Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM DİNİ KONULAR.::. > Muhtelif Dini Konular > İslami Kavramlar

Konu Kimliği: Konu Sahibi MERVE DEMİR,Açılış Tarihi:  04 Ocak 2008 (10:55), Konuya Son Cevap : 20 Şubat 2014 (01:33). Konuya 6 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 04 Ocak 2008, 10:55   Mesaj No:1
Medineweb Emekdarı
Avatar Otomotik
Durumu:MERVE DEMİR isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 5587
Üyelik T.: 05 Aralık 2008
Arkadaşları:14
Cinsiyet:
Memleket:İstanbul
Yaş:35
Mesaj: 2.537
Konular: 2038
Beğenildi:114
Beğendi:0
Takdirleri:270
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Ubudiyet

Ubudiyet

UBUDİYET



Ubudiyet kelimesi, Arapça "a-b-d" kökünden türemiştir. Sözlükte; kulluk, kölelik, aşırı bağlılık, itaat anlamlarına gelmektedir. Kul, köle anlamındaki ve itaattan başka şefkat, merhamet ve himâye anlamlarını da taşımaktadır. Buna göre insan bütün benliğiyle Allah'a kul olmanın bilincine ulaşınca, Allah da ona merhamet etmekte ve o kimseyi koruması altına almaktadır. İnsan Allah'a karşı yapmış olduğu kulluk görevinde; O'nun emirlerini yerine getirdiği gibi, O'nun hoşnutluğunu kazanmak amacıyla da, her türlü söz ve davranışlarında en içten saygı ve sevgi ile bağlılığını ortaya koyar. Bu nedenle Allah'a yönelen bu söz ve davranışlara da ibadet adı verilmiştir (bkz. Râğıb, Müfredât, 479; İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, III, 270-279; Toshihiko Izıtsu, Kur'an da Allah ve İnsan, trc. Süleyman Ateş, 139-140).

Daha üstünü olmayan her boyun eğiş, ubûdiyet kavramı içinde değerlendirilmektedir. Kişinin yüksek ve galebe sahibi birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, isyanı terketmesi, tam bir bağlılıkla boyun eğmesi ubûdiyetin anlamları içinde bulunmaktadır. Belki de ubûdiyetten kastedilen asıl anlam bu olmalıdır.

Âbid ve ibâd kelimeleri, ibâdet kökünden; abd ise, ubûdiyet kökünden türemektedir. Sufîler, buradan hareketle, abd'in âbid'den, ubûdiyet'in de ibâdetten üstün olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü âbid, hürdür, hür olanlar ise bir ücretle ve karşılığını bekleyerek çalışırlar. Abd ise, kuldur; kullar, köleler hiç bir şeye sahip olmadıkları için, çalışmalarının tek amacı vardır, o da efendilerini memnun etmektir. Başka bir deyişle, âbid nimet elde etmek, abd ise nimeti vereni memnun etmek için çalışırlar (bkz. Kuşeyrî, Risâle, 428, 460; Hucvirî, Keşfu'l-Mahcûb, 244, 264). Sûