Uzunca boylu olduğu anlaşılan tedirgin bir karaltı, etrafı iyice dinleyerek bir tehlike bulunmadığına emin olduktan sonra önünde durduğu evin kapısını usulca tıklattı:

-Bilal!

...çıt yok. Karaltı az dinledi. Kapıyı daha hızlı vurdu ve deminkinden daha yüksek seslendi:

-Bilal! Bilal!

Susdu ve beklemeye başladı. Vakit eriyip eriyip giderken içerden ayak sesleri işitildi.

Ohh nihayet geliyor.. Gelen, yaklaşırken, uykulu bir sesle sordu:

-Kim o?!

Dışardaki duyulur duyulmaz bir tonda cevap veriyor:

-Benim! Ebu Bekr!

Bilal, kapıyı aralarken:

-Hayırdır! dedi, gecenin bu saatinde mühimce bir şey olmalı.

-Seni İslam dinine davet için geldim!

Bilal şaşırdı. Bu da ne emek? hem de gece yarısı! "İslam dini" ne demek? İçeri girerken sormaya devam ediyordu:

-Ya Eba Bekr! Bu dediklerini sabah konuşsaydık olmaz mıydı?

-Olmazdı, çünkü efendinin bunu bilmemesi lazım..

Bir kenare iliştiler. İnsanlığın ikinci en üstünü anlatmaya başladı:

-Beşeri; içinde bulunduğu şu zelil ve ahmak mevkiden kurtularak tek ve hakiki mabud olan yüce Allah'a iman saadetine kavuşturacak İslam dinini, diğer peygamberlere de gelmiş olan Cebrail ismindeki melek tebliğ ediyor. Şimdi bu en kamil ve son dinin de bir Peygamberi var. Vahiy O'na geliyor. Ben O'nun elinden tutarak kendisine iman ettim. Arkadaşım olduğun için sana geldim. Senin de iman etmeni; senin de insanlık şuuruna ve mü'min olma huzuruna ermeni arzuluyorum. Şu putlar ilah olur mu canım? Düşünmek lazım. Akıl ve mantığımız var. Mesela kız çocukları niçin utanma sebebi kabul edilerek toprağa gömülsün; hem de diri diri! Çığırında çıkmış bir devirde yaşıyoruz. Halbuki, insan en üstün mahluk. Son dinin Peygamberi bozukluklarımızı ve bütün cihanı düzeltecek ve insana kaybettiği şerefini iade edecek. Bu peygamber, şimdi, aramızda. Gizli gizli dinini yayıyor.

-Kim? Ben tanıyor muyum?

-Tanıyorsun. Muhammed bin Abdulalh. Muhammed'ül Emin. Bugüne kadar bir tek kötü hareketine şahid olmadığımız, hepimizden ve herkesten üstün, asil ve dürüst zat...

Hazret-i Ebu Bekr, radıyallahü anh, Mekke'de doğmasına rağmen aslı Habeşistanlı olduğu için "Habeşli Bilal" manasına Bilal-i Habeşi ismindeki köleye bu öz ve buna yakın kelimelerle anlatıyor. Umeyye bin Halef'in kölesi büyük bir dikkatle dinliyor.

-Zencisin diye seni aşağı görüyor ve köle olarak tutuyorlar. Halbuki benim peygamberimin getirdiği dinde, kimsenin kimseye hiç bir üstünlüğü yok. Herkes Allah'ın kulu ve eşit. Üstünlük sadece ihlas ve takvada. Yani; kişi gayreti ile üstün olabiliyor. Paranın saltanıtı ile değil. Üstünlüğün ölçüsü de Allah'a yakın olmak; servet değil. bu din her cins haksızlığa en büyük darbe.

Bilal'de heyacan zirvede. Duymadığı, üzerinde belki de hiç kafa yormadığı şeyler işitiyordu... sustu... ama ne güzel sözler bunlar. Muhammed'ül Emin, yüksek ahlaklı insan. Ebu Bekr, yine kibar mbir kimse. Bunlardan daha dürüst ve doğru sözlü biri yok ki! Ayın alaca ışığında disdize konuşan bu iki adamdan köle olanı bakışlarını yerden kaldırdı ve:

-Şey, dedi. O'nun teklifini hemen mi kabul ettin?

Bir menfaat peşinde olmasın?!

-Evet; ben, tereddütsüz müslüman oldum. Bir çıkar peşinde olması imkansız. buna ihtiyacı yok ki. Hanımının ne kadar varlıklı olduğunu biliyorsun.

Bilal, bir müddet sessizce düşündükten sonra:

-Bana islamı öğret; nasıl müslüman olacağımı söyle, dedi.

...Ve, aziz dostunun rehberliğinde kelime-i şehadeti tekrarladı...

-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü!... zenci adamın dişleri, ayın şavkıyla pahalı inciler gibi yıdır yıldır yanıyordu...

Gecenin şu saatinde her tehlikeyi göze alarak şuraya kadar gelmeye fazlası ile değmiş ve bir kişi daha müslüman olmuştu. Ebu Bekr efendimiz, son derece memnun ve bahtiyar dönüyordu. Bir insanın islamla şereflenmesine sebep olmak! Amellerin en güzeli; en mutluluk vereni.

........

Zenci köle, artık yürüyen bir nnur gibi. Bütün hücrelerini Allah ve Resulullah aşkı doldurmuştu.. O da annesine koştu, annesi de kurtulsun istiyordu. Anneciğinin kafir olarak ölüp ebedi felakete düşmesine gönlü razı olamazdı. Oğlu gibi köle olan Hamime, Bilal'i Habeşi radıyallahu anh'ın teklifi ile müslümanlığı kabul etti ve o köle kadıncık Eshab-ı Kiram ve ilk müslümanlardan olma nimetine kavuştu.

Bilal, çok mert ve dürüst bir köle. Sesi ise inanılmayacak kadar güzel... Efendisi Umeyye bin Halef, ticaret kervanlarına O'nu yolluyor. İnsan-Hayvan, kervandakiler yorgun ve mecalsiz düştüğünde Bilal'in söylediği yanık ve içli nağmelerle herkes kendine geliyor; develer çatlarcasına koşturuyor; ses o kadar güzel ve tesirli...

Hazreti Ebu Bekr'le dostlukları Şam'a giden böyle bir kervan arkadaşlığı ile başlıyor ve bu dostluk, Kureyş eşrafından bir çok kimseye nasip olmayan bir şansla zenci kölenin müslüman oluşu ile kardeşliğe dönüyor.

...Hazreti Ebu Bekr, Ammar bin Yaser, Yaser'in zevcesi Sümeyye Hatun, Süheyl-i Rumi, Mikdat gibi Bilali Habeşi ve Müslüman olduğunu gizlemiyor. Küfre açıktan ve cepheden cihad ilan edenlerden. Bunlar, Resulullah'la birlikte müslümanlığını saklamayan yedi öncü. İlk Mücahidler.

Müslümünlığını işittiği günü kadar, Bilal'in,sahibi Umeyye bin Halef'in yanında kıymetli bir yeri var. Umeyye'nin, oniki köle ve bir kaç oğlu olduğu halde mühim işlerini çok sevdiği Bilal'e yaptırıyor. Efendisinin kervanla başka memleketlere ihraç edilen mallarını bu becerikli Habeşli siyahi köle götürüyor. Umeyye kendine nazaran makbul bir işi daha havale etmiş O'na; Bilal, aynı zamanda puthanenin de bekçisi.

İyşte bu sevgi , beklenmedik bir haber üzerine müthiş bir nefretle yer değiştirdi.

"Bilal müslüman olmuş ve puthanede ne kadar put varsa hepsini yere sermiş" lakırdısı Umeyye bin Halef'i önce şaşırttı; hakikat olduğunu anlayınca da evlatlarına bile tercih ettiği kölesine karşı merhametsiz bir zalim oldu. Hazreti Bilali Habeşi, radıyallahü anh'a, işkencelerin en korkuncunu yapıyor. Kölesi ya! O'nun için istidiğini yaparmış. Kime ne! Zaten kölenin maldan farkı var mıymış?

Böyle düşünüyor zalim. Ve bu mantıktan aldığı kevvetle o mübarek sahabiyi sille-tokat ve sopa ile dövüyor, dövüyor.

-Muhammed'i inkar et; Lat ve Uzza'ya dön; İslamiyyeti reddet, dedikçe büyük sahabinin cevabı:

-Ehad,ehad / Allah bir, Allah bir!!!

Yeniden tokat, yeniden tekme, yeniden sopa... Bir ağaca sıkıca bağlanmış mazlum insanın, patlamış dudak kenarlarından kan sızıyor. Gözleri, yanakları şiş şiş. Göz pınarlarından yaşlar yuvarlanıyor.

Ama Umeyye'nin hıncı dinmiyor. Nasıl olur? Bir köle kendisi istemediği halde nasıl müslüman olur? Sair müşriklerle birlikte sürüte sürüte, kızgın sal-taşlara götürüyorlar. Öylesine kızgın ki bu düz taşlara et konsa biraz sonra pişecek hale gelir.

Yine "dininden dön" teklifi.

Yine red.

Üzerinde ne varsa çıkarmışlar. Sadece bir don kalmış. Sallara yatırıyorlar. Günün en sıcak saatleri. Taşlar cayır cayır yakıyor. Bu da doyurmuyor Umeyye'yi,

-Şu koca taşları da üstüne koyun! diyor ve çakmak çakmak gözlerini işkence altındaki garibin gözlerine dikiyor:

-Muhammed'i yalanla, diyorum sana!

İslamiyyetten dön! Sende hiç mi akıl yok? Nasıl da inanmıştım sana! Dön diyorum! Bir cahillik ettiğini söyle haydi; yoksa öleceksin!

Cevap değişmiyor:

-La ilahe illallah! La ilahe illallah Muhammedün resulullah!

Altta yakıcı taşlar, üstünde kaya parcaları, kavuran Arabistan güneşi ve dehşetli ızdırap çeken kimsesiz bir insan, bir garip. Umeyye kafi görmüyor:

-Kum atın üstüne!...

Sıcak kum, kızgın zeytinyağı gibi vücuduna dökülüyor. Boğazına kadar kumlara gömülü... elleri ayakları bağlı, kıpırdayamıyor; bin zorlukla ve can çekişir gibi nefes alıyor.

Saatlerce böyle ağır işkence çektikten sonra çıkarıp yine ateş gibi sallara yüz üstü yatırıyor ve bu defa sırtına ağır taşlar koyuyorlar:

veya... Umeyye bin Halef, Ebu Cehil ve bir müşrik sürüsü, yüksek sahabinin ayağına ip takıp çıplak olduğu halde canavar dişi gibi sivri çalı dikenlerri üzerinde sürüterek bütün vücudunu yırtık ve çizikler içinde koyuryorlar. Hazret-i Bilal, kanlar içinde kalıp, kendinden geçerken onlarda en küçük bir vicdan sızısı yok... bilakis alay ediyorlar.

veya... gündüz en yakıcı saatlerde bir direğe bağlayarak; suzuz ekmeksiz ta geceye kadar bekletiyorlar. Ayaklarına kara sular iniyor. Gece olurca da gelsin türlü türlü işkenceler.

Bir gün... O'nu yine ateş gibi taşlar üzerine yatırılmış olarak aynı anzarayı görüyoruz.

Umeyye:

-Muhammed'i inkar et. İlahlarımıza dön. Gel vazgeç şu sevdadan!

Diyerek sövüp-sayıyor.

Bu islam öncüsü gevrek ve zor işitilir bir sesle aynı cevabını veriyor:

-Allah birdir, Allah birdir!... Ehad! Ehad!

Sanki onlarla hiçt alakası yok.

Bunun üzerine kafirler, üç-beş kişinin zor kaldırdığı bir kayayı getirip mazlum sahabinin göğsüne koydular... ancak hırıltı halinde nefes alabiliyor. Nerede ise son nefesini verecek.

Öldürücü sıcak, göğsü üzerindeki müthiş ağırlık, açlık, susuzluk, vücudundaki ızdırap veren yaralar.... ve tükenen takat; bayıldı... saatlerce baygın kaldı... iyice zayıflamış. Avurtları çökmüş. Gözleri çukura kaçmış. Dudakları kansız ve çatlak içinde. Kısa kıvır kıvır saçları, seyrek sakalı terden ıpıslak. Bir tek kişi bile "yahu bu da insandır!" demedi ve o vaziyetten kurtarmadılar. Hazret-i Bilal, radıyallahü anh, gözlerini açtığında tışın göğsünden düşmüş ve güneşin gri bir bulut kümesinin arkasında kaybolmuş olduğunu gördü. Gördü ve şükrünü dile getirdi:

-Allah'ım senden gelen heş güzel...

İşte iman, işte müslüman.

Onlar nerede biz nerede? Nerede dayanılmaz zorluklara sabırla katlanan sahabi ahlakı; nerede bizim irade zayıflığımız... Allah'ım; bizi onlara benzet...

Bilal'i Habeş'i de mecal diye bir şey kalmamış. Bitmiş durumda. Fakat işkenceler bitmiyor. Kafir olmaktan daha beter ne var ki? Bir deve yularını iki kat yaparak mübarek insanın boynuna geçirip, ipi çocukların eline veriyorlar.

Boynunda ip, Mekke sokaklarında peşinde rbir alay çocukla sürütülen zenci köle. Onların gözünde köle. Aslında bir sultan... Görenler merak edip konuşuyor!

-Ne olmuş?

-Müslüman olmuş, efendisi ceza veriyor.

Bir gün yine işkenceler altında; Umeyyeler, Ebu Cehiller ve daha niceleri kararlı:

-Ya İslamiyetten dönesin veya seni öldüreceğiz!

Göğüs ve karnında ağır ağır taşlar, yakan kum, tepede kızgın güneş. Ve tavizsiz konuşan İslam düşmanları. Teklif ve tehditler, hakaretler, alaylar birbirine karışıyor.

-Hadi inkar et, Lat ve Uzza'ya dön, hadi delilik yapma dinimize karşı gelme!

Cevap, sakin, yumuşak telaşsız:

-Ehad, ehad /Allah bir, Allah bir...

İşte tam o an Allah'ın Resulü görülüyor. Mazlum sahabi, ölümü beklerken bir müjde; Peygamberimizin sözü, serin sular gibi yüreğine serpiliyor.

-Allahü tealanın ismini söylemek seni kurtarır!

Efendimiz, oradan ayrılarak evlerine gittiler. Az sonra Hazret-i Ebu Bekr, geldi. Resulullah, Bilali Habeşi'ye yapılan işkenceleri anlatarak tarifsiz derecede üzgün olduğunu ifade buyurdular. Yüksek sahabi, derhal Peygamberimizin tarif etttiği yere koştu... Manzara dayanılır gibi değil.

-Ya Umeyye! Bilal'e bü kötülükleri yapmakla ne kazanacaksın ki; size bir teklif; O'nu bana satın?

Yüzler, Ebu Bekr, radıyallahü anh'a çevrili ve biraz şaşkın.

-Sana satmak mı? Niçin satalım. Zaten sen bunları yoldan çıkarıp, Muhammed'in peşine takıyorsun. Fakat takas yapabiliriz.

Mesela:

-Kölen Amir ile değiştirebiliriz.

-Derhal. Amir'i bütün malı ile sana bağışladım ya Umeyye! Yeter ki kardeşimi bana ver..

-Al senin olsun!

Ebu bekr efendimiz, hemen dostunun üzerine koştu. Taşları attı, bağlarını çözdü ve O'na yardım ederek hanei saadetin yoluna düştüler.

Müşrikler, Ebu Bekr'i kandırdıkları fikrinde oldukları için zevkden ağızlarının suyu akıyor. Çünkü Amir çok zengin ve o da Bilal gibi hünerli bir köle... Hem malları ile birlikte onu alıyor hem de bir sıkıntıdan kurtuluyorlardı... nasipsiz Amir, efendisi Ebu Bekr hazretlerinin müslüman olma teklifini her defasında geri çevirmişti.

Herkes, serbest iradesi ile layık olduğu yeri buluyor. Kainatın efendisinin huzuruna vardıklarında Hazret-i Ebu Bekr, hiç vakit kaybetmeden hemen arzetti:

-Bilal'i Allah rızası için azad ettim.

Peygamberimiz, memnun kalarak dua buyurdular. Onu sevindirmek karşılıksız kalır mı? Hemen vahiy geldi. Velleyl sueresinin onyedinci ayet-i kerimesi ile Ebu Bekr radıyallahü anh'ın da cehennemden azad edildiği haber veriliyordu.

Bilali Habeşi radıyallahü anh, hürriyetine kavuşunca uğruda akıl almaz işkencelere katlandığı Resulullah'ın yanından ayrılayarak O'nun müezzini oldu.

Peygamber müezzinliği... ikinci bir kula nasip olmayan şanlı rütbe. O garip, kimsesiz köleciğe islamiyet hükümdarların kavuşamıyacağı bir makam vermişti. Ezan okuyor; ne güzel ses Allah'ım! Ferahlandırıcı ve deruni.

O, ezan okurken gözler, yaşla, kalbler nurla doluyor.

BABA'NIN ZULMÜ

DE Kİ: MAĞRİB VE BAŞRIK ALLAH'IN MÜLKÜDÜR. O, DİLEDİĞİNİ DOĞRU YOLA İLETİR.

BAKARA: 142

Ey alemlerin Rabbi olan yüce Allahım; babama hasta yatağından kalkmak nasip eyleme!...

Bir beddua...

Ağza alınması zor, müthiş bir söz.

Bir evladın bababasının canını alması için niyazı.

Bu evlat, hem de eshabdan biri!

Nasıl olur?

Bir sahabi öz babası için nasıl böyle konuşuyor?

............

Halid bin Said, bir rüya görüyor. Korkulu bir düş,.. tasvir edilmez dehşetli ile cehennem.

Ateş, insanı tepeden tırnağa korku içinde bırakıyor. Korkonç bir yer.

Halid, cehennemin kıyısında ve kaynayan, homurdanan ateş, gürül gürül... tam bu sırada arkasında babası Ebu Uhahya beliriyor.

Ama bu adam çılgın... oğlunu cehenneme itekliyor. Halid, düştü düşecek; sallanıyor. Kibirden iki cihan sultanı Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, zuhur ediyor ve Halid bin Said'i belinden yakaladığı gibi ateşin ağzından çekip alıyor...

...Bir feryatla tavan inip kalkıyor adeta... Halid, Cehennemden kurtarıldığı an kopardığı feryatla uykudan sıçramış ve yatağından doğrulmuş oturuyor...

Hala korkular içinde. Yemin ediyor:

-Vallahi bu rüya aynen doğru!..

Sıkıntıdan boğulacak gibi. Hava almak üzere kendini sokağa atıyor. Gecenin erken saatleri olduğu için tek tük insanlar geçmekte. Bir dost çehresi arıyor. şu karşıdan gelen aşina biri galiba.

Gecenin mavi loşluğunda bunun Hazret-i Ebu bekr olduğunu anlayınca seviniyor... rüyasını anlatabileceği aklı başında bir insanı görmenin memnuyeti.

Hazret-i Ebu Bekr radıyallahü anh'ın önünde duruyor. Hoşbeşden sonra rüyadan bahsediyor.

-Sahih bir rüya görmüşsün. Ebu Kasım son peygamberdir. Koş kendisine tabi ol!

Halid bin said, pür dikkat ve pür heyecan dinliyor:

-Rüyanın tefsirine gelince: Sen Muhammed ül Emin'in dinine girecek ve dava arkadaşı olacaksın. Yani O, seni rüyadaki gibi cehenneme düşmekten koruyacak. babansa maalesef cehennmlik olacak.

-Öyle ise ben hemen O'na gidiyorum.

Mübarek Peygamberimiz bu sırada eccyad adlı yerde.Halid, Peygamber aleyhisselam'ın huzuruna çıktı... Heyecanını saklıyamıyor.

-Ya Ebul Kasım, sen insanları neye çağırıyorsun?

-Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan bir tek Allah'a ve Muhammed'in de Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna iman etmeye ve duymayan, görmeyen, fayda ve zarar vermez, kendisine tapanları da, tapmayanrı da bilmeyen taş parçalarına ibadet etmekten vazgeçmeye davet ediyorum.

Peygamber kelamı, Halid'in kalbini pamuk gibi yumuşatmış ve önünde yeni ufuklar açmıştı. Bu ne güzel davet böyle. İnsanı haysiyetine, insanı insanlığını idrake davet, insanı mantıksızlıktan, küçüklükten, basitlikten kurtulmaya davet.

Mevlam bir kere nasip etmiş ya. Büyük devlete elbette kavuşacak... işte ikrarda!

-Allah'dan gayri ilah olmadığına şehadet ederim. Ve yine şehadet ederim ki, sen Allah'ın Peygamberisin...

İslamın altın zincirine beşinci halkanın eklenmesi efendimizi çok sevindirdi... Hem de iyi yetişmiş ve kültürlü bir insan.

Halid bin Said radıyallahü anh'ın İslamiyetle şereflenmelerini önce hanımı Ümeyye radıyallahü anla ve sonra kardeşlerinden Ömer bin Said radıyallahü anh takip etti.

Bunlar da "Sabikun-evvel" tabir edilen ilk müminlerden.

İki kardeş, Mekke'nin gözden saklı bir yerinde namazdalar... Huşu içinde ibadet ediyorlar. namazı henüz bitirmişlerdi ki diğer kardeşlerinin yanlarına geldiğini fark ettiler.. Babaları çağırıyordu; Ebu Uhayha. Azgın bir islam düşmanı olan Ebu Uhayha.

Gittiler... baba, sanki barut fıçısı. Bütün kızgınlığının hedefi Halid bin Said.

-Doğru mu? Sen Muhammed'in dinine girmişsin, doğru mu?

Gözlerinde nefret şimşekleri çakıyor. Asil sahabi ise alabildiğine sakin:

-Evet; doğru!

-Çabuk vazgeç ve özür diler! Sen, O'nun dini ile adetlerimize, inançlarımıza, putlarımıza, mazimize hakaret ettiğini biliyor musun?

O- doğru söylüyor. dedikleri hep doğru. Kendisine daha düne kadar 'Muhammed'ül Emin' diyen siz değil miydiniz? Yemin ederim ki islamiyet hak din. Geri dönmem mümkün değil. Dinimden çıkmaktansa ölmeyi tercih ederim! Derdemez Ebu Uhayha, elindeki sopayı Halid bin Said radıyallahü anh'ın kafasına kafasına indirmeye başladı. Bir taraftan da tehdit ediyor:

-Bundan sonra sana aş-ekmek yok! Seni söz dinlemez inadçı evlat seni!

Hazret-i Halid efendimiz, sopalardan korunmaya çalışırken verdiği cevapla tehdidi bir kağıt gibi yırtıp parçaladı.

-Sen nafakamı kessen de Allahü teala, rızkımı ihsan eder!...

-Hala konuşuyor. Çabuk şunu mahzene tıkın!

Ebu Uhayha'nın elindeki sopa Halid radıyallahü anh'ın üstünde parçalanmıştı... kafası yumurta gibi şişler içinde kalan, yüzünden kanlar sızan, mübarek sahabiyi evin havasız, ışıksız ve faerelerin cirit attığı mahzenine hepsettiler..



Ebu Uhayha, diğer çocuklarının onunla konuşmasını yasakladı...

Hazret-i Halid, sıcak Mekke havasında burada üç güç aç-susuz hapis kaldı. Fakat Allah'ın lütfu ile bir fısatını bularak kaçıp firar etti ve şehrin dışında bir yere gizlendi...

Kafirlerin, zulmü iyice azmış ve müminler, efendimizin talimatı ile Habeşistan'a Hicret etme hazırlığına başlamışlardı.

İşte bu sırada Ebu Uhayha, ağır şekilde hastalanarak yatağa düştü. O hasta halinde bile "şu müslüman oldu; falan da müslüman oldu" gibi haberleri aldıkça öfkeleniyor ve:

-İyileşirsem bir kişi bile putlardan başka bir şeye ibadet etmeyecek.Buna fırsat vermiyeceğim, diyordu.

Bu zalim niyet, Halid bin Said'in yani Ebu Uhayha'nın zulmünden kaçan oğlu'nun kulağına geldi...

İman-küfür mücadelesinde baba mı dinlenir? Ya iyileşir de müslümanlara sıkıntı verirse?! Bu sual, büyük sahabiyi huzursut etti. Öyleyse O'nu Allah'a havale etmeli...

Bu şartlarda dua ve beddua eldeki tek silah...

...dua kabul oldu ve yer yüzünden bir müşrik daha eksildi...



DARÜL İSLAM

O KAFİRLER, İMAN EDENLER İÇİN; "EĞER ONDA (İSLAMİYETTE) BİR HAYIR OLSAYDI BU HUSUSDA ONLAR (FAKİRLER, ÇARESİZLER) BİZİM ÖNÜMÜZE GEÇEMEZLER, BİZDEN ÖNCE ONA KOŞMAZLARDI" DEDİLER. HALBUKİ ONLAR, ONUNLA (KUR'AN-I KERİMLE MÜ'MİNLER GİBİ)HİDAYETE KOŞAMADIKLARI İÇİN (KUR'AN-I KERİMİ İNKAR ETMEK İÇİN) "BU KUR'AN-I KERİM (MUHAMMED'İN ORTAYA ÇIKARDIĞI) ESKİ BİR YALANDIR" DİYECEKLERDİR.

AHKAF: 11

Madem ki Kur'an inzal olacaktı; niçin Haşimilerden Abdullah'ın yetimi seçilmişti? Halbuki Mekke ve Taif'de nice büyü zenginler, herkesin hürmet gösterdiği liderler ve güngörmüş ihtiyarlar vardı... bunlar dururken Peygamberliğin ona gelmesi... böyle mbir eyi akılları almıyordu.

Velid bin Mugire ile diğerlerri de böyle düşünmüyor mu?

Velid:

-Muhammed'e gelen şu Kur'an keşke iki memleketten birinin büyüğüne; mesela Ümeyye bin Halef'e inseydi derken; bir islam düşmanı elini arkadaşının omuzuna koymuş başıyla onu tasdik ediyor:

-Doğru diyorsun dostum! Veya senin gibi birine gelmeliydi...

-Teşekkür ederim... kendim için konuşmuyorum ama; mesela Sakif kabilesinden biri Mes'ud bin Amir veya Kinane bin Abdi yalil, Muattib veya Urve, nebi olsaydı daha yerinde olurdu.

Sanki kendilerine sorulacaktı. Cenab-ı Hakkın rahmetini onlar mı bölüşüyor ki bu işe karışırlar?

Kureyş'in bir de eskiden beri ürüp gelen aileler arası rekabet ve iç çekişme meselesi var. eğer Haşimioğullarından bire resul olarak kabul görürse bu aile, diğerleri ile mukayese kaebul etyecek derecede arayı açacak. ebu Cehil ve kafadarları bunun da korku ve kıskançlığını yaşıyorlar. Ebu Cehil, kendi kendine soruyor:

-Haşimilerle hep yarıştık. Onlar, halka ziyafet verdi, biz de verdik. İhtilaflarda diyet ödediler, biz de ödedik. Halka ihsanlarda bulundular, biz de ihsan ettik. haşimioğullarıyla şan şöhret hususunda atbaşı koşturduk durduk. Şimdi ise kendine gökten vahiy geldiğini iddia ettikleri bir Peygamberimiz var, diyorlar. bune denk birini nasıl bulalım? Asla asla! O'na asla inanmayacağız!...

Kalbi mühürlü nasipsiz Ebu Cehil, katmerli öfkeler içindeydi. Bu sebeple yeni müslüman olmuş hherkese koşarak bu mes'ud kimse zengin biri ise "seni batırırız. Servetini yok ederiz", diyerek, şeref ve itibarı yeksekse "seni rezil eder, halkın içine çıkamaz hale getiririz", diyerek, fıakir, köle, kimsesizse önce tehditle; netice alamayınca işkencelerle islam dininden koparmaya uğraşırdı.

Zinnire radıyallahü anha'nın da ebedi saadet yolunu seçtiğini haber aldılar... 'bu kölelere de n'oluyor? Bunlar kim ki; ne ki efendilerine rağmen din değiştirme cesateri gösteriyorlar? Böyle bir hakları var mı? Bu nasıl terbiyesizliktir böyle!... İster erkek ister kadın; bu suçu işleyen kim olursa olsun en ağır cazalara çarptırılmalı ki diğerleri aynı hataya düşmesin. Cezalar ibret ve dehşet versin'.

Gerçekten dehşet verici işkenceler çektiriliyordu ama sahabi imanı karşısında kötülükler güneş altındaki kar gibi eriyor... Evet kahramanlardan biri bir hanım. Kimi kimsesi olmayan bir köle.

...İşte, EbuCehil azgını, ellerini garibin gırtlağına kerpeten gibi geçirmiş onu zorla irtidat ettirmeye çalışıyor. Zinnire Hatun'un gözleri dışarı uğramış, rengi uçmuş, vaziyeti perişan olduğu halde:

-Muhammed'in yolundan dön ve Lat ile Uzza'nın ilahlığını kebul et! Tekliflerini şiddetle reddediyor.

Ebu Cehil, yorulunca başka kafirler işkenceye başlıyor. Günlerin hikayesi böyle. Sıcak güneş altında aç susuz bırakılarak iyice kuvvetten düşürüldükten sonra en gaddar baskılarla mürted olmaya zorlama... ve, elhamdülillah, şahane bir irade ve iman mukaveti ile en küçük sarsıntının olmaması. Küfrün ummadığı bir netice. Küfür, aşamadığı dağlar karşısında...

Fakat maruz kaldığı kötü muameleler, müslüman hanımın sıhhatine ziyan veriyor. İşkence üstüne işkence, görme kabiliyetini kaybetmesine sebep olmuştur... Müşriklerin keyfi yerinde... ebu Cehil, cahiliyye cephesi adına konuşuyor:

-Ey Zinnire! Gördün mü? Lat ve Uzza kendilerine tapmıyorsun diye gözlerini nasıl kör etti?...

-Hayır ya Eba Cehil; Yanılıyorsun! Senin tanrı bildiğin Lat ve Uzza, her şeyden habersiz iki heykel. Ne kendilerine ilah diyenlenden haberi var, ne nefret edenlerden. Onlar hiç bir işe yaramaz. Lakin benim ezeli ve ebedi olan Allahım göz nurumu elbette iade edebilir... O her şeye kadirdir.

Münkirler, işkence altındaki şu himayesiz fakir ve garip kadının gösterdiği iman ihtişamına hayret ediyorlar...

Ve gerçekten bir zaman sonra Zinnire radıyallahü anha görür oldu. Hem de eskisinden daha iyi görüyor.

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:37

RE: Sevgili Peygamberim 4.Cilt
 
Ebu Cehilller imana gelse ya!

-Bu da Muhammed'in sihri. Yahi şu köle bizden daha mı akıllı ki doğruyu buluyor. Dinleri kabule layık olsaydı önce biz inanırdık...

Cenab-ı Hak, bu kibir dolu sözleri Ahkaf suresinin onbirinci ayet-i kerimesi ile cevaplandırdı...

Nehdiye, Lübeyne, Ümmü Ubeys müslüman oldukları anlaşılarak işkence ile küfre dönmeye zorlanan diğerbazı islam hanımları.

...en ağır zulüm, en vahşi işkencelere katlandılar; aç susuz kaldılar, vücutları yaralardan sızım sızım sızladı, ölümü şehidliğe giden yol gördüler ve şehid oldular.. İlahi aşk ve Resululalh sohbeti onları bir anda değiştirdi. Çağlayanlar gibi iman, şaşılacak irade, yorulmayan azimle asla, asla, asla yılmadılar. Çetin imtihanlardan geçerek onlar "eshab-ı kiram" oldular; Peygamberimize arkadaşlık rütbesine ravuştular ki bu rütbeye, bu manevi yüksekliğe sevgili Peygamberimiz'i göremeyen yüksek veliler en büyük alimler dahi varamadı. Ve bu iman ve hayat anlayışı ile kıyamete kadar gelecek müslümanların değişmez rehberi oldular.

İşte altıncı müslümün; ilklerden Habban bin Eret, radıyallahü anh. Kalbi Allah ve Peygamber muhabbetiyle lebaleb dolu... küfür ehli, müslüman olduğunu anlayınca Habbab'a gördükleri yerde çullanıyor ve yeni dininden çevirmek için iknaya uğraşıyor; başarılı olamayınca 'bu da can taşıyor' demeden kuduz köpekler gibi saldırıyorlar... Hele şu manzaya bir bakın;

Büyük sahibinin gömleğini almışlar. Suları fokur fokur kaynatacak kadar sıcak saatler.. Vücuduna ateş gibi taşları basıp basıp çekerken:

-İnat etme gel Lat'ı Uzza'yı tanrı bil, diye bağırıyorlar. Ama O, her defasında kızgın taşlardan ta ciğerine kadar kavrulduğu halde:

-La ilahe illallah Muhammedün Resulullah! diye haykırıyor.

Ve bu mutlak doğru söz, zalimleri şaşkına çeviriyor. şu sıkıntılar içinde bile bir kölenin böylesine yiğitçe direnmesi kendileri gibi, bir dediği iki olmayan Mekke eşrafına karşı gelmesi aıl ve hafsalalarına sığmıyor. Çıldırıyorlar. Çalılar toplayarak Habban'ın vücudunu yukardan aşağıya, ayağıdan yukarıya dikenlerle tarıyorlar. Sivri ve sert dikenlerin açtığı derin çiziklerden yol yol kanlar koşturuyor. Susuzluktan ağzındaki tükrük kurumuş, vücudu taşlarla yakıldıktan sonra dikenlerle tarla gibi sürülmüş mübarek insan, Allah'a şirk koşanlara inat dişlerini sıkıyor ve kalan bütün gücünü topyalarak ünlüyor:

-Allah!...

Müşrikler, netice alamayınca dağılıyor. Hazret-i Habbab, zorlukla evine dünüyor. İstirahat mı edecek? Yaraları mı pansuman yapılacak? Ne gezer! evde başka bir zalim var. Habbab'ın sahibesi Ümmü Enmar adlı kafir kadın.. Eziyetlerden kolu kanadı kırılmış ve o bitkinlikle bir kenara yığılmış kölesine bir kadın vicdanına en aykırı gaddarlıkla zulümler yapıyor... İşte, elinde ateşte kızartılmış demir, kölesinin üstüne yürüyor. Sinsi ve merhametsiz adımlarla yaklaşıp Habbab'ın bışını bir kaç yerden kızgın demirle dağlıyor. Aklı sıra Lat ve Uzza adına intikam almakta. Hırsı tatmin olunca çekip gidiyor.

Kabus ve azaplarla dolu bir gece daha geçiriyor. ama izleyen sabahlarda rahat var mı? Mü'minleri azlık, müminler bir avuç ve çoğu köle, kimsesiz, yoksul. Onun için bir mümin münkirlerin gözüne çarpmaya görsün hemen üzerine üşüşüyorlar... Habbab, yine ellerine düşmüş. Ama o da ne? Eyvah! Bu sefer diri diri yakacaklar O'nu. Meydana yığdıkları odunları ateşlemişler.. merhamet mahrumu insafsız zalimler, bir cinnet anının buhranını yaşarcasına yüzleri sert yaylar kadar gergin ve asabi. Alevler, bir adam boyu yükselince büyük sahabiyi elinden ayağından tuttukları gibi ateşin ortasına fılatıyorlar. Alevler, bir kızı ahtapot gibi avğnğ dört taraftan sarıyor... istiyorlar ki yalvarsın, istiyorlar ki pişmanlığını dilegetirsin, dininden dönsün, el ve ayaklarına kapansın... şaşkınlar! Siz sahabinin ne demek olduğunu bilseniz böyle düşünmezsiniz. İçi Allah aşkı ile dolu olana ateş ne yapar ki. Ateşbile Rahmanın emrinde değil mi, İbrahim aleyhisselam'ı yaktı mı, Ammar radıyallahü anh'ı yaktı mı? Bir düşünseler, bunu bir idrak edebilseler...

Fakat küfrün koyu zulmeti gözlerini bürümüş; kat kat gaflet içindeler. Habbab radıyallahü anh'ın göğsüne basıyorlar ki ateş bir an evvel kavurup kömür etsin... Ama seçilmiş insanın sırtında bir iki yer yandıktan sonra o mübarek vücut, ateşi söndürüyor... kafirlerin aklı almıyor bunu. Bari sussalar. Hayır! Ucuz yorum ve dillerinden düşmeyen yave hazır:

-Bu da sihir!

Akıllarını sihirle bozmuşlar. ne hikmettir? Peygamberlerin Peygamberini bu kadar yakından gör, senelerce üstün ahlakına şahidlik et; sonunda gel onun tebliğine düşman ol.

............

Habbab radıyallahü anh, dua talebi ile yüksek huzurda:

-Ya Resulallah! Beni dışarıda müşrikler ateşe atıyorlar; evede Ümmü Enmar pul pul demirler başımı dağlıyor; işte yaralarım. Şerlerinden kurtulmam için dua buyurmanızı istirham ediyorum.

Sevgili Peygamberimiz, dini için bu kadar eza ve cefa gören aziz sahabiye üzüldüler ve dua ettiler:

-Ya Rabbi! Habbab'a yardım et.. dediler ve devamla:

-Sizden evvelki ümmetler arasında öyle kimseler vardı ki, demir tarakla derileri kazılır, etleri soyulurdu. Ama bu işkence onları yine dinlerinden çeviremezdi. Müminleri tepesinden aşağıya testere ile ikiye bölerler, fakat imanından taviz koparamazlardı. Yüce Allah, islamiyeti elbette ikmak edecektir... Fakat siz acele ediyorsunuz...

Bir gün Ümmü Emmar'ın başı şiddetli şekilde ağrımaya başladı... sabahlara kadar ızdırıp çekiyor; inim inim inliyor. Kahin, sihirbaz, ilaç her şey nafile. Neticede, başının ateşde kızartılmış demirle dağlanması öğütleniyor. Bunu yaprsa acıları dinermiş.

Habbab'a çağırdı ve emretti:

-Acılarım azanca bir çubuk kızart ve başımı dağla.. Ağrı krizleri başlayınca Hazret-i Habbab, müşrik kadının kafasını cazır cazır dağlıyor.

Elbette! kim dua buyurmuştu...

.........

Bir avuç aşk ehli eziyet gördükçe, zulüm ve işkence çektikçe birbirine daha çok sarılıyor. Hepsinde örnek ahlak ve yüksek fedakarlıklar. mesela Hazret-i Ebu Bekr; islamiyetin henüz zuhur ettiği o zor günlerde unutulmaz hizmetler veriyor. peygamberimizi kabul eden kadın-erkek köleleri para verip satın aldıktan hürriyetlerine kavuşturuyor... Babası; merak ediyor:

-Oğlum; bu zayıf köle ve cariyelerin diyetlerini ödeyerek azad edeceğine; güçlü-kuvvetli olanlarını satın alsan daha iyi olmaz mı? Seni zor zamanlarda himaye ederler.

-Babacığım; Allah'ın rızasını kazanmak için böyle davranıyorum.

Bütün işkencelere rağmen islamiyeti seçenler çoğalmakta. Mü'minler, çoğaldıkça da müşrikler, köpürüyor. İşkence, şiddet ve sulüm, müslümanlara azgın okyanus dalgaları gibi çarpmakta.

Bunun üzerine Resulullah, eshabını bir araya toplamaya karar veriyorlar. emin bir yerde kuvvet birliği yapılacak. islamiyet anlatılacak; mü'min olmak isteyenler burada imana gelecekti. Bu baksatla ilk müslümanlardan erkam bin Ebil Erkam'ın evi karargah ittihaz edildi. Safa tepesinin doğusunda dar bir sokakta bulunan ve Kabe'yi gören stratejik bir mevki... Mü'minler burada gizlice toplanıyor. efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, sohbet buyururken pür dikkat dinliyorlar. Hiç bir kelimeyi kaçırmadan islamiyeti öğreniyor ve başkalarına da öğretiyorlar. Erkam radıyallahü ahn'ın evi ilk müslamanlar için hem kale, hem mektep, hem mescid, hem dergah. Hazret-i Hamza, Süheyl bin Sinan gibi bazı eshab bu evde kelime-i şehadet getirerek islamiyeti seçti.... Hazret-i Ömer'in hidayetine kadar islamiyet, buradan intişar etti. İlk dar ül islam; ilk islam yurdu burası...Dar ül Erkam müesseseleşmede ilk adım.

Müminlerde böylece cemaat şuuru gelişiyor. Ümmetin ilk nühvesi... işte bu cemaat, bir gün kendi aralarında konuşarak şu ana kadar Peygamberlerden gayri hiç kimsenin kaffirlere ayet-i kerime okuyamamış olmasına hayıflanıyorlar. Abdullan bin Mes'ud radıyallahü anh:

-Bu işi ben yaparım, diyor.

-Ziyan görürsün. Ailen kuvvetli değil. desteğin yok!

Diye yapılan itirazlara aldırmadan Kabe-i Şerife; Makam-ı İbrahime geliyor. Ortılk kafir dolu... Mübarek sahabi zerrece korkmadan yüksek sesle besmele çekerek Rahman suresini kıraate başlıyor.

Münkirler irkiliyor:

Bu ne okuyor böyle, diye birbirlerine soruyorlar.

Muhammed'in getirdiklerini.

Ya öylemi? Şimdi okumak nasılmış görür!

Abdullah bin Mes'ud'a tekme ve tokatlarla saldırıyorlar; fakat büyük mücahid o şartlarda bile okumaya devam ediyor.

Ellerinen kurtulduğunda yüzü gözü şiş ve yaralıydı. Ama ilk defa küfrün üzerine yürünmüştür ve bu yürüyüş, istikbalde çığ gibi yürüyecektir.

Bir gün de Ebu Düb vadisinin ıssız bir köşesinde Sa'd bin Ebi Vakkas, Said bin Zeyd, Abdullah bin mes'ud Habbab bin Eret cemaatle namaz kılıyorlar... Bir grup müşrik nasılsa bunu haber almış ve yanlarına gelerek alay etmeye başlamışlardı.

Namaz bitince mü'minler, bu yılışık kafirleri bir güzel tartakladılar. Sa'd bin Ebi Vakkas, eline geçen bir deve kemiğini kılıç gibi kullanarak alaycılardan birinin kafasına indirdi... elhamdülillah, kafirlerden birinin kafası yarılmış kan akıyor. Küfür, kan kaybetmeye başladı... Müminler, Müminler kafirleri önlerine katıp kovalıyarak oradan, def ettiler... küfür, geriye doğru saymaya başlamıştır.

bunun farkında değil. İyi ki de deği!

Ordulaşacak cemaatten ilk işaret...



ALLAH ve RESULÜNÜN

MUHABBETİ UĞRUNA

Sevgili Peygamberimizi düşmana karşı müdüfaa Ederken sağ kolu ani bir kılıç darbesi ile Kesilince sancağı sol koluna alan sol kolu Kesilince kesik kolları ile onu bağrına basan Ve şehid olunca üzerindeki entari Yetmediğinden ayak tarafı ancak otlarla Örtülmek suretiyle toprağa verilen o büyük Sahibeye gökteki yıldızlar, çöllerdeki kumlar ayısınca selam olsun.

Kıvrım kıvrım siyah saçlar,cezbedici yüzü, mevzun boyu ayakkabıdan elbiseye kadar tril tril kıyafeti ile Mekke'nin en zarifi, en narini, en kibarı ve en güzeli:

Yani:

Mus'ab bin Umeyr.

Mus'ab bin Umeyr, çok zengin bir ailenin çocuğu; mükemmel bir tahsil görmüş. Kıvrak bir zeka ve üstün fesahat ve belegata sahip.

Bu yüzden de annesi başta olmak üzere bütün aile üstüne titriyor...

Fakat O, içinde bulunduğu halden memnun değil. Şu putların tarı olması ne demek? Hihayeti ağaç, taş, cansız cisim. Aklı almıyor böyle bir şeyi, İçinde bir boşluk var. Sebebini bilmediği bir sıkıntı, cevabını bulumadığı sualle, iç dünyasını zorlayıp duruyor...

Allah, şu cansız heykeller olmamalı... Allah, elbette madde ve cisim değil. Ve bu sebeple Mekke sitesinin bu entellektüel genci, aileden gelen şu batıl dine; daha gerçek ifadesi ile; din zannettikleri düzmeceye içten içe isyanda haklıdır.

Mus'ab, yaşadığı coğrafyanın din diye sarıldığını kabullenemiyor. Bu nasıl din ki şu toplumun ileri tutar tarafı yok?

Seçkin genç, bu fikirle çalkalınırken beklemediği bir zamanda ruhunun penceresinden bir nur hüzmesi akmaya başlıyor. İslamiyeti işitiyor. Muhammer-ül Emin, yeni bir dinden bahsediyormuş; kendisi de o dinin peygamberiymiş... Sağdan solran O'nun büyük çağrısı kulağına çalınıyor.

Ne güzel sözler... bunlar, insan aklının eseri olamaz!

Mus'ab, bu sözlerdeki derinlikle çarpılıyor sanki. Ve davet, O'nu da Darül Erkam'a çekiyor.

Burada Allah'ın Resulü'na dinliyor. Yeni dinin mahiyetini öğreniyor ve müslüman oluyor. Kuş gibi hafif. Bütün iç huzursuzluk ve sıkıntılar süngerler silinmiş gibi.

Şimdi Mus'ab radıyallahü anh, bir kat daha... hayır bir kat değil; bin kat daha güzeldir, bin kat daha kibardır, bin kat daha zarifdir. Sadece zahiri değil, batını da süslenmiştir.

Darül Erkam'a gizli ziyaretleri devam ediyor.

... kelime-i şehadeti söyledikten sonra büyük borç namaz. Mü'minin ömrünün sonuna kadar şerele ifa ettiği; ifa etmeye mecbur olduğu büyük yükümlülük. Müslümanı namazsız düşünmek nne kadar zor.

-Mus'ab, Muhammed'in dininne girmiş; namaz kılarken gözümle gördüm; haberiniz olsun!

İhbar, evde bir bomba gibi infilak etti. Hazret-i Mus'ab'ı bularak aile divanını kurdular. Ve derin bir sorgulama başladı.

Nasihatleri;

Tehditleri hep boş... Belliki hiç bir tedbir O'nu, yüzünü döndüğü yönden çeviremeyecek. Tek yol geriye kalıyor; Şiddet, zulüm ve baskı.

Anne-babasının emri ile mahzene attılar. Burada günlerce aç susuz bırakıldıktan sonra bir gün en kızgın saatlerde, güneşin altına çıkarılarak dayak ve eziyete başladı.

Oğulları ile haklı olarak iftihar eden ve üzerine titreyen anne-babası şimdi O'na bir tercih hürriyetini çok görüyor ve insafsızca işkenceler yapıyorlardı. Öz anne-baba, öz evladına nbunu eder mi? Bu ne taassuptur böyle?

Ama ne hepis ne işkence...

-İslamiyetten dön!

Talimatları hep red cevabı alıyor. Büyük sahibinin aile efradı, öfke ve üzüntü içindeler. Bu nasıl iştir, ne beladır başlarına gelen!!!

Baskılara kahramanca direnen Mus'ab hazretleri:

-Muhammed'i inkar et, onun haber verdiği Allah'ı inkar et, cahillik etme, sana ne oldu, sen ki şu beldenin en akıllı genciydin. Deli olma! Sana mutlaka büyü yapılmıştır. Zaten senin Peygamber dediğin de sahir!..

...Bu ve benzeri sözlere kainıtın değişmez mutlak hakikatı kelime-i şehadet ile cevap veriyor...

-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve Resuluhü!...

Yeniden zından; tekrar işkence, bir daha zından ve netice alınamayanıca hep zından.

.......

Büyük mazlum, bir gün serbest bırakıldı.

Nereye gitse? Onların yanına mı; yani ailesine?

Aile mi kaldı? Anne annelikten çıktı, baba babalıktan... Şimdi en yakınları ile arasında kapanmaz uçurumlar var. Yollar ayrıldı. Maksatlar farklı. Fikirler, duygular, heyecanlar uyuşmuyor. Ve aynı kanı taşıdıklarından çektiklerini, yabancılardan görmüyor.

Mus'ab rıdayallahü anh; ailesinin gözbebeği Mus'ab; tiril tiril kıyafeti, aşılmaz kibarlığı ile bütün hayranlıkları etrafına bir hale gibi çekmiş olan Mus'ab, bu şehire yabancılaşmıştır artık. Artık, bu insanlarla ortak tarafı yok. Onun kalbi, onun; efendisinin etrafında mum alevinde dönen pervaneler misali aşkla uçuşan yeni dinin salikleri ile aynı frekansta atıyor.

Şimdiden sonra anne onun için yok, baba onun için yok, aile onun için yok, akraba yok, komşu yok, şu şehir dolduranlar yok. Bunların hepsi onun yolunda ve onun uğrunda ölmüştür... efendisi Muhammed, sallallahü aleyhi ve sellem için.

Bütün bunlar yok ama; Allah var.

Allah'ın habibi var...

Öyle ise O, ne sonu gelmez sıcak kum deryalarında; ne de yalnızlığın insanı bir bıçak gibi kestiği buz ummanlarında.

Allah var gam yok.

Bu, hakikatın, ta kemiğe kadar, iliğe kadar işlediği iman...

Muminler, efendimizin emirleri ile birazcık nefes alabilmek için Habeşistan'a hicret ediyorlar. İşkencelerden yakayı kurtarmak başka türlü mümkün değil. Mus'ab radıyallahü anh da aralarında... Bu öncü sahabi, Habeş diyarında bir zaman kalıyorsa da Peygamber aleyhisselamın aşkına daha fazla dayanamayarak, yeniden Mekke yollarına düşüyor...

O, Mekke'den içeri girdiği sırada kainatın efendisi, aleyhisselatü vesselam, Hazret-i Ali Keremmallahü vecheh, iele bir kenarda oturmuş sohbet ediyorlar... Uzaktan bir gelen var. Gelen, yaklaşınca Resuller şahının gözleri yaşla doldu. Zira dünün o en pahalı ve en güzel giyinen gencinin üzerinde eski püskü ve yamalı bir entariden başka bir şey yoktur.

Hey gidi hey!... Şıklık ve zarafetinden yürüdüğü sokaklarda insanların pencerelere dökülüp ardınca baktığı Mus'ab bin Umeyr! Bu ne kahramanca fedakarlıktı böyle?.. İşte Sevgili Peygamberimiz nemli gözlerle, bunu ifade buyuruyorlar:

-Kalbini Allahü teala'nın nurlandırdığı şu kimseye bakın... Allah ve Resulünün muhabbeti onu bu hale getirmiştir.



YEMENE SIÇRAYAN NUR KIVILCIMI

RESULULLAH'IN BÜTÜN HARPLERİNDE BULUNAN; HAZRET-İ EBU BEKR DEVRİNDE İSLAMİYETİ TERKEDEN BEDBAHT MÜRTEDLERLE YİĞİTÇE VURUŞURKEN ŞEHİD OLAN O KAHRAMAN SAHABİNİN YÜKSEK RUHUNA OKYANUSLARA KOŞAN COŞKUN IRMAKLARIN BERRAK SULARI KADAR SELAMLAR OLSUN.

Peygamberimizi dinleyen biri şayet peşin hükümlü değilse mutlaka müslüman oluyor... insanların böyle tek tek müslüman olmaları putperest Mekkelileri son derece rahatsız etmekte. Bu yüzden etrafını uzaktan uzağa görünmez duvarlarla çevirerek insanlardan tecrid etmeye çalışıyorlar.. bu duvarlar; yalan, iftira ve dedikodu aşağılığı tarafdan kuşatıp aynı sözleri belki bin kere tekrarlayarak alabildiğine bir menfi propaganda ile beyin yıkıyorlar...

Tufeyl bin Amr'ı bile bu korkunç söz taarruzu ile kandırabildiler. O Tufeyl ki Yemen'in en iyi kabilesine mensup seviyeli bir insan. Aynı zamanda şair. Arapça lisanının ustalarından. Buna rağmen. O'nu da şaşırttılar. Tufeyl, duyduklarından ürktü ve tedirgin oldu.

...İslam güneşinin dünya ufkunda karanlıklar ıyırta yırta ağır ama emin bir yükselişle doğduğu günlerdi.. Kafirler, müminlere sadestçe zulmediyorlar. İşte bu hengamede Tufeyl bir Amr, Mekke'den içeri girdi. Ticaret yaptığı için bu şehre zaman zaman gelir; hem alış veriş yapacak hem de Kabe'yi ziyaret edecektir. çünkü hac mevsimi. Niyeti ve geliş sebebi bu... Ya kendisini bekleyen istikbal? Orası esrarlı bir perde ile örtülü.

Tufeyl'in geldiğini gören islam düşmanları, yanına gelerek hoş-beşten sonra konuşmaya başladılar. Sözü biri bırakıp biri kapıyordu...

