Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Hz.Muhammed(s.a.v) (https://www.forum.medineweb.net/261-hzmuhammedsav)
-   -   Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz-Medineweb (https://www.forum.medineweb.net/hzmuhammedsav/242-hz-muhammed-mustafa-sav-efendimiz-medineweb.html)

KalbinNûru 15 Temmuz 2007 20:43

Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz-Medineweb
 
Peygamberimizin Beden Yapısı

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) uzuna yakın orta boylu, insanlar arasında hoş ve güzel sayılacak ölçüde irice başlı idi. Bedeninin rengi kırmızımtırak nurânî be*yaz idi. Burnunun iki kaşının birleştiği tarafı gayet itidal üzere yüksekçe, gözleri siyah, kaşlarının arası az aralık, sakalı sıkça, omuz*larının arası genişçe, omuz başları kalın, elleri ayakları kalınca, saçları kumral olup, düz ile kıvırcık arasında idi.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in saçları genellikle ku*lak yumu*şağına kadar uzanmaktaydı, saçını iki yana doğru ayırarak tarardı, saç sakal bakımını ihmal etmez, gerektikçe yapardı; saçlarını bazen Hz. Aişe gibi eşlerine tarattığı da olurdu. Süs için değil, sağlık için yatarken gözlerine sürme çeker, sabahleyin yıkardı. İki kürek kemiği arasında pey*gamberlik mührü (bir çeşit sembol) olduğunu ashâb-ı kiram nakletmek*tedir.

Peygamberimiz (s.a.s)’in uyuduğu yere misvak (diş fırçası), abdest suyu ve tarak konurdu. O, her konuda temiz*liğe büyük önem veriyordu, bilhassa diş temizliği husu*sunda hassas davranıyor, her ab*dest alışında dişlerini misvak*lıyordu.

Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 15 Temmuz 2007 20:46

RE: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz (devam)
 
Koku Kullanması
Konuşması
Gülmesi
Uykusu
Mühürü
Oturuşu


Hz. Peygamber (s.a.s.) rengi görünmeyen ve başkalarını rahatsız edecek derecede ağır olmayan güzel kokular ikram edilince severek kullanır, reyhan çiçeği gibi güzel kokulu çiçekler ikram edilin*ce de geri çevirmezdi. Koku kullanması konusunda sahabenin rivayetleri vardır. Yine ashâb-ı kiramın nakline göre Hz. Peygamber (s.a.s.)’in mübarek bedeni ve teri Yunus Emre’nin “Gül Muhammed teridir” mısraında kastettiği mânâya uygun bir şekilde güzel bir koku gibi kokuyordu.

Hz. Aişe’nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) yavaş yavaş konuşur, her sözün arasını ayırt ederdi, hatta dinleyen onu ezberleyebilirdi. Çok çok iyi anlaşılması gereken sözleri üçer defa tekrarlardı. Böylece dinleyenler arasında konuyu anlamayan kalmazdı.

Peygamberimiz (s.a.s.) konuşurken muhata*bının akıl ve anlayış seviyesini gözetirdi. Hz. Aişe diyor ki: “Rasûlüllah (s.a.s.) sözü, sizin birbirinize zincirlediğiniz gibi oyalayarak söy*lemek itiyadında değildi. O, sözü, ayıra ayıra söylerdi, dinleyenlerin gönüllerine sinerdi.”

Cabir b. Semure (r.a.)’dan rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s.), rahatsız edici ölçüye varan bir aşırılıkta gülmezdi. Onun gülmesi tebessümdü. Hind b. Ebi Hale’nin verdiği bilgiye göre, Peygamberimiz (s.a.s.) her tebessüm edişinde dişleri inci tanesi gibi görünürdü. Abdullah b. Haris Hazretleri de Peygamberimizin (s.a.s.) sevimliliğini ve güler yüzlülüğünü şöyle anlatır: “Rasûlullâh’tan daha çok tebessüm eden kimse görmedim.”

Peygamberimiz (s.a.s.) sağ tarafına, sağ yanı üzere yatarak uyurdu ve şu duayı yapardı: “Ya Rabbi! Beni, kullarını tekrar dirilteceğin günde azabından koru!”

Yatarken şu dualardan birini yaptığı da söylenir: “Allah’ım! Senin adınla uyur, senin adınla uyanırım.” “Allah’a hamd olsun. Bize yedirdi, içirdi, ihtiyaçlarımızı giderdi, evlerimize sığındırdı. Nice yaratıklar vardır ki, istedikleri ölçüde yiyecek içecekleri ve akşam olunca barınacak meskenleri yoktur.”

Uykudan uyandığında ise şöyle dua ederdi: “Allah’a hamdolsun ki, bizi uyuttuktan sonra uyandırdı, dönüş O’nadır.”

Hz. Peygamber (s.a.s.) komşu devlet hükümdarlarına göndermiş olduğu mektupların altını mühürlemek gaye*siyle üzerinde üç satırda “Muhammed Rasûlullâh” yazılı bir mühür kullanmaktaydı. Yazı akik taşı üzerine işlenmiş olup mühürün maddesi gümüştendi. Yüzük şeklinde olup Peygamberimiz (s.a.s.) onu parmağına takıyordu. Yazdırdığı resmî evrakı mühürlemek için parma*ğından çıkarır, mühürledikten sonra tekrar takardı.

Sahâbe-i Kiram’ın anlattığına göre Hz. Peygamber (s.a.s.) vakar ve teenni üzere sanki iniş aşağı vuruyormuş gibi dikkatle yürürdü. Ayaklarını yere sürtmez, sürüyerek gürültü çıkarmazdı. Gereksiz yere güçlük verecek tarzda sür’atli yürümekten de kaçınırdı.

Diz üstü oturur, bağdaş kurar, bazen da uyluklarını karnına çekip ellerini dizlerinin üstüne bağlardı. Sırtüstü istirahat ederken edep mahallinin açılmamasına özen gös*terirdi. Otururken -yemek yeme durumu hariç- sağ veya sol tarafına yastık koyup dayanırdı. Yemekte bundan ka*çınmasının sebebi bu tür oturuşun gurur ve kibir işareti sayılmasıydı. Peygamberimiz (s.a.s.) gururlu değil, aksine mütevazı idi.

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 15 Temmuz 2007 20:49

RE: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz (devam)
 
Giyeceği
Yiyeceği
Ev Döşemesi


Peygamber Efendimiz (s.a.s.) elbisesinin temiz ve tertipli olmasına önem verirdi. Giyiminde titizdi; elbisesini korur, dağınıklıktan hoşlanmazdı. Bu münasebetle bir elbisenin kumaş olarak sağlam kalma süresi ne ise o süreyi tabiî akışı içinde tamamlardı. Yeni bir elbise giydiğinde Allah’a hamdeder, elbisenin hayra vesile olmasını diler, elbisenin örttüğü organların şerrinden de O’na sığınırdı.

Hz. Peygamber (s.a.s.) “Rengi hafif bozuldu, boyasını hafif attı” diye herhangi bir elbiseyi giymemezlik etmezdi. Alacalı, desenli, göze batan çiğ renkte elbiseler giymekten kaçınırdı. Demek ki, estetiğe önem veriyordu.

Elbisesiyle övünmez, bu konuda lüks ve israfa kaçmaz*dı. Çünkü ona göre elbise “Sıcaktan, so*ğuktan korunmaya, insanlarla ülfete, toplum içine girmeye ve hizmete vasıta” idi.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in giyecekle ilgili tutu*munu: “Temizlik, tertiplilik, estetiği gözetme, kendine yakıştırma, sadelik ve ihtiyacı karşılama” olarak özetleyebiliriz. Bu sebep*le gerektiğinde O, ibrişimden, yünden, pamuktan, hatta keçi kılından dokunmuş elbiseyi giyer ve tevazu göstere*rek: “Ben âciz bir kulum” buyururlardı.

Hz. Peygamber (s.a.s.) özel hayatında ihtiyari fakrı tercih etmiş, daha ziyade Hz. Aişe’nin odasında ashabtan gelen hediyelerin çoğunu yoksullara ve Suffe talebelerine aktar*mıştır. Bununla beraber O, Müslümanlara meşru olduğu*nu göstermek ve beslenmenin önemini vurgulamak için çeşitli gıdalardan yemiştir. Meselâ tavuk eti, bazı kuş etleri, koyun etinden hazırlanmış kebap, kurutulmuş et (bir çeşit pastırma), süt, bal, peynir bunlardan bazılarıdır. Yiyecekleri arasında zeytin yağı, sirke, kabak, tirit, kavrulmuş un ve helvaya da rastlıyoruz. Her gün aynı gıdayı değil de müm*künse farklı gıdalar almayı tercih etmiş; yemeklere zaman zaman biber, zencefil, tarçın gibi baharat çeşitlerini serp*miştir. Onun sofrasında daima baş köşede olan iki yiyecek maddesinden biri arpa ekmeği, diğeri de ise hurma idi. Bazen uzun süre bunlarla yetindi*ği olurdu.

Peygamberimiz (s.a.s.) yemekten önce ellerini, yemekten sonra hem ellerini hem de ağzını yıkardı. Yemeğe besmele ile başlar, bitirdiğinde elhamdülillah derdi, sofrada çöpe atılacak herhangi bir yemek ya da ekmek artığına müsaade etmezdi. Yemek devam ederken müsaade almaksızın her*kesten önce kalkılmasını doğru bulmazdı. Karnını tıka-basa doldurmaz, bir yemeği beğenmemezlik etmezdi; arzu ederse yer, etmezse yemezdi; vakti müsaitse davete icabet ederdi. Suyu, dibi görülen kaptan içerdi. Bal şerbetini ve nebiz denilen bir çeşit hurma ve üzüm komposto*sunun tazesini severdi.

Peygamberimiz (s.a.s.) örfte mevcut olan sedir, divan, yatak, yorgan, ihram, ibrik, leğen ve bunun gibi ev eşyası kullanmış, ama en pahalısı olsun diye özel bir arzu bes*lememiştir. Elbisesi konusunda belirttiğimiz gibi Peygam*berimizin (s.a.s.) bu konudaki prensibi de “Sadelik, ihtiyacı giderme, tertiplilik ve temizlik”tir.

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 15 Temmuz 2007 20:54

RE: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz (devam)
 
Tertipli Oluşu Ve
Estetiğe Verdiği Ehemmiyet


Hz. Peygamber (s.a.s.) düzenli yaşamaya özen gösterir, Müslümanlara da her hususta düzenli olmalarını ısrarla tavsiye ederdi. Bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in hu*zuruna saçı-sakalı birbirine karışmış bir adam geldi. Pey*gamberimiz (s.a.s.) o kişiye saçını sakalını düzeltip gelmesini işaret etti, o da düzeltip geldi. Bunun üzerine Peygambe*rimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Birinizin, şeytan gibi saçı başı da*ğınık olmasından böylesi daha iyi değil mi?”

Yine bir gün Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), üzerinde kir*li elbiseler bulunan birini göstererek: “Şu kişi, acaba elbisesi*ni yıkayacak bir şey bulamıyor mu?” buyurdu.

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.); beden, elbise, yiyecek, giyecek, ev ve sokak temizliğine fevkalâde önem verirdi. Bununla be*raber kalb ve ruh temizliğinin ehemmiyetini de ısrarla be*lirtirdi. Bunun içindir ki; “Müslüman, elinden ve dilinden Müs*lümanların zarar görmediği kişidir” buyurmuştur. Peygam*berimiz (s.a.s.) bu hadisiyle toplum içinde, Müslümanlara: “İtibarlı ve güvenilir” olmaları gerektiğini işaret ediyordu. Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.s.): “Söz söylerken yalancılık edeni, söz verdiği zaman sözünde durmayanı, kendisine bir şey emanet****edilince hıyanet edeni” ikiyüzlülükle nitelemiştir. Çünkü bu eksiklik ve yanlışlıkları yapan Müslümanlar, güvenilir insan olmaktan uzaklaşırlar. Peygamberimiz (s.a.s.), kalb hakkında da şöyle buyurmuştur: “Dikkatli ve uyanık olunuz! Bedenin içinde bir lokmacık et parçası vardır ki, iyi olursa bütün beden iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o et parçası kalbdir.” Kalb, mânevî açıdan bakıldığında bir semboldür, iyi değerlerle beslendiğinde sahibine yol gösterir, estetik duygusu da böyle bir kalbe sahip olmakla başlar. Kalb fesada uğramış ise o kişide iyilik duygularının ve estetik anlayışının gelişip serpilmesini beklemek hayal olur. Ru*hun beslenmesi de ihsan metoduyla mümkündür. Yani Müslüman, ahlâkî şuurun gelişmesini sağlayacak ve dav*ranışlarını en güzel, en ölçülü şekilde ayarlamaya özen gösterecek, bunun için de her an Cenâb-ı Hak tarafından görülüp gözetildiğinin, ilâhî bir denetim altında bulun*duğunun farkında olacak. Bu ince noktayı akıldan ırak tut*mayan kişi; yanlış işten, eksik ve hatalı davranıştan kaçına*cak, dolayısıyla güzelliği, doğruluğu, iyiliği, estetiği yaka*layabilecektir. Cenâb-ı Hak bize “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyi hâl ver, âhirette de...” diye dua yapmamızı emreder. Bundan anlıyoruz ki, Müslüman, hem âhireti hem de dünyayı düşünecektir. Ama onun dünyası düzen*siz, karışık, dağınık bir dünya olamaz. İşte bunun için olsa gerek ki, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bediî zevkler üze*rinde önemle durur. Onun şu hadisleri bu açıdan çok enteresandır: “Allah güzeldir, güzelliği sever” “Allah her şeyde ihsanı (keyfiyetçe güzelliği ve zerafeti) emretti...”

**“Bir insan herhangi bir iş yaptığında, Allah o işin en iyi şekilde yapılmasını sever” buyuran Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bir kabrin bile iyi kazılmasını ve cenaze toprağa verildikten sonra iyi örtülmesini ister. O, birgün bir cenaze mera*simine (muhtemelen oğlu İbrahim’in cenazesine) gitti. Mevtayı toprağa verdiler, üstünü örttüler; fakat kabirde bir kazılış hatası vardı, bir taraf eğri görünüyordu. Peygamberimiz (s.a.s.) bunun hemen düzeltilmesini emretti. Orada bulu*nanlar: “Bu, ölüyü rahatsız mı eder?” dediler. Peygamberimiz (s.a.s.) bunlara şu cevabı verdi: “Hayır, gerçekte böyle şeyler ölüyü ne sıkar, ne rahatlık verir, fakat bu, sağ olanların gözüne güzel görünmek içindir.”

Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 15 Temmuz 2007 20:58

RE: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz (devam)
 
Toplumla Münasebetleri

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) yediden yetmişe her yaşta ve her meslekteki kişilere sıcak bir alâka göstermiş, insan*lar arasındaki ayrıcalıkları ortadan kaldırmış, oluşturduğu yeni toplumda herkese hakkını vermiştir. Müslümanları her gün daha mutlu, daha müreffeh bir hayat seviyesine ulaştırmak onun en başta gelen çabaları arasındadır. Mü’minlerin birbirlerini şefkatle bağrına basması, samimî bir sevgi ile birbirlerini sevmeleri, bir binanın tuğlaları gibi birlik içinde kenetlenmeleri, sıkıntıda ve neş’ede, darlıkta ve bollukta değişmeyen bir tesanüt hissiyle birbirlerini kucaklamaları ve desteklemeleri, birbirlerine haset etme*meleri, kin beslememeleri, gururdan kibirden kaçınmaları, gösterişten uzak durmaları, mahviyetli davranmaları onun başlıca tavsiyeleri arasındadır. Şunu kesinlikle söyleyebili*riz ki, Peygamberimiz (s.a.s.)’in toplum ilişkilerine hakim kılmayı istediği prensipler “Adalet, şefkat, merhamet, müsa*maha, cömertlik ve yardımlaşma...” gibi yüksek faziletlerdir.

Peygamberimiz (s.a.s.), yoksullara çok yakınlık gösterir; zenginlere, mağrur olmamalarını, sahip oldukları maddî başarıların fakirlerin emeklerinin eseri olduğunu söylüyordu; “Alnının teri kurumadan işçiye ücretini ödeyiniz!” diyerek Müs*lüman işverenlere talimat veriyordu. İşçilere de yaptıkları işi en sağlam bir şekilde yapmalarını tembih ediyordu. Birgün üst başlarından yoksul oldukları anlaşılan bir grup insan, peygamberimizi (s.a.s.) ziyarete gelmişti. Bu durum*dan müteessir olan Peygamberimiz (s.a.s.), derhâl ashabını harekete geçirdi ve yoksul kimselere gereken yardımın yapılmasını sağladı.

Toplumla ilişkilerde hitabet, konuşma önemlidir. Pey*gamber Efendimiz (s.a.s.) konuştuğu zaman ağır ağır, tane tane konuşurdu. O konuşurken söylenileni anlamamak mümkün değildi. Dinleyenler âdeta anlatılanları ezberle*yebilirlerdi. Hitap ettiği kişiler sayıca az olsun çok olsun konuşmasında sade, zarif, tabiî ve samimî bir üslûba sahipti.

Davetlere mümkün mertebe katılır, her fırsatta insan*ların içine girer, onlarla iç içe, her konuda sohbet ederdi. Nitekim ashabtan Zeyd bin Sabit Hazretleri: “Peygamberi*miz (s.a.s.)’in toplum içine katılarak çeşitli konularda sahabesi ile sohbet ettiğini” belirtiyor. Katıldığı davetlerde sırf arpa ekmeği ve hurma bile olsa onu şevkle yer ve ev sahibine herhangi bir sıkıntı vermezdi.

Peygamberimiz (s.a.s.) sık sık çarşıya pazara çıkar, dük*kânlara uğrar, bazen ölçüyü tartıyı eline alarak nasıl tartılıp ölçülmesi gerektiğini esnafa gösterir, alışverişte dürüst ol*malarını tavsiye eder, üretici ve tüketicinin aldanmadan alışveriş yapmalarını sağlardı.

Her müşkili olan kişi endişesizce Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzuruna girer, sorusunu sorar, cevabını alırdı. Hastalarla ilgilenir, geçmiş olsun der, ağır ise telkinde bulunur, cenazeye gider, yakınlarına taziye verir, teselli ederdi. Komşuyu düşünmek imanın bir gereği idi. Pey*gamberimiz (s.a.s.), tabiatındaki yüksek nezaketin bir eseri olarak kadınlara da son derece nazik davranırdı, kadınlara ait meseleleri daha ziyade zevceleri vasıtasıyla öğretirdi.

Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 07 Ağustos 2007 21:32

re: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz-Medineweb
 
Peygamberimiz (s.a.s.)
Yuvakuracak Gençlere
Yardım Ediyor


Hz. Ali, Fâtıma’yı istemek üzere Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzuruna gitti. Ancak, söyleyeceklerini sanki unutmuştu, neredeyse dili tutulmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Her hâlde Fâtıma’yı istemeye geldin” diyerek ona yar*dımcı oldu. Hz. Ali sevinç içinde “evet” dedi. Ancak, vere*cek mehiri yoktu. Bu konuda da Peygamberimiz (s.a.s.) yardımcı oldu. Zırhını mehir olarak değerlendirebileceğini hatırlattı. Fakat bir de düğün yemeği vermek lâzımdı. Ashabtan bir zât, Hz. Ali’ye bir koç verdi. Ensar da ara*larında mısır topladılar, düğün yemeği hazırlandı. Peygam*berimiz (s.a.s.), Hz. Ali ve Fatıma’ya “Allah’ım, ikisini mesut et, onlar hakkında evliliklerini hayırlı kıl” diye dua etti. Hz. Ali’nin evinde eşya olarak bir hasır, yastık, içi lif dolu bir yatak, çömlek ve testi gibi şeyler vardı. Bunları da zırhını satarak elde ettiği para ile almıştı. O paranın bir kısmı ile de Hz. Fâtıma için ziynet almıştı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Hz. Fâtıma’ya çeyiz olarak “Bir kumaş yaygı, bir kırba (su testisi), yastık, içi ot dolu bir yatak” hazırlamıştı.

Rasûlullâh (s.a.s.)’in hizmetinde bulunan bir genç vardı, adı Rebia idi. Yaşının ilerlediğini gören Peygamberimiz (s.a.s.) ona “Evlenmeyi düşünmüyor musun?” diye sordu. Rebia, mâlî imkânsızlıkları ve yürüttüğü hizmetin önemini düşü*nerek “hayır” cevabını verdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) tekrar sordu. Rebia aynı cevabı verdi. Nihayet üçüncüde bunda bir hikmet olduğunu düşünerek “Evlenmek istiyorum, emret, ne yapayım Yâ Rasûlullâh” dedi.

Hz. Peygamber (s.a.s.) onu, Ensar’dan bir kabileye yol*ladı, o da gitti. Peygamberimiz (s.a.s.)’in selâmını aktararak kızlarını istedi. Onlar da “Baş üstüne” dediler. Sonucu bü*yük bir sevinçle Hz. Peygamber (s.a.s.)’e iletti. Ancak Rebia yoksuldu; ev eşyası, mehir ve düğün yemeği için para lâzımdı. Hz. Peygamber (s.a.s.) derhâl ashabını harekete geçirdi. Hızlı bir yardımlaşma başlatıldı ve biriken paralarla mehir olarak ziynet alındı, ev eşyası alındı, bir de koç satın alındı. Peygamberimiz (s.a.s.) de kendi evinden, un ya*pılmak üzere arpa verdi. Böylece Peygamberimiz (s.a.s.)’in yakın ilgisi ile Rebia Hazretlerinin düğünü yapılmış ve yeni bir yuva kurulmuş oldu.

Müslümanlar arasında Cüleybib denilen bir kimse var*dı. Bu kişi, kadınların yanında dikkatsiz davranmakla tanı*nırdı, bu sebeple diğer Müslümanlar, ailelerini ondan sa*kındırırlardı. İşte herkesin, cemiyetin dışına iter gibi dav*randığı bu zâta da Hz. Peygamber (s.a.s.) sahip çıktı. Hz. Peygamber (s.a.s.) bizzat Ensar’dan bir aileye giderek kız*larını istedi. Kızı Efendimizin kendisine istediğini sanan aile büyükleri “memnuniyetle” dediler. Ancak Peygamberi*miz (s.a.s.): “Cüleybib için” deyince vermekten kaçındılar. Annesinden konunun içyüzünü öğrenen kız ise “Rasûlullâh asla benim fenalığımı istemez” diyerek Cüleybib’e varmayı ka*bul etti ve nikâh kıyıldı, bir yuva daha kuruldu. Rasûlullâh (s.a.s.)’in da bulunduğu bir savaşta Cüleybib şehid düş*müştü. Görgü şahitleri: “Düşmandan yedi kişi öldürdü, sonra şehid düştü” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.): “Cüleybib bendendir, ben de ondanım” buyurdu. Ve kendi elleriyle toprağa verdi. Rasûl-i Ekrem, genç yaşta dul kalan ve vaktiyle onun hatırını kırmayarak Cüleybib’le evlenmeyi kabul eden hanıma şöyle dua etti: “Allah’ım, ona hayırlar ver, hayatı boyunca hiç bir sıkıntı gösterme!”

Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 07 Ağustos 2007 21:37

re: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz-Medineweb
 
arkadaşlar bunu okurken o kadar duygulandım ki...
O kadar güzel anlatılmış ki...
ağlamamak elde değil...
İşte Peygamber Efendimiz S.A.V. ve Ashâb-ı Kirâm'ın ( R.Anhüm ecmain) Hayatlarından bir kaç örnek...

Emekdar Üye 07 Ağustos 2007 23:11

re: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz-Medineweb
 
Kendi adıma ben seni burda görmekten çok mutlu oldum kardeşim... hoşgeldin.....

İnşAllah bir daha kendiniz bu kadar özletmezsin.....

bilgilerine, paylaşımlarına ihitayacımız var...

selam ve dua ile.

KalbinNûru 08 Ağustos 2007 17:50

re: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz-Medineweb
 
Taşradan Gelen Misafirlere İlgisi


Mekke’nin fethi ve Hevazin zaferinden sonra, Arap Yarımadası’ndaki bütün kabilelerde İslâm’a girme tema*yülü belirdi. Çünkü Araplar öteden beri “Kâbe’nin komşula*rı, koruyucuları, bakıcıları” diye Kureyş’e itibar gösteriyor*lardı. Halbuki Kureyş, artık istiklâlini kaybetmiş, İslâm or*dusu karşısında yenilgiye uğramış ve Mekke yönetimi Müslümanların eline geçmişti. Taif civarında da Hevazin ve diğer kabileler mağlub edilmişti. Medine’deki İslâm yö*netimi de bu gelişmelere bağlı olarak güçlenmişti. İşte bundan sonra Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle, fevc fevc, akın akın Arap kabileleri İslâm’a girmek üzere harekete geçti*ler. Gelen heyetlerle Medine dolup taşmaya başladı.

Hz. Peygamber (s.a.s.) onları devlet misafirhanelerinde ağırlıyordu. Bazı heyetler, Müslüman zenginlerin müsait durumdaki evlerinde misafir edilirlerdi. Heyetler kalabalık ise ayrı ayrı evlere taksim edilirlerdi, ihtiyâçları ev sahip*lerince karşılanırdı. Ev sahibi, misafirleri ağırlayacak mâlî imkâna sahip değilse masrafları devlet hazinesinden karşı*lanırdı. Hz. Peygamber (s.a.s.) heyetleri genellikle Mescid’de kabul eder, oradan misafir edilecekleri yerlere gönderirdi.

Hz. Peygamber (s.a.s.) heyetlere öğretmen görevlen*dirirdi. Öğretmenler, taşralı misafirlere ana hatları ile İs*lâm’ı öğretirlerdi. İçlerinde kabiliyetli birini de imamlığa hazırlarlardı. Bir nevi hızlandırılmış bir eğitimden geçen misafirler, daha sonra Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından imtihan edilirlerdi. Başarılı oldukları takdirde onları, kendi memleketlerine; “Öğrendiklerinizi döndüğünüzde kendi kabilenizin fertlerine de öğretin!” diyerek uğurlardı. İslâmî konularda kendini en iyi yetiştirmiş ve Kur’ân’dan ezber*leri olan birini imam tayin ederdi. Câhiliye devrinde iken reis olanı İslâm döneminde de reis tayin ederdi.

Peygamberimiz (s.a.s.), taşralıları, memleketlerine uğur*larken onlara yeni elbiseler giydirir, bahşişler ve hediyeler verirdi; kendisi de onlarla görüşürken en güzel elbiselerini giyinirdi.

Bütün bu faaliyetler esnasında Peygamber Efendimiz (s.a.s.) taşradan gelen bu insanların her çeşit kabalıklarını sabır ve hoşgörü ile karşılar, onlara daima kolaylık göste*rirdi. Ancak misafirler arasında İslâmiyet’e saldırıda bulu*nanlar olursa Peygamberimiz (s.a.s.) onları derhâl susturur ve gereken cevabı hemen verirdi. İyi niyetle tartışmaya ge*lenlerle de sonuna kadar sabırla tartışmayı sürdürürdü. Meselâ; Amir b. Tufeyl ile Erbed b. Kays İslâm’a saldırıda bulunmuşlar ve ânında karşılığını en sert şekilde almışlar*dı. Necran Hristiyan heyeti ile Peygamberimiz (s.a.s.) sabırla tartışmış ve hatta onlarla mübaheleye (yani kim haksız ise Allah’ın lâneti ona olsun demeye) bile girişmek istemişse de Hristiyan papazları “Muhammed haklı ise bu, aleyhimize olur” diyerek mübahaleyi kabul etmemişlerdi. Peygam*berimiz Benu Temim heyetinin arzusu üzerine onların şair ve hatiplerinin İslâm şair ve hatipleriyle yarış*masına izin vermişti.

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 08 Ağustos 2007 17:56

re: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz-Medineweb
 
Adaleti

Peygamberimiz (s.a.s.) adaletli insandı. Kimsenin hak*sızlığa uğratılmasına göz yummazdı. Esasen, doğrulukla adalet birbirini tamamlayan iki güzel haslet olup, bunların her ikisi de Peygamberimiz’de (s.a.s.) kemâl derecesinde idi. Gençliğinden beri herkes onu “emin; güvenilir” olarak bi*liyordu. Ticaret arkadaşları onun hakkında “ne kimsenin hakkını yerdi, ne de kimseye hakkını yedirirdi. Hak konusunda hatır gönül dinlemezdi.” derler. Hz. Peygamber (s.a.s.) açıkça İslâmı davetle emrolunduğunda, Safa tepesinden Kureyş*lilere: “Size şu dağın ardından düşman atlılarının gelmekte olduğunu söylesem inanır mısınız?” deyince; “Evet inanırız, çünkü sen hayatında asla yalan söylemedin.” cevabını veriyor*lardı. İnkârcılar Mekke dönemi boyunca Peygamberimiz (s.a.s.)’e “Şâir, mecnun, sihirbaz-büyücü” diyerek iftiralarla lekelemek istemişler, yabancılara onu böyle tanıtarak İslâm’ın yayıl*ma hızını kesmek istemişler, fakat ona asla “Yalancı, hâin” diyememişlerdir. Hatta Peygamberimiz (s.a.s.)’in mektubunu Şam’da alan Bizans İmparatorunun: “Daha önce bu adamın yalanına rastladınız mı?” sorusuna Peygamberimiz (s.a.s.)’in baş düşmanlarından olmasına rağmen Ebu Süfyan “Hayır, asla!” diye cevap vermek zorunda kalmıştır. Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.)’e “Emrolunduğun gibi dosdoğru hareket et!” talimatını vermiş, Peygamberimiz (s.a.s.) de hayatı boyunca sırat-ı müs*takimden ayrılmamıştır.

Bir kere Mahzumîlerden bir kadın hırsızlık etmişti. Yüksek bir aileye mensuptu. Bu yüzden Kureyşliler bu kadının ceza görmesine taraftar olmamışlar, Hz. Üsâme’yi de tavassut için Peygamberimiz (s.a.s.)’e göndermişlerdi. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Üsâme’yi çok severdi. İşte bu esnada Rasûl-i Ekrem Hazretleri (s.a.s.) şöyle buyurdu: “(Bugün medeniyetlerinden hiç bir eser kalmayan eski milletler) İsrailoğulları, bu gibi taraf tutmalar yüzünden helak oldular. Bunlar fakirler üzerine en şiddetli cezaları tatbik eder, nüfuzlu ve zengin olanları cezasız bırakırlardı... Şayet kızım Fâtıma aynı suçu işleseydi gereken cezayı ona da verirdim.”

Rebeze’den Medine’ye gelmekte olan Sa’lebe Oğul*larından bir grup insan, şehrin yakınında bir yerde konak*lamışlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) onlarla karşılaştı ve satın almak istediği bir devenin fiyatını sordu. Pazarlık yapıldı. Peygamberimiz (s.a.s.), deveyi alarak Medine’ye döndü. Fakat oradakiler, deveyi satın alanın Hz. Peygamber (s.a.s.) olduğunu bilmiyorlardı. Parasını almadan deveyi verdikleri için tartışmaya giriştiler. İçlerinden bir kadın şöyle diyor*du: “Niçin tartışıyorsunuz? Bu kadar parlak alınlı adam hiç görmedik. Dikkat etmediniz mi? Onun yüzü ayın on dördü gibi parlamaktaydı” Kadın, bu sözleriyle, deveyi satın alanın kendilerini aldatacak yaratılışta olmadığını anlatmak iste*mişti. Aradan çok geçmedi. Hava kararmak üzere idi, bu sırada bir zat geldi. Bir miktar yiyecekle devenin bedeli olan parayı getirdi ve “bunları Rasûlullâh (s.a.s.)’in gönderdiğini” söyledi. Topluluk ertesi gün şehre girdiğinde Pey*gamberimiz (s.a.s.) Mescid’de ashabına nasihat etmekle meşguldü. Bu esnada Ensar’dan bir zât Salebe Oğullarının geçmişte akrabasından birini öldürdüklerini, şimdi onlar*dan birinin öldürülmesi gerektiğini söyleyince Peygam*berimiz (s.a.s.): “Hayır bunu yapamazsınız! Bir evlâd babasının suçu yüzünden öldürülmez!” buyurdu. Hasılı, Peygamberimiz (s.a.s.), sözün tam anlamıyla ada*let ve insaf sahibi idi

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 09 Ağustos 2007 15:02

re: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz-Medineweb
 
Tevazuu
Hz. Ömer’(r.a)den rivayete göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hristiyanların İsa hakkında Allah’ın oğlu de*dikleri gibi, beni övgüde, aşırı gitmeyin. Ben ancak Allah’ın kulu*yum. Siz de benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisi deyin.”

Hz. Enes (r.a) nakleder: Bir adam Hz. Peygamber (s.a.s.)e: “Ey Efendimiz ve Efendimizin oğlu!” diye hitab edince: “Böyle söylemeyiniz! Şeytan sizi heva ve hevese kaptırmasın. Ben sadece Abdullah’ın oğlu Muhammed ve Allah’ın Rasûluyüm.” diye cevap verdi.

Ev içindeki davranışları da onun ne kadar mütevazı olduğunu gösteriyor. Hz. Aişe’den, ev içinde Peygamberi*miz (s.a.s.)’in davranışlarından sorulduğunda şu bilgiyi verdi: “Peygamberimiz (s.a.s.) evine geldiğinde herhangi bir fevka*lâdelik ve inziva göstermeden insanlardan herhangi biri gibi tevazu ile davranırdı. Kendi elbisesinin söküğü ile meşgul olur, koyunları eli ile sağar, ailelerine ev işlerinde gerekli olan kısımlarda yardımcı olurdu. Çarşıya pazara gider, bizzat alış veriş yapar ve yükünü kendisi taşırdı. Ashâb-ı Kiram: ‘Müsaade buyurunuz da biz ta*şıyalım.’ derlerse de: ‘Herkes kendi yükünü kendi taşısın.’ Bu*yururdu, pabuçlarını kendisi tamir ederdi.”

Merkebe biner, yün elbise giyer, hizmetçinin-kölenin dâvetine katılırdı. Hizmetçilerle ve dul kadınlarla beraber olur, onların ihtiyaçlarını görürdü. Bir-gün huzuruna bir kadın geldi: “Ya Rasûlullâh benim size arz edecek bir ihtiyacım var!” dedi. Bu, yaşlı bir kadındı, belki de bunamıştı. Buna rağmen Peygamberimiz (s.a.s.) her insana verdiği değeri ona da verdi: “Ey kadın, Medine’nin herhangi bir yerinde, nerede istersen geleyim, ihtiyacını söyle, karşılayalım!” dedi. Kadın çıkıp Medine sokaklarından birinde oturdu. Peygamberimiz (s.a.s.) de gidip ihtiyacını öğrendi ve kendisine yardımcı oldu. Enes b. Mâlik (r.a) anlatır: Hz. Peygamber (s.a.s.) bir kere Hacca gitmişler, giderken yolda bir deveye bin*mişlerdi. Devenin semeri köhne idi. Bu semer üzerine ör*tülen örtü şayet satılsaydı dört dirhem bile etmezdi. Rasûl-i Ekrem Hazretleri bu kadar tevâzua rağmen yine de: “Allah’ım! Riya ve süm’adan (görsünler, işitsinler diye yapmaktan) uzak tut!” diyordu.

Hz. Câbir (r.a) diyor ki: “Ben hastalanmıştım. Hz. Peygam*ber (s.a.s.) yürüyerek evimi şereflendirdiler ve benim hâlimi hatırımı sordular.”

Birgün Ashâb-ı Kirâm’dan Abdullah b. Yusr Yarete gelmiş, huzuruna girince titremeye başlamıştı. Bunu gören Peygamberimiz (s.a.s.) o kişiye şöyle dedi: “Arkadaş, titreme! Ben kral değilim, Kureyş’den kuru ekmek yiyen bir kadının oğlu*yum.”

Birgün Ashâb-ı Kirâm’dan Abdullah b. Yusr (r.a), Pey*gamber Efendimiz (s.a.s.)’e pişirilmiş koyun eti hediye etmişti. Hz. Peygamber (s.a.s.) yanındaki Müslümanlarla diz çöküp yemeye koyuldu. Derken, çölde göçebe hayatı yaşa*yan bir bedevî geldi ve “Bu nasıl oturuştur?” diye şaşkınlığını açığa vurmaktan kendini alamadı. Çünkü diz çöküp oturmak, törede âciz ve miskinlerin, yoksulların âdetiydi. Böylece bedevî, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in, yoksullar gibi oturuşuna bir anlam verememişti. Yüksek sezgisiyle bunu anlayan Peygamberimiz (s.a.s.): “Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, be*ni kerem sahibi bir kul kıldı, cebbar ve muannit kılmadı.” Bu*yurdu.
Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 09 Ağustos 2007 15:06

re: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz-Medineweb
 
Cömertliği

Cömertlik, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in en belirgin vasıflarından biridir. Nitekim Câbir b. Abdullah (r.a) der ki: “Rasûl-i Ekrem Hazretlerinden dünya ile ilgili bir şey istenilince asla red cevabı vermez, istenilen şey varsa verir, yoksa vadederdi.”

Şimdi Hz. Ömer (r.a)’ın naklettiği şu hâdiseye bakalım: Rasûlullâh (s.a.s.)’in huzuruna bir yoksul gelir, bir şey ister. Fakat istediği şeye sahip olamadığı için Peygamberimiz (s.a.s.) üzülür ve ona gidip çarşıdan satın almasını, borçlu olarak da kendi adının yazılmasını, eline para geçtiğinde ödeyeceğini söyler. Halbuki aynı kişiye daha önce de yardım edilmiştir. Bunu bilen Hz. Ömer: “Ya Rasûlullâh, bu kişiye daha önceleri de yardım ettiniz, şimdi bu teklife ihtiyaç var mıdır?” demek ister. İster ama Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Ömer’in sözünden pek hoşnut olmaz; bu yüzünden anlaşılır. O anda; Ensar’dan bir zât: “Ya Rasûlullâh infak et, Arş’ın sahibi olan Allah kendinizi fakir düşürür diye korkma!” diyerek görüşünü serdeder. Peygamberimiz (s.a.s.) bu zâtın görüşünü beğenir ve: “Ben infak ve yoksulluktan kork*mamakla emrolundum” buyurur. Yani “İnfakın, yoksullara yardımın fakirlik doğuracağı” tarzında bir görüşü benim*semiyordu.

Hz. Aişe (r.a)den naklolunduğuna göre Peygamberimiz (s.a.s.), kendisine bir hediye geldiği zaman, onu getiren kişiye daha fazla ve değerlisiyle karşılık verirdi. Rasûlullâh (s.a.s.) devrinde yaşayan bir İslâm kadının naklettiği şu hâdise buna misâl teşkil edebilir: Bu hanım diyor ki: “Rasûlullâh Efendimize (s.a.s.) bir tabak taze hurma ile üstü tevekli birkaç salatalık götürmüştüm. Bana altından mamul bir avuç dolusu kadın zineti ile karşılık verdi.”

Müslim’de şöyle naklolunur: Rasûlullâh (s.a.s.) İslâm üzere kendisinden istenilmiş olan herhangi bir şeyi mu*hakkak vermiştir. Bir defasında kendisine bir kimse gel*mişti de Rasûlullâh (s.a.s.) ona iki dağ arasını dolduracak kadar çok koyun vermişti. O zât kendi kabilesinin yanına gidip: “Ey kavmim, Müslüman olunuz, çünkü Muhammed fakir*likten korkmaksızın büyük ihsanda bulunuyor” demiştir.

Yine Müslim’de naklolunduğuna göre Safvan b. Ümeyye (r.a) diyor ki: “Allah’a yemin ederim ki Rasûlullâh (s.a.s.) bana çok ihsanda bulunmuştur. Başlangıçta O, bana göre insanların en çok buğzedilecek olanı idi. Fakat bana ihsân etmekte devam etti. Nihayet benim yanımda insanların en sevimlisi oldu.”

Hz. Enes (r.a)ın şu sözü de bu tip gelişmelere ışık tutmaktadır: “Bazen bir kimse ancak dünyayı isteyerek Müs*lümanlığa girerdi. Fakat İslâm’a girince artık Müslümanlık ken*disine dünyadan ve dünya üzerindeki her şeyden daha sevimli olurdu.”

İbn Abbas Hazretleri de şöyle diyor: “Hz. Peygamber (s.a.s.), halkın en cömerdi idi. En cömert olduğu zaman da Ramazan ayı idi. Muhakkak Cebrail (a.s.m) her sene Ramazan ayında Rasûlullâh (s.a.s.) ile buluşur. Rasûlullâh (s.a.s.) da ona Kur’ân-ı arz ederdi. Cebrail kendisiyle karşılaştığı zaman Rasûlullâh (s.a.s.), halkın faydalanması için gönderilmiş bulunan rüzgârdan daha cömert idi. Muhtaçlara daha çok ve daha çabuk yetişirdi.”

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 10 Ağustos 2007 12:07

re: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz-Medineweb
 
Şefkat Ve Merhameti


Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’inde: “Biz seni âlemlere rahmet için gönderdik.” (Enbiyâ, 21/107) buyurmaktadır. Rahmet olarak gönderilen, Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. İbn Abbas Hazretleri bu âyetin tefsirinde şöyle der: “Onun rahmeti iman edenleri de etmeyenleri de içine almaktadır, iman edenlerin dünyada da âhirette de o rahmetten nasipleri vardır, îman etmeyenlere gelince; onlar da inkârları yüzünden hak ettikleri ‘kökünden helak olma’ azabının sonraya kalması ile bu rahmetten faydalanmaktadırlar.”

Hz. Ebu Bekir (r.a) dedi ki: “Ey Allah’ın Rasûlü, ihtiyar*ladın!” Peygamberimiz (s.a.s.) cevap verdi: “Hud, Vakıa, Mürselât, Amme Yetesâelun, İzeşşemsü Küvvirat (sureleri) beni ihtiyarlattı.” Şârih şöyle açıklıyor: “Bu surelerde âhiret ahvali ile ilgili bilgiler... yer alıyordu. Peygamberin canına bir şey olacak değil, fakat o, bize bizden daha şefkatli olduğundan bizim başımıza gelecekleri ve ümmetinin o surelerde tasvir olunan ahval içindeki yerini düşünüyordu, ağarma bundandır.”

Hak Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Andolsun, size ken*dinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya, uğramanız ona çok ağır ve güç gelir, üstünüze çok düşkündür. Mü’minleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır O.” (Tevbe, 9/128). Bu âyetten açıkça anlaşıldığına göre Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) ümmetinin azap görmesi şöyle dursun, zahmet çekme*sinden dahi üzüntü duyar. Ümmetinin sıkıntısı O’nun da sıkıntısı, sevinci O’nun da sevincidir. Yukarıda mealini yazdığımız âyette Cenâb-ı Allah, Esmâü’l-Hüsnâ’sından olan “Rauf-Rahim (çok şefkatli-çok merhametli)” ifadelerini sadece bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında lütfen ve keremen bir araya getirmiştir. Bundan da, Cenâb-ı Allah’ın, kullarına merhametli olduğu gibi Peygamber (s.a.s.)’in de ümmetine şefkatli, merhametli olduğu anlatılmak istenmektedir.

Adamın biri bir kez Peygamberimizden düşmanları tel’in etmesini istemişti. Peygamberimiz (s.a.s.) o kişiye: “Ben lânet okumak için değil, âlemlere rahmet olmak için gönderildim” cevabını vermiştir. Gerçekten de Mekke döneminin çok sıkıntılı günlerinde bile düşmanlarına beddua etmemiştir. Taifliler kendisini taşlamışlar, bütün bedeni bilhassa ayakları bacakları kan içinde kalmıştı. Şayet isteseydi, Cenâb-ı Allah, Tâif ve Mekke şehirlerini yerle bir ederdi. Fakat Peygamber (s.a.s.), Cenâb-ı Hak’dan böyle bir istekte bulunmadı. Aksine: “Allah’ım! Bunlar hakikati göremiyorlar, ama ümit ediyorum ki, bunların çocukları birgün gerçeği göreceklerdir.” diyordu. Mekke’nin fethinden sonra Tâif kuşatması uzayınca Peygamberimiz (s.a.s.) orayı terk ederken de lânet okumamış, rahmet dilemiş ve “Allah’ım! Tâiflilerin ıslahını ve hidayete erişmiş olarak huzuruma gelmelerini diliyorum” demişti. Mekke fethini müteakip Kâbe avlusunda, karşısında esir olarak duran ve 22 yıldan beri ellerinden gelen bütün kötülüğü yapan Mekkelileri bağış*laması onun merhamet ve bağışlama duygusunun nerelere ulaştığını göstermektedir.

Allah’ın rahmet ve mağfiretini yalnız kendisine ve Peygamberimiz (s.a.s.)’e ait kılmak üzere dua eden bir cahil bedevîye Allah’ın Rasûlu (s.a.s.): “Allah’ın lütuf ve rahmet dairesini çok darlaştırdın” buyurmuştur.

O’nun şefkati aynı zamanda hayvanlara idi, tabiata idi. Hayvanlara fazla yük yüklenmemesini, iyi bakılmasını, ezi*yet edilmemesini ısrarla belirtiyor; kıyamet kopacak olsa, elinde de bir fidan olsa onu dikmeye vakti varsa dikip öyle öleceğini söylüyordu. Vücuda zarar verdiği için sarhoşluk veren içkileri yasaklıyor, aileleri yıkılmaktan kurtarmak için kumarı, nesli korumak için zinayı yasaklıyordu. Müs*lümanları bir ateş çukuruna düşmekten ısrarla koruyordu. O rahmet ve şefkat peygamberi idi.

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 12 Ağustos 2007 20:57

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz
 
Vefakârlığı

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) vefakâr bir insandı. Ahdinde du*rurdu, vadinde sadıktı, sözünden caymazdı, kendisine ve çevresindeki, ashabına yardımı dokunanları asla unutmaz, dostlarını sık sık arar, hâl hatırlarını sorar, Müslümanlara da böyle yapmalarını tavsiye ederdi. Buna dair yaşanmış birkaç örnek nakledelim:

Ashabtan Abdullah b. Ebi’l-Hamsa anlatır: “Hz. Peygamber’le (s.a.s.) bir alışveriş yapmıştım. Kendisine: ‘Biraz bekle gelirim’ dedim. Ancak ona verdiğim sözü unutmuştum. Aradan üç gün geçmişti, hatırlayıp gittiğimde o aynı yerde hâlâ beni bekliyor*du.”

Bundan anlaşıldığına göre Peygamberimiz (s.a.s.) gü*venilir, sözünde durur bir tacir idi. O, iş ortağını bek*lemekle kalmayıp başına bir şey gelip gelmediğinden endişe etmişti.

Bir kere Habeşistan hükümdarının elçileri Peygam*berimiz (s.a.s.)’in huzuruna gelmişlerdi. Peygamberimiz (s.a.s.) bunlarla yakından ilgilendi. Ashab’tan bazıları: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz hizmete yetişiriz, siz istirahat buyurunuz!” dediler. Fakat Peygamberimiz (s.a.s.) bunlara şu cevabı verdi: “Bunlar, Habeşistan’a göç etmiş olan ashabıma yer göster*miş, ikram etmişlerdi. Şimdi bunlara karşılık ben de hizmet etmek isterim.”

Mut’im b. Adiy (r.a) Kureyş’li inkârcıların ileri gelen*lerindendi. Vaktiyle Peygamberimiz (s.a.s.), Taif yolcu*luğundan şehre dönerken düşmanları onu şehre almak istememişlerdi; Peygamberimiz (s.a.s.) sıra ile birçok ileri gelen Mekkelinin himayesini istedi, fakat hepsi reddettiler. Ancak Mut’im kabul etti, oğullarını silâhlandırarak Hz. Peygamber (s.a.s.)’i şehre aldı. Aradan yıllar geçti, Mut’im Bedir Savaşı’nda Kureyşli diğer inkârcılarla birlikte Müslü*manlara karşı savaştı ve öldürüldü. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şairi Hassan, bu zâtın ölümünün ardından anlamlı bir mersiye yazmış, şiirinde onun vaktiyle Peygamberimiz (s.a.s.)’i himaye ettiğinden söz ederek iyilikle anmıştı. Peygamber (s.a.s.), kendi adına gösterilen bu vefakârlıktan son derece hoşnut oluyordu. Düşman esirlerine ne yapılacağı tartışılırken Peygamberimiz (s.a.s.)’in söylemiş olduğu şu söz de onun vefakârlığının hangi noktalara vardığını göstermesi bakımından anlamlıdır: “Şayet Mut’im b. Adiy sağ olup da benden esirleri isteseydi, fidye (kurtuluş akçesi) istemeden hepsini serbest bırakırdım.”

Hz. Peygamber (s.a.s.) müttefiklerine karşı da vefalı idi. Hudeybiye Musalahasında Müslümanların yanında andlaş*maya katılan Huzâe kabilesi, Kureyş’in yanında andlaş*maya giren Benu Bekir’in saldırısına uğramıştı. Kureyşliler de bu saldırıyı el altından destekliyorlardı. Huzâeliler durumu Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ilettiklerinde O, derhâl Kureyşlilere ültimatom gönderdi ve peşinden ordu hazırladı. Bu olay Mekke fethinin sebebi olarak tarihe geçti. Böylece Peygamberimiz (s.a.s.), saldırıya uğrayan bir müttefikini yalnız bırakmamış oluyordu.

Peygamberimiz (s.a.s.) kendisini tanımak üzere taşradan gelen kabile temsilcilerini misafirhanelerde ağırlar, onlara yakınlık gösterir, öğretmenler tayin eder, maddî ihtiyaç*larını gidermekle ilgili vazifeliler seçer; kabilelerine döne*ceklerinde de azıklar hazırlatır, yeni elbiseler alıverir, bahşişler verir, İslâm dinine ilgi duyarak Medine’ye kendisini ziyarete gelen bu insanları unutamayacakları bir vefa duygusu ile uğurlardı
Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 12 Ağustos 2007 21:03

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz
 
Cesareti

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), yumuşak huylu olduğu kadar cesurdu, yiğit ve kahramandı. Peygamberlik vazi*fesini ifa ederken karşılaştığı hâdiseler önündeki tavırla*rında bu niteliği görmek mümkündür. Mekke döneminde İslâm’ı tebliğden alıkoymak için, O’na akla gelmedik engeller çıkarılmıştır. Fakat O, bunların hiçbirinden yıl*mamış, Allah’ına güvenerek çıktığı tebliğ yolunda kahramanca yürümüştür. O’nun sabrını, tahammülünü, cesaret ve kahramanlığını beşerî tehditler ve vaatler kay*bettirememiştir. O, yoluna dikenler, sırtına deve işkembesi atıldığı zaman da, kendisine hükümdarlık zenginlik ve başkaca maddî imkânlar teklif olunduğu zaman da yolun*dan asla dönmemiş, azminde zerre kadar bir sarsılma meydana gelmemiştir. Allah için, İslâm için girdiği kavgalarda tam bir yiğit olarak görünmüştür.

Nitekim Hz. Ali (r.a) diyor ki: “Savaşlarda Hz. Peygamber (s.a.s.) kadar düşmana yaklaşan bir kimse bulunmazdı. Birçok defalar savaş kızışıp başımız sıkıntıya gelince Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’e sığınırdık.” Hz. Enes (r.a) de: “Başımız dara düşünce Allah’ın Rasûlü ile korunurduk.” diyor. Yine Hz. Enes b. Mâlik (r.a) nakleder:

Rasûlullâh (s.a.s.) insanların en güzeli idi, insanların en cömerdi idi, insanların en cesuru idi. Bir gece Medine halkı duydukları bir sesten fena hâlde korkmuşlar ve sesin geldiği yöne gitmişlerdi. Peygamber (s.a.s.) ise ashabını korkutan bu sesi işitince eline kılıcını alarak Ebu Talha’nın eğersiz atına binmiş ve Medine’yi dolaşıp hâdiseyi incelemiş, bu esnada Medineliler geride kalmıştı. Nihayet Rasûlullâh (s.a.s.), Ebu Talha’nın atı üzerinde ve kılıcı boynunda olarak geri döndü. Yolda Medine halkıyla karşılaştı. Onlara şöyle dedi: “Endişe edecek bir şey yok, neden korkuyorsunuz?”

Uhud Savaşı’nda, İslâm ordusu birinci safhada Pey*gamberimiz (s.a.s.)’in harp taktiklerine uyarak üstünlük sağlamıştı fakat daha sonra kesin sonucu almadan ganimet toplamaya girişince ve yerlerini terk etmemeleri gereken okçular da ganimet toplama işine koşunca düşman süvari birliği arkadan kuşatmış, böylece Müslümanlar iki ateş al*tında kalmışlardı. Bu safhada Müslümanlar 70 şehid ver*dikleri hâlde; Peygamberimiz (s.a.s.) emir komutayı elinde bulundurdu ve büyük bir soğukkanlılıkla İslâm ordusunu çevresine topladı. Başarılı bir savunma ile düşmanı dur*durdu. Peşinden de inkârcıları Mekke istikametinde gün*lerce takip etti. Peygamberimiz (s.a.s.) öyle bir kahramanlık ve cesaret ortaya koydu ki, müşrik ordusu geri dönerek yeniden savaşmayı göze alamadı.

Hevazin muharebesinde, İslâm ordusu Huneyn geçi*dine geldiğinde düşman okçularının hücumuna uğramıştı. İslâm askerlerinin bu anî saldırıdan korunmak üzere siper aradıkları bir sırada, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) sarsılmaz bir kaya gibi metanet göstermiş, savaş alanından bir adım bile gerilememiştir. Katırını düşmana doğru sürerek İslâm askerlerine “Nereye kaçıyorsunuz, ben Allah’ın Rasûlu’yum, Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed’im” diyerek ordu*sunu toparlamış ve zafere ulaşmayı başarmıştır. Nitekim bir görgü tanığı şöyle diyor: “Şehadet ederim ki Hz. Peygamber (s.a.s.) bir adım bile gerilemedi. Savaş vahşî bir yangın gibi yayıldığı zaman, hepimiz Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in çevresine sığındık. O’nun yanında durmak en büyük cesaret sayılıyordu.”

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 13 Ağustos 2007 10:26

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz
 
Utanması

Haya ve edep Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’de taçlanmış, çiçek çiçek açmıştır. O, kimseyi azarlamaz, tane tane konuşur; tebessümü yüzünden eksik etmezdi. Şımarıklığı, gururu ve büyüklük taslamayı asla sevmezdi.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in gençliğini ve orta yaşlılığını geçirdiği Arabistan’ın Hicaz bölgesinde, edep ve haya dışı âdetler ortalığı kaplamış olduğu hâlde, Yüce Rasûl bu gibi âdetlerin hiç birine uymamıştır. Cenâb-ı Hak, geleceğin müjdecisini bu çirkin âdetlere bulaşmaktan korumuştu. O sıralarda Arabistan’da Kâbe’yi çıplak tavaf etmek ve baş*kalarının yanında çıplak yıkanmak gibi haya ve edep dışı âdetler de vardı. Peygamberimiz (s.a.s.) bu kabil hareket*lerden daima nefret ederdi. Henüz Mekke’de amcasının koyunlarını güderken, iki gün üst üste Kureyşli gençlerin katıldığı bir eğlenceye katılmak istemişse de, o esnada göz*lerini uyku bürümüş ve uyandığında, eğlencenin bittiğini anlamıştı. Bir daha da böyle bir teşebbüste bulunmadı. Kâbe tamiri sırasında O da Abdülmuttalib oğulları adına taş taşımakta idi. Kureyşli gençler elbiselerinin eteklerini omuzlarına toplayarak taşıyorlardı. Böylece omuzları acı*mamış oluyordu. Ama etekleri kalkınca haya ve edep dışı bir görüntü ortaya çıkıyordu. Henüz yaşı genç olan Hz. Muhammed (s.a.s.) de bir defa bunu deneyecek oldu. Ama gizli bir el (bir melek) O’nun eteğini yere doğru öyle bir kuvvetle çekiyordu ki, Hz. Peygamber (s.a.s.), Kureyşli gençlerin düştüğü durumdan korunmuş oluyordu. Pey*gamberimiz (s.a.s.), putlardan nefret ederdi. Onlar şerefine verilen ziyafet ve şölenlere asla katılmazdı. Fakat bir yıl halaları O’nu zorladılar, ancak Kureyşli ileri gelen ailelerin katılabileceği, putlar onuruna verilen bir ziyafete yeğen*lerini de götürmek istediler. Henüz küçük bir çocuk olan Hz. Muhammed (s.a.s.), ne kadar direndiyse de halaları “Böyle bir günde Abdullah’ın yetimini yapayalnız evde bıra*kamayız, bu, bizim mürüvvetimize sığmaz.” diye düşünüyorlar*dı. Fakat henüz yolda giderken Peygamberimiz (s.a.s.)’in yü*zünde, görünmeyen bir sesin şakladığı duyuldu. Hz. Muhammed (s.a.s.), kendisini yerde bulmuştu. Rengi sarar*mış, mecalsiz kalmıştı. Halaları hemen onu kaldırdılar ve eve döndüler, O’nun istirahatını sağladılar ve bir daha putlarla ilgili hiçbir toplantıya O’nu götürmediler. Görül*düğü gibi edep ve haya dışı hareketlerden İslâm’dan önceki dönemde de Hz. Muhammed (s.a.s.) ilâhî bir kont*rol ile korunmuştur.

Ebu Said el Hudrî (r.a) diyor ki: “Nebi (s.a.s.) haya cihetiyle, kendi köşesinde oturan bakire kızdan daha utangaçtı.” Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’in ne kadar haya sahibi olduğunu Ebu Said el Hudrî Hazretlerinin bu sözünden açıkça an*lamaktayız. Peygamberimiz (s.a.s.) gıybet etmez, gıybeti ya*saklar, dedikoduyu men eder, kendisine başkalarından de*dikodu tarzında lâf iletilmesini doğru bulmazdı. İnsanların kusurlarını yüzüne vurmaz; hataları, kusur sahibinin adını anmaksızın genele dönük olarak zikreder, herkesin böyle fenalıklardan kaçınmasını belirtirdi.

“Haya imandandır” buyuran Peygamberimiz (s.a.s.), pek fazla utangaç olması yüzünden arkadaşları tarafından kınanan biri hakkında: “O’nu hâline bırakınız. Çünkü haya imandandır” buyurmuştur. Bir başka zaman, Peygamberi*miz (s.a.s.), ashabına: “Haya insan için zinettir” diyerek öğüt vermişlerdir.

Şunu bilmek lâzımdır ki; haya, insanın karakterini taşır ve hiç bir millet hayadan müstağni kalamaz. Fazilete talip insan için edep ve haya, ilâhî nurla örülmüş bir taçdır. Onu giyen, her fenalıktan uzak kalır

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 14 Ağustos 2007 22:44

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz
 
Müsamahası


Peygamber Efendimiz (s.a.s.) müsamahakâr bir büyük gönle malikti. O’nun adı Cenâb-ı Allah tarafından “çok acı*yan, çok şefkatli” manâsına gelen kelimelerle beraber yazıldı. Hz. Aişe (r.a) şöyle diyor: “Rasûlullâh (s.a.s.), çirkin sözler söylemezdi. Haya, terbiye ve nezakete aykırı hiç bir davranışta bulunmazdı. Çarşı ve pazarlarda yüksek sesle konuşup gürültü çıkartmazdı, kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi; affeder, bağışlardı.”

Yine Hz. Aişe (r.a) şöyle diyor: “Rasûlullâh (s.a.s.), iki şey arasında muhayyer kılındı mı tercih edeceği şey, günah olmadığı müddetçe O muhakkak kolay olanını alırdı. Eğer günahı gerektiren bir şey olursa, kendisi ondan halkın en uzak bulunanı olurdu. Rasûlullâh (s.a.s.), Aziz ve Celil olan Allah’a karşı hürmetsizlik hâli olması müstesna, kendisi için kin tutup öç almamıştır.”

Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle der: “Hz. Peygamber (s.a.s.) fiil ve hareketlerinde taşkınlık yapacak seciyede değildi. Taşkınlık da yapmış değildir.”

Hz. Aişe (r.a) anlatır: “Rasûlullâh (s.a.s.), Allah yolunda cihad etmesi hâli müstesna, hiçbir şeye; ne bir kadına, ne de bir hizmetçiye asla eliyle vurmamıştır. Hiçbir kimse O’ndan (söz ve davranış olarak) asla herhangi bir eziyet ve zarar görmemiştir. Nerede kaldı ki Peygamber (s.a.s.) kendi arkadaşı için intikam duyguları beslemiş olsun. Meğer ki Allah’ın haramlarına karşı hürmetsizlik edilmiş olsun, işte bu takdirde Aziz ve Celil olan Allah için öfkelenir, öç alırdı.”

Kadı Beyzavî bu konuyu şöyle açıklıyor: “Hz. Peygam*ber (s.a.s.)in yumuşak huylu, sabırlı ve hakka riayetkâr olduğu an*laşılıyor. Eğer Allah hakkını ve insanların hakkını yerine getirme*seydi bu, zelillik ve horluk olurdu. Nefsi için intikam alsaydı sa*bırsız sayılırdı. Peygamberimiz (s.a.s.) iki aşırı uçtan sıyrılmış, sabır ve hakkaniyeti en olumlu, en mutedil şekilde benimsemiştir.”

Enes b. Mâlik (r.a): “Rasûlullâh (s.a.s.) sövücü, lânet edici, çirkin söz söyleyici değildi” diyor.

Yine Hz. Enes (r.a) şöyle nakleder: “Rasûlullâh (s.a.s.) ile giderken bir bedevî Hz. Peygamber (s.a.s.)’in cübbesinden öylesine sert çekti ki, boynuna baktığımda tırmalandığını gördüm. Bedevî: ‘Ey Muhammed! Yanında bulunan Allah’ın malından bana bir miktar verilmesini emret!’ dedi. Rasûlullâh (s.a.s.) döndü, güldü ve sonra ona bir şey verilmesini emretti.”

Hz. Enes (r.a)’ın naklettiğine göre Rasûl-i Ekrem Haz*retleri (s.a.s.) “Bir kimsenin üzüleceği bir şeyi yüzüne karşı söyle*mez ve hiç bir kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı.” Peygambe*rimiz (s.a.s.) yasaklanması ve terk edilmesi gereken şeyleri umumî olarak söylerdi ki, o hatayı yapan kişi şahsına söy*lenmiş gibi incinmesin! Her işareti bir emir telâkki edilen Hz. Peygamber (s.a.s.), buna rağmen ümmetinin incin*memesi için azamî titizliği gösteriyordu.

Peygamberimiz (s.a.s.), adamın birinin üstünde ağır bir kokunun herkesi rahatsız ettiğini gördü, üstelik göze batan sarı bir rengi vardı. Adam kalkıp gidinceye kadar bir şey söylemedi, yüzüne vurmadı. Kalkıp gittikten sonra orada bulunanlara: “Bu kişiye yumuşak bir yolla söyleseniz de bir daha bu rahatsız edici sarı renkli kokuyu kullanmasa!” dedi. Ashâb-ı Kiram, Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında: “Hoşlanmadığı bir şey, yüzünden anlaşılırdı” diyor. Peygamberimiz (s.a.s.)’in şu hadisinin de çok derin anlamlan vardır: “Hiç kimse diğer biri hakkında bana (kötü) bir şey ulaştırmasın. Çünkü ben yanınıza kalbim selim olarak çıkmak isterim.”

Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 20 Ağustos 2007 14:24

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz
 
Ağlayışı

Peygamberimiz (s.a.s.)’in göz pınarları merhamet ve şefkat yaşlarıyla dolu idi. Merhametli oluşunun tabiî neti*cesi olarak da bazı hâdiseler O’nu ağlatırdı. Yanık bir Kur’ân okunuşu, vecdle ibadet hâli, yoksul bir çocuğun ızdırabı, Müslümanların veya kendisinin küçük yaşta ölen çocukları, beklenmedik felâketler O’nu daima ağlatırdı. Ama O’nun ağlayışı feryâd-ü figân yani sızlanma ve şikâyet değildi.

Şimdi yaşanmış birkaç hâdiseyi sıralayalım: Rasûl-i Ek*rem (s.a.s.)’i namaz kılarken gören bir sahâbi, müşahedele*rini şöyle anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.)’in huzuruna gelmiş*tim. Bu esnada namaz kılıyordu. Üzerinde sanki bir ağla*ma hâli vardı. Bu durum o kadar belirgindi ki, kendisinden çıkan ses, ateş üzerine konmuş çömleğin kaynamasından hasıl olan seda gibiydi.

İbn Abbas Hazretleri şöyle nakleder: Hz. Peygamber (s.a.s.), bir kız çocuğunu kucağına aldı, bir saat kadar böyle kaldı ve kız çocuğu ruhunu Hakk’a teslim etti. Bu sırada Ümmü Eymen yüksek sesle ağlamaya başladı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), feryât ederek ağlamaktan onu engelleyince: “Ben seni ağlarken görmedim mi ya Rasûlullah! Zaman zaman siz de ağlamıyor musunuz?” dedi. Bu esnada Peygamberimiz (s.a.s.) şu cevabı verdi: “Ey Ümmü Eymen, benim ağlayışım, sabırsızlıktan kaynaklanan feryâd-ü figân tarzında değildir. Ben merhametimden ağlarım. Şüphesiz mü’min her durumda hayr ister, hayr üzeredir. Ruhun kâbzolunuşu, onun için bir hayırdır, bu yüzden Allah’a hamd eder.”

Şârih bu konuda şu açıklamayı getiriyor: “Peygamberi*miz (s.a.s.) demek istiyor ki: Ey Ümmü Eymen! Sen ölüye ağlıyor*sun, halbuki ölü, durumundan memnundur. Durumundan mem*nun olana ağlanır mı?”

Hz. Aişe (r.a) naklediyor. “Peygamberimiz (s.a.s.)’in süt kardeşi Osman b. Maz’un Hazretleri ölmüştü. Peygamberimiz (s.a.s.) gelerek süt kardeşini iki gözü arasından öptü. Bu sırada gözlerinden yaşlar dökülüyordu.”

Peygamberimiz (s.a.s.)’in kızı Ümmügülsüm ölmüştü. Cenazesi hazırlandı, toprağa verildikten sonra Peygambe*rimiz (s.a.s.) kabrin bir kenarına çekilmiş içten içten ağlı*yordu.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in Mısırlı Mariye’den doğma bir oğlu vardı. Peygamberimiz (s.a.s.) onu çok sevmiş ve yaşa*dığı sürece babalık şefkatini göstermişti. Yavrucak yaklaşık 18 aylık olunca hastalandı. Hastalığı hızla ağırlaştı. Bu es*nada Peygamberimiz (s.a.s.), oğlunu kucağına almış ve son defa bağrına basıp öpmüştü. Gözyaşlarını tutamayarak: “Allah’ın takdiri karşısında elden ne gelir ey İbrahim!” demişti. Nihayet yavrucak, ruhunu teslim etmişti ki sevgili Pey*gamberimiz (s.a.s.) gözleri yaşlı şöyle diyordu: “Göz yaşarır, kalb mahzun olur. Biz Allah’ın rızasına uygun olmayan bir söz söylemeyiz. Ey İbrahim, senin ölümün sebebiyle derin bir üzüntü içindeyiz... Bu, Allah’ın bir emri olmasaydı, vade dolmuş bulunmasaydı, sonra gelenler öncekilere kavuşmayacak olsaydı, senin ölümüne daha çok üzülürdük oğlum!”

Gözyaşlarını gören ashâb, Peygamberimiz (s.a.s.)’e, bunun kendilerine yasaklanmış olduğunu hatırlatınca da şöyle buyurdu: “Ben üzülmeyi yasaklamış değilim, bağıra çağıra feryat ederek dövünerek ağlamayı yasakladım. Bende gördüğünüz göz yaşları, kalbteki sevgi ve acımanın eseridir...”

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 21 Ağustos 2007 10:03

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz
 
İbadeti
Kur’an Okuması
Ve Dinlemesi

Hz. Peygamber (s.a.s.) ibadete düşkündü; namaz için “gözümün nuru” diyordu. Farz namazları camide, teheccüd ve benzeri nafileleri evinde kılmayı tercih ederdi. Gecenin başlangıcında yatsı namazını kılar yatardı. Üçte birlik süre içinde uyanır, bir müddet teheccüd, sonra da vitir namazı*nı kılar, daha sonra tekrar yatar ve sabah ezanı okunur okunmaz çabucak kalkar; gerekiyorsa gusleder, gerekmi*yorsa abdest alır, sünnetini evinde kılar, farzı için camiye giderdi. Toplum işleriyle yorgun düştüğü günlerin gecele*rinde, bilhassa âhir ömründe teheccüdü oturarak kılardı. Yüce Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükürden bir an bile geri durmazdı.

Peygamberimiz (s.a.s.), Ramazan orucuna ilâveten bil*hassa Recep, Şaban ve diğer aylarda nafile oruç da tutu*yordu. Müteaddit defalar umre yapmış, bir kere de hacc yapmıştı.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “En makbul amelin az da olsa sürekli yapılanı olduğunu” ashabına söylüyor, usanç do*ğuracak kadar aşırı nafilelerle vücuda meşakkat verilme*mesini belirtiyordu. Bu hususta şöyle buyuruyordu: “Amel*leri gücünüz yettiği ölçüde yapınız. Gücünüzün dışına çıkarak kendinize meşakkat yüklemeyiniz!” “En makbul âmel, az da olsa devamlı yapılanıdır.”

Peygamberimiz (s.a.s.) ibadetler konusunda kendisi na*sıl davranıyorsa örnek alınmasını, buna bir şey ilâve edil*memesini veya bir şey eksiltilmemesini ısrarla ifâde ediyordu. Sahabeden her gece, uykusuz ve ibadetle sabahlayanı, eşiyle ömür boyu yakınlaşmamaya azmetmiş olanı ve farz dışında bütün yıl boyunca ara vermeksizin oruca niyetleneni bu tutumlarından dolayı kınamıştı. Çünkü o, gecenin bir bölümünde ibadet ediyor, bir bölümünde de uyuyup istirahat ediyordu. Farz dışında bazı günler oruçlu oluyor, bazı günler de iftar ediyordu, eşleriyle de gerektikçe yakınlaşıyordu. Çünkü Rasûlullâh (s.a.s.) halktan biriydi ve genel olarak bir ferdin ihtiyacı ne ise onu İslâm ışığında örnek olarak gösteriyordu.

Peygamberimiz (s.a.s.) Kur’ân okurken kelimeler gayet açık bir şekilde anlaşılırdı, medlere riâyet ederdi; bazen yüksek sesle, bazen de içinden sessizce okuyordu... Sesi sedası gayet güzeldi. Sesli okurken başka evdekiler duy*mazdı, ancak odadakiler duyardı. Hiç bir zaman sesi çıktı*ğı kadar alabildiğine bağırarak okumazdı. Tatlı ve yumu*şak bir sesi olan Peygamber Efendimiz (s.a.s.), yakıcı ve etkileyici bir okuyuşa sahipti. O, Kur’ân okurken dinle*yenleri bir vecd kaplar ve kendilerini sanki bir başka âlemde hissederlerdi. Teğannide aşırı gitmezdi. Teğannisi tabiîydi, yani ahenkli okumayı severdi.

Peygamberimiz (s.a.s.) başkası okurken dinlemeyi de çok severdi. Birgün Abdullah b. Mes’ud (r.a.)’dan Kur’ân okumasını istedi. O zât Kur’ân’ın kendisine vahyolunduğu Peygamber (s.a.s.)’in huzurunda okumaktan tereddüt ettiyse de Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ben Kur’ân-ı başkasından dinlemeyi severim!” buyurdu. Bunun üzerine Abdullah b. Mes’ud (r.a), Nisa Suresini okumaya başladı... “... Her ümmete bir şahid getirdiğimiz ve ey Muhammed seni de bunlara şahid getirdiğimiz vakit durumları nasıl olacak?” âyetine gelince Rasûlullâh (s.a.s.)’in gözlerinden yaşlar akıyordu.

Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 26 Aralık 2007 15:45

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 
Çocuk Sevgisi ve Şefkati
[COLOR=#a0a0a0][SIZE=3][COLOR=#000000]Hz. Aişe (r.a.)’nin anlattığına göre, bir defasında bedevîlerden bir grup Rasûlullâh -Sallâllâhu aleyhi ve sellem-’ın huzuruna gelmişlerdi. Bunlar bir münasebetle: “Sizler çocuklarınızı öper sever misiniz?” dediler. Sahâbiler: “Evet!” cevabını verdiler. Bedevîler: “Fakat Allah’a yemin ederiz ki, bizler öpüp okşamayız” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “ Eğer Allah sizin gönüllerinizden rahmet ve şefkati çekip çıkarmışsa ben ne yapabilirim?” buyurdu.
Hz. Enes (r.a.) diyor ki: “Rasûlullâh -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- biz çocukların arasına karışır ve (güler yüzle bize şaka yapar)dı.”
"Çocukları hakkıyla sevmeyi, onlarla ilgilenmeyi, onları çeşitli tehlikeler karşısında korumayı cehennemden kurtuluşa vesile sayan”[SIZE=3][COLOR=#000000] Sevgili Peygamberimiz -Sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çoluk çocuğuna düşkünlüğünü Enes b. Mâlik (r.a) şöyle nakleder: “Ben Rasûlullâh
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem-[I][SIZE=3][COLOR=#000000]kadar çoluk çocuğuna, aile fertlerine, eli altındakilere merhameti olan hiçbir kimse görmedim. Hz. Peygamber -Sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in oğlu İbrahim, Medine’nin yüksek taraflarındaki köylerin birinde süt annesinin yanında bulunuyordu. Hz. Peygamber -Sallâllâhu aleyhi ve sellem -biz de beraberinde olduğumuz hâlde- onun yanına giderdi. Bir defasında Hz. Peygamber -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- o eve gitmişti ki, ev o sırada duman içindeydi. Çünkü İbrahim’in süt babası bir demirciydi. Peygamberimiz -Sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İbrahim’i kucağına alır, onu öper, sonra da geri dönerdi.”
Peygamber Efendimiz -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- özellikle yetim ve yoksul çocuklarla yakından ilgilenir, kız çocukları arasında hizmetçi ve işçi gibi çalışmak mecburiyetinde kalanlara da merhametle davranır, onların her istediğini dinler, her ihtiyacını gidermeye çalışırdı. Nakledeceğimiz şu hâdise bu açıdan enteresandır
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in cebinde on lirası (on dirhem) vardı. Dört lirasına elbiseciden bir gömlek aldı. Dışarıya çıkınca yoksul bir Medineli: “Ey Allah’ın Rasûlu, o gömleğe çok ihtiyacım var, onu bana verir misin?” dedi. Peygamberimiz -Sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gömleği yoksula verdi. Elbiseci dükkânına tekrar girdi, geri kalan paranın dört lirasına kendisi için bir gömlek satın aldı.Dışarıya çıkınca küçük bir kızın ağladığını gördü. He­men yaklaşıp sebebini sordu. Bir evde hizmetçilik yapan bu küçük kız: “Ev sahibim bana un almak için iki lira vermişti, onu kaybettim, onun için ağlıyorum” dedi
Peygamberimiz -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- son kalan iki lirayı da bu kızca­ğıza verdi. Fakat küçük kız ağlamaya devam ediyordu. Peygamberimiz -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- tekrar sordu: “Kaybettiğin iki liraya yeniden kavuştun, hâlâ niçin ağlıyorsun?”
Kız: “Eve geç kaldım, beni dövmelerinden korkuyorum!” cevabını verdi.[SIZE=3]Bunun üzerine Hz. Muhammed -Sallâllâhu aleyhi ve sellem-, küçük kızın elinden tuttu: “Korkma yavrum, gel benimle!” dedi. Onu eve kadar götürdü, önce selâm verdi. Ancak üçüncü selâmında kapı açıldı. Peygamberimiz: “İlk selâmımı duymadınız mı?” deyince “Duyduk ama selâmınızın artmasını ve sesinizi daha çok duymayı arzu ettik. Sana canımız feda ey Allah’ın Rasûlü, buraya kadar niye zahmet ettiniz?” dediler. Peygamberimiz -Sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Şu kızcağız, geç kaldım diye dövülmekten korkuyordu da bunu size kadar getirdim.” cevabını verdi. Ev sahibi: “Ey Allah’ın Rasûlü, sizin evimize gelmenize sebep olduğu için bu hizmetçi kızı (cariyeyi) âzâd ediyorum. Artık hürdür” deyince, Hz. Peygamber -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “Allah’ın bana verdiği on lira ne kadar bereketli imiş! Allah onunla peygamberine ve Medineli bir yoksula birer gömlek giydirdi, bir kız çocuğunu da sevindirdi, hürriyetinin bağışlanmasına vesile oldu! Şüphesiz bize sonsuz gücüyle rızık veren O’dur.”

Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL




KalbinNûru 26 Aralık 2007 22:53

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz
 
Anne Sevgisi
Bilindiği gibi, Hz. Muhammed (sallâllâhu aleyhi ve sellem) annesi Amine Hatun’u, altı yaşında küçük bir çocuk iken kaybetmişti. Ancak, şayet annesi sağ olsaydı ömrü boyunca ona göstereceği sevgi ve saygının ne kadar samimî ve içten olacağını tahmin etmek zor değildir.
Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde anne ve baba haklarıyla ilgili emir ve tavsiyeler, Son Peygamber Hz. Muhammed (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in, yaşlandığında şayet yanında olsaydı ebeveynine nasıl davranacağı hakkında bize ipucu vermektedir.
Önce Kur’ân ve hadislerden konu ile alâkalı birkaç misâl nakledelim:[COLOR=#a0a0a0][SIZE=3][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000]Cenab-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Allah’a kulluk edin, O’na bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve eliniz altında bulunan kimselere iyilik edin.” (Nisa,4/36) “ Biz insana ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir...” (Lokman, 31/14)
[COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][SIZE=3]Peygamber Efendimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem) de, şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın rızası, anne babanın rızasında, gazabı da anne babanın gazabındadır.” (Tirmizi, birr ve sıla, 3) “Büyük günahların en büyüğü Allah’a ortak koşmak ve anne-babaya karşı gelmektir.” (Tirmizi, birr ve sıla, 4) “Kendisiyle en çok ilgilenilmesi, ihtiyaçlarının evvelemirde karşılanması ve kendisine yakın olunması gereken kimdir?” diye sorulunca da Rasûl-i Ekrem (sallâllâhu aleyhi ve sellem) üç kere “Annendir” buyurdu, dördüncüde “Babandır” diye ekledi. (Buharî, Edeb, 2)
görüldüğü gibi yukarıda mealleri verilen âyet ve ha­dislerde anne babaya sevgi ve saygı konusunda hassasiyetle durulmaktadır.[COLOR=#a0a0a0][COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000]Şimdi de annesi ile alâkalı bir hatırasını ve anne mevkiindeki hanımlarla alâkalı davranışlarını sıralayarak Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in, annesi sağ olsaydı ona nasıl davranacağını ve bu mevzuda Müslümanlara nasıl örnek teşkil ettiğini göstermeğe çalışacağız
[COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][SIZE=3]Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye Umresinde Mekke’ye giderken Ebva’ya uğramıştı. Cenâb-ı Allah’tan izin isteyerek annesinin kabrini ziyaret etti. Ziyaret esnasında kabri eliyle düzeltti, teessüründen ağladı. Rasûlullah (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in ağladığını gören Müslümanlar da ağladılar. Bu sırada, “Niçin ağladığını” soranlara, Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem): “Annemin benim hakkımda şefkat ve merhametini hatırladım da ağladım” cevabını verdi.

[COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][SIZE=3]Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe, Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem) doğduğunda bir hafta kadar emzirmişti. Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem), hayatı boyunca bu hanıma çok iyi davranmış ve iyi­lik etmiştir. Peygamber Efendimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem), Medine’ye göç ettiğinde ona sürekli olarak yiyecek gönderir, gidip gelen­ler aracılığıyla devamlı selâm yollar, hâl hatır sorardı. Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) bu ilgisini Süveybe Hatun ölünceye kadar devam ettirdi. Hatta onun ölüm haberini aldıktan sonra da Rasûl-i Ekrem (sallâllâhu aleyhi ve sellem), bir yakını olup olmadığını so­ruşturmuş, kimsesi olmadığını tesbit etmişti.

[COLOR=#a0a0a0][COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][COLOR=#a0a0a0]Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in süt annesi Halime Hatun, bir defasında Mekke’ye gelmiş ve Peygamber Efendimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’e “Yaman bir kıtlık geçirmekte olduklarını, kuraklıktan hayvanların kırıldığını...” söylemişti. Bu sırada Hz. Hatice (r.a) ile evli olan ve henüz Mekke’de bulunan Peygam­berimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem), Halime Hatun’a kırk koyun ile, binip gitmek ve yüklerini taşımak üzere bir de deve vermişti. Yine bir gün süt annesi Halime, Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in huzuruna gelmişti. Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem) hemen ayağa kalktı: “Anneciğim! Anneciğim!” diye hürmet ve muhabbet gösterdi, abasını sererek üzerine oturttu.

[COLOR=#a0a0a0][COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][COLOR=#a0a0a0]Ümmü Eymen Bereke (r.a.)yı da burada rahmetle analım. Peygamber Efendimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem), uzun süre kendisine hizmet eden bu hanımı çok sever sayardı. Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem) bu hanıma o kadar hürmet ederdi ki; “Sen benim ikinci annem sayılırsın” derdi. Bu ifade, Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in dadısı Ümmü Eymen’i annesi kadar sevdiğini, onu kendisine ve kendisini ona annesi kadar yakın hissettiğini belirtmesi bakımından enteresandır. Ümmü Eymen’in cariye statüsünde yetişmiş bir kadın olduğu dikkate alınırsa Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in ona “Annem” diye hitab etmesinin mânâ ve önemi daha iyi anlaşılır. Çünkü câhiliye çağı Araplarında cariyeler her çeşit insanî ve tabiî haklarından mahrum idiler. İşte böyle bir vasatta da Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem), Ümmü Eymen’i anne mevkiine yükseltiyordu.

Burada bir de Ebu Talib’in hanımı Fatma Hatun’a değinmekte yarar var. Bu hanım, sekiz yaşından itibaren evine gelen Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’ e öz oğulları gibi davranmış ve O’nu bağrına basmıştı.
[COLOR=#a0a0a0][COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][COLOR=#a0a0a0][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000][COLOR=#a0a0a0][SIZE=3][FONT=Times New Roman][COLOR=#000000]Peygamber Efendimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem) küçükken kendisine hizmeti geçen diğer kadınlara olduğu gibi, Fatma Hatun’a da ömrü boyunca iyi davranmış, hürmette kusur etme­mişti. Bu cümleden olarak onu sık sık ziyaret eder, hatırını sorardı. Fatma Hatun öldüğünde Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) “Annem öldü” ifadesini kullanmış, gömleğini kefen olarak vermiş ve kabre eliyle indirmişti. Çevresindekiler, Fatma Hatun’un ölümü karşısında Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in gös­terdiği sıcak alâkanın sebebini sorduklarında şöyle cevap verdi:
“Ebu Talib’ten sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan hiç bir kimse yoktur. Ahirette cennet elbiselerinden giyinmesi için ona gömleğimi kefen olarak verdim. Kabre ısınması, alışması için de oraya kendisiyle birlikte uzandım.”
Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in, Fatma Hatun’un ölümü karşısındaki üzüntüsünden hayret edenlere söylemiş olduğu şu söz daha enteresandır: “O benim annemdi! Kendi çocukları aç durur, suratlarını asarlarken o, önce benim karnımı doyurur, saçımı tarardı, o benim annemdi!”

Bu tarihî hakikatleri sıraladıktan sonra rahatlıkla ifade edebiliriz ki, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’de anne sevgisi çok kuvvetli idi.
Annesi Amine Hatun’un kabrini ziyaret etmesi, tees­süründen gözyaşı dökmesi; büyüdüğünde -vaktiyle kendisine çok az bir süre de olsa süt emziren- Süveybe’ye çeşitli yardımlarda bulunması, süt annesi Halime’ye rastladıkça “Anneciğim, anneciğim!” diye hitap etmesi ve eksikliklerini gidererek yardımda bulunması; öz annesinin yokluğunu hissettirmemek için elinden gelen gayreti gösteren Ümmü Eymen’e: “Sen benim ikinci annem sayılırsın.” diyerek teşekkür etmesi, keza uzun bir süre sofrasında yemek yediği amcasının eşi yengesi Fatma Hatun için “O benim annemdi!” demesi, Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)de anne sevgisinin ne kadar kuvvetli olduğunu göstermektedir.
Böylece Müslümanlar her konuda olduğu gibi anneye sevgi ve saygı konusunda da en güzel örnekleri Hz. Muhammed (sallâllâhu aleyhi ve sellem)’in şahsında görmektedirler.


Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL


Emekdar Üye 26 Aralık 2007 23:07

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz
 
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] ÖRNEK İNSAN HZ. MUHAMMED (sav) [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]



[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]




[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Kalem Süresi ,4








Her toplum kendi seçkin şahsiyetlerini örnek alır. İlim, irfan ve akl-ı selim sahibi insanların da yapacağı budur. İşte bu insanlar dünya ve ahirette, mesut ve bahtiyar olurlar. Bu tür bahtiyar insanlardan yoksun olan toplumlar ahlâki çöküntüye düşerler, huzurları bozulur; güç ve kuvvetlerini kaybederler; anarşinin içine düşerler. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur.



Dinî ve ahlakî hayatımızın en büyük örnek şahsiyeti, hiç şüphe yok ki, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir.

Alemlere rahmet olarak gönderilen son peygamber, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in örnek hayatı incelendiğinde; O’nun muhteşem özellikleri, açıkça görülür.

Allah Rasûlü, kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz, hoşlanmadığı ve yanlış gördüğü bir davranış olursa o davranışı yapanların kim olduğunu belirtmeden ve kimseyi kırmadan, yanlışları düzeltir; kimsenin sözünü kesmez, konuşması bitinceye kadar dinler, kimsenin gizli hallerini araştırmaz, kendini ilgilendirmeyen konularla meşgul olmazdı. Allah’a hürmetsizlik yapılmadıkça, kendisine karşı yapılan kötülükleri bağışlar, eline fırsat geçse de intikam almayı düşünmezdi. Zengin-fakir, efendi-köle, büyük-küçük ayrımı yapmadan insanları eşit tutardı.