-Aman dikkatli ol! Abdülmüttalib'in yetimi vardı ya; hatırlar mısın? Evet canım Muhammed! Şimdi büyük iddialar peşinde; Peygamber olduğunu söylüyor. Güya kendisine Kur'an isminde bir kitap geliyormuş. Şaşırdın değil mi? Büyülü sözleri ile aramıza ikilik soktu. Bir çok kimse de kandı ona Baba ile oğulu, karı ile kocayı birbirine düşürdü; kardeşi kardeşe düşman etti... aman ha semtine uğrama! O'nunla karşılaşsan bile tek kelime konuşma! Sözlerinin sihrine kapılırsın! Bizim başımıza gelen bu felaketin uğursuzluğu sizi de sarmasın. Onun için en iyisi burada fazla kalmayarak memleketine dönmen.

Bunları söyleyenler sıradan kimseler de değil. Şehrin en tanınmışları. Hatır sahibi insanlar... O yüzden Tufeyl şaşkın ve tedirgin. Buraya ne için gelmiş; karşısına nasıl bir hadise çıkmıştır... Kader'in kendisini o mübarek hadiseye taraf yapacağını Tufeyl nasıl bilsinki...

Bu azametle yürüyen ve kendilireni imtiyazlı gören adamların ettiği laflar o kadar çok tekrarlandı ki Tufeyl'de söylenenlerin doğruluğundan en ufak şüphe kalmadı... tamamen müşriklerin etkisindeydi; kararını verdi: Şayet O'nunla rastlaşırsa asla konuşmayacak; bir şeye söylerse cevap vermeyecekti... Şanlı-şöhretli şu kadar aklı başında insan yalan söylemiyordu ya!

Geldiğinin ikinci sabahında Kabe'ye giderken kulaklarını pamukla tıkadı. Olur ki karşılaşırlarsasözlerini duyarak ona inanabilir. Gençi zayıf iradeli değildir ama; yine de ne olur ne olmaz!..

Gerçekten Tufeyl bir Amr, Kabe-i Şerif'e vardığında Resulullah, sallallahü aleyhi vesellem, namaz kılıyordu. Tufeyl, sözlerinden kortuğu, kendisinden kaçtığı insanın her nedense gidip yakınında durdu. Hayret! O kadar yer varken efendimize yakın durması!... Asıl heyret edilecek olansa daha sonra vuku buldu. Kulağını sıkıca kapatan pamuğa rağmen yabancı adam, Peygamberimizin okduğu Kur'an-ı kerimden bazı parçaları işitti.

Ve işitmesiyle derin bir hayranlığa kapılması bir oldu. Neye uğradığına şaşırdı. Bu ne tatlı sözlerdi böyle! Ve o an aklını başına devşirdi. Ne diye şuna buna kanarak çocukça hallere giriyordu? Kendinden utandı ve yaptıklarını kınadı. "Ben dedi, kendi kendine mırıldanarak, iyi ile kötüyü ayırdedemeyecek birimiyim? Üstelik de şairim? Öyle ise bu korku niye, dediklerini beğenirsem, O'nu kabul eder, yoksa reddederim." Pamukları kulaklarından aldı ve bir kenara saklanarak çıt çıkarmadan kainatın baştacının anlatılmaz güzellikteki bir huşu ile okuduğu "Kur'an" buydu. Bu ne sihir ne de şiir. Bu sözler, beşeri değil. Bunlarda ilahi bir koku var. İlahi bir renk, ilahi bir ahenk taşıyor. Tufeyl, olduğu yere çakılmış gibiydi.

Zevk ve huzurdan, çevresinden kopmuştu. O şimdi sade bir çift göz olmuş iki cihan sultanını seyrediyor ve büyük rehberin dudaklarından kanatlanıp uçuşan surelerin sonsuz lezzetini yudumluyordu.

Nihayet Sevgili Peygamberimiz, namazını tamamlayarak evlerine dönmek üzere yola koyuldular. Ama; yalnız değiller. Bir gölgenin de mahcup adımlarla yüce sulatının ardısıra gelmekte olduğunu görüyoruz. "O da kim?" diye sormamıza hacet yok. Çünkü tahmin ettiğiniz gibi bu Tufeyl bin Amr ed Devsi'nin ta kendisidir. Çünkü...

...çünkü O'nu namazda gördüğü ve billur sesinden Kur'an-ı kerim'i ilk iştiği an içinde nurdan yanar dağlar indifa etmeye başlamış ve sana'tkar sezişi ile doğru bulmuştur... daha doğrusu ezelde takdir edilen vuku bulmuştur.

Efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, Hane-i Saadetlerine dahil olunca peşindeki aşık da mukaddes eşikten adımınnı atıyor:

Boynu bükük olarak halini arz ediyor:

-Milletin, hakkında kötü konuşuyor. Seni bir ağızdan bana çok fena karaladılar. Öylesine ürktüm ve o kadar çekindim ki ne olur ne olmaz sözlerin kulağıma çalınır da kanarım diye Kabe'ye gelirken kulaklarımı pamukla tıkadım.

Ama hikmete bakın ki, okudukların, hem kulaklarımın hem kalbimin pasını sildi!.. Allahın Resulü bana islamiyeti anlat! Kabule, müslüman olmaya hazırım.

Efendimiz, bu nasipli kula biraz kelamı kadim okudular...

Tufeyl, bundan daha güzel sözü ömründe işitmediğini söyleyerek kelime-i şahadet getirip müslüman oldu. Ve müslüman olarak Peygamberden sonra en üstün insanlar sınıfı eshab-ı kiram'a dahil oldu, radıyallahü anh...

Müslüman olanın ilk düşündüğü ailesine, kabilesine kavmine koşmak...

Evinde yangın olduğunu öğrenen insanın ilk yapacağı iş, yakınlarını kurtarmaktır. Az daha gecikse sevdikleri cayır cayır yanailir. Sokakları yıldırım hızı ile aşıp merdivenlerden üçer beşer atlayarak kapıdan içeri dalarken bu adamın kafasında sevdiklerini alevlerin canavar ağzandan almaktan başka fikir yoktur. Sevgili Peygamberimiz'den islamiyeti öğrenip de insanların şu halleri ile dolu dizgin cehenneme koştuklarını anlayan her yeni Mü'min'in ilk aklına gelen en yakınından başlayarak beşeriyeti kurtarmak. Maksat memleketler fethi, ünvan ve tahtlar değil.

Eshab-ı Kiram'ın en namüsait şartlarda kıtalar ve denizler aşarak yedi iklim dört bucağa at koşturmasının hikmeti bu. Onların atlarının izninin kölesi olalım. Onlar sırtlarında sade bir entari ellerinde çıplak bir kılıçla kızgın güneşleri, donduran soğukları yenerek islamiyet müjdesini topraklarımıza kadar taşımasalardı acaba şimdi kimdik ve ne idik?

Kalbine yüce dinimizin güneşi doğana Tufeyl bin Amr, radıyallahü anh, Peygamber-i Ekber, sallallahü aleyhi vesellem'den aldığı feyz ve ilhamla islam meşalesini ailesine ve milletine taşıdı.

Ebedi kurtuluşun nurdan kıvılcımları şimdi Yemen'e sıçramıştı.

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:39

Sevgili Peygamberim 5.Cilt
 
SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 5



Nübüvvetin beşinci yılı.

Zulme dur durak yok. Küfür, insafsız yangınlar, azgın dalgalar gibi mü'minlerin ve bilhassa arkasız mü'minlerin üstüne geliyor. İnkar cephesi için artık hayatın bir tek maksadı kalmamıştır; İslamiyeti yer yüzünden silip süpürmek. Onlara göre bir kimse Muhammedi olmakla putperestleri karşısına almış ve kendilerine harp ilan etmiş oluyor. birinin müslüman olduğunu öğrenmeye görsünler; aman Allahım, o ne vahşi tablolar!Aç kurtlar misali saldırıyorlar. Bütün mesele dayanmak, tahammül etmek... Ne kadar, nereye kadar, hangi güne kadar? Azap, işkence, zulüm, zulüm, zulüm.

Buna bir çare bulmalı; bir çıkış yolu aramalı. Acaba mir müddet için bile olsa Mekke'den gurbete mi göçseler?

Bir gurup mazlum sahabi, Resuller Resulünün muhteşem huzurlarındalar. Çektiklerini edebin en yüksek hali ile arzediyor; Sevgili Peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve sellem, birşeycik buyurmadan dinliyorlar... Sızlanmalar, dert yanmalar kendilerine malum olmasına rağmen tekrar tekrar büyük üzüntülerle anlatılıyor. Nihayet aziz arkadaşları, büyük; en büyük sahabi Hazret-i Ebu Bekir, radıyallahü anh, devreye girme zaruretini duydular.

Ey Allah'ın Resulü! Kafirlerin, Hatib bin Amr bin Abd-i Şems'e yaptığı işkenceleri görseydin bu arkadaşlarımızın dileklerini zarurete binaen kabul ederdin...

Hazret-i Ebu Bekir'in bu ricası üzerine Resululalh hicret izni verdiler.

Mekke'den, o ana-baba yurdundan sırf dinlerini korumak, ibadetlerini yapabilmek için ayrılma zahmetine giren bu garip ama eşsiz sahabiler, yine arz ettiler:

-Ya Resulallah! Hangi memlekete gidelim; nereyi tevsiye buyurursunuz?

Mü'minler, sevinçle karışık bir keder içindeydiler. Bir tarafta vahşi işkencelerden kurtulma ümidi, bir tarafta şanlı Peygambere hasret ve gurbet çilesi... Mübarek elleri ile Habeşistan; yani bugünkü Etiyopya'yı, Kızıldeniz'in batı tarafını gösterdiler... Eshab-i Kiram sevindi. Çünkü işaret buyurulan yer hem yakın, hem de Mekke ile aynı iklim kuşağında. Gidenler intibak zorluğu çekemiyecekler.

On erkek ve dört kadın, Habeşistan'a gitmek için gizlice hazırlandı. bunlar:

Osman bin Affan ve Sevgili zevceleri peygamber kerimesi Rukiyye binti Resulullah-ki Rukiyye radıyallahü anha'nın da hicret kafilesine dahil edilmesini server-i alem, Osman radıyallahü anha'a emir buyurdular;

Ve Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rabia ve zevcesi Sühlet binti Süheyl, Zübeyr bin Avvam, Mus'ab bin Amr, Abdurrahman bin Avf, Ebu Selem't-ibni Abdülesad ve zevcesi Seleme binti Umeyye, Osaman bin maz'un, Amir bin Rebia ve zevcesi Leyla binti Ebi Hayseme, Ebu Sabret't-ibni Ebi Rahim, Hatib bin Amr bin Abd-i Şems, Haris bin Süheyl ve muhacirlerin sağlıkla menzile vardıkları haberini getirmek için kendilerine refakat eden Esma binti Ebi Bekr, radıyallahü anha...

Hazret-i Osman, radıyallahü anh, ve eşi Rukiyye, Lut Peygamber'den bu tarafa küfrün elinden başka diyara göçen ilk aile. Bu sebeple buyurulan Hadis-i Şerif:

-Osman ve benim kızım, Lut aleyhisselam'dan sonrra hicret eden ilk karı-kocadır.

Muhacirler, kimsenin gözüne çarpmadan, kimseyi şüphelendirmeden sağ salim Kızıldeniz sahiline vardılar. Gerileyip gerileyip uysal bir at gibi ayaklarına kadar gelen dalgalar:

-"Çok çektiniz. Büyük imtihan verdiniz. Binin sırtımıza sizi rahat günlere taşıyalım" diyordu; diyor gibiydi. Deniz, ufuklara kadar çağırıyor insanı. Hür ve huzurlu zamanlar, bu ufkun hemen arkasında. Fakat bu sırada bir aksilik oldu. Birden Nevfel binti Muaviye, devesi ile önlerine dikildi... devedeki adam, soran gözlerle bakışlarını tek tek yüzlerde gezdiriyor. Ciddi ve şüpheci. Mü'minlerin yüreği çarpınan bir kuş gibi. Ama dıştan aldırışsız ve soğukkanlılar.

Adam, devesinde şöyle bir doğrulduktan sonrra sordu:

-Nereye gidiyorsunuz böyle?

Bu iki kelime, keskin bir nişancının ard arda fırlatıp tahtaya kapladığı iki yaman bıçak gibi sessizliği ortasında kesmişti.

Düşmana hile caiz. Harp hiledir. Harpte düşmana yalan yine o harbin taktiklerinden bir taktik. Hemen cevaplandırdılar:

-Denizde bir gemi parçalanmış onu satın almaya niyetlendik.

Nevfel, pek tatmin olmadı. Tatmin olmadığı için de umre niyeti ile gittiği Mekke'de şüphesini müşriklere açtı... Kureyş'in arasında hemen mbir panik koptu.

-Aman, dediler, bir ekip hemen ardlarından yetişip yakalasın. Gemi falan yalan. Onlar, bizden kaçan müslümanlardır.

Gerçekten silahlı bir gurup kureyşli, vakit kaybetmeden Kızıldeniz sahiline vardılar.... muhacirleri yakalayacaklarına, onları bu defa öyle beter işkencelerden geçireceklerine inanmışlardı ki kumasalı boş bulunca beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Kıyı boyunca aşağı yukarı koşturdularsa da görünen hiç bir şey yoktu. Sahile vuran dalgalar, "ahmaklar", "ahmaklar" der gibi sert ve alaylı.

Allahü teala, kendi aşkı uğruna vatanlarından ayrılma fedakarlığına katlanan mü'minlerin işlerinde kolaylık yaratmış, onlar, uygun deniz ve uygun havayla sal üstünde kısa zamanda Afrika yakasını bulmuşlardı. Kızıldeniz'in Asya sahillerinde tepinen kafir atlıları yumrukları ile boşluğu döve döve öfke içinde Mekke'ye döndüler.

Bu sırada Habeş kralı, "Necaşi" isminde bir hırıstiyandı. Mekke'den gelen bir kafile müslümanın, ülkesine sığındığını haber alınca iltica sebeplerini araştırdıktan sonra emniyetlerinin sağlanması için görevlilere emir verdi... Mü'minler, rahat ve huzur içinde hiç kimse karışmadan ibadetlerini yapabiliyorlar...

Bu esnada Mekke'de Vennecm Suresi indi. kahraman Peygamber, bu sureyi Kabe'de müşriklerin hazır olduğu bir zamanda okumaya başladı. Ağır ağır, tek tek okuyordu. İki ayeti kerime arasında bir miktar bekliyorlardı ki, anlamı zihinlere tam olarak yerleşsin. Yüce Allah, şöyle buyuruyordu:

-Doğan ve batan yıldızlar hakkı için sizin sahibiniz Muhammed aleyhisselam, asla dalalet ve hatada olmadı. O, kendi nefsinden söz söylemez. Onun kelamı Kur'an-ı Kerim'dir. O'nun din işinde sözü ancak Allahü teala'dan gelen vahiydir. bu vahyi O'na çok kuvvetli olan Cebrail aleyhisselam getirmiştir ki, kanadıyla ve haykırmasıyla nice şehir ve milletleri yerle bir etmiştir. Lat ve Uzza ve Menat ismindeki putlara ibadet edersiniz. bunların kudretleri nedir ki Allahü tealayı bırakıp onlara taparsınız?

Surenin okunması bitince Sevgili Peygamberimiz, secdeye vardılar.

Kafirler de secdede. Hatta kendini beğenmişleri bile yerden bir miktar topratk alıp alınlarına sürerek güya secde etmiş oluyorlar... Garip! Hem de çok garip. Kafirler can düşmanları ile birlikte secdeye varsınlar. nasıl olur?

İzahı şöyle: Efendimiz, kafalara tam olarak yerleşsin de unutulmasın diye ayet aralarında bir miktar durarak yavaş yavaş okuyordu ya? İşte ütün sır burada. Şeytan; o lanetlenmiş mahluk, bu duraklardan yararlanarak müşriklerin kulağına sanki Resulullah söylüyormuş gibi şu sözleri duyurdu:

-Putlar uludur. Onlardan şefaat beklenebilir...

Allah düşmanları, sözü efendimizin söylediğine inanarak sevindier ve o yüzden yere kapandılar. Ve kendi aralarında toplanan kafirlerin vardığı karar:

-Muhammed ilahlarımızı tanıdı ve dinimizi kabul etti. Zaten biz de rızık verenin, öldürenin ve diriltecek olanın Allah olduğunu biliyoruz. Lakin putlarımız da şefaatçidir. O, bugüne kadar bunu reddediyordu. Bundan dolayı kendisine düşmandık, bu yüzden intikam alıyorduk. Ama madem ki şimdi gerçeği kabul ediyor. Biz de bundan böyle ne o na, ne yolundakilere hiç bir sıkıntı vermiyeceğiz. Artık sulh dönemi başlamıştır. Şimdiden sonra barış içinde yaşayacağız.

Şeytanın hilesini müşrikler böyle ahmakça bir yoruma bağlamışlardı. Ortalıkta şu asılsız söz dolaşmaya başladı: "Muhammed aleyhisselamla, kafirler barış andlaşması yapmışlar!!!"

Velid bin Mugire, teminat vermek için Resulullah'a geldi:

-İnandığın yolda selametle yürü. Bundan sonra sana dokunmayacağız. Belki yardım bile edebiliriz.

Peygamberimiz, hayret ettiler. putperestler niçin yumuşamışlardı ki?