Hz. Peygamber cömertti. İkram etmeyi çok severdi. Eline geçen hemen her şeyi muhtaçlara dağıtır, kimseyi eli boş çevirmezdi. Bütün işlerini tam bir düzen ve intizam içinde yapar, vaktini boşa geçirmezdi.

Dürüstlükten ayrılmazdı. Verdiği sözü tutardı. Şakayla da olsa, asla yalan söylemezdi. Henüz peygamber olmadan “güvenilen kişi” unvanını kazanmıştı. Bunun içindir ki, Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de; “Sizin için, Allah’ın Rasulü (Hz. Muhammed), Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokca zikredenler için, güzel bir örnektir.[1] buyurur. Bunun yanında; Allah Teala Kur’an’da Yüce Peygamberimizin “En üstün ahlâk üzere bulunduğunu”[2],“Allah’ın rahmetinin eseri olarak ümmetine yumuşak ve merhametle davrandığını”[3] bildirmiş ve “Ey Muhammed! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik”[4] buyurmuştur.

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) de “Sizin en hayırlınız, ahlâken en güzel olanınızdır.”[5], “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”[6] buyurmuştur.



Bu gece Mevlit Kandilidir.

Sevgili Peygamberimizin doğum yıldönümünü kutlarken Müslüman’a yaraşanın onun yüksek ahlakını benimsemek, ailesine, çevresine, milletine ve devletine yararlı bir insan olmaktır.


--------------------------------------------------------------------------------

[1]Ahzap Suresi Ayet:21.

[2] Kalem Suresi Ayet:4.
[3] Al-i İmran Suresi Ayet:159.
[4] Enbiya Suresi Ayet: 107. [5] Buhari Tecrid Terc. 9/318 Hadis No:1456. [6] Malik, el-Muvatta 2/904.

KalbinNûru 27 Aralık 2007 20:04

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 
Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) dinî tefekküre engel teşkil eden, kindarlık ve çekememezlik doğuran, vakar ve ağırbaşlılığı gideren şakaları doğru bulmaz, bu tür sakıncalar taşımayan şakaları kendisi yaptığı gibi ashabının da birbirine yapmasına mâni olmazdı. Şimdi birkaç misâl verelim:
Rasûl-i Ekrem (sallâllâhu aleyhi ve sellem) yanına on yaşında bir çocuk iken gelen ve uzun süre terbiyesi altında kalan Enes b. Mâlik (r.a)’a “iki kulak sahibi” diyordu. Âlimler bu sözü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; “Hz. Enes (r.a)i, konuşulanı dikkatle dinlemeye, anlamaya özendirmek için yapılmış bir lâtife” olarak yorumlarlar
Hz. Enes (r.a) nakleder: Sür’at-i intikali ve anlayışı kıt bir kişi Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem den bir binek hayvanı istedi. Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem) de:“Ben seni dişi deveden doğmuş bir hayvana bindirmek istiyorum” deyince adam:“Ben yavru hayvanı ne yapayım? O beni taşıyamaz ki!” demekten kendini alamadı. Peygamberimiz(sallâllâhu aleyhi ve sellem), sözündeki inceliği kavrayamamış olan kişiye: “Devenin küçüğünü de büyüğünü de dişi deve doğurmaz mı? Benim kastettiğim, dişi deveden doğmuş ve insanı taşıma çağına gelmiş büyük devedir” diye açıklama yapmak durumunda kaldı.
Yine Hz. Enes (r.a) nakleder: Çölden şehre geldikçe çiçek, meyve ve bitkilerden hediye getiren Zahir adlı kimseye Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)“Zahir bizim badiyemiz (tarlamız)!” diye takılır,“Biz de onun şehriyiz!”diye eklerdi. Çünkü Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem)de çöle dönen Zahir’e şehir ürünlerinden alır verirdi. Bir- gün Zahir çölden gelmiş, pazarda mallarını satacak yer ararken Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem) takip etmiş ve onu arkasından yakalayıp elleriyle gözlerini kapatmıştı. Zahir:“Kimdir o?” derken, göz ucuyla süzünce Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi ve sellem)olduğunu anlamıştı. Bu sırada Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) şaka ile: “Bu köleyi kim alacak?” diyor; Zahir: “Bana kimse kıymet biçmez Ya Rasûlullâh! Zira benim yüzüm çirkindir!” deyince Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem)şöyle buyurdu: “Ey Zahir, dıştan bakanlara göre öyle fazla kıymet biçilmezse de senin Allah katında değerin çok büyüktür.”
Bilhassa bu misâlde görüyoruz ki, Hz. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem), bir pazarcı esnafı ve bir köylü ile şakalaşıyor. Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem)böylesine halkın arasında idi, onlardan biriydi

Hasan-ı Basrî Hazretlerinden naklolunduğuna göre, birgün Peygamberimiz (s.a.s.)’in huzuruna yaşlı bir kadın (rivayete göre Zübeyr b. El Avvam’ın annesi Safiyye) gelir ve: “Yâ Rasûlullâh, cennete girmem için Allah’a dua eder misin?”te giremez”deyiverir. Kadın buradaki lâtifeyi anlamamış olacak ki, ağlayarak geri gider. Bu esnada Peygamberimiz (sallâllâhu aleyhi ve sellem) orada bulunan sahâbilere: “Varın Safiyye kadına haber verin, Cenâb-ı Hakk yaşlı kadınları 33 yaşına indirip gençlik hâlleriyle cennetine alacaktır!”buyurur.

Meşru ve makul şakaları yapabilmek, o insanlara karşı samimî ve iyi niyetli olmayı gerektirir. Görüldüğü gibi Peygamberimiz [I](sallâllâhu aleyhi ve sellem) yaşlı bir kadına bile şaka yapabil*mektedir ki, bu O’nun her zümreden insana sıcak ve samimî bir sevgi beslediğini gösterirProf.Dr.Hüseyin ALGÜL

Seleme 27 Aralık 2007 20:21

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz
 

Ne kadar şanslıyız bizim pegamberimiz tıpkı bizim gibi...
Ayeti kelimede de olduğu gibi:''

And olsun ki, Allah müminlere büyük bir lutufta bulundu; zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden kendilerine Allah’ın ayetlerinin okuyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderdik.”(3/164)
“And olsun içinizden size öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir, size düşkün, müminlere şefkatlidir, merhametlidir. Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter ondan başka ilah yoktur, O’na dayandım O büyük arş sahibidir. (9/128-129).


KalbinNûru 30 Aralık 2007 17:48

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 
Şairlere ilgisi
Mescid-i Nebi’nin yapılışında Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve selem- de bir işçi olarak çalışıyordu. Kendisine: “Ne olur siz istirahat buyurunuz, kerpiçleri biz taşıyalım ey Allah’ın Rasûlü!diyenlere: “Siz de başka kerpiç ve taşları taşıyın!” der ve aralıksız taşımaya devam ederdi. Tabi ki, bu durum, Muhacirler ve Ensar için enerji kaynağı idi. Çünkü bu Mescid, yükselişi, ilerlemeyi, cemaatleşmeyi temsil ediyordu; umutlu istikbalden müjdeler sunuyordu. Müs*lümanların artık, korku ve endişe içinde kırda, mağaralar*da, gözden ırak yerlerde namaz kılmaya mecbur kaldıkları günler gerilerde kalmıştı. İşte bu şanlı mabedin yapımını adım adım takip eden Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve selem-, sevinç içinde -Abdullah b. Revâha (r.a)’ya ait olduğu sanılan- şu beyitleri okuyordu: “Ey Rabbimiz! Yüklenip taşıdığımız şu kerpiç yükü, Hayber’in hurma ve üzüm mahsulleriyle dolu yükünden daha hayırlıdır ve daha temizdir. Şüphesiz ki hakikî hayır ve menfaat, âhiret ecir ve sevabıdır. Allah’ım! Sen Ensar’a ve muhacirlere merhamet buyur.

Benu Temim heyeti Medine’ye geldiler ve Mescid’e giderek -biraz da sert bir üslupla- Hz. Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve selem-’i evinden çağırdılar. Hz. Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve selem- bunların kabalığını hoş görerek yanlarına çıktı. Benu Temim, şâir ve hatiplerine izin verilmesini istediler. Hz. Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve selem- müsaade verdi. Bunun üzerine Benu Temim’e ait şâir ve hatipler kendi kabilelerini öven şiirler söylediler, nutuklar verdiler. Bunlara karşı Hz. Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve selem-’in emriyle hatip olarak Sabit b. Kays, şair olarak da Hasan b. Sabit ve Kâ’b b. Malik cevap verdiler. Sonunda kafilenin ileri gelenlerinden Akra b. Habis İslâm şair ve hatiplerinin kendi hatip ve şairlerinden üstün olduğunu, onların söylediği sözlerin daha parlak, daha etkili ve daha manâlı olduğunu; ayrıca ifadelerinde bir tatlılık, bir akıcılık bulunduğunu itiraf etti. Böylece Benu Temim heyeti topyekün Müslüman oldular.Ka’b b. Züheyr câhiliye devrinde ünlü bir şair olarak tanınırdı. Kardeşi Buceyr Müslüman olmuştu. Ancak buna Ka’b’ın canı fena hâlde sıkılmış ve onu hicveden bir şiir yazıp göndermişti. Buceyr bunu Rasûl-i Ekrem –sallâllâhu aleyhi ve selem-’e de göstermişti. Kâ’b bu şiirinde Hz. Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve selem-’e haka*ret ediyor, onun hakkında “memur” tabirini kullanıyordu. Araplar bunu, cinlerle ilişki kuranlar hakkında kullanırlar*dı. O devirde hitabet ve şiir kılıçtan daha keskin iki etkili silâhtı. Ve Kâ’b bu silâhı İslâm’ın aleyhine olarak harekete geçirmiş, esasa müteallik hususlara ve kutsî değerlere sal*dırmıştı. Hz.Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve selem- şahsı ile alâkalı hususları ba*ğışlardı, ama ortada kutsî değerlere bir hakaret söz konusu ise hemen harekete geçer ve mütecavize haddini bildirirdi. İşte bu sebeple Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve selem- Kâ’b b. Züheyr hak*kında, gıyabında idam kararı verdi. Nerede bulunursa he*men idam edilecekti. Kardeşi Buceyr, şayet Kâ’b gelip Müslüman olursa bağışlayıp bağışlamayacağını Rasûlullâh –sallâllâhu aleyhi ve selem-tan sordu. Hz. Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve selem-’in bağışlayacağını öğrenince kardeşine Medine’ye gelip Müslüman olmasını, aksi hâlde durumunun kötüye gideceğini bildirdi. Birgün Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve selem- Mescid’de sohbet ederken Kâ’b bir bedevî kıyafetiyle huzura girdi, Müslüman oldu ve bey’at verdi.“Sonra da Kâ’b gelip de bey’at etseydi bağışlar mıydınız?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca“işte Kâ’b huzurunuzdadır” diyerek kendisini bildirdi. Şair, o sırada irticali olarak bir şiir söyledi.Peygamber (s.a.s.) dünyayı aydınlatan bir meş’aledir, ışık saçarak etrafı aydınlatan bir nurdur, şerri kesmek üzere gönderilmiş Allah’ın bir kılıcıdır...” mısralarına gelince Pey*gamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve selem- son derece hoşlanmış ve memnuniyeti*nin bir belirtisi olarak sırtındaki bürdeyi (hırkayı) şâire ar*mağan etmişti. Bu sebeple bu şiir ilerde“Kaside-i Bürde” diye şöhret yapmıştır.Hz. Enes anlatır: Hicretin altıncı yılında Peygam*berimiz –sallâllâhu aleyhi ve selem- 1400 kişi ile umreye niyetlendi, fakat o yıl Kureyşliler şehre sokmadılar, bu yüzden geri dönüldü. Ertesi yıl aynı kafile umreye gitti. Ashabın şairlerinden Abdullah b. Revâha (r.a) bu sırada şu mânâya gelen şiirini okuyordu:“Ey kâfir soyu! Rasûl-i Ekrem–sallâllâhu aleyhi ve selem-’in yolundan savulun! Bugün nusret ve zafer bizimdir. Eğer kötülükle önümüze çıkarsanız sizi perişan ederiz ki, başlarınızı bedenlerinizden giderir, size hücumumuz dostu dosta unutturur... Bu sırada Hz. Ömer (r.a) müdahale ederek: “Burası Harem-i Şeriftir, edep yeridir. Rasûlullâh –sallâllâhu aleyhi ve selem-’in huzurunda ve Harem’de şiir söylemen yakışık alır mı?” derse de Hz. Peygamber –sallâllâhu aleyhi ve selem- şöyle buyurur: Ey Ömer! İbn Revâha’yı kendi hâline bırak! (Şiir söylemesine engel olma!) Zira İbn Revâha’nın sözlerinin kâfirlere etkisi ok atmanın etkisinden daha kuvvetlidir.”Cabir b. Semure’nin bildirdiğine göre “Ashâb-ı Kiram, Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve selem-’in de aralarında olduğu zamanlarda câhiliye devrinde geçen şeylerden söyleşirler, karşılıklı şiir söylerlerdi de Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve selem- susar veya tebessüm ederdi.”Şemail ile ilgili eser sahibi Hoca M. Raif Efendi bu şiirlerin muhtevası ile alâkalı iki misâl verir

1. Ashâb-ı Kiram’dan biri, câhiliye devri ile alâkalı bir hâdiseyi şiirlerinde şöyle naklediyordu: [I]“Hiç bir kabilenin putu bizim kabilenin putu kadar kendine tapanlara fayda verici olmadı. Zira biz putumuzu süt kurusundan imâl etmiştik. Günün birinde bir kıtlık olmuştu da putu parça parça edip kabile fertlerine taksim ettik. Böylece hem kabile hem de bizim ev halkı kıtlıktan kurtuldu.”
2. Ashâb’dan bir diğeri de şiir yoluyla câhiliye devrindeki bir hatırasını naklediyor: Kabile olarak taptığımız putun üstüne bir tilki çıkıp yüzüne gözüne pisledi, hatta putun gözü pislikten kapandı. Ben bu durumdan etkilenip, bu nasıl ilâhlıktır! Tilki gelip üstüne pisliyor da o hiç bir güç gösteremiyor, diye düşündüm, işte bu hâdiseden sonra ben puta tapmaktan vazgeçip Müslüman oldum.”
İşte ashabın, Rasûlullâh –sallâllâhu aleyhi ve selem-’in da bulunduğu top*luluklarda câhiliye devri ile alâkalı söyledikleri şeyler, câhiliye devri geleneklerini kötüleyen bu kabil şeylerdi. Böylece eskiden önem vererek gittikleri putperestlik an’ane ve şiirlerinin Kur’ân’ın fesahat ve belagatının yanında ne kadar gülünç ve önemsiz olduğunu da anlamış oluyorlardı
Şerid es Sakafî diyor ki: Bir yere gitmek üzere Rasûlullâh –sallâllâhu aleyhi ve selem- bir hayvana binmişti, ben de terkisine binmiştim. Giderken Rasûl-i Ekrem –sallâllâhu aleyhi ve selem- Efendimize Umeyye b. Ebi Sait’in şiirlerinden okuyordum. “Allah’ın birliği ve öldükten sonra tekrar dirilme”den bahseden mısraları okudukça Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve selem- hoş görerek daha da okumamı istiyordu. Bu şekilde yüz beyit okumuştum. Tamamladıktan sonra Peygamberimiz –sallâllâhu aleyhi ve selem- “Umeyye, Müslümanlığa yaklaşmış!” buyurdu.Hz. Aişe (r.a)’den naklolunuyor: Peygamber Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve selem- Mescid-i Nebi’de şair Hassan için yüksekçe bir yer yaptırmıştı, oraya çıkarak Rasûl-i Ekrem Hazretlerinin –sallâllâhu aleyhi ve selem- na’tını okurdu. Müşriklerin ehl-i İslâmı hicivlerini reddeder, Müslümanları över, inkârcıları kötülerdi. Rasûl-i Ekrem(s.a.s.)buyururlardı ki: “(Cenâb-ı Hakk -müşriklerin ezasını defeyledikçe- Hassan’ı ruhulkudüs ile teyit etsin!Allah ona Müslümanların yanında ve düşmanlara karşı üstün şiir ilhamı versin!)”Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 31 Aralık 2007 12:39

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 
Buhârî’de naklolunduğuna göre Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Necd tarafına bir askerî birlik göndermiş, bölgede yürütülen askerî harekât neticesinde Benu Hanife’den Sümame b. Asal adlı biri esir alınarak Medine’ye getirilmiş ve Mescidin direklerinden birine bağlanmıştı. Rasûlullâh (s.a.s.), Mescide çıktığında: “Ey Sümame, gönlünden ne geçiriyorsun?” diye sordu. Sümame şu cevabı verdi: “Gönlümde hayır ümidi var ey Muhammed! Şayet sen beni öldürürsen kanlı bir caniyi öldürmüş olursun, eğer kurtuluş akçesi için mal istersen, ne kadar istersen veririm!”

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona Müslüman olmasını söyledi, fakat Müslüman olmadı. İkinci ve üçüncü gün de böyle devam etti. Karşılıklı sorular cevaplar tarzında konuşmalar oldu, fakat Sümame bir türlü Müslüman olmaya yanaşmıyordu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir süre daha geçince Sümâme’nin salıverilmesini ashabına emretti. Böylece Sümame hiç bir karşılık alınmaksızın salıverildi. Acaba Sümame ne yapacaktı? Herkes bunu merak ediyordu. Çoğu kimsenin memleketine döneceğini sandığı bir sırada Sümame, yıkanıp temizlenmiş olarak Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in huzuruna geldi, Müslüman olarak şöyle dedi:
“Ey Muhammed! Vallahi şu yer üzerinde bana senin yüzünden daha düşman bir yüz yoktu. Fakat bu sabah, senin mübarek siman bana, yüzlerin en sevimlisi göründü. Vallahi ben dinler içinde en çok senin dinine düşmandım. Fakat bu sabah senin dinin bana göre dinlerin en sevimlisidir. Vallahi ben memleketler arasında en çok şu senin şehrinden nefret ediyordum. Fakat bu sabah, senin içinde bulunduğun şehir bana göre şehirlerin en sevimlisidir.”
İbn Hişam’ın “es-Siretü’n Nebeviyye” adlı eserinde şu bilgiler yer alıyor: Müslüman olduktan sonra da Sümâme’ye yemek çıkarıldı, sabah akşam deve sütü ikram edildi. Daha düne kadar hepsini yiyip içtiği hâlde doymaz gibi davranan Sümâme’ye bugün aynı miktar yemek ve sütün fazla gelmiş olması, sahabeyi hayrette bıraktı. Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu yorumla sahabenin merakını giderdi:
“Bunda şaşılacak bir şey yok! inkârcı hiç doymayacakmış gibi, sanki yedi ağzı ve yedi midesi varmış gibi yer. Müslüman ise açgözlü değildir, o bir ağzı ve bir midesi olduğunun farkındadır.”
Birkaç gün sonra Sümâme, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tavsiyesi üzerine umre için Mekke’ye gitti. Mekke ileri gelenleri, İslâm’a girdiği için onu kınamak isterlerse de o aldırış etmez, umre ziyaretini tamamlar. Ancak müşriklerin bu tavırlarına kızarak memleketine dönünce Mekkeliler için çok önemli olan buğday sevkiyatını durdurur. Yani Mekkelilere ambargo koyar.

Bunun üzerine Mekkeliler Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mektup yazarlar, İslâmiyet’in akraba ve sıla-i rahim konu*sundaki emirlerini de hatırlatarak zahire sevkiyatının tekrar başlatılmasını isterler. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hz. Sümâme’ye mektup gönderir. Böylece Yemâme bölgesinden Mekke’ye zahire sevkiyatı tekrar başlamış olur
Bu olaydan anlıyoruz ki, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir insanı İslâm’a kazanmayı dünya ve içindeki her şeyden daha kıymetli tutmaktadır. Ayrıca henüz Müslüman olmadıkları hâlde Mekkelilere zahire sevkiyatını başlatması ve insafı elden bırakmaması da dikkati çekmektedir

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL


KalbinNûru 01 Ocak 2008 12:45

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 
İç Barışa Önem Vermesi
Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, iç barışa fevkalâde önem vermiş, ihtilâfları anında bastırmaya çalışmış dargınları barıştırmış, kavgaları önlemiştir. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiğine göre Allah en çok sulh olmaya yanaşmayan inatçı hasım kişiye buğzeder. Şu da enteresandır ki, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “insanların aralarını bulmak için aslı olmadığı halde bir hayrı söyleyen”in yalancı sayılmayacağını belirtmiştirBu konuyu Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, iç barışı sağlamak ve insanların arasını ıslah ile alâkalı çalış­malarından bazı misalleri naklederek tamamlayalım


[LEFT]Müreysî Gazâsı’nda aynı adla anılan kuyu başında, Ensardan bir zat ile Muhacirlerden biri arasında bir münâkaşa çıkmıştı. Her iki taraf da yardımcılar çağırınca iş alevlenmişti. Ortalıkta neredeyse bir kavga çıkacaktı Münafıklar da bu münâkaşayı körüklüyorlar, esasen öteden beri arzu ettikleri bir kavgayı başlatmak istiyorlardı. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hâdiseden haber alır almaz hemen oraya gitmiş ve iki tarafı barıştırmıştı
[LEFT][COLOR=#4f6128][SIZE=3]
Kubalılardan Amr b. Avf oğulları arasında kavga çıkmıştı. Hatta birbirlerine taş atmışlardı. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazretleri ashabdan Übeyy b. Kâ’b (r.a) ve Süheyl b. Beyzâ (r.a) gibi bazı zatları da yanına alarak hâdise yerine gitti. Anlaşmazlığı önlemeye ve kavgayı yatıştırmaya çalıştı. Hatta bu sırada namaz vakti girmişti ve Hz. Bilâl (r.a) ezan okumuştu. Biraz beklendiği hâlde Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazretleri hâlâ gelmeyince Hz. Bilâl (r.a), Ebu Bekir (r.a)’a hitaben: “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların arasını ıslâh ile meşgul, istersen namazı sen kıldırıver..” dedi. O da namaza durdu. Sonra Hz. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaza gelip birinci safa durdu. Hz. Ebu Bekir (r.a) geri çekildi ve mihraba Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geçerek namazı kıldırdı. Görüldüğü gibi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazın bir süre gecikmesini göze almış, fakat Müslümanlar arasındaki kavgayı sona erdirme çalışmasını terk etmemiştir. Bu işi halletmiş ve sonra namaza gelmiştir. Bu, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazretlerinin iç barışa ne kadar önem verdiğini göstermektedir
[LEFT]
Birgün Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendi evinin önünde bir alacak davasından hasımların yüksek sesle tartıştıklarını duydu. Borçlu, alacaklıya, alacağının bir kısmını bağışlamasını istiyor; alacaklı ise: “Vallahi bağışlamam!” diye yemin edip duruyordu
[LEFT]
Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- derhâl hâdiseye müdahale etti ve neticede alacaklı, alacağının yarısını bağışladı, diğeri de geri kalan yarısını verdi. Böylece kavgaya dönüşme ihtimali olan bir tartışma Rasûl-i Ekrem Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in araya girmesiyle derhâl önlenmiş oldu.
[LEFT][COLOR=#4f6128][SIZE=3]
Hudeybiye Andlaşmasındaki bir maddeye göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ertesi yıl Mekke’ye ashabıyla gelebilecek ve üç gün içinde Umre ziyaretini yapabilecekti, öyle de yaptı. Umreden dönüşünde önüne çıkan ve “Amcacığım!” diyen Hz. Hamza’nın kızını Medine’ye götürdü. Medine’ye varınca bu kızcağızı eve götürüp onun bakımını üstlenmek hususunda Hz. Ali (r.a), Hz. Ca’fer ve Hz. Zeyd b. Harise (r.a) arasında tartışma çıktı. Hz. Ali: “O, benim amcamın kızıdır!” diyordu. Hz. Ca’fer (r.a) de böyle diyor ve “Ayrıca teyzesi benim nikâhım altındadır!” diye ekliyordu. Zeyd b. Harise (r.a) ise “O benim kardeşimin kızıdır, bana herkesten daha yakındır” diyordu. Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağlığında Hz. Hamza ile Zeyd’i (r.a) kardeş ilân etmişti
Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- teyzesi nikâhı altında bulunduğu için kız çocuğunun bakımını Hz. Ca’fer (r.a)’e verdi. Ve bu üç zattan her biri hakkında iltifatta bulundu

Bir defasında her nasılsa Ebu Zerr-i Gıfârî Hazretleri, Bilâl-i Habeşî Hazretlerini: “Kara kadının oğlu!” diye ayıplamıştı. Bu söz Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-e ulaşınca, Ebu Zerr’i: “Ey Ebu Zerr! Sen onu anasından dolayı ayıplıyorsun öyle mi? Demek ki, sen içinde hâlâ câhiliye ahlâkı kalmış bir kişi imişsin!” diye azarladı. Ebu Zerr (r.a) söylediği o sözden o kadar pişman oldu ki, yanağını yere koyarak: “Bilâl (r.a), ayağıyla yanağıma basmadıkça, yanağımı yerden kaldırmayacağım!” diyerek özür diledi. Hz. Bilâl (r.a), bunu yapmadan da özrünü kabul edeceğini söylemişse de Ebu Zerr Hazretlerinin ısrarı karşısında yanağına basmak zorunda kaldı.

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL


KalbinNûru 02 Ocak 2008 21:29

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 
Ticari Hayata Önem Vermesi
İslâmî gelenekte “halkın genel ahlâkının ve ticarî ahlâkın seviyesinin yükseltilmesi, üretici ve tüketici haklarının korunması, emniyetli alışveriş vasatının hazırlanması gibi hizmet sahalarıyla alâkalı olarak” “ihtisab” tabiri kullanılmaktadır
Asr-ı Saâdet’te hususî olarak bununla meşgul olan bir daire yoksa da, Medine’de bu vazifeyi bizzat Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yürütüyordu. Taşrada ise vali ve diğer bazı memurlar yürütmekte idi

Özellikle eski bir tacir olan Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ticarî hayata büyük ehemmiyet veriyordu. Mekkeli Müslü*manlar hicret etmeden önce Medine’de sadece Yahudilere ait çarşı ve pazar yerleri mevcuttu. Hicretten sonra Rasûl-i Ekrem Hazretleri -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müstakil bir İslâm çarşı-pazarı kurdurmuş, Müslümanları ticarî hayata teşvik etmiş ve İs*lâm çarşı pazarının İslâmî geleneğe göre kurulup gelişmesi için de sık sık denetlemelerde bulunmuştur. Müslim’in “Sahih”inde buna dair anlatılan bir hâdise çok enteresan*dır. Ebu Hüreyre (r.a) nakleder:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir yiyecek yığınına uğradı, elini o yığının içine daldırdı, parmaklarına ıslaklık isabet etti. Bunun üzerine: “Ey taat sahibi bu nedir?” buyurdu. Mal sahibi: “Ya Rasûlullâh! Ona yağmur isabet etti!” dedi. Rasûlullâh: “O hâlde insanların görebilmesi için o ıslak kısmı, yiyecek yığınının üstüne neden koymadın? Aldatan kimse benden değildir!” buyurdu.
Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devrinde ticarî hayatın temel prensiplerini kavrayabilmek ve onun ticarî hayata getirdiği değerleri iyice anlayabilmek için kendisinin bu konudaki bazı tavsiyelerini sıralamamız uygun olacaktır


1.

Bir Müslüman’ın pazarlığı üzerine pazarlık yapmak doğru değildir, alış veriş tahakkuk etmişse bunun üzerine bozucu bir teşebbüs doğru değildir.
2.
Müşteri kızıştırarak piyasayı yükseltmek ve pahalılık meydana getirmekten kaçınmak icab eder. <o:p></o:p>
3.
Müstahsilin malı, henüz pazara- çarşıya intikal etmeden ucuza kapatılmamalıdır.
4.
Ticarî hayat doğruluk esasına göre yürütülmelidir, yalandan kaçınılmalı, söz verilince durulmalı, bir şey emanet edilince emanet yerine getirilmeli, asla hıyanet edilmemelidir.
5.
En hayırlı kazanç, kişinin kendi el emeğiyle kazandığıdır, çalışmak esas olmalı, asalak olmaktan kaçınılmalıdır.
6.
Alışverişte karşılıklı güven esas olmalıdır. Satılan mal ile alâkalı gerçekler gizlenemez, olduğundan farklı gösterilemez. Dürüstlük bereket vesilesi, sahtekârlık ise bereketsizlik vesilesidir.
7.
Zengin tacir, takva sahibi olmalı, Allah’tan gereği gibi korkmalı; dinî, içtimaî, malî mesuliyetlerinin icabını yerine getirmelidir. Zekâtını vermeli, yok*sulları görüp gözetmeli, hayır hasenatı eksik etmemelidir.
8.
Borç, keyf için değil bir ihtiyacı gidermek için alınmalıdır. Borcun zamanında ödenmesi esas olmalıdır, darda kalan iyi niyetli borçluya mühlet vermek büyük sevaptır.
9.
Yalan yere yemin ile malın sürümünü arttırmak isteyen, neticede kazancının bereketini giderir.
10.
Rızkın temininde, iş hayatında, ticarî hayatta helâl yoldan ayrılmamak icâbeder.
11.
Yanında işçi çalıştıran kişi, emeğinin hakkı ne ise hemen ödemelidir. Hadiste bu: “alnının teri kurumadan” diye belirtilir.
12.
Aldatan, hilekâr tacirler kıyamet gününde kabirle*rinden günahkâr olarak kalkacaklardır. İyiler ve doğrular ise bunun dışındadır.
13.
Dürüst ve güvenilir tacirler kıyamette “Pey*gamberler, sıddîkler ve şehidlerle” beraber olacak*lardır.
14.
Terazide eksik tartmak, ölçüde yanlış ölçmek milletin helâkine sebeptir. Yani ölçü ve tartıda eksiklik, ticarî hayatın tefessühüne ve bu da içtimaî hayatın bozulmasına sebeptir.
15.
Bir malı ucuzken alıp kasıtlı olarak piyasaya sürmemek ve ancak pahalılaşınca ortaya çıkarmak veya halkın ihtiyacı olan maddeleri piyasadan toplamak yasaktır. Bunu yapan kişiler lânetlenmiştir.
16.
Yapılan işi sağlam yapmak ve bir işin başarılmasına kadar dikkatle çalışmak esas olmalıdır. Mesai dol*sun, vakit geçsin diye zaman harcanamaz, kişi baş*kasının işinde çalıştığında bile kendi işi gibi titiz ve itinalı hareket etmelidir
17.
Şartlar ne olursa olsun çalışmak esas olmalıdır. Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadisi bu açıdan çok manâlıdır: “Sizden birinizin sırtına bir demet odun yüklenip (bu suretle kazancını sağlaması) birine el açıp dilenmesinden -el açtığı adam versin vermesin- daha hayırlıdır.”
Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in iş hayatı, işi yürüten çalışan işçi, malı satan tacir, alan tüketici, meyve ve hububat üreticisi, ticarî hayat, ölçü tartı, ve benzeri konularda daha pek çok hadisleri vardır. Biz bu hadislerden çıkarabil*diğimiz bazı tavsiye ve yasakları yukarıda sıralamış bulunuyoruz
Bunlardan anlaşıldığına göre Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ticarî hayatı, mükemmel bir şekilde tanzim etmiş; alış- verişte, üretim ve tüketimde hem aldatmayı hem de aldanmayı önlemiştir. Yani o, ticarî hayata doğruluğu, dürüstlüğü, karşılıklı emniyet ve helâli hakim kılmıştır. Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu sadece sözde, bırakmamış, bizzat Müslüman çarşı pazarına zaman zaman uğrayarak alışverişte gözetilecek hususları “şöyle ölçün, böyle tartın” diyerek fiilen göstermiştir.
Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 12 Ocak 2008 22:47

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz
 
Ashâb-ı Kirâm R.Anhüm ecmain Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-i anlatıyor:
Zeyd b. Sâbit Hazretlerinden Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in durumu hakkında bilgi istediler. Hz. Zeyd: “Eğer O’nun bütün durumlarından soruyorsanız, O bir denizdir ki, kenarı yoktur. O’nun ahlâk ve ahvâli uçsuz bucaksız bir denizdir. Eğer bazı durumlarından sorarsanız lâyıkıyla içyüzüne erebildiğim bazı bilgileri size aktarayım.” der ve şunları anlatır: “Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e komşu idim. Kendisine vahy geldiği zaman bir adam yollayarak beni çağırırdı. Ben de huzuruna girer ve nazil olan vahyi yazardım. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzurunda biz bazen dünya işlerinden konuştuğumuz zaman o da ahlâkının büyüklüğünün eseri olarak bizimle dünya işlerinden bahsederdi. Biz âhiretten bahsetsek bizimle beraber âhiret işlerinden bahsetmeye koyulur, eğer biz tutup da yemekten bahsetsek bu sefer de bizimle yemekten bahseder, yemeklere ve birtakım yiyeceklerin fayda ve zararlarına dair bilgi verirdi. Anlatmış olduğum bu hususların hepsini size Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den haber vermekteyim.”

Amr b. As -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aralarında ülfet ve yakınlık doğsun da İslâm’a girsinler diye toplumdaki şerli kişilere lütuf ve kerem ile muamele eder, güler yüz gösterirdi. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana da iltifat ederlerdi. Hatta o derecede ki, ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’ın yanında en sevgili olduğum zannına kapıldım ve kendisine Ebu Bekir, Ömer, Osman mı, yoksa ben mi hayırlıyım, diye sordum. Üçüne de: ‘Ebu Bekir, Ömer, Osman’ diye cevap verdi. Bu esnada ben böyle bir soruyu sorduğuma pişman oldum. Zannımda yanılmıştım. Meğer Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bana hüsn-i muamelesi bana iltifat içinmiş!”

Hz. Aişe -radıyallâhu anh- nakleder: Bir adam gelip Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna girmek için izin istedi. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- içeriden adamın sesini duyunca “Bu adam kabilesi içinde yaramaz ve kötü biridir!” dedikten sonra huzuruna kabul edip ona hilim ve kerem ile davrandı. Hz. Aişe -radıyallâhu anh- diyor ki: “O adam gittikten sonra ben: Ya Rasûlullâh, içeri girmeden önce onun kötülüğünden bahsettiniz, huzurunuza girince ise güler yüz ve tatlı dille davrandınız. Bunun sebeb-i hikmeti nedir?” dedim. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi: “Ey Aişe, insanlar arasında azılı kötü kişiler vardır ki, ahali onların şerrinden korunmak için kendi hâline terk eder, karşılaştıklarında da onunla müdara ederler. Maksat onun kötü söz ve davranışlarının önüne geçmektir. Ben de o adamın kötü söz söylemesine fırsat vermemek için ona karşı iltifatta bulundum”

Hz. Aişe -radıyallâhu anh-, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ahlâkını soran bir Müslüman’a: “O’nun ahlâkı Kur’ân idi” cevabını verdi. Keza yine böyle bir soruya şu cevabı verdi: “Mü’minun Suresi’ni okuyabiliyor musun? Bu sureyi onuncu âyetine kadar oku! işte Allah Rasûlü’nün -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ahlâkı böyle idi.”

Birgün fakir bir kadın, iki kızı ile Hz. Aişe’yi -radıyallâhu anh- ziyaret etmişti. Evde onlara ikram edebileceği ancak bir hurma vardı. Onu da getirip kızların annesine ikram etti. O da hurmayı ikiye bölüp çocuklarına yedirmişti. Hz. Aişe -radıyallâhu anh- bu durumu peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlatınca şöyle buyurdu: “Çocukları hakkıyla sevmek ve onları korumak cehennemden kurtuluştur.”
Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 13 Ocak 2008 15:54

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 
Hz. Peygamber'in -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yirmi dört saati..
Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in torunları, babaları Hazreti Ali -radıyallâhu anh-’den naklederek anlatıyorlar: “...Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- günlük zamanını üçe taksim ediyordu. Bir kısmını namaz kılmak ve Kur’ân okumak gibi Allah Teâlâ’ya ibâdete ayırıyordu. İkinci kısmını aile fertleriyle alâkadar olmaya ayırıyordu; günlük ev işlerini yapıyor, ev ihtiyaçlarından kendisine düşenleri yerine getiriyordu. Üçüncü kısımda ise, istirahat buyuruyordu. Ancak istirahat zamanını da ikiye böler ve bunun bir kısmında ashabın ileri gelenlerini huzuruna kabul ederek onlara gerekli bilgileri öğretir, onlar da huzurundan çıkınca öğrendiklerini ashabın bütününe öğretirlerdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine yakın olmakta ashabında mal, mülk, para, soy sop gibi şeyler aramaz, daha ziyade takvaya önem verirdi, ibadet ve tâata düşkün, dürüst, güvenilir kimselere fazlaca iltifat ederdi.”


İhtiyaç sahiplerinden kimileri bir, kimileri ise iki ve daha fazla olan ihtiyaçlarını arz ederlerdi de Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sonuna kadar onları bıkmadan dinler, onlarla ilgilenir ve ihtiyaçlarının giderilmesiyle meşgul olurdu. Kendisine dünya veya âhiretle ilgili bir soru sorulunca, soruyu soranın seviyesine uygun davranarak onun hayrına olacak cevaplar verirdi. Soru sorana verdiği cevapla onu hayra yöneltirdi. Huzurunda bilgi öğrenenlere “Benden öğrendiklerinizi burada olmayanlara öğretiniz. Erkek, kadın, köle, cariye kim olursa olsun çeşitli sebeplerden dolayı bana gelip ihtiyaçlarını arz edemeyen kimselerin de ihtiyaçlarını isteklerini bana iletiniz. Muhakkak ki, ihtiyacını devlet başkanına arz etmeye gücü yetmeyenlere yardımcı olan kimsenin, ayaklarını Cenâb-ı Hak kıyamet gününde sırat üzerinde kaydırmaz.” diye tenbih ederdi.
Huzurunda abes yani faydasız söz söylenmesine müsaade etmezdi. Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dışarıda da tevazuu elden bırakmazdı. Çarşıda, pazarda, sokakta veya herhangi yerde olursa olsun herkese güler yüzle davranır, hâl hatır sorar, tatlı dille hitap ederek, gönüllerini alırdı... Meclisinde, camide, cemaatte, cum’ada göremediği ashabının ahvâlini derhâl soruşturur, başına bir şey gelip gelmediğini öğrenmeye çalışır, görüşebildiklerine ise dinî ****netlerini daima takviye ederek, iyilik ve güzelliklere koşturup, çirkinliklerden uzaklaştıracak şeyler söylerdi.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; oturmakta olan bir topluluğun arasına geldi mi baş köşeye geçmek için hiç kimseye sıkıntı vermez, hemen topluluğun en son kısmına ve boş bulduğu bir yere oturuverirdi. Başkalarının da böyle yapmalarını isterdi. Toplantıda bulunanları, durumlarına göre iyilikle anar ve iltifatta bulunurdu, öyle ki herkes onun yanında en çok sevilenin kendisi olduğunu sanırdı. Huzurunda çok oturan bir kişinin de haddi aşan bu tutumu karşısında telâş göstermeyip sabreder ve sükûnet içinde onun ihtiyacını karşılamaya çalışırdı. Kendisinden istenilen bir şeyi, varsa verir, yoksa tatlı sözlerle o kişinin gönlünü alıp vadederdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefkati, merhameti, cömertliği, tevazuu herkesin malumu olmuştu. Ahaliden herkes, Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendisi ile alâkadar olacağından emindi. Bir hakkın tevziinde hiçbir ferdi ötekine tercih etmezdi. Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in meclisi; ilim, haya, sabır ve emanet meclisi idi. Orada edeple oturulurdu. Herkes birbirine saygı beslerdi. Yüksek sesle ve edebe aykırı olarak konuşulmazdı. Orada konuşulup orada kalması gereken bazı şeyler de dışarıya taşırılmaz ve dedikoduculuk yapılmazdı. Orada hiç kimsenin aleyhine konuşulmaz, hiç kimse töhmet altında tutulmazdı. Huzurunda -insanlık hâli- ashabdan bazı kusurlar meydana gelse, o kusurlar orada kalırdı, yayılmazdı. O’nun meclisindeki kimseler yek dil ve yek ağız kişilerdi. Yani gönüllerindeki dâvada birleşmiş, konuştukları şeylerde kaynaşmış ve birliğin âhengine erişmiş kişilerdi. O’nun topluluğunda tevazu hâkimdi, bunun sonucu olarak yaşlılara hürmet beslenir, küçüklere şefkat gösterilirdi. Hep beraber ihtiyaç sahibinin ihtiyacı ilk önce giderilmeye çalışılırdı. Yani ihtiyaç sahipleri kendileriyle ilgilenilmek konusunda ihtiyaç sahibi olmayanlara tercih olunurdu
Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL

KalbinNûru 14 Ocak 2008 22:05

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 
Hz. Peygamber'de -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Âdâb-ı Muâşeret[/SIZE][/COLOR]
Edep, sözlükte “iyi terbiye, naziklik, usluluk, zariflik” manasına gelir. “Adâb” bunun çoğuludur. Muaşeret ise, “birlikte yaşayan kişilerin iyi geçinmesi” demektir. Buna göre âdâb-ı muaşeret deyince: “Topluluk hâlinde bir arada yaşayan insanların iyi ilişkiler içinde başarılı olmalarını sağlayan bilgiler” akla gelmektedir. Buna halk arasında “görgü kuralları” denmektedir. (Fr. savoir vivre) Eskiler bu konuda hüsn-i muaşeret yani “iyi geçinme” deyimini de kullanmışlardır.

Hiç şüphesiz âdâb-ı muaşeret deyimi geniş olarak ele alındığında insan hayatının bütün yönlerini kapsar: “Doğum, ad koyma, çocuk yetiştirme, öksüz çocukların durumu, yeme içme (sofra âdabı), eğitim öğretim, ilim, iş ahlâkı ve çalışıp kazanma âdabı, düğün, bayram, ev düzeni, aile fertleri arasında ilişkiler; beden, elbise ve sokakların temizliği, cömertlik, tevazu, dostluk, anne babaya ve yaşlılara karşı davranış usülleri, kadınlara saygı, ölüm,cenaze vs...”