Cebrail aleyhisselam, gelerek olup bitenleri ayrıntıları ile nakletti: Sevgili Peygamberimiz, şeytanın kendi sözlerini ayeti kerimenin arasına katmasına çok üzüldüler. Yüce Allah, Habibi üzülmesin diye yine Cebrail aleyhisselamı yolladı:

-Senden önce gönderdiğimiz şeriat sahibi Resuller ve onları takipçisi Nebiler, ayet-i kerime okumak veya bir şey konuşmak arzuladıkları vakit şeytan, o Peygamberin sözüne de bir şeyle, katardı. Cenab-ı Hak, ilahi kelamla Şeytani sözü birbirinden ayırır; sonra kendi ayetlerini hüküm ve isbat eder. Allahü teala, insanların hallerini bilici ve hükmünü icra edicidir...

Allah'ın Resulü, teselli bulup rrahatladılar ve bu defa yeni gelen bu ayet-i kafirlere duyurdular. Putperestler, bunun üzerine:

-Demekki Muhammed, ilahlarımızın Allah yanında yüksek dereceleri olduğunu ikrar ettiğine pişman oldu. Bu sulh andlaşmasını bozmak demektir. Öyleyse biz de barıştan vazgeçtik. O ve yolundakiler yine düşmanımızdır. Açıkça ilan ediyoruz!

Mekke'de bütün bunlar olup biterken Habeşistan'a göçen müslümanlar ne yapıyor acaba? Onlar rahatlar. Necaşi iyi bir ev sahibi. Fakat bu asılsız muahede söylentisi da oralara kadar uçtu. bunu işiten muhacirler:

Öyleyse dediler,biz de vatanımıza avdet edelim.Buraya putperestlerin dayanılmaz eziyetlerinden kurtulmak için göçmüştük.Madem ki sebep ortadan kalktı biz de gidelim.

Hakikaten döndüler.Ama şayianın yalan olduğunu ancak Mekke'ye geldiklerinde öğrenebildiler...İş,işten geçmişti.

Varsın geçsin.

Allah'ın takdiri ne ise elbette o tecelli edecektir.

......

39

"En'am suresinin 22.ayetinde:"Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz;O'na insanların arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kişi"diye övülene nice selam ve nice gıpta ve nice hürmetler olsun.



Safa Tepesin'i görüyoruz.Bir gurup insan,toplanmış bir puta tapınıyor ve yalvarıyorlar.Ey tanrımız bize bol nimetler ver,şöyle şöyle kötülüklerden koru gibi. Taptıkları put Velid'in. Yani öyle garip bir tanrı ki bir de sahibi var. Peygamberimizin hizmetçisi Abdullah İbni Mes' ud hazretleri de orada ve onları uzaktan seyrediyor...koca koca adamlar,kendilerinden geçmiş halde putun önünde tuhaf hareketler içindeler. Ayin yapıyorlar. Gülünç ve insan haysiyeti için iğrenç manzara. Ahmaklığın en net karikatürize edilmiş tablosu; küfrün tiyatroluk fotoğrafı.

Abdullah ibni mes'ud, radıyallahü anh, birden efendisini görüyor. Evet O geliyor;büyük kurtarıcı ahenkli adımlarla yaklaşıyorlar.Tehlike,tuzak,ihanet onları durduramıyor.O, mübarek elleri ile dalalet perdesini aşağı çekip şu zavallı mahlukları, küçüklükten insanlık seviyesine yüceltmek;yani müslüman olmalarını gerçekleştirmek için büyük davetini bir kere daha tekrarlayacak.Ne derlerse desinler,tavırlar, kabulleri,öfkeleri hangi çap ve hangi buudda olursa olsun davet tekrarlanacaktır...

Efendimiz,başlarında, adamlar,ürkek,şaşkın ve küstah. Emir, en çarpıcı kelimelerden kurulu bir davet cümlesi:

-Ey Kureyşliler "La ilahe illallah" deyiniz!...

Küfrün beyninin tam ortasına indirilen bir balyoz. Yani: Yanılıyorsunuz, Halık'ınız olan ilah, Velid'in bu tahta parçası değil; ezeli ve ebedi olan Allah'dır. Mesajın anlamı bu. Söz, müşriklerin arasına bir dinamit gibi rüşmüştür. Gururları yaralandı ve nefsleri kabardı.. Velid başı çekiyor. Ebu Cehil'e dönerek:

-Ne dersin şunu bir güzel mahçup edeyim mi?

-İstediğini yapmakta serbestsin!

Velid, bir tırmarhanelik tip gibi putunu boynuna asarak Resuller sultanı'nın karşısına dikildi. Mağrur ve edepsiz:

-Sen bize her zaman ne diyordun? "Allah, insana şah damarından daha yakındır" değl mi? Bak işte benim tanrım bana ne kadar yakın. Herkes onu görmekte, Peki senin Rabbin hani? Haydi sen de onu göstersene!

Sevgili Peygamberimiz, bu sersem mantıklı çok bilmişe karşılık vermeyi lüzumsuz gördüler. Velid, bir cevap alamayınca savaştan gelen mağrur bir kahraman edasıyla yoldaşlarının arasına döndü. Putu tekrar karşılarına dikerek, ayini sürdürdüler... bu defa dilekleri kan kokuyordu:

-Ey tanrımız! Şu Muhammed'in ettiği yetti artık. bak sana bile sataşıyor. Herhaled onu öldürmekten başka çare kalmadı. Bu dileğimiz için bize yardımcı ol...

Peygamberimizi, Velid'in kuru ağaç parçasına ispiyonlayan putperestlerin sözleri bitince bir kafir cinni, nice zamandır beklediği fısatı bulur bulmaz hemen bunu kullandı. Putun içinden "izin veriyorum. Katledebilirsiniz. Ben de yardımcı olurum" diye sesler işitilmeye başlandı. Kafirler, şaşkın ve sevinçli. Şaşkınlar, çünkü tanrılarından daha evvel bir şey duymuş değiller. Sevinmelerinin sebebiyse yakarışlarının güya kabul görmüş olması. Hace-i Kainat ve mübarek hizmetçileri de putun dediklerini duydular. Efendimiz, Abdullah ibni Mes'ud'u da alarak üzüntülü bir halde geri döndüler. Abdullah ibni Mes'ud, radıyallahü anh, ancak eve vardıklarında sormaya cesaret edebildi:

-Ya Resulullah puttan gelen sesleri siz de işittiniz mi?

Aziz Peygamber, sallallahü aleyhi ve sellem, meyus bir halde iken daha evvel böyle bir sualle incitmek istememişdi.

-Evet; O, putların içine girerek halkı Peygamberlerin katline teşvik eden bir cinnidir. Ama daha evvel hangi cinni bunu yaptıysa sonunda helak olmaktan kurtulamadı.

.........

Aradan epeyce zaman geçmişti. Bir gün Sevgili Peygamberimiz, Abdullah ibni Mes'ud'la birlikte oturuyorlar. Aniden bir selam işittiler. Peygamberimiz selamı aldı ama hizmetçileri kimseyi göremiyor. Oratılakta olan biri yok. Abdullah ibni Mes'ud radıyallahü anh'ın şaşkınlığı devam ederken insanların ve cinnilerin Peygamberi, sallallahü aleyhi ve sellem, meçhul sese sordular:

-Gök ehlinden misin, yer ehlinden misin?

-Cinniyim.

-Niçin geldin?

-Musır isminde bir kafir cinninin bir putun içine girerek müşriklerin zatı alinize ziyan vermesi için onları teşvik ve tahrik ettiğini ve sizin de bundan üzüldüğünüzü işittim. Haberi aldığımdan beri bu dinsizi arıyordum. Nihayet O'nu yine Safa Tepesi'nde yakaladım; ve bir kılıç darbesi ile canını cehenneme yolladım... Yarın aynı tepeye gelerek müşrikler, putlarına tapınırken onları hak dine çağırmanızı istirham ediyorum. Siz, onları Allah yolunda davet ederken ben de Velid'in putuna girer ve sözlerinizi tasdik ederek sizi ve islam dinini överim. Böylece dostlarınız sürurlanır; düşmanlarınız üzüntüden kahrolur...

-İsmin ne senin?

-Semhec.

-Sana aha güzel bir isim vermemi ister misin?

-Hangi ismi ya Resulallah?

Sevgili Peygamberimiz:

-İsmin "Abdullah" olsun, buyurdular:

Cinni, kendisine bir peygamberin hele son ve en büyük Resul'ün bizzat ad vermiş olmasına o kadar çok sevindiki.

Peygamberimiz ve İbni Mes'ud, radıyallahü anh, ertesi sabah Safa'ya gittiler. Puta tapıcılar orada ve putlarına kulluk etmekle meşguller... Allah'ın Resulü onları tekrar tevhide ve islam dinine çağırıyor. Efendimizin sözleri üzerine kafirler, inat ve nisbet olsun diye putlara secde ederek yalvarmaya başladılar:

-Ey tanrımız bize Muhammed'i ve O'nun dininin kötülüğünü anlat; O'nu mahcup et!

Puttan sesler gelmeye başladı. Ses, efendimizi öven bir kaside okuyor. Şiir bitti. Bu defa islamiyeti düzgün bir arapça ile methetmeye başladı. Abdullah, vazifesini çok güzel yapıyordu.

Güruh, önce şaşırdı sonrra gazaba geldiler. Bu nasıl tanrı ki Muhammed'i yüceltiyor. O'nu şiirler ve güzel sözlerle kendilerine övüyor?

-İşte bu da Muhammed'in ayrı bir sihri!

...der demez tanrılarını paramparça ettiler. Söz dinlemeyen yaramaz bir tanrının sonu işte böyle olurdu. Zavallı ağaç parçasını iyice kırdıktan sonra kainatın Seyyidine saldırdılar; bazısı tartaklıyor, bazısı taş atıyor; mübarek saçları darmadağınık oldu. Adamlar kudurmuş. Ağızları köpük içinde. Biri de düşünemiyor ki "Biz Muhammed'in sahri" diyoruz ama bu nasıl ilah ki sihrin tesirinde kalarak ne diyeceğini şaşırıyor?

İnsanlığın en metin ve en sabırlısı, şu bir çift sözden gayri hiç bir şey demediler:

-Ey kureyşliler siz bana vuruyorsunuz ama; ben sizin peygamberinizim!

Bunak yaşta bir putperest, ucu sivri demirli bir değneği sevgili Peygamberimiz'in mübarek karnına saplamak üzereydi ki ihtiyarın "kütt" diye eli kırıldı... Sürü, şaşkın halde donup kaldı. Peygamberimiz ve hizmetçisi aralarından geçip gittiler.

......

Hamza!!.

Namlı bir insan. Herkesin sayıp çekindiği birri. Güçlü-kuvvetli pehlivan yapılı bir bahadır. iyi ok çekip mükemmel kılıç kullanıyor. Ava düşkün. Vaktinin çoğunu da avlanarak geçiriyor. Puta tapıcıların, Resulullahı hırpaladığı gün O, yine çölde ceylan peşindeydi. Sürmeli gözlü bir ceylanın oradan oraya sekerek kaçışları kendisini haylice yormuştu ama av ihtirası hayvanı kovalamaktan caymasına mani oluyordu. Bir yere geldiler ki ceylan artık kaçamaz oldu. Hayvancık nefes nefese olduğu yerde durdu ve Yüce Allah'ın izni ile dile geldi:

-Ey Hamza; sen benimle uğraşıyorsun ama üzerime çevirdiğin o oku şu anda yeğenini öldürmek isteyenlere çeksen herhalde daha hayırlı bir iş yaparsın!

...dedi. Hamza'nın şaşkın bakışlarına ve iki yanına salınan ellerine aldırmadan bir sıçrayışta kaçıp canını kurtardı...

Avcı ise başına gelenden ürkmüş halde karışık bir kafa ile evine döndü. Aç olduğunu; yemek çıkarmalarını söyledi. Hanımı O'na yemeğini hazırlarken aniden gözlerinden yaşlar boşandı. Hamza, hayret dolu bakışlarla soruyor:

-Hayırdır; niçin ağlıyorsun?

-Hiç sorma!.. Muhammed'i çok fena dövdüler. Yüzü gözü kan içinde, insan insana böyle muamele eder mi?

Hamza'nın tüyleri diken diken oldu. Az sonra kopacak bir fırtına gibi.

-Ebu Talib neredeydi?

-Hayvanları kırlara götürmüştü.

-Ya Ebu Lehep!

-O mu? Ah o, ah o! "Öldürün şu yalancı sihirbazı" diyerek saldırganları kırıştırıyordu. Düşmandan beter bir amca?

-Peki Abbas'a n'oldu?

-Ellerinden kurtarmak için haylı uğraştı ama...

Hamza, yemeği bir kenara iterek öfkesinden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ve:

-O'nun intikamını almadıktan sonra yiyip içmek bana haram olsun!

Diyerek acele zırhını giydi, kılıcını kuşandı, atına atladı ve yayı elinde olduğu halde bir yel gibi Safa Tepe'sini buldu. Ucuz kahramanlar henüz dağılmamışlardı. Hamza'nın gelişi dikkatlerini çekti. Bir anda yüzleri donuklaştı. Bütün bakışları ile O'nu izliyorlar:

-Eğer, dediler, önce gelip bizi selamlar sonra tavafa giderse korkacak bir şey yok.Ama ilkin tavafa yönelirse bu öç almak için geldiğini simgeler...

Hamza, yanlarından hışımla geçerek tavafını yaptı ve az sonra çakmak gözler ve dağ gibi bir heybetle önlerine dikildi.

-İnsafsızlar sizi! Vallahi o sırada burada olsaydım hepinizi gebertirdim!!! Muhammed'i kim dövdü?

Şeytan zekalı Ebu Cehil, hemen lafın önüne geçti:

-Ben!

Hamza derhal atını O'na doğru sürerek elindeki yayı baş kafirin kafasına indirirken bir taraftan da:

-Böyle müstesna bir insana yaptıklarınızdan hiç mi utanmıyorsunuz? Sizi alçak reziller sizi. Eğer O'nun dedikleri suçsa işte ben de Müslümanım ve buradayım! Var mı bir diyeceğiniz?..

Kimse bir şey diyemiyordu. Çünkü O'ndan ciddi şekilde korkarlardı... Ebu Cehil'in kafası birkaç yerden yarılmış kanıyordu.

Ses-soluk çıkmayınca Hamza, tekrar atını mahzumladı. Cins arap atı, az sonra görünmez oldu. Hamza, geldiğinde Alemlerin efendisi bir kenarda yüzünü Kabe'ye dönmüş olarak düşünceli bir halde oturuyordu.

-Esselamü aleyke sevgili yeğenim!

Peygamberimiz, selamı aldıktan sonra hüzünle konuştular:

-Bu şahıs terket ki kimsesizdir. Ne pederi, ne amcası, ne kardeşi, ne arkadaşı, ne de bir destekçisi var.

Mukaddes insan, böylece amcasına sitem ediyordu. Önce yakın akrabasın'n müslüman olması lazım gelmez miydi?

Hamza teselli etmek için:

-Üzülme! Sana zulmeden Ebu Cehil'in başını bir kaç yerinden yardım, düşmanlarını sindirdim. intikamın alınmıştır.

-Beni Hak Peygamber olarak gönderen Allah için söylüyorum ki kılıcınla bütün müşrikleri katletsen; vücudun da baştan aşağı kana bulanmış olsa kelime-i şahadet getirmedikçe bu yaptıkların Allah indinde hiç makbul olmaz.

Hamza, duyduklarından irkilmiş olarak ve biraz da müdafaa kabilinden:

-Müsterih ol. Artık sana ilişemezler.

-Amca! Sen iman etmedikçe ben müsterih olamam. İman etmen yeğenin için alacağın önceden daha üstündür.

Hamza onun yanına otururken lafı değiştirdi:

-Kureyş arasında bir söz dolaşıyor. Gökten sana bir kelam inmiş ki hayli çekiciymiş. kimden öğrendin onları?

-Hiç kimseden. Onlar Rabbim'in sözleri...

-Biraz okusan...

Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, Ha-Mim suresinin başından bir kaç ayet okudular...

-Efendimiz sustuklarında Hamza:

-Buradan anlaşılıyor ki, senin Rabbin "La ilahe illallah" diyenleri affediyor; doğru anlamış mıyım?

-Evet.

-Galiba bunu söyleyenlerin pişmanlıklarını da kabul ediyor?

-Doğru.

-"La ilahe illallah" demiyenlerse büyük azaplarla korkutuluyor...

Evet.

-Bir miktar da diğer ayetlerden okur musun?

Peygamberimiz, biraz da Taha Suresi'nden okumaya başladılar. "Yerde-gökte ve bu ikisi arasında olanlar ve yerin altındakiler, hepsi O'nundur" ayetine gelince amcası Resulullah'ın okumasını kesti:

-Bizim Mekke'de binbeşyüz putumuz var. Bunların üçyüzaltmışı Kabe'de, diğerleri etrafta bulunuyor. Onların, tek karış toprağa bile hükmü geçmez... Sen ne diyorsun: "Yerde ve Gökte olanlar benim Rabbimindir"

-Ta kendisi.

-Bu gece bir düşüneyim yarın gelip iman ederim. Şimdilik hoşça kal...

Amcasının Müslüman olma vaadi Server-i alemi sevindirdi. Çünkü onun Müslüman olması müminleri çok kuvvetlendirecekti...

..........

Hamza'nın oradan ayrılmasından hemen sonra, Sevgili Peygamberimiz'e dört melek geldi. Habibine yapılan kötü muamele Yüce Allah'ı incitmişti. melekler, selam vererek kendilerini ve ziyaret sebeplerini arz ettiler.

-Ben, dede birincisi, denizler meleğiyim. Emret bunları da Nuh ümmeti gibi sulara gömeyim!...

Peygamberimiz:

-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim, dediler...

İkinci melek söz aldı:

-Ben rüzgar ve fırtına meleğiyim. İzin ver; Ad milleti gibi Mekke'yi de içindekilerle beraber havaya savurup yele vereyim...