Demek ki, âdâb-ı muâşeret’in uygulama sahası insan hayatıdır, toplumdur. İnsanlar bir arada yaşamaya mecburdurlar. Hiçbir insan, “Ben bütün ihtiyaçlarımı ölünceye kadar tek başına karşılarım, benim kimseye, kimsenin de bana ihtiyacı yoktur!” diye düşünemez. Çünkü kişinin yediği ekmekte, içtiği çayda, giydiği elbisede ve bindiği arabada yüz binlerce, belki milyonlarca insanın emeği ve alın teri söz konusudur

O hâlde önce İslâm’ın, insana bakışına temas etmekte yarar vardır
İslâm, insanı saygıdeğer bir varlık olarak görür. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’inde şöyle buyurur: “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.” (Tin,95/4) “Andolsun ki biz, insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yaratıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”(İsra, 17/70)


Âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, insan, gerek şekil ve beden yapısı bakımından, gerekse şerefi yani mânevi yapısı bakımından en güzel bir şekilde yaratılmış ve yaratıkların hepsine üstün kılınmıştır. Bu, öyle bir üstünlüktür ki, Cenâb-ı Hak, her şeyi onun emir ve hizmetine vermiştir. Bununla alâkalı bir âyet şöyledir
[/COLOR]

“Yüce Allah göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir.” (Câsiye, 15/13)Gerçekten de güneş bizi aydınlatmakta, ısıtmakta; yıldızlar geceleyin yol göstermekte, atmosfer teneffüs imkânı vermekte, yağmurlar yağmakta, yeryüzünde bereket fışkırmakta, koyun bizim için süt vermekte, arı bal üretmekte, milyonlarca yılda yeraltında oluşan kömür ve petrol, biz insanların yararına çıkarılmakta, işletilmektedir,[/SIZE]

İnsanoğlunun hizmetine verilen şeyler sadece, bu tür maddî imkânlar değildir. İnsan; aklıyla, düşüncesiyle, konuşmasıyla, bilgisiyle, çalışarak ilerleyebilmesiyle yani mânevi yönüyle de üstün kılınmıştır. Allah insana mânevî yüceliklere erişebilme kabiliyetini vermiş, ona düşünce plânında en güzel rengi ihsan etmiştir. Bununla alâkalı olarak Yüce Kitab’ımızda şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın verdiği renkten daha güzel renk var mıdır?”(Bakara, 2/138). Âlimlere göre bu âyetteki renkten maksat: “Yaratılışıyla insana verilen fıtrat, hak dine yöneliş ve insan ruhuna verilmiş iyi eğilimlerdir.” [/SIZE]

İşte insan, Yüce Allah’ın, doğuştan kendisine verdiği bu iyi eğilimleri geliştirmek ve bu suretle hem Allah’ına, hem kendisine, hem de diğer insanlara karşı vazifelerini yapmak durumundadır. Şayet bunu yaparsa; insan olarak, diğer varlıklara karşı, yaratılıştan üstün kılınan özelliklerini geliştirmiş olacaktır. Bunun aksi, bu özelliklerin giderek zayıflamasına ve yok olmasına yol açacaktır. İslâm dini; kuvvetli bir iman, gerçeği aydınlatacak bilgi, yararlı işler ve güzel ahlâk ile kişinin saygıdeğer olma vasfını koru*yabileceğini göstermiş; insanları kan dökmekten, ırzı namusu çiğnemekten, soyu bozulmaktan, vicdanı baskılardan alıkoyarak doğuştan verilen iyi eğilimlerin olumlu yönde gelişmesine ortam hazırlamıştır. Bu münasebetle İslâm dini: “Can, mal, soy, akıl ve din”i, dokunulmazlığı olan ve titizlikle korunması gereken esaslar olarak görmüştür.Eskiler bunlara:Zarurât-ı hamse: Korunması gereken beş esas” derlerdi.

İslâm’a göre Allah katında insanlar, bir tarağın dişleri gibi eşittirler. Mânevî üstünlük ancak takva iledir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler hâline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızda: Allah bilendir, haberdardır.”(Hucurât, 49/13)
[COLOR=#a0a0a0][SIZE=3]Kişi; yaptığı iyi işleri, güzel davranışları ve güzel ahlâkı ile özel bir değere sahip olacaktır. Nitekim: “İşlediklerine karşılık her birinin dereceleri vardır.” (En’am, 6/132) âyetinden herkesin, yaptığına uygun bir dereceye getirileceği ve mükâfatlandırılacağı anlaşılmaktadır
İslâm dini, insanı toplum içinde değer kazanan, hizmetleriyle toplumu yararlandıran ve topumun hizmetlerinden de nasibini alan bir varlık olarak görür; dil, soy, renk, zenginlik, yoksulluk, gibi şeyleri üstünlük ve farklılık vasıtası saymaz. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “İnsanlar Âdem’in oğullarıdır. Âdem’i de Allah, topraktan yaratmıştır.”

“Ey insanlar! İyi biliniz ki Rabbiniz birdir; babanız birdir. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab’a; beyazın siyaha, siyahın da beyaza Allah korkusu dışında hiçbir üstünlüğü yoktur.”


İslâm dininin yayılmaya başladığı yıllarda yeryüzünde haksızlıklar, zulümler, yersiz kavgalar, cinayetler, kol geziyordu; asiller, köylüler, beyazlar, siyahlar, hürler, köleler, zenginler, yoksullar, erkekler, kadınlar ayırımı acımasız bir şekilde varlığını hissettiriyordu

[COLOR=#7f7f7f][SIZE=3]İslâmiyet bunları insanlığın kafasına ve yüreğine vurul*muş zincirler olarak gördü. İnsanın üstünlük niteliklerini zedeleyen ve mânevî gelişmesine, iyi eğilimlerini geliştirmesine engel teşkil eden bu zincirleri kırdı. Yerine; dürüstlük, çalışkanlık, Allah korkusu, iyilikseverlik ve benzeri ölçüler koydu. Yani Allah katında, çalışkan tembelden, iyi kötüden, cömert cimriden, edepli edepsizden, Allah’tan korkan korkmayandan, bilgili bilgisizden üstündü Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadisine göre: “Yüce Allah, insanların şekillerine ve mallarına değil, kalblerine ve davranışlarına” bakıyordu. Öyle ise zengin yoksul, siyah beyaz, asil köylü ayrımı yapılamazdı. Bunlar peşin olarak üstünlük ya da gerilik sebebi sayılamazdı
Buna dair misalleri tetkik edecek olursak İslâmiyet’in bu husustaki görüşünün teoriden pratiğe nasıl geçtiğini de görmüş oluruz
[COLOR=#31859b][SIZE=3]Bir defasında her nasılsa Ebu Zerr-i Gıfârî Hazretleri; Bilâl-i Habeşî Hazretlerine: “Kara kadının oğlu!” deyivermişti. Bu söz Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ulaşınca, Ebu Zerr’i: “Ey Ebu Zerr! Sen onu anasından dolayı ayıplıyorsun öyle mi? Demek ki, sen, içinde hâlâ câhiliye ahlâkı kalmış bir kişi imişsin!” diye azarladı. Ebu Zer (r.a) söylediği o sözden o kadar pişman oldu ki, yanağını yere koyarak: “Bilâl yanağıma ayağıyla basmadıkça, yanağımı yerden kaldırmayacağım!” diyerek özür diledi. Hz. Bilâl -radıyallâhu anh- bunu yapmadan da özrünü kabul edeceğini söylemişse de Ebu Zerr’in -radıyallâhu anh- ısrarı karşısında yanağına basmak zorunda kaldı.

[COLOR=#31859b][SIZE=3]Hz. Osman -radıyallâhu anh-’ın halifeliği sırasında bir sahâbi yine aynı şahsı yani Ebu Zer Hazretlerini -radıyallâhu anh- Rebeze’de görmüştü. Burası Medine’ye yakın bir köydü. Ebu Zerr -radıyallâhu anh-’in ve hizmetçisinin üstünde aynı kumaştan birer gömlek vardı. Ona: “İkisini birleştirip de takım elbise yapsaydın ya!” deyince Hz. Ebu Zerr -radıyallâhu anh-, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den işittiği şu hadisi nakletti: “...Hizmetçileriniz, Allah’ın, iradenize emanet ettiği kardeşlerinizdir. Kimin yanında hizmetçi bulunursa kardeşine yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara zahmetli bir iş yüklemeyiniz. Şayet yüklerseniz, kendilerine yardım ediniz.”

[COLOR=#a0a0a0][COLOR=#a0a0a0][COLOR=#a0a0a0][COLOR=#a0a0a0][SIZE=3]Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âzâd ederek hürriyetine kavuşturduğu Zeyd b. Hârise’ -radıyallâhu anh- ve bu zâtın oğlu Üsâme -radıyallâhu anh-’yi ordu kumandanlığına getirmişti. Siyah derili bir zât olan Bilâl-i Habeşî’yi -radıyallâhu anh- de camiin müezzinliğine getirmiş, aynı zamanda önemli memuriyetlerde vazifelendirmişti. Bir de Ümmü Eymen vardır. Bu kadın, “câriye-hizmetçi” statüsünde olup hürriyetine kavuşturulmuştur. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dadısı olarak da bilinen bu kadına Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Anneciğim, anneciğim!” diye hitap ediyordu. Köle ve hizmetçilerin değersiz sayıldığı bir zamanda, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Ümmü Eymen -radıyallâhu anh-’e: “Anneciğim!” demesi köklü bir düşünce değişikliğini müjdeliyordu. Bu düşüncenin esasını da: “Ne olursa olsun insanı insan olarak sevip saymak” oluşturuyordu

Bu konuda son bir misâl daha nakledelim: Amr b. As -radıyallâhu anh- Mısır valisi iken oğlu Abdullah, bir Mısırlıyı dövmüştü. Dövülen kişi Hz. Ömer -radıyallâhu anh-’e şikâyette bulundu. O da hem Abdullah’ı hem de babasını çağırdı. Mısırlıya sopa verip Abdullah’a vurdurdu. Neredeyse Amr -radıyallâhu anh- da cezalandıracaktı. Ancak o: “Bu işte benim herhangi bir rolüm yok” diyerek yakasını kurtardı. Abdullah’ın, vali olan babasına güvenerek buna yeltendiğini fark eden Hz. Ömer -radıyallâhu anh-, Amr b. As -radıyallâhu anh-’a şu meşhur sözünü söylemiştir: “Ey Amr! Analarından hür doğan insanları nasıl köle yaparsınız?”
Bu misallerden de anlaşılıyor ki, İslâm dini, “İnsana saygı esasını” getirmiştir. Irk ayrımını yasaklamıştır. Hatta yayıldığı zamandaki geleneklerin aksine, hizmetçiler de ev sahipleriyle aynı sofrada yemek yemeye ve aynı elbiseler*den giyinmeye başlamışlardır...





KalbinNûru 14 Ocak 2008 22:16

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 
Şimdi Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âdâb-ı muâşeretiyle alâkalı bilgileri vermeye geçebiliriz. Bu konuda şunları söylemek mümkündür:
Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elbisesinin temiz ve tertipli olmasına özen gösterirdi. Giydiği bir elbisenin kendisine mümkün olan en uzun süre temiz olarak hizmet etmesine ve ihtiyacını karşılamasına dikkat eder, yeni bir elbise sahibi olduğunda Allah’a hamdeder. “Rengi hafif değişti, boyasını hafif attı” diye herhangi bir elbiseyi giymemezlik etmezdi. Kumaşta; alacasız, desensiz olanı beğenir, göze batıcı, rahatsız edici çiğ renkleri tercih etmezdi. Bundan, estetiğe önem verdiğini anlıyoruz. Ayrıca Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu mevzuda lüks ve israfa yönelmeyi, bu yolla büyüklenmeyi doğru bulmazdı. Buna göre, O’nun, giyecekle alâkalı düşüncesini: “Temizlik, tertiplilik, estetiği gözetme, kendine yakıştırma, sadelik ve ihtiyacı karşılama” olarak ifade edebiliriz.
Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yiyecek ve içeceklerle alâkalı tutumunu da şöyle özetleyebiliriz:
O, hiç bir zaman bir yemeği beğenmemezlik etmezdi. Arzu ederse yerdi, etmezse bırakırdı. Yemekten önce ellerini, yemekten sonra hem ellerini hem de ağzını yıkardı; yemeğe başlarken besmele çekerdi. Tabağındaki yemeği mümkün mertebe bitirmeye çalışırdı. Ekmeği yiyeceği kadar alırdı, yani ekmeği ve yemeği artırarak çöpe atmayı doğru bulmazdı. Sofraya oturduğunda daha önce doymuş bile olsa herkesin yemeğini yemesini beklerdi; yemek devam ederken müsaade almaksızın herkesten önce kalkılıp gidilmesini doğru bulmazdı. Yemeğin temiz olmasına, yemeye elverişliliğine ve helâlinden kazanılmış olmasına özen gösterir, yemek bittikten sonra “elhamdülillah” derdi. Önemli bir mazereti yoksa yemek davetlerine katılırdı. Davet sahibi her ne hazırlamış ise -hatta hazırlanan sade bir tirit bile olsa- memnuniyetle, tebessümle ve iştahla yerdi. Davet sahibini incitmezdi. Suyu, dibi görünen bir kaptan içerdi.

Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, rengi görünmeyen ve başkalarını rahatsız edecek derecede ağır olmayan güzel kokuları, ikram edilince severek kullanır, reyhan çiçeği gibi güzel kokulu çiçekler ikram edilince de geri çevirmezdi. Yavaş yavaş konuşur, her sözün arasını ayırt ederdi; hatta dinleyen konuşulanları ezberleyebilirdi. İyi anlaşılması gereken sözleri birkaç kere tekrarlardı, konuşurken muhatabının akıl ve anlayış seviyesini gözetirdi

Gülmesi tebessüm şeklindeydi. Görgü tanıklarına göre tebessüm edince dişleri inci tanesi gibi görünürdü. Dişleri çok bakımlı idi, sürekli fırçalardı. Bunu, içinde belli miktarda florin maddesi ihtiva eden misvakla yapıyordu. Bu­na, o günün diş fırçası denilebilir. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, ölümünden önce en son yaptığı işlerden birinin, dişlerini fırçalamak olması da fevkalâde düşündürücüdür
Gönülde sıkıntı doğuran; kindarlık, çekememezlik gibi kötülüklerin doğmasına sebep olan, vakar ve ağırbaşlılığı gideren zararlı şakaları doğru bulmaz, bu tür sakıncalar taşımayan şakaları yapar ve çevresindeki Müslümanların da yapmasına engel olmazdı. Bilhassa kendisi çocuklara çok şaka yapardı...
geri kalanına sonra devam edeceğiz inşâallâh



KalbinNûru 16 Ocak 2008 17:44

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 



Ev döşemesinde de Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sade bir yol takip etmiştir. O, bu konuda örfe uymuş, gelenekte olan sedir, divan, hasır, yatak, leğen, ibrik ve diğer ev eşyasını kullanmıştır. Yalnız bunların en lüksü, en pahalısı olsun diye hususî bir gayreti yoktu, temiz ve tertipli olmasına özen gösterirdi
[COLOR=#4f6128][SIZE=3]Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yakınlarla ilgilenmeye, komşularla ve diğer insanlarla iyi ilişkiler kurmaya, herkese imkânlar elverdikçe yardımcı olmaya, bilhassa yoksulları gözetmeye önem veriyordu. Bilhassa anne babalara karşı hâl hatır sormanın ve ihtiyaçlarını gidermenin en kutsî vazifeler arasında olduğunu ısrarla belirtiyordu. O, küçük yaşlarda iken annesini kaybetmişti, bu sebeple onu daima hasretle anardı. Süt annesi Halime’ye özel yer gösterip oturtarak saygıda kusur etmediği gibi, maddî ihtiyaçlarını da karşılıyordu. Yine bunun gibi kendisine süt emziren Süveybe ile ölünceye kadar alâkadar olmuş, daima mektup, selâm ve para göndererek gönlünü almıştı. Kendisine süt emzirdiği sanılan Ümmü Süleym ve Ümmü Haram’a da çok saygı göstermişti. Süt kardeşi Şeyma ile yakinen ilgilenmiş, çocukluk yıllarının bir bölümünü evinde geçirdiği Ebu Talib’in eşi Fatma hanıma da “Anneciğim! Anneciğim!” diyerek yakın bir ilgi göstermişti. -Daha önce geçtiği gibi- dadısı Ümmü Eymen’e de “Anneciğim!” diye hitap etmişti. Bütün bunlardan Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, annelere, anne mevkiindeki kadınlara ve genel olarak hanımlara nezaket ve saygı ile davrandığı anlaşılmaktadır Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ev, sokak, yiyecek ve giyeceklerin temizliğine önem verdiği gibi kalb ve ruh temizliğine de önem veriyordu. Bunun için O: “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların zarar görmediği kişidir.” buyurmuştur. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hadisiyle toplumda, Müslümanlara, “itibarlı ve güvenilir insan olmaları gerektiğini” işaret ediyordu. Ayrıca Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Söz söylerken yalancılık edeni, söz verdiği zaman sözünde durmayanı, kendisine bir şey emanet edilince hıyanet edeni” ikiyüzlülükle nitelemiştir. Çünkü, bu eksiklik ve yanlışlıkları yapan Müslümanlar, güvenilir insan olmaktan uzaklaşırlar. Kalb hakkında da şöyle buyurmuştur: “Dikkatli ve uyanık olunuz! Bedenin içinde bir lokmacık et parçası vardır ki; iyi olursa bütün beden iyi olur, bozuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o et parçası kalbdir!”

[SIZE=14][COLOR=#a0a0a0][SIZE=3][COLOR=#4f6128]Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok cömertti, insanlara da cömertliği tavsiye ediyordu. Ashab’dan Câbir b. Abdullah -radıyallâhu anh- diyor ki: “Rasûl-i Ekrem Hazretlerinden dünya ile alâkalı bir şey istenilince asla reddetmez, istenilen şey varsa verir, yoksa vâdederdi.” Hz. Aişe -radıyallâhu anh- ise şöyle diyor. “Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine bir hediye geldiği zaman onu getiren kişiye daha fazla ve değerlisiyle karşılık verirdi.”
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daima “büyüklere saygı, küçüklere şefkat” gösterilmesini isterdi. Kendi çocuklarına, öteki Müslüman çocuklarına ve hatta müşrik çocuklarına karşı çok şefkatli idi. Yolda rastladığı çocukları devesine bindirir, gezdirir, onlarla ilgilenirdi.[SIZE=14][COLOR=#a0a0a0][SIZE=3]Adaletli idi; iltiması, maksatlı olarak taraf tutmayı, adam kayırmayı yasaklıyordu. Ne kimsenin hakkını yerdi, ne de kimseye hakkını yedirirdi. Çirkin sözler söylemezdi; haya, terbiye ve nezakete aykırı hiçbir davranışta bulunmazdı. Umumî yerlerde gürültü yapmaz, bağırıp çağırmaz, kimseyi rahatsız etmezdi; hoşlanmadığı bir şey, yüzünden anlaşılırdı. Bir kişide gördüğü kötü davranışı giderirken, o kişinin şahsiyetini incitmemeye özen gösterirdi; dolayısıyla sırf o kişiyi kastetmeksizin, öyle bir davranışın kötü olduğunu umuma duyururdu. O, bütün mü’minlere karşı çok merhametliydi. Tevbe Suresi’nde şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır ve güç gelir, üstünüze çok düşkündür. Mü’minleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır O.” (Tevbe-9/128). Bu âyette Yüce Allah: “Rauf-rahim: Çok şefkatli çok merhametli” mânâsına gelen iki ismini peygamberleri arasında sadece Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında anmıştır. İşte bunun içindir ki, düşmanları tel’in etmesini isteyen birine: “Ben lânet okumak için değil, âlemlere rahmet olmak için gönderildim!” cevabını vermiştir.Her müşkili olan, Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna endişe duymaksızın gider, dileğini rahatça iletirdi. Hastalarla ilgilenir, onlara geçmiş olsun der, ağır ise telkinde bulunur, cenazeye gider, yakınlarına başsağlığı diler, teselli eder, cenaze sahiplerine teselli verilmesini, yardımcı ve destek olunmasını isterdi.

Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ilme çok önem verirdi, onun en mühim bir özelliği öğretmenlikti; Müslümanlar bir hurma ağacının gölgesinde, bir evin kenarında ya da camide toplanarak O’nun öğrettiklerini öğreniyorlardı. Bir de daha ziyade bekâr ve kimsesizlerin barındığı yatılı bir okul vardı ki, buna Suffe Okulu deniliyordu. Bu okulun talebeleri sayı olarak 70-400 arasında değişiyordu. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine getirilen hediyelerin hemen çoğunu bu okulun talebelerine gönderirdi, zekât ve sadaka yardımlarını ise onlara aktarırdı. Çünkü Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Ehl-i Beyt’i bu tür yardımlardan yararlanamazlardı. Şu hâdise; Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, talebelerine verdiği önemi göstermesi bakımından enteresandır: Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kızı Fâtıma, yoksul bir hayat sürüyordu. Eliyle çektiği değirmenden yorgun düşer, su taşımaktan elleri yaralanırdı, birgün babasından bir hizmetçi istedi. O sırada bir savaş sonunda Medine’ye ganimet malları gelmişti. Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Fâtıma’nın isteğini: “Suffe talebeleri böyle yoksul yaşarken size nasıl hizmetçi verebilirim?” diyerek geri çevirdi.

KalbinNûru 16 Ocak 2008 17:51

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 


Hz. Peygamber çok mütevazı idi. Nakledeceğim şu sözü bu açıdan mühimdir: “Hrıstiyanların İsa hakkında ‘Allah’ın oğlu’ dedikleri gibi beni övgüde aşırı gitmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum, siz de benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisi deyin.”
Birgün Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna bir kadın geldi:“Yâ Rasûlullâh! Benim size arz edecek bir ihtiyacım var!” dedi. Bu, yaşlı bir kadındı, belki de bunamıştı. Buna rağmen Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her insana verdiği değeri ona da verdi: “Ey kadın! Medine’nin herhangi bir yerinde, nerede istersen geleyim, ihtiyacını söyle, halletmeye çalışayım!” dedi. Kadın, istediği bir yere gitti. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onu takip etti ve ihtiyacını gidererek hoşnut etti.