Peygamberimiz aynı sözü tekrarladılar:

-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:39

RE: Sevgili Peygamberim 5.Cilt
 
Üçüncüsü:

-Ya Resulallah! Ben Güneş meleğiyim. Sen buyur ben, güneşi onların tepesine yaklaştırayım; cümlesini kavurup kömür etsin.

-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.

Sonuncu melek:

-Ben Dağların meleğiyim. Şayet sen istersen Ebu Kubeys dağını yerinden alıp mekke'nin üzerine bırakayım; ne şehir kalsın ne içindekiler...

Mübarek dudaklarda hep değişmez karşılık:

-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim. ve devam buyurdular:

-Ey melekler! Siz benim ricamı kırmazsınız değil mi?

-Elbette ya Resulallah!

-Gelin öyleyse ben dua edeyim siz de "amin" deyin.

Ve mübarek ellerini semaya açarak yalvarmaya başladılar.

-Ya Rabbi! Üzerimden azabı kaldır. Milletimize iyilikler ver. Onları doğru yola getir. Milletim Peygamberliğimi bilmiyor. Sen onlara hidayet ver; azap eyleme.

Melekler hayret içindeler:

-Amin, amin, amin, amin. Allahü teala, sana güzel karşılıklar versin. Evvelki Nebiler güç durumda kaldığı vakit yardımlarına koştuğumuzda; onlar beddua eder ve kavimleri helak olurdu. Sense şu kadar kötülüklerine rağmen bunların iyilik ve kurtuluşları için dua ediyorsun?

Diyerek Hatemül Enbiyadaki üstün ve güzel ahlaka hayret ve hayranlıklarını gizleyemediler.

-Hak teala hazretleri, beni alemlere rahmet olarak gönderdi. Ben, azap sebebi değil, ebedi saadet vesilesiyim, buyurdular.

Melekler sevinerekk ayrıldı...

.........

Sevgili Peygamberimizin nnur kaynağı kalbleri o gece hep amcası Hamza'nın Müslüman olması için dua ile meşgul oldu.

Peygamber duası, kalbden kalbe aksediyordu. Hamza, Efendimize duyduğu sevgi ve O'nu korumak için gösterdiği gayret yüzünden, eşikten atlamak üzereydi ve son tereddütlerden de kurtulması için kendisine rahmet yağmurları gibi dua yağıyordu. Üzerine çisil çisil dökülen bu dualar sebebi ile Hamza, kalbini dolduran aşk ve iştiyakdan dolayı o gece tam kırk kere Resul-i Ekrem'in kapısına geldi... geri döndü... gitti geri geldi. med-cezir halindeki engin bir deniz gibiydi. Resulullah ay O, deniz gibiydi.

...uykusuz geçen bir geceen sonra nahayet son gelişinde yeğeninin kapısını çaldı. Artık sabah olmuştu. Büyük Peygamber O'nu içeri alıp münasip şekilde ağırladıktan sonra söze girdiler:

-Hatırlayacağın gibi aramızda bir ahd vaki oldu. İman edecektin. Vaadine vefa göstermeni bekliyorum...

-Doğru. Ancak biraz daha Kur'an okusan!

Peygamberler peygamberi Rahman suresinin başından bir mikdar okumuşlardı ki amcası durdurdu.

-Yeter! En ufak şüphe ve tereddüdüm kalmadı. La ilahe illallah Muhammedün Resulullah!...

Evet, beyaz köpüklü o dalgalı denizin gel-gitleri bitti; Hamza müslüman oldu ve Hazret-i Hamza oldu. Mü'minlere müjdeler olsun. Hazret-i Hamza, radıyallahü anh, otuzdokuzuncu müslüman. Bu demektir ki kırka bir şey kalmadı. Kırkı bulunca da rakamları makara ipliği gibi çözülecek.

Bu büyük insanın islam saflarına iltihakı, küfrün cesaretini kırdı. O'ndan duyulan korku yüzünden müşrikler şimdi eskisi kadar saldıramıyor.

Yarınlar, iman ehline tebessüme hazırlanmakta.



40...veya meydanlar selama dursun!

BENİ BİLEN BİLİR.

BİLMİYEN BİLSİN Kİ

ÖMER İBNİ'L HATTABIM !

Hazret-i Ömer radıyallahü anh



Kureyş, Hazret-i Hamza radıyallahü anh'ın müslüman olma şokunu henüz atlatmış değil. Ama asıl şok; daha doğrusu büyük darbe geride. Ummadıkları biri müslüman olmak üzere. Bu beklemedikleri şahsın müslüman olması ile küfrün dünyası başına yıkılacak.

...........

Ömer, Kureyş'in şöhretli isimlerinden.

İri yarı, heybetli görünüşü, kızıl gür saçlı, sık sakallı bir insan.

Tehlikeleri hiçe sayan bir tabiatı var. Ticaretle uğraşıyor...

O'nu Kabe yolunda görüyoruz. Niyeti Peygamberimizi uyarmak. "Vazgeç bu ettiklerinden diyecek. Dinimize, yolumuza ilişme. Eğer insanları kendine çekmeye devam edersen bunun hesabını verirsin!" ihtarını yapacak. Aksi halde şu cemiyet çözülecek, gemi su alacak, asırlık çınar kurumaya yüz tutacak, töre bozulacak.

Hayır! Ömer, yanılıyor. Kız çocuğunu diri diri toprağa gömerken nasıl hata ediyorsa öyle yanılıyor. Asırlık çınar yani Kureyş, yani bütün arap milleti, yani bütün yeryüzü kurumuşken; görünüşteki aldatıcı canlılığa rağmen ölmüşken; O'nun sallallahü aleyhi ve sellem, getirdiği ebedi nizamla dirilecek.

Bir dağ gibi yolları doldura doldura yürüyen Hattaboğlu'nun Kabe'ye vardığı esnada Resul-i Ekrem, oradaydı ve Elhakka Suresi'ni okuyordu. "Okuması bitsin, dikkatini çekerim" diye niyetlendi ve bir kenara saklanarak dinlemeye başladı. Fakat dinledirçe kendine birşeyler oluyordu; Kur'an-ı Kerim'e karşı hayranlık duyguları kabardı. Bunun üzerine şöyle düşündü; "Evet; galiba doğru, O, Kureyşin söylediği gibi şair"

Niçin şair?

Çünkü, Ömer İbni'l Hattab'ın o anki mantığına göre; "Bu kadar güzel cümleleri ancak bir şair kurabilir. Şu sözlerde ne kadar güzellik ve çekicilik var. Bu denli güzel kelimeler yalnızca bir şairin dudaklarından dökülebilir." O, saklandığı köşede, içinden bu muhakemeyi yaparken Sevgili Peygamberimiz, surenin kırk ve kırkbirinci ayetlerine gelmişlerdi:

"-Muhakkak ki, O Kur'an, Allah katında çok şerefli bir Resulün (Cebrail'in) sözüdür. O, bir şair sözü değildir. Siz ne az inanır kemselersiniz!"

Ömer, hayretler içinde kaldı. "Tamam" dedi kendi kendine. "Zihnimden geçenleri anladığına göre aynı zamanda bir kahin." Ama bu yorum da cevabını aldı. Efendimiz, okumaya devam ediyorlar:

-"O, bir kahin kelamı değildir. O Kur'an, Alemlerin Rabbinden inzal olmuştur. Eğer, Peygamber, indirmediğimiz bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve hayatına son verirdik! Hiç biriniz de onu muhafaza edemezdiniz. Doğrusu Kur'an, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir nasihattır. İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu elbette bilmekteyiz. Kur'an münkirler için bir iç yarasıdır. O, hiç şüphesiz tam bilginin kesin gerçeğidir. Öyle ise, O büyük, O Yüce Rabbinin ismini an!"

Ömer; o heybetli adam, işittikleriyle alt-üst olmuş ve kalbinin şuracığı yumuşayıvermişti. O kadar hislendi ki gözlerininyaşlanmasına mani olamadı. Ama çevere yok mu, çevre? Kötüler!... Kötüler, dört yanı kuşatmışken Allah'ın izni olmadan onları aşarak zulmet bölgesini geçip ışığa varmak ne mümkün!... Nitekim Hattaboğlu'da hakikate bu kadar yaklaşmışken; imanla arasında handiyse bir tül perdelik mesafe kalmışken küfür yine arayı derinleştirdi, ortalık yine zifiri karanlığa boğuldu....

.........

İslamın zuhurunun altıncı yılı.

Hazret-i Hamza radıyallahü anh, Müslüman olalı üçgün olmuş, Bütün Mekke çalkalanıyor. Hamza radıyallahü anh'ın islama geçişi şirk dünyasını kara yaslara boğmuştur. Eğer mani olunmazsa gidişat iyi değil....

İşte Kureyş büyükleri, aralarında toplanmış çareler arıyor. Her zamanki gibi Ebu Cehil, yine başrolde.Bu mel'un adama göre hedef; Peygamberi katletmek! Bunun dışında tutulacak her yol hüsrandır.

-O- tanrılarımızı yeriyor. Bizleri tahrik ediyor ve ecdadımızın cehennemde olduğunu iddia ediyor. Kim Muhammed'i öldürürse kendisine yüz tane kızıl tüylü deve, çilçil altınlar, gümüşler, elbiselik kumaşlar, bol miktarda misk vereceğim. O'nu öldürecek kimse abad olacak; servete boğacağım o bahadırı.

Herkes, birbirinin yüzüne bakıyordu. Ebul Kasım' öldürmek! O'nu öldürmek fevkalade riskli bir teklifti. O'nun ölümü ile Kureyş, ikiye bölünecek ve kan davaları memleketi bir veba salgını gibi kasap kavuracaktı. Herkes, çeşitli düşünceler içindeyken ömer, ayağa kalktı. Tahrik ve vaadin parlaklığı kalbinde İslam güneşine açılmaya başlayan pencereciği yeniden kapatmış ve onu tekrar eski haşin haline iade etmişti:

-Bu işin üstesinden ancak Ömer İbni'l Hattab gelebilir!...

Kalabalık, bir an ateş yalımına tutulmuş gibi irkildi ama kendini çabuk toparlayarak:

-Doğru diyorsun Hattaboğlu, dediler, bunu ancak sen başabilirsin. Bizi bu musibetten olsa olsa sen kurtarabilirsin.

Onlar beşuş çehrelerle Ömer'i alkışlarken O, sesini bir iki perde daha yükselterek konuşmasını sürdürdü:

-Ben bu meseleyi halledeceğim ama; ya sen sözünde durmazsan Ebu Cehil?

Zalim kurt, eline geçen böyle bulunmaz bir fırsatı kaçırır mı?

-Sorduğun şeye bak! Haydi Kabe'ye gidelim. Hubel'in huzurunda and içecek; vaadimi bir kere daha tekrarlayacağım ki şüphelerin kaybolsun.

...gittiler; Ebu Cehil, dediklerini yaptı. Bunun üzerine Ömer, kılıcını kuşandı ve "Lat ve Uzza'ya yemin olsun ki bu işi bitirmeden gelmeyeceğim" dedi.

Öfkelerle bu noktaya varırken Cenab-ı Hak, Ömer İbni'l Hattab'ı Sıddıklar defterine yazacağına yemin ediyordu.

Yüce Allah, buyurdu ki:

-Sen, sevgilimi öldürmek için kılıç kuşandın; lakin ben O'nun aşkını senin boynuna geçirdim. İzzet ve celalim hakkı için nice şehirler senin elinle İslama gelecek ve düşman ülkeleri senin korkunla titreyecekti.

.............

Hattaboğlu, yola koyuldu; Sevgili Peygamberimizi arıyor.

Kenar yollardan Hacire'de Nuaym bin Abdullah'la karşılaştı.

Abdullah da yeni dinin mensuplarından. Ömer, bundan habersiz tabii. Ömer'in böyle pusatlanmış olarak hışımla yürüyüşü O'nu şüphelendirdi ve bir mümin uyanıklığı ile durumun endişe verici olduğunu sezmekte gecikmedi:

-Uğurlar olsun ya Ömer. Nedir bu telaş? Mühimce bir işin olmalı!

-Arap milletinin arasına tefrika sokan, tanrılarımızı beğenmiyen, bizleri hor gören Muhammed'i öldürmeğe gidiyorum.

Nuaym, haberin korkunçluğundan şöyle bir sendelediyse de hemen toparlandı:

-Zor birişe kalkışmışsın. Tut ki muvaffak oldun. O zaman Abdülmuttalib oğulları seni sağ bırakır mı?

Söz Ömer'in hoşuna gitmemişti.

-Yaa demek öyle! Anlaşılıyor ki sen de Muhammedisin. Bari önce senin kelleni uçurayım, dedi ve sağ eli, öfkeyle kılıcının kabzasını aradı.

Nuaym:

-Ben babalarımın dinindeyim. Lakin işte sana garip birr haber:

-Kardeşin Fatıma ile kocası Said de Müslüman. Bundan hamberin var mı? Önce onları yola getir sonra başkasına karış.

Ömer ummadığı birşeyi iştimişti. Şaşırdı, sarardı ve çareyi inkarda buldu.

-Hayır! Yalan! Yalan diyorsun. Onlar Müslüman değil.

-Ben yalan söylemiyorum. Uzakta değiller ki git sor.

Mübarek sahabi Peygamberimizi bir tehlikeden uzaklaştırmak için bu oyalayıcı haberi bir olta olarak kullanmıştı.

..........

Said bin Zeyd'in evi..

Eve yaklaştıkça bir erkeğin okuduğu Kur'an-ı kerim işitiliyor....

Said ve hanımı ilk mü'minlerden. Yolaçıcı bayrak insanlar. Habbab bin Eret radıyallahü anh'ı evlerine davet etmiş ondan Kur'an-ı kerim öğreniyorlar. Evin dışına sızan, Hazret-i Habbab'ın okuması.

......

Ömer, bir kaç saniye hiddetle karşısındakinin yüzüne baktıktan sonra geri dönüp seri adımlarla uzaklaştı. "Kızkardeşinle enişten de müslüman" sözü ona her şeyi unutturmuş ve önce bu aile için ihaneti cezalandırmaya karar vermişti. Said'in evine yaklaşırken o derinden derine işitilen Kur'an sesi ömer'i buluyordu... "..demek doğru" dedi içinden ve kapıyı kırrcasına yumruklamaya başladı... Evdekiler kılıç kuşanmış haldeki öfkeli Ömer'i görmüşlerdi. Şimşek hızı ile Habbab'ı kilere, Kur'an yazılı sayfayı da gizli bir yere sakladıktan sonra kapıyı açtılar. Mümkün mertebe tabii görünmeğe ve renk vermemeye çalışıyorlardı.

-Ne okuyordunuz?

Adımını eşikten içeri atan Ömer'in ilk sorduğu bu olmuştu. İşte müşkül an... ne deseler Ya Rabbi; ne söyleseler? İki ayağı üzerinde yere çakılmış gibi dimdik duran Ömer, patlamaya hazır bir yanardağ gibi. Yakıcı nazarlarla cevap bekliyor.

-Hayır dedi eniştesi, sana öyle gelmiş. Ne okuyabiliriz ki. Sadece konuşuyorduk. Belki sesimiz yüksek çıkmıştır.

Laf, Said'in ağzında yarım kaldı. Ömer, eniştesini yakasından kavradı kendine çekti ve; sonra da şiddetle yere çaldı. Hanımı Fatıma, said'i yerden kaldırmaya fırlamıştı ki yüzünden amansız bir tokat patladı. Tokat, narin islam hanımına balyoz gibi ağır gelmişti... gözlerinde şimşekler uçuştu, yıldızlar yanıp söndü.

Kan!...

Pembe bir kan, mübarek kadının dudak kenarından sızmaya başladı... İşte müthiş an. Tokat kime vurulmuştu? Zahirde bir mümineye; ama aslında zulmet duvarı tokatlanmıştı...

Ne de olsa ciğer...

Kardeşini kanlara bulanmış gören Ömer'in kalbine nur huzmeleri sızıyor...

İlk pişmanlık kıpırtıları... Baskına gelen, beldi de eniştesi ile kızkardeşini dayaktan kırıp geçirme niyetiyle içeri giren Ömer, aniden durgunlaştı...

-Niçin? Niçin ey Ömer? Allah'dan utanmıyor; ayet ve mucizelerle gönderdiği Peygamberine iman etmiyorsun? Niçin? Evet saklamıyoruz. Ben ve kocam islamla şereflendik. Başımızı şu belindeki kılıçla kessen bile bizi bu dinden döndüremezsin, anladın mı?

Fatıma, Ömer'in kritik anını çok güzel yakalamıştı. O dağ gibi heybetli, O gölgesinden kaçılan adam, hem de bir kadının, hem de küçüğü olan kız kardeşinin her kelimesi Ömer tokatı kadar acı sözleriyle hurma ağacı gibi silkeleniyordu.

Bir kenara ilişti. Kabaran pişmanlık duygusu içini kemiriyordu.

-Şu demin okuduğunuzu görebilir miyim?

Fatıma, Taha suresinin yazılı olduğu sayfayı getirdi... Ömer, okudukça kendini kaptırıyor; Kur'an-ı Kerim'in güzelliği O'nu içten içe etkiliyordu...

-"Göklerde, yeryüzünde, bunların arasında, toprağın altında olan her şey yüce Allah'ındır!" Anlamındaki ayete gelince hayretini gizliyemedi.

-Fatıma! Bu kadar mahluk hep sizin ilahın mı?

-Elbette. Şüphen mi var?

-Halbuki bizim binbeşyüz tanrımz olduğu halde halde hiç birinin tek karış yeri yok, diye mırıldandı. Ve ayeti okumaya devam etti:

-"Sen sözü ister açığa vur, işter gizle dur, birdir. Çünkü O Allah gizliyi de gizlinin daha gizlisini de bilir. Ondan gayri tapacak ilah yokttur. En güzel isimler O'nundur.

Taha suresinden sonra Hadid Suresi'nden bir miktar okudu:

-"Göklerde ve yerdekiler Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. O, kudretiyle her şeye üstün gelen bir aziz, hikmetiyle her yaptığını yerli yerinde yapan bir Hakimdir. Göklerin ve yerin mülk ve tasarrufu O'nundur. Dirilten, öldüren, her şeye gücü yeten O'dur. Evvel O'dur, ahir O'dur, zahir O'dur, batın O'dur, O, her şeyi bilendir. Gökleri ve yeri altı devirde yaratan, sonra arş'ı hükmü altına alan O'dur. O, yere gireni, yerden çıkanı, gökten ineni, göğe yükseleni bilendir. nerede olursanız olun O sizinledir. Allah, bütün yaptıklarınızı görendir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Bütün işler ancak, Allah'a döndürülür. Geceyi gündüze katar, gündüzü geceyi katar, O gönüllerdekini de bilendir. Allah'a ve Peygamberine iman edin. Size varis ettiği şeylerden Allah yolunda sarf edin. içinizden, iman edip de mallarını Allah yolunda sarf edenlere büyük büyük mükafaat vardır. Peygamber, Rabbınıza iman etmeniz için hepinizi davet edip dururken size ne ouyor ki Allah'a iman etmiyorsunuz. Halbuki O, sizden iman edeceğiniz hususunda kesin söz de almıştır."

Ayetler üzerinde tefekkür eden Ömer:

-Bunlar ne güzel sözler. Daha şereflisi daha güzeli olamaz! der demez saklı bulunduğu yerden heyecanla ortaya çıkan Habbab bin Eret:

-Müjde ya Ömer! Resulullah'ın ettiği dua inşallah senin hakkında kabul olur:

-Resulullah, dün gece "Allahım! İslamiyeti Ebül Hakem bin Hişamla veya Ömer bin Hattabla kuvvetlendir" diye yalvardı... Allah Allah, şu işe bak ya Ömer, dedi... Habbab'ın sevinçten yüzünde güller açıyrdu.

Etrafını saran Said, Fatıma, Habbab hep O anı; kelime-i şahadeti söyle söyleyeceği zamanı bekliyorlardı. Ümidle doluydular. Ümidin havaya hakim olduğu nadir anlardan biriydi... ağzının içine bakıyorlardı adeta. Vakit gelmişti; bunu seziyorlardı... Ömer sordu:

-Peygamberi nerede bulabilirim?

...deminki katı adam gitmişti. Temiz bir yüz, cana yakın bir insan konuşuyordu... Buna rağmen Fatıma yine de ihtiyatlı. Kadınlara mmahsus aşırı duyarlıkla tedbiri elden bırakmıyor.

-O'na zarar vermiyeceğine bizi temin edersen yerini söyleriz.

-Yemin ederek söz veriyorum.

-Erkam'ın evinde; bir kısım sahabi ile birlikte.

-Habbab! Beni O'na götür müslüman olacağım!...

Bu ne hoş cümle böyle. Bu cümleyi duyan üç müslümanda engin ve anlatılmaz sevinçler.

Bu saadeti tatdıran Allah'a hamd olsun.

Hazret-i Ömer'le Hazret-i Habbab, Darül Erkam'ın yolunu tutmuşken bu ufacık İslam yurdunda bulunan mü'minler de "Kelime-i şahadeti bir kerecik olsun topluca ve yüksek sesle küffara karşı haykırmadık. Yoksa bu bize nasıp olmayacak mı?" diye dertleniyorlardı.

-Ya Resulullah! İzin ver dışarı çakıp Allah'ın ismini şu süfli cemiyete avaz avaz haykıralım! Bu hasret içimizde kalmasın.

-Ey gönlü kırık müminler. Gam çekmeyin. Kalbinizi kavi tutun. O Allah ki İbrahim aleyhisselamı Nemrud'un ateşinden koruyup orayı bir gül bahçesi yaptı, Musa aleyhisselamı büyücülere galip getirdi, İsmail aleyhisselamın boynunu bıçağa kestirmedi. Biz fukarayı da elbette düşman şerrinden saklayacaktır. Diyerek arkadaşlarına cesaret verdi.

Kalblerde ümid menekşeleri tomurcuklanırken ellerini semaya açarak sözlerine devam buyurdu:

-Ya ilahi, bu otuzdokuz garip sana iman etmiş ve can ve gönülden kul olmuşlardır. Bunların gözyaşı ve gönül ateşleri hatırına bize acı, kafirlerden koru ve şan ve şeref sahibi biri ile bu dine kuvvet ve bu biçare müslümanlarra zafer nasip eyle.

Hemen o dakika Cebrail aleyhisselam geldi ve:

-Ey Allahın Resulü! Milletinin büyüklerinden birinin Müslüman olmasını arzulamışsın. Hak Celle ve ala, duanı kabul ederek Ömer'i senin hizmetine verdi ve bu din-i İslamı O'nunla güçlenddirdi. Dün gece bin melek "Ya Rabbi Ömer İbni'l Hattabı şakiler defterinden silip saidler defterine al" diye yalvarmışlardı. O, şimdi buraya geliyor, kendisini istikbal etmeye hazırlan, dedi.

Cebrail'in cümlesi tamamlanmıştı ki kapı çalındı. Kapının aralığından bakan Bilal-i Habeşi radıyallahü anh, kül gibi bir benizle geri çekildi. Zira Ömer silahlı olarak kapıya dikilmişti. Ömer'in kapıya kadar sokulduğunu gören diğer eshab da korktu. Çünkü O, öyle kolay altedilecek bir rakip değildi... Hazret-i Hamza arkadaşlarını yüreklendirdi:

-Boşa telaşlanmayın; gelen nihayet bir kişi. İyi niyetle geldiyse hoş geldi. maksadı kötüyse kılıcımla kafasını koparırım, dedi ve dışarı çıkarak Ömer'in önüne dikildi.

Emekdar Üye 24 Mart 2009 08:39

RE: Sevgili Peygamberim 5.Cilt
 
-Ya Ömer! Biz Abdülmuttalip oğullarıyız. Demiri bile toz eder havayy püskürtürüz! Allah Resulü'nün kılına dokundurtmayız. Bunu iyi bil ve adımını ona göre at!

Konuşmaları içerden duyan Sevgili Peygabembirimiz, kapıya gelerek Hattaboğlu'nu iltifatlarla karşılayıp kucakladı.resul aleyhisselam, Ömer'i öyle sıktı ki sanki kemikleri birbirine geçti ve kılıcı yere düştü ve kendisi de efendimizin heybetinden yere kapaklandı; ve yerinden doğruldu; Peygamber şehadeti ile Müslüman oldu:

-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühu.

Sevgili Peygamberimiz, o kadar memnun oldu ki; saadetinden tekbir getirme özleminden kavrulanlar da tekbir getirdiler. muhteşem sada her tarafı çın çın çınlattı... Bu günleri gösteren Allah'a şükürler olsun.

Peygamberimiz mecburiyetten önüne bakan Hazret-i Ömer radıyallahü anh'ın mübarek başını öptüler... Darül Erkam, o sıcak yuva bayram yerine dönmüştü...

Bu kureyş ulusunun hidayete ermesi üzerine Cebrail aleyhisselam, Enfal suresinin altmışdördöncü ayet-i kerimesini getirdi. "Ey Peygamberim! Sana yardımcı olarak Allahü teala ve müminlerden izinde gidenler yetişir."

Hazret-i Ömer sordu:

-Kaç kişi olduk ya Resulallah?

-Seninle beraber kırk kişi...

-Ey Allah'ın Resulü; kafirler Lat ve Uzza'ya hiç bir şeyden çekinmeden tapınırken; biz, Hak teala'ya ibadetimiz niçin gizli yapalım?

...dışarı çıktılar... Hedef Kabe. Kabe'de herkesin; Mekke'nin, Arabistan'ın ve bütün cihanın gözü önünde saf saf namaza durulacak... Meydanlar selama dursun dünya yeni bir oluşa sahne oluyor.

İşte yürüyorlar. Peygamberimizin sağında büyük dava arkadaşı Hazret-i Ebu Bekir, solunda büyük kahraman Hazret-i Hamza, önünde mü'min doğup mü'min büyüyen Hazret-i Ali, en önde yeni müslüman büyük sahabi Hazret-i Ömer ve bunları takip eden eshab-i kiram radıyallahü anhüm ecmain.

Sert ve heybetli bir yürüyüş...

Müşrikler, Kabe'nin yanında oturmuş laflıyorlar. Ömer İbni'l Hattab'ı yalın kılıç ve arkasında da müslümanları görünce bazıları sevindi:

-Gördünüz mü? dediler. Buna Hattaboğlu demişler. Gözünüz erkek görsün. Asileri nasıl toplamış getiriyor... güneş ışıkları nurlu bir eli öper gibi İslama nice büyük hizmetler yapacak olan kılıca narin bir öpücük kondurup geri uçuşuyor.

Şeytan zekalı Ebu Cehil'se durumu hemen kavradı. Öfke, ümitsizlik, hayal kırıklığı içinde başını iki tarafa sallayarak sıkılmış dişlerinin arasında hırladı:

-Maalesef hayır! Eğer dediğiniz gibi olsaydı Ömer arkada diğerleri önde olurdu. Galiba o da düşmana iltihak etmiş. Yazık! Kaybımız büyük.

Bu sırada mü'minler yaklaşmıştı. Ebu Cehil koştu:

-Bu gelişin manası nedir ya Ömer, pek anlayamadık?...

Hazret-i Ömer, unutulmaz ihtarını yaptı. Allah düşmanlarının yüreğine korku düşerken; mü'minlerin içine serin sular serpildi. Ses patlayan bir bora gibi; yiğit olan karşısında dursun;

-Mü'minlere ilişenin kellesini uçururum. Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu!!! Beni bilen bilir. Bilmeyen bilsin ki Ömer İbni'l Hattabım. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen şöyle gelsin!!!

O gün müslümanlar ilk defa Kabe'de cemaatle namaz kıldılar... mbu ne kutlu öğiedir böyle?

Namazdan sonra Hazret-i Ömer, Sevgili Peygambermize Kabe'nin içini gezdirdi. Dört taraf putla dolu. Peygamberler Peygamberi, asası ile putları işaret ederek ebedi hakikati ifade eden mübarek ayeti okudular:

-Hak gelince batıl gider. Batıl elbette gidecektir...



üç çekin yıl

Ben ne yapıyorsam Rabbimin emriyle yapıyorum.

Bir başkasının sözüyle bunu değiştiremem.

Büyük ve Kahraman Peygamber

Muhammed aleyhisselam

Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ömer'in hak yola girmeleri ile İslamiyet kuvvet buldu ve yayılma nisbeti arttı. Çığ büyüyor; sel çoğalıyordu. O deminki ışık, bir güneş gibi çölün ucundan yükselmeye başlamıştı. Kureyş kafirleri, İslamiyetin günden güne güçlenmesi karışısında hayli telaştalar... eğer bu yeni din, bu süratle taraftar bulursa istikbal kendileri için karanlıktır. "Bu nasıl din ki kureyş reislerine bir ayrıcalık da tanımıyor"...asıl bunu hazmedemiyorlar.... kureyş geleneğinde toplum aşiret ve kabilelere bölünmüş. Her aşiret ve kabilenin bir reisi var. Hükümet eden bu "Reis" veya "bey" diyeceğimiz kimseler. Kur'an-ı Kerim, bu düzeni kaldırıyor. üstelik ağa-bey-reis, avam herkes eşit. Reisler buna şaşırıyor. Hafsalarına sığmıyor böyle bir şey. Bu yeni ve insana yakışan hayat üslubunu içlerine sindiremiyorlar ama Muhammedi sistemin yayılmasını da durduramıyorlar... Onlara göre Ebu talib, desteğini çekse bu pürüz kısa zamanda kökünden kazınacaktır. Bundan ötürü Ebu Talib'in kapısındalar. Her mbiri tutuşmuş dal parçası gibi alev alev..

Ey Ebu Talib, bizde sabır ve tahammül bitti. Bu fitneyi mutlaka ve mutlaka bastıracağız. İşte sana iki teklif, dilediğini seçmekte serbestsin:

1- Ya Muhammedi bize teslim edersin layır olduğu cezayı veririz.

2- Veya mücadeleye hazır ol... sana yarın sabaha kadar müsade. Erkenden burada olacağız.

Ebu Talib, gidenlerin ardından bir müddet dalgın baktıktan sonrra içeri girdi... epeyi bir zaman düşündü. İş, hakitaten ciddiydi. Yeğenini rica etti. Sevgili Peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve sellem, geldiğinde O'nu bir güzel karşıladı; oturdular. Amcanın düşünceli olduğu hemen anlaşılıyordu. Dikkatli kelimelerle söze başladı:

-Evaladım! Mümkün mertebe şunlara ilişme. Sen ısrar ettikçe onların düşmanlık damarları kabarıyor. Mesela bildiğin gibi değil. benim reisliğim filan kar etmiyor artık, iş çığırından çıkmak üzere.

Zayıf çıra loşluğundan doğan gölgeler Ebu Talib'in üzgün yüzünde derinleşip kayboluyor. Efendimiz davet sebebini anlamıştı. Ama o Resulün taviz vermesi mümkün mü? İlahi emri tebliğe memurdur ve bu tebliği her türlü şarta rağmen devam edecektir.

Peygamberimiz, biraz da kırgın olarak cevap verdiler:

-Ben ne yapıyorsam Rabbimin emriyle yapıyorum. Başkasının sözüyle bunu değiştiremem...

Ayağa kalkıp kapıya yönelmişti ki ihtiyar adamın kalbini yine pişmanlık duyguları sardı. Bu mümtaz insanı incitmiş olmaktan korkuyordu...

-Aldırma; vazifene bak, dedi, ben hayatta olduğum müddetçe sana kimse el süremiyecektir...

...........

Sabah olup da Ebu Talib'den müsbet bir cevap alamayan islam düşmanları, aralarında şu karara vardılar:

1- Müslümanlar, onları himaye eden Haşimoğulları ve Abdülmuttalib soyundan bundan böyle kız alınmayacak ve onlara kız verilmeyecektir.

2- Bunlara yiyecek, giyecek, kullanacak hiç bir mal satılmayacak, hiç bir şey satın alınmayacak ve hediye dahi verilmeyecektir.

3- Yukarıda sayılanlar düşmanımızdır. Bunların, Kureyş mahallelerinde bulunan akrabalarını ziyaret etmelerine müsaade edilmeyecektir.

4- Muhammedilerin yapacağı her türlü barış teklifi reddedilecektir.

Bisetin yedinci senesi ve Muharrem ayının birinci günüydü. Müşrikler, saydıkları şartları bağlayıcı bir ahdname haline getirerek kağıda geçirdiler. Toplandı sekreterliğini Mansur bin İkrime Amir yaptı... Kararı kırk aşiret reisi mühürleri ile tasdik ettikten sonra ahdname bir muhafaza sarıldı ve Kabe duvarına asılarak yürülüğe kondu... Bundan böyle kimsenin karar dışına çıkması mümkün değil.

Metni kaleme alan Mansur'un eline kısa bir zaman sonra felç indi. Şartlar, müminler ve hatta Haşimilerle Abdülmuttalib oğulları için fevkalade hassadı. Haberi alan Ebu Talib, derhal Müslümanlarla Haşimileri bir araya toplayarak yardım istedi. Ebu Leheb'in dışında muhalefet eden yok. Ebu Leheb, İslama olan düşmanlığından Ebu Talib tarafını terk ederek, Kureyş kafirlerine katıldı. Mekke ikiye bölünmüştü... Peygamberimize destek olanlar Ebu Talib mahallesine toplandılar. Hatta Kureyş mahhallesinde bulunan taraftar aileler bile Haşimi kesime sığındı. Ebu Talib, eshab-ı kiramın yardımı ile Resulullah'ı meçhul bir yere sakladı. Peygamberimiz, lüzum ettikçe izini kaybettirmek için yer değiştiriyor.

Düşman, Şib-i Ebu Talib/Ebu Talib mahallesini kuşatma altına aldı... Bölgenin dışına çıkan bir mümini yakalayınca O'na esir muamelesi yaparak işkence ediyorlar. Abluka altındaki insanlar, Hac mevsimi dışında, şehre inemiyor. Hac günlerinde de azgın din düşmanları, uzak yollara çıkarak gelen kervanların önünü kesip "Muhammedilerle destekçilerine mal satan olursa kervanını yağma ederiz ona göre" diye tehdit ederek korkutuyor; yine netice alamayınca mallarına yüksek fiyatalar vererek rakamları şişriyorlardı...

Ebu Talib mahallesi yokluk ve açlık diyarı olmuştu... Çocuk ağlamalarından durulmuyor...merhamete gelerek bir parça yiyecek getiren bir kureyşli yakalanınca dayaktan geçiriliyor. Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Hadice annemiz, Hazret-i Ebu Bekr, bütün mallarını müminler için harcadılar.Başa bir imkan kalmayınca bu kahraman müminler ot ve ağaç yaprağı bile yediler. Peygamberimiz ve eshab-ı kiram açlıklarını bastırmak için karınlarına taş bağlıyorlar.

Günler, aylar geçti kuşatma kaldırılmadı...

düşmandan çekinmeden serbestçe dolaşabilenler yalnızca Hazret-i Hamza, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebu Bekir. Bu mübarek insanlara da diş gösteriyorlar ama ısırmaya güçleri yetmiyor. Hatta Ebu Bekir istediği yerde namaz kılıyor ve müsait olanlarını gizlice imana çağırıyor. Bunların haricindeki diğer müminlerin vaziyeti git gide kötüleşmekte. Bu yüzden Resulullah, sekseni erkek, onu kadın doksan kişinin daha Habeşistan'a göçmelerine için verdi...