Yine birgün adamın biri Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyarete gelmiş, huzuruna girince titremeye başlamıştı. Bunu gören Peygamberimiz-sallâllâhu aleyhi ve sellem- o kişiye şöyle dedi: “Arkadaş, titreme! Ben bir kral değilim, Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.”
[SIZE=14][COLOR=#a0a0a0]Ev içindeki davranışları da O’nun ne kadar mütevazi olduğunu gösteriyor. Hz. Aişe -radıyallâhu anh-’den, ev içinde Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in davranışlarından sorulduğunda şu bilgiyi verdi: “Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, evinin içine girdiği zaman herhangi bir fevkalâdelik ve inziva göstermeden insanlardan herhangi biri gibi tevazu ile davranırdı. Kendi elbisesinin söküğü ile meşgul olur, koyunlarını eli ile sağar, ailelerine ev işlerinde gerekli olan kısımlarda yardımcı olurdu. Çarşıya pazara gider, bizzat alışveriş yapar ve yükünü kendisi taşırdı. Ashâb-ı Kiram: “Müsaade buyurunuz da biz taşıyalım.” derlerse de: “Herkes kendi yükünü kendi taşısın!” buyururdu.

[SIZE=14][COLOR=#a0a0a0][SIZE=3]Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefakâr bir insandı; ahdinde dururdu, vadinde sadıktı. Sözünden caymazdı. Kendisine ve çevresindeki ashabına yardımı dokunanları unutmaz, dostlarını sık sık arar, hâl hatırlarını sorardı. Müslümanlara da böyle yapmalarını tavsiye ederdi. Buna dair çeşitli misâllerden birkaçını nakledelim:
Abdullah b. Ebi’l-Hamsa, -radıyallâhu anh- anlatır: Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bir alış veriş yapmıştım. Kendisine: “Biraz bekle gelirim.” dedim. Ancak O’na verdiğim sözü unutmuştum. Aradan üç gün geçmişti, hatırlayıp gittiğimde O, aynı yerde hâlâ beni bekliyordu...
[SIZE=14]Bir kere Habeşistan Necaşi’sinin elçileri, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna gelmişlerdi. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlarla yakından ilgilendi. Ashab-ı Kiram’dan bazıları: “Ey Allah’ın Rasûlu! Biz hizmete yetişiriz, siz istirahat buyurunuz” dediler. Fakat bunlara Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle dedi: “Bunlar Habeşistan’a göç etmiş olan ashabıma yer göstermiş, ikram etmişlerdi. Şimdi bunlara karşılık ben de hizmet etmek isterim.”
Kendisini tanımak üzere taşradan gelen kabile temsilcilerini misafirhanelerde ağırlar, onlara yakınlık gösterir, onlara öğretmenler tayin eder, maddî ihtiyaçlarını karşılamak için memurlar vazifelendirir, kabilelerine döneceklerinde de azık hazırlatır, kendisine ve İslâm dinine alâka duyarak ziyarete gelen bu insanları unutamayacakları bir vefa duygusuyla uğurlardı. Mut’im b, Adiy Kureyşli inkârcıların ileri gelenlerindendi. Vaktiyle Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Taif yolculuğundan şehre dönerken düşmanları O’nu şehre almak istememişlerdi; Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sıra ile birçok ileri gelen Mekkelinin himayesini istedi, fakat hepsi reddettiler; ancak Mut’im kabul etti. Oğullarını silâhlandırarak Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i şehre aldı. Aradan yıllar geçti, Bedir Savaşı’nda Mut’im, diğer Kureyşlilerle birlikte Müslümanlara karşı savaştı ve öldürüldü. Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şâiri Hassan, bu zâtın ölümünün ardından manâlı bir mersiye yazmış, şiirinde onun vaktiyle Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i himaye ettiğinden söz ederek iyilikle anmıştı. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisi adına gösterilen bu vefakârlıktan son derece hoşnut oluyordu. Düşman esirlerine ne yapılacağı tartışılırken Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in söylemiş olduğu şu söz de onun vefakârlığının hangi derecelere vardığını göstermesi bakımından çok manâlıdır: “Şayet Mut’im b. Adiy sağ olup da benden esirleri isteseydi fidye (kurtulmalık akçesi) istemeden hepsini serbest bırakırdım.”
Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ittifaklarına bağlılıkta da vefalı idi. Hudeybiye’de Müslümanların yanında antlaşmaya katılan Huzâe kabilesi, Kureyş’in yanında antlaşmaya giren Benu Bekir’in saldırısına uğramıştı. Kureyşliler de bunları destekliyorlardı. Huzâeliler durumu Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ilettiklerinde o, derhâl ordusunu hazırladı ve yola koyuldu. Bu hâdise Mekke fethinin sebebi olarak tarihe geçti.
Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âdâb-ı muaşereti ile alâkalı özet incelememizi şöyle sonuçlandıralım:

“O; insanların iyi niyetli, gayretli, çalışkan, şefkatli, yardımsever, temiz, tertipli, dürüst, mütevazı, vefalı olmalarını istiyor; onları dağınık, pis, kötü niyetli, tembel, acımasız, yalancı ve gururlu olmaktan sakındırıyordu. İnsanların birbirlerini sevip saymalarını, birbirlerine destek olmalarını, sorumluluk duygusuna ve üstün vazife şuuruna sahip bulunmalarını arzu ediyordu.”
Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL


KalbinNûru 16 Ocak 2008 21:25

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 
Örnek Alalım Örnek Olalım
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gerek suret yani beden yapısı, gerekse siret yani ahlâk, âdâb ve davranış bakımından mükemmel bir insandır. Cenâb-ı Hak, O’nun bu istikametteki bir duasını kabul etmiş ve İslâm ahlâkını en kâmil bir şekilde yaşadığı için O’nu ümmeti için üsve-i hasene (uyulması gereken en güzel misal) kılmıştır
Bu ise, insanlık için, Ümmet-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için ilâhi bir rahmettir. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de beyan buyrulduğuna göre, O, âlemlere rahmet olarak gön*derilmiştir
Nedir bu rahmet? Yani Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’in, Ümmeti için üsve-i hasane olarak gösterilmesindeki rahmet nedir? Bunun izahından dil ve kalem âcizdir. Bununla beraber ehemmiyetine binâen birkaç cümle ile işaret etmemiz faydalı olur.
Bilindiği gibi, tarihte yaşanmış güzel örnekler; insanlara, hayrı, doğruluğu, temiz inancı, ahlâk ve âdabı kazandırmak hususunda en tesirli öğretim vasıtalarıdır
Keza, Cenâb-ı Hak tarafından Peygamber Aleyhisselâma vayh ile indirilen prensiplerin, O’nun ve ashabının şahsında en belirgin şekliyle yaşandığını hepimiz biliyoruz. İşte, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’in ve Ashâb-ı Kiramın İslâmî esasları nasıl yaşadıklarını; şahıslarında, ailelerinde ve cemiyette bunu nasıl tatbik ve temsil ettiklerini bilmek, bizim için en büyük ilâhî rahmettir, lütuftur, saadet kaynağıdır. Hatta bu kaynak bu kadarla da kalmıyor, müteakip asırlara doğru arı ve duru bir şekilde akıyor, akıyor... İşte biz akıp giden bu kaynak içinde, tarih boyunca Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’in İslâm’ı anlama ve yaşama ile, Ashâb-ı Kiramın İslâm’ı anlama cehdi ve yaşama gayretini misâl alarak ruhen yükselen, insanlık ufkunda ilerleyen değerli şahsiyetleri de tanıma şansına sahibiz. Bu da bizim için bir rahmettir. Bize genişlik ve kolaylık sağlayan bir rahmettir. Şayet bu imkânlara sahip bulunmasaydık İslâm’ı asıl şekliyle anlamakta binbir müşkilâtla karşılaşabilirdik.
O hâlde bize düşen nedir? Bize düşen, Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’den günümüze uzanan çizgide İslâm nokta-i nazarından örnek şahsiyet olarak tarihe geçen muhterem simalardan feyz almak ve onlardan aldığımız mânevî ışıkla yolumuzu aydınlatmaktır.

Bu takdirde hiçbir Müslüman “Ben kâmil bir ahlâk sahibi olmak isterdim, ama buna imkân bulamadım” diyemez, böyle bir mazeret ileri süremez. Çünkü bu, en açık bir şekilde gözlerimiz önüne serilmiş vaziyettedir.
Geriye dönüp baktığımızda görüyoruz ki, asr-ı saadet toplumu kâmil imân sahibidir, imânını muhafaza için ibâdetlerini muntazam bir şekilde ifâ etmektedir, ibâdetin gereği olarak iyi ahlâk sahibidir, iyi ahlâkın gereği olarak da muamelâtında, alışverişinde dürüsttür, vazifesinde üstün bir sorumluluk duygusuna sahiptir. Güler yüzlüdür, tatlı dillidir, komşularıyla ilgilenmektedir ve onlar için ümit ve güven kaynağıdır. Adaletli olup, zulme düşmandır. Mü’minlere karşı merhametli, kâfirlere, münafıklara ve mürâilere karşı ise tavır ve tedbir sahibidir. Yetime, yoksula acımakta, muhtaçlara yardım elini daima uzat*maktadır. İslâmiyet’i canı ile, malı ile yayma gayretlerine iştirak etmekte, hakkı tavsiye etmekte, hakkın tebliğinde herhangi bir sıkıntı ile karşılaşırsa da sabretmekte, herkese de sabrı tavsiye etmektedir. Çevresinde bir münker (aklen ve dinen kötü bir şey) görünce bizzat alâkadar olarak bu kötülüğü önlemeyi en mühim bir iş saymakta, bütün çabalarına rağmen önleyemiyorsa hiç değilse buna sebebiyet verenlere kalben buğzetmektedir. Fert plânında müsamahakâr, mütebessim, yumuşak; cemiyet plânında ise ağırbaşlıdır. Toplumda din kardeşlerinin sıkıntılarını kendi sıkıntıları, sevinçlerini kendi sevinci bilmektedir...




KalbinNûru 16 Ocak 2008 21:27

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz
 
Bu durum muvacehesinde, bugünkü Müslümanlar bu üstün vasıflı asr-ı saadet devri toplumunu ve bu toplumu oluşturan fertleri iyi bilmek durumundadırlar. Çünkü bilmeden örnek alınamaz. Ama bilme, öğrenme yolları farklı olabilir. Kimi bu alanda yazılmış bir kitabı okur, kimi bu konuları iyi bilenlerden dinler; kimi hâzık bir vaizin nasihatine kulak verir, kimi gönülleri teshir eden bir âlim ve fâzılın sohbetine katılır.
Hâl böyle iken günümüzde bir Müslüman; imân, ibadet, ahlâk ve muamelat konularına gereken ehemmiyeti vermiyorsa, alışverişte helâle harama riâyet etmiyorsa, İslâmî emirlerin bazılarını yapıyor bazılarını yapmıyorsa, ilâhî yasakların kimilerini gözetiyor kimilerini ise kaâle almıyorsa o zaman üstün bir İslâmî şahsiyete sahip olamaz. Böyle bir Müslüman Kur’ân-ı da Sünneti de yeterince anlamamış, üsve-i hasene olarak gösterilen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’i de gereğince örnek almamış demektir. O’nu ve ashabını örnek alabilseydi dinî şahsiyetinde belirli ve net bir ilerleme olacaktı

Şimdi şu hususa dikkat etmek lâzımdır: Şayet biz örnek birer Müslüman olamazsak bu durumda bizden sonrakilere örnek olma vazifemizi de yerine getirememiş oluruz. Bu ise büyük vebaldir. Biz geçmişe baktığımızda asr-ı saadet neslini ve onların peşinden giden bahtiyarları nasıl örnek alarak yolumuzu aydınlatıyorsak, bizden sonrakilere de geriye dönüp baktıklarında kendilerine rahatlık verecek mânevî ışıklar hazırlayabilmeliyiz.
Şunu da iyi bilmeliyiz ki, İslâmiyet, samimîyetle yaşandığı zaman bütün güzellikleriyle ortaya çıkan bir dindir. Bugün bir Müslüman tembelse, gayretsizse, plânsız inti*zamsızsa, temizliğe riâyet etmiyorsa, ibadetlerinde ihmalkârsa; ticaretinde doğruluğu gözetmiyor, zekâtını iyice hesaplayıp vermiyorsa; hayır hasenatta bulunmuyorsa, har*camasında helâle harama dikkat etmiyorsa; komşularını incitiyor, cami ve cemaatla alâkalanmıyorsa, Müslümanların dertleriyle dertlenmiyorsa, içtimâi tesanüdü sarsacak eksik ve yanlış tutumlar içine giriyorsa... Bu taktirde Kur’ân’a Sünnete, Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ’in örnek alınması gereken hayatına yeterince bağlanmamış, gerektiğince dü*şünmemiş demektir. Allah’ın ipine yeterince sarılmamış demektir. Burada Müslüman’ın ihmali, gafleti, vurdumduymazlığı ve şuursuzluğu söz konusudur. Böyle olunca İslâmî güzellikleri görememekte, yakalayamamakta, bu güzelliklerin insan yüreğinde oluşturduğu sımsıcak sevgiyi hissedememektedir.
İşte her kusurlu Müslüman, Kur’ân’a Sünnete ve Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile O’nu örnek alabilen salihlere dönerek eksiklerini telâfi etmek durumundadır
Bu vesile ile şunu da ifade etmeliyiz ki, Peygamber Efendimiz ’e ve ashâb-ı kirama olan muhabbetimizde ne derece samimî olduğumuz, onların yaşayışını ne derece örnek aldığımıza bağlıdır. Onları örnek alabildiğimiz nisbette bizden sonraki nesillere örnek olabileceğiz demektir.

Arkadaşlar kitabın sonuna gelinmiştir. Allâh Teâlâ bu kitap husûsunda emeği geçenlerden Râzı olsun.

Seyyid 14 Kasım 2008 16:54

Cvp: Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimiz
 
Zuhur-ı kainatın madenisin ya Resulallah
Rumuz-ı küntü kenz' in mahzenisin ya Resulallah
Beşer denen bu alem ki senin suretle şahsındır
Hakikatte hüviyette değilsin ya Resulallah
Vücudun cümle mevcudatı nice cami' olduysa
Dahi ilmin muhit oldu kamusun ya Resulallah
Dehanın menba-ı esrar ilm-i min ledünnidir
Hakayık ilminin sen mahremisin ya Resulallah
Ne kim geldi cihana hem dahi her kim gelisedir
İçinde cümlenin ser-askerisin ya Resulallah
Cihan bağında insan bir şecerdir gayriler yaprak
Nebiler meyvedir sen zübdesisin ya Resulallah
Şefaat kılmasan varlık Niyazi' yi yoğ ederdi
Vücudun zahmının sen merhemisin ya Resulallah

nurşen35 06 Kasım 2018 20:43

ArO*c*

Mihrinaz 08 Kasım 2019 21:44

Dedin ki:

“Birbirinize sırt çevirmeyiniz.
Birbirinize kin tutmayınız.
Birbirinizi kıskanmayınız.
Birbirinizle dostluğunuzu kesmeyiniz.
Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz.”

hiç uğruna hepsini yaptık Yâ Rasulallah.

nurşen35 23 Kasım 2019 16:00

Peygamberimizin Evlilikleri


Bu konu hakkında bilen de bilmeyen de fikir yürütüp yorumlarda bulunabiliyor. Aslında ülkemizdeki en büyük sıkıntılardan birisi budur. Her konuda bilse de bilmese de herkes ahkám kesecek kadar kendisini yetkin kabul ediyor.
Uzmanlığa saygı duyulmuyor. Kutsallar hafife alınıyor. Bilimsellikten uzaklaşılıp alternatif ve ama aynı zamanda uyduruk olan çözümlerde çıkış yolları aranabiliyor. Din konusunda da, tıp konusunda da, mühendislik konusunda da durum bu. Peygamberimiz çok evlenmiştir, doğrudur. Ama çok evlilik Hz. Peygamber’den önce gelen bir gelenekti. Eski Çin, Mabie, antik Mısır’da yaygın bir alışkanlıktı bu. Tevrat’ta, Hz. Davut’un -Dawid, David- yüz kadınla evlendiği yazılıdır. Hz. Süleyman’ın -Selome, Salamone- yaklaşık bin kadınla evliliği anlatılır. Hz. İbrahim’in de en az iki eşinin olduğunu biliyoruz.
Yahudilikteki sınırsız evlilik kavramı Hıristiyanlığa da aynen geçmiş kabul edilir. Bilindiği gibi İncil bu konuda bir sınır getirmemiş, bir anlamda Yahudilikteki geleneği -teorik anlamda- devam ettirmiştir. Hıristiyanlar ahkám konusunda Tevrat’ın bağlıları sayılabilir. Nitekim Katoliklerin zıddına Marunilerde çok evlilik vardır.
Hz. Peygamber henüz 25 yaşındayken kendisinden 15 yaş büyük olan Hz. Hatice (40 yaş) ile evlenir. Yaklaşık 25 yıllık gençlik döneminin tümünü tek hanımla geçirir. Bu arada Mekkeliler Peygamberimize, İslam’ı tebliği bırakma karşılığında tekliflerle gelirken para, liderlik, makamın yanında genç ve güzel kızlarını da eş olarak teklif ederler. Peygamberimiz bunun karşılığında "Güneşi sağ elime, ayı sol elime verseniz bile ben bu davadan -İslam’dan- vazgeçmem. Ya başarırım ya da başı veririm. Teklifleriniz size kalsın" buyurur. Peygamberimiz, eşi Hatice vefat ettikten sonra dul bir kadın olan 55 yaşındaki Hz. Sevde ile evlenir. Peygamberimizin o dönemde yaşı 52 civarındaydı. Peygamberimizin çok evlilikleri Medine dönemine rastlar. 53-63 yaşları arasındaki döneme. Bu dönemde aldığı bütün eşler -Hz. Aişe hariç- dul ve çok çocuklu kadınlardır. Örnekleme sadedinde bir kısmının yaşını belirtelim: Hz. Zeynep B. Huzeyme, dul ve 60 yaşındadır, iki yıl sonra vefat eder. Ümmi Seleme, yaşı 65 civarında, dört çocuklu. Hz. Meymune, dul ve yaşı 60 civarında. Ümmi Habibe, 55 yaşında.
Bu evlilikler, cinsel taleplerle olan evlilikler değil, siyasi, insani ve coğrafi şartların oluşturduğu stratejik evliliklerdir. Zira Peygamberimiz, cinsel ihtiyacın daha güçlü olduğu 25-53 yaşları arasında tek ve yaşlı bir kadınla evli kalmıştır.
Eğer istese bu dönemde genç birçok kadın alabilirdi. Daha sonraki yaşlarda yaptığı evliliklerde genç hanımlar yerine daha çok dul, yaşlı ve çocuklu kadınlar almıştır. Nitekim bir Yahudi liderin kızını alınca koca bir kabile İslam’a girmiş ve sulh imzalanmıştır.
Peygamberimizin arkadaşlarına, dul ve çok çocuklu kadınlarla evliliği teşvik ettiğini biliyoruz. Zira o dönemde ekonomik imkánı olmayan birçok kadın gayri meşru şartların kurbanı olabiliyordu. Nitekim Mümtehine Suresi’nin 12. ayetinde de belirtildiği gibi, Peygamberimiz kendisinden biat alan Medine kadınlarından özellikle "zina etmemek, çocukları öldürmemek" üzerine söz alıyordu. Demek ki böyle bir problem ve sıkıntı vardı. Bu nedenle de koruma amaçlı çok evliliğe sıcak baktı.
Peygamberimiz, evlilikleriyle Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’le akrabalık bağı kurdu, bu vesileyle de Hz. Ali ile kızı Hz. Fatıma’yı evlendirdi. O dönemlerde evlilik, sıcak ilişki kurmanın en güçlü yoluydu.
Medineli erkekler, günlerinin en az 18 saatini Peygamberimizle paylaşır, dinlerini kendisinden bire bir öğrenirlerdi. Kadınlar bu konuda o çağdaki iletişim araçlarının yokluğu da düşünülecek olursa şanssızlardı. Bütün bilgileri kulaktan dolmaydı. Bu amaçla Peygamberimiz, kadınlar için haftada bir gün özel sohbet sözü verdi. İşte bu bağlamda Peygamberimizin eşleri, o dönemde kadınlar için birer öğretmenlik vazifesini yüklendiler.
Kadınlarla ilgili özel fıkhın tümünü kadın sahabilerin rivayetine dayandırırız. Hz. Ayşe bu konuda 2210 hadisle başı çeker. Peygamberimizin bazı eşleri, yetim kızların, düşkün ailelerin koruyucusu oldular. Bir kısmı yün örerek ailelerine katkıda bulundu. Hz. Aişe’nin Cemel olayından sonra 70 kadını himayesine alıp yetiştirdiğini biliyoruz. Hz. Aişe’nin öğrencileri müçtehit imamların öğretmeni olmuşlardır.
Daha sonraki yıllarda, diğer dinlerden veraseten gelen sınırsız evlilik sınırlanınca, Hz. Peygamber hanımlarının bir kısmından uzaklaştı. Karı-koca irtibatını kesti ama boşanmadı. Zira O’nun eşleri müminlerin anneleri sayıldığı için (Ahzab Suresi, 6, 53) başkasıyla evlenemezlerdi. Onları ortada bırakamazdı. Onların bakımlarını Hz. Peygamber hayatının sonuna kadar yüklenmeye devam etti. O ayetten sonra asla bir daha evlenmedi. Müslüman bir kişi defalarca boşanıp evlenebilme imkánına sahip olsa da bu seçenek Peygamberimize verilmemiştir. (Ahzab, 52)
Bu yazımızla Peygamberimizi savunmayı hedeflemedik. Zira O’nun böyle bir savunmaya ihtiyacı yoktur. Ancak çok evliliğin tarihi şartları içerisinde değerlendirilmesinin gerektiğini anlatmak istedim. Çünkü o dönemde bu öylesine yaygın bir gelenekti ki Medine’de veya Mekke’de bu hususta en küçük bir sızlanma göremeyiz.


SAAT: 11:49

vBulletin® Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2024 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306