Bu doksan müslüman, bin bir tehlikeyi göze alarak gayet gizli bir şekilde Mekke'den ayrılıp Habeşistan'a vardılar.. Bir gurup müminin daha Arabistan'dan çıktığını öğrenen islam düşmanları öfkeden küplere bindi. Ne varki güvercinler bir kere hür ufuklara kanat çırpmıştı; yılan istediği kadar kıvranıp dursun.

Muhacirlerin emirliğini Cafer bin Ebi Talib, radıyallahü anh, yapıyor. Kureyş kafirleri, Habeş Hükümdarı Necaşiye temsilci yollayarak "asi"leri isteye karar verdiler. İki kişi gidecekti; Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia. Necaşi ile devlet erkanı ve din adamlarına nadide hediyeler hazırlayarak sefirlere teslim edildi ve:

-Önce din adamı ve yüsek dereceli memurlara götürdüklerinizi takdim ediniz. Böylece Melik'le görüşme ve maruzatın gerçekleşmesi hususunda yardımlarını rica edebilirsiniz; bilahere Hükümdara hediyelerini takdim edeceksiniz. Necaşi ile mültecileri görüştürmemeye bilhassa dikkat etmelisiniz, diye güngörmüş ihtiyarları akıl verdiler..

Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia Habeşistan'a vardıklarında kendilerine tenbih edilenleri harfiyen uyguladılar. Evvela yüksek dereceli memurlarla, sarayda görevli din adamları hediyelerle kendi yanlarına çekildi. Sonra bunların yardımı ile Kureyş elçileri Necaşi tarafından huzura kabul edildiler. Kureyşliler, secde ettikten sonra armağanları takdim ettiler ve ziyaret maksatlarını die getirdiler:

-Aziz majesteleri.. Memleketimizden bir kısım kadın ve erkeğin kaçarak devletinize geldiği yüksek malumlarınızdır. Bu asiler, bizim dinimizden çıktıkları gibi sizin dininize de girmemişlerdir. Kendi aralarında bir din uydurup ikilik çıkardılar. Bizi size arapların en seçkin insanları yolladı. Ricaları suçluları iade etmenizdir. Devletinizden de nifak ve huzursuzluk çıkarmalarından endişeliyiz. Bize yeter miktarda asker verirseniz isyancıları alarak geri döneceğiz. Maruzatımız bundan ibarettir.

Necaşi, "Ne diyorsunuz" manasına patriklere baktı. Onlar:

-İade etmelisiniz, dediler.

Hükümdar sinirlendi:

-Devletime sığınan insanlar, siyasi suçlulardır. Onların da fikrini almak lazım. Buraya çağırıp iki tarafı da dinleyelim. Eğer diplomatların bu iddia ve ithamlarına karşı inandırıcı bir müdafaa yapamazlarsa ülkemde bocguncu meşrep insan tutamayacağımdan onları araplara geri veririz. Ama üstlerine atılan şu suçlamaları çürütürlerse burada dilediklerigibi yaşarlar, buna kimse mani olamaz, dedi ve arap elçilerine döndü:

-Siz muhterem sefir hazretleri söyler misiniz bu uydurma dediğiniz dinin Peygamberi kimdir?

-Muhammed, dediler...

Zeki ve akıllı Hükümdar, durdu ve düşünmeye başladı. Son bir dinin vahyedileceğini; ahir zaman nebisinin bu isimde olacağını, milletinin onu yaşadığı beldeden hicret etme zorunda bırakacağını biliyordu.. demek ki son Peygamber zuhur etmişti.

Anladıklarını hiç belli etmedi.

-Evet az evvel dediğim gibi en güzeli onları da buraya çağıralım; yüzleşin! Bakalım bizi kim ikna edecek?

Melikin emri ile çilekeş mümineri de huzura getirdiler.. Her biri bir vakar timsali. Eğilmediler ve secde etmediler. Hükümdarı sadece ve nazikçe Allah'ın selamı ile selamladılar.

Tahtında oturan Necaşi sordu:

-Şu elçiler huzuruma girdiklerinde yeri öperek saygılarını sundukları halde siz sözle selam verdiniz bunun sebebi nedir? Halbuki onlar da siz de aynı millettensiniz.

Cafer radıyallahü anh:

-Biz müslümanız! Bizim dinimizde insan, insanın önünde eğilmez, insan insana secde edemez. İtikadımıza göre böyle mbir hareket haramıdır.

Peygamberimiz "secde yalnız ve ancak Allah'a mahsustur" ölçüsünü koymuştur. Biz bu ölçünün dışına çıkamayız. Ancak hareketimiz hazretlerine saygısızlık şeklinde tefsir edilmemeli. Çünkü biz, zatı devletilerini Allah'ın selamı ile selamladık. biz müminler birbirimizi de bu kelimelerle selamlar ız.Cenne†tekilerin selamlaşmasınında bu şekilde olduğunu Peygamber efendimiz haber veriyor.Bu bakımdan Allah'tan gayrısına secde etmekten yine Allah'a sığınırız,dedi.

veciz konuşmayı Necaşi de divandakilerde büyük bir dikkatle dinliyorlardı.Hükümdar:

-Pekala...sorduklarıma cevap veriniz.Buraya niçin geldiniz;tüccar değilsiniz,bizden bir şey de istemiyorsunuz;bu elçiler sizi neden geri götürmek istiyorlar?

-Devletlim,lütfen şu adamlara sorunuz.biz sahibinin yanından firar etmiş kölelermiyiz ki bizi yakalayıp efendilerimize iade edecekler...

Necaşi Amr bin As'a döndü:

-Bunlar köle mi,hür mü?

-Hür insanlar efendimiz!

Hazreti Cafer:

-Şu adamlara sorunuz;biz,herhangi bir kimsenin

kanını mı döktük bizi götürüp kan sahibine teslim edecekler?

Necaşi:

-Bunlar katil mi?

-Hayır!

Cafer radıyallahü anh:

-Hükümdarım,şu adamlara sorunuz ki biz birinin

malını mı elinden aldık da bizi hak sahibine götürecekler...

Necaşi:

-Ey Amr! Mülteciler, hırsızlık veya gasp veya talan gibi bir cürüm ika ettiler mi? Şayet bunların bir borcu varsa miktarı ne olursa olsun ben ödeyeceğim.

-Hayır; ne sayılan suçları ne borçları var...

Büyük kabul salonunda hiç bir şey kımıldamıyor, hiç bir hareket yapılmıyor; en keskin dikkatlerle konuşmalar dinleniyor. Kelimeler karanlık gecede uçuşan kıvılcımlar gibi havada savrulup diğer tarafa düşüyordu...

Necaşi gürledi:

-Öyleyse, siz bu insanlardan ne istersiniz?

-Biz ve onlar aynnı dindeydik. Yolumuzu bırakarak Muhammed'e tabi oldular, dinimize ve milletimize isyam ettiler. Bu yüzden cezalandırılmaları lazım. Onlar suçlu. Kureyş onların cezasını verecek.

Necaşi:

-İnsanların ellerine kelepçe ayaklarına zincir vurulabilir ama vicdanları nasıl kilitlenir, imanlarına nasıl hükmedilir. Zorla, zorbalıkla insanları kendiniz gibi inandıramazsınız. Siz, mazlum kimselere tahakküm etmek istiyorsunuz!!! Buna müsaade etemem!!! dedi.

Müşrikler feci bir meydan dayağı yemiş gibi oldular. Hükümdar tebessüm ederek müminlere döndü.

-Ey Cafer, dininizi niçin terk ettiniz. Ecdadınızın dininden ayrılmış fakat hıristiyan da olmamışsınız. Dininden ayrılmış fakat hırıstiyan da olmamışsınız. İman ettiğiniz din nasıl bir şey?

-Hükümdarım. Biz cahil insanlardık. Heykellere tapar, leş yer, elmas yüzlü çocuklarını zerer kadar acımadan diri diri toprağa gömer, akrabalarımızla alakamızı keser, komşularımıza kötü davranı, kuvvetli olanlarımız zayıfları ezer ve merhamet nedir bilemezdik... Peygamberimmizin tebliğine kadar bu hal üzre devam ettik. Bu dinin ismi islamiyettir. Dinimizde heykellere tapmak, yalan söylemek, adam öldürmek, yetim malı yemek, iftira atmak haramdır. İslamiyet ana-babaya hürmetkar olmayı, akrabayla iyi geçinmeyi, komşuya hürrmet etmeyi, evlatlar arasında kız-erkek farakı gözetmemeyi ve daha nice güzel şeyleri emir buyurmaktadır. Mbunların hepsini şurada saymak uzun zaman alacağından sıralamak oldukça zor.

Kısacası biz, kitabımız Kur'an-ı kerim'in ve yüce Peygamberin yapınız dediklerini yapmaya, yapmayınız buyurduklarından uzak durmaya başladık. Ve ibaedetlerin en büyüğü namazla şereflendik. Namazla kul ve insan olma şuurunu idrak ettik. Bu sebeple bu putperestler, biz hak dini mensuplarına düşman oldu ve akıl almaz kötülüklere başladılar. Bizleri islamiyetten dördürmek için zalimce işkenceler yaptılar. Aç bırakmak için müslümanları ablukaya alarak onların başka insanlarla görüşmelerini, alış veriş yapmalarını yasakladılar. Şu gün bile yalnız yakaladıkları müminlere yine gaddarca işkence yapıyorlar. Aç bırakarak dize getirmek için başlattıkları kuşatma aylar geçtiği halde yine sürüyor.. Bir yolunu bularak dinimiz uğruna yurdumuzu yuvamızı terk edip ülkene ve adaletine sığındık. Eğer bizi onlara teslim ederseniz işkence ede ede öldürecekler!..

Mübarek sahabi terlemiş yanakları al al olmuştu.

-Pekala o bahsettiğin Kur'an'dan biraz okur musun? Bakalım ne diyor...

Cafer, radıyallahü anh, hazretleri uhrevi bir hava ile Meryem suresini okumaya başladı. Kudsi ve muhteşem ayetler ruhlarda yankılanıp gönüllere akıyordu... Hükümdarın gözlerinden boşanan yaşların süzülüp sakalını bulduğu görülüyor. Din adamları da sessizce ağlamaya başladılar.

Necaşi:

-Kainatın en güzel sözleri... daha oku, devam et...

Cafer bin Ebi Talip biraz da Kehf suresinden okudu...

Melik Necaşi, mecliste olanlara hitaben:

-Hiç şüpheniz olmasın ki bu yeni dinle eski hak dinler, aynı kandilden yükselen ışıklar gibi; aralarında ancak bir kıl kadar fark var. Musa ve İsa Peygamberler de aynı hakikati söylüyorlardı, dedi ve Müslümanlara döndü:

-Sizi kutlarım! Yolunda olduğunuz nebinin Hak Peygamber olduğuna ben de iman ediyorum. Meryem oğlu İsa da O'nu haber veriyordu. Mümkün olsaydı gider hizmetine girer, ayaklarını yıkarım... ülkemin istediğiniz yerinde dilediğiniz şekilde hür ve huzur içinde yaşayınız, diye güleç yüzü ile onları tebrik ettikten sonra bu defa elçilere hitap etti:

-Getirdiğiniz hediye kılıklı rüşvetinizi de alarak buradan çıkınız!!!

Doksan kışı rahat bir nefes aldılar; ılık bir gülümseme yüzlerini yumuşattı; Necaşi'ye dua ve teşekkür ederek huzurdan ayrıldılar.

........

Doksan müslüman, hürriyete kavuşurken Mekke'de neler oluyordu?

Ebu Talib mahallesi'nin etrafındaki kuşatma çemberi kuş uçurtmuyor. Mü'minler büyük imtihandalar...

İnsafdan nasipli olan bazı kureyşlilerin vicdanlarında bir şeyler kıpırdıyor. "Böyle şey mi olur... senin gibi inanmıyor diye aç bırakarak ceza vermek de ne demek?" Hakim bin Hüzzam da böyle düşünüyor. Bu düşüncenin dürtmesi ile bir yolunu bulup akrabalarına bir yük gıda maddesi gönderdi. Yiyecek yerini buldu ama Ebu Cehil, olanı duymuştu. Hakim'in kapısında. Kıracak gibi yumrukluyor:

-Hakim bin Hüzzam! Çabuk dışarı çık!..

Hakim, kapıya geldiğinde hakaretin bini bir para. Ebu Cehil kudurmuş gibi. Boyun damarları şişe şişe bağırıyor:

-Sen hainsin! Ahdnameye ihanet ettin. Asilere nasıl yiyecek yollarsın? İki yüzlü yalancı. Seni meydan yerine götürüp herkesi yüzüne tükürteceğim!!! Keza, Ebu Bühter bin Hişam da bir müddettir vicdan rahatsızlığı duyanlardan.

Ebu Cehil, Hakim'e yüklendikçe yüklenirken Ebül Bühter de onları seyrediyor... Mütecaviz adamı dinledi, dinledi ve bir an geldi ki Hakim'in cevap vermesine fırsat kalmadan eline geçirdiği bir odunu kuduz kafirin kafasına indirdi:

-Yetti be, dedi, sen ne merhamet fukarası bir canavarmışsın! Adamın suçu ne; nihayet akrabasına iki lokma yiyecek göndermiş. Akrabalarımızla görüşmeye mani olamazsın anladın mı?

O sırada Hazret-i Hamza oradan geçiyordu. Ebu Cehil'in kafasına odun yediğini görmüştü. Bunu fark eden kibir putu, mahvoldu ve pancar gibi bir suratla defolup gitti...

Bu çetin günlerde Haşimoğullarına yiyecek gönderenlerden biri de Hişam İbni Ömer. Bunun da içine merhamet nurundan kıvılcımlar düşmüş. Abluka altındaki bölgeye bir gece üç yük yiyecek kaçırdığı haber alınınca müşrikler Hişam'a ağır bir meydan dayağı attılar... ve!

-Bir daha böyle bir alçaklık yaparsan seni öldürürüz, bunu iyi bil!

.. diyerek onu olduğu yerde bırakıp dağıldılar. Ama adamın içine bir kere nur kıvılcımı düşmüş bulunuyor. Bir sonraki gece de iki yük yiyecek kaçırdı... Kureyşliler bunu da haber aldılar ve Hişam bin Ömer'i şiddetle cezalandırmak için peşine düştüler.Lakin onlara Ebu Süfyan mani oldu...

-Olmaz dedi, bu kadarı fazla! İzinde olduğunuz insanın kabahati ne? Akrabasına acımak. Acı ya! Buna nasıl engel olursunuz. Hişam'ın kılına ilişen boyununu kılıcıma sürmüş olur! Bunu böyle bilin! dedi... Kalabalık homurdana homurdana çözülüp dağıldı...

Rabbimiz bir iyiliği karşılıksız bırakır mı? Hele o iyilik Resulü ile çilekeş ilk müslümanlara yapılıyorsa... Hakim bin Hüzzam, Ebül Bühter bin Hişam ve Ebu Süfyan, duydukları o vicdan sızıları sebebiyle daha sonra islamla şereflendiler.

......

Sıkıntı, sıkıntı sıkıntı,

Yiyecek, giyecek sıkıntısı had safhada kuşatma üçüncü yıla girdi. N'olacak, bu işin sonu nereye varacak? Bu suali sadece muhasara altındaki mümin veya Haşimller değil bazı Kureyşliler dekendi kendine sorup derinden derine rahatsız olmaktadır. "Ahdname" dedikleri Kabe duvarına asılı şu paçavra artık yırtılıp atılmalıdır. Bu kadar da zulüm olmaz. Bu anlaşma insanı insanın kurdu yapmıştır... Hişam bin Ömer bin Haris, bu kağıdı yırtmak için bir müddettir kendi kendine fikirler yürütüp, planlar kuruyor.

Bir gün Zübeyr bin Umeyye! Mahzumi'ye geldi ve düşüncesini ona açtı.

-Ey Zübeyr! Senin vicdanın hiç sızlanmıyor mu?

Bak sen bolluk içinde yüzüyorsun. Oradaki halaların ne halde? Bir tas çormaya, bir eski entariye muhtaç duruma geldiler. şu Ebu Cehil'in ettiği doğru mu?

Bunu içine sindirebiliyor musun?

Zübeyr, onu keskin bir dikkatle dinliyordu.

-Doğru dedi, bu insanlık değil. Şayet bana yardım eden olursa o ahdi bozmaya çalışırım.

-Ben hazırım.

-İki kişi az olur. Bir kişi aha bulaz mısın?

Bunun üzerine Hişam, Nevfel bin Abdi Menaf'a gitti; ve:

-Manzara seni rahatsız etmiyor mu? Bak şu gün bir kısım Abdi menaf evladı açlığa mahkum edilmiş ölümleri bekleniyor. Sen ne yapıyorsun? Hiç.

-Ama ben yalnız bir insanım ne yapabilirim ki?

-Hayır yalnız değilsin! Zübeyr de var. böylece üç kişi oluyoruz, dedi...

Daha sonra bu üç kişiye iki kişi daha eklendi: Ebül Bühteri ile Abdülmuttalib bin Abdülaziz. Bu beş kişi önce kafa kafaya verip stratejiyi bir güzel çizdiler... Ertesi gün Kureyşlilerin en kalabalık olduğu saatte Zübeyr, onlara seslenerek kendilerini sarıp tesir altına almaya çalışırken gönül birliği ettiği diğer dört arkadaşı meclisin dört ayrı noktasında bulunacak ve buradan yüksek sesle Zübey'e destek vereceklerdi.... Böylece toplum psikolojik bakımdan hakimiyet altına alınarak hedef alınan maksada doğru yönlendirilecek.

Öyle yapıldı. Beklenen günde Kabe'nin önü. Kureyş'in en kalabalık olduğu saatler... Birden bir ses:


SAAT: 18:37

vBulletin® Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2024 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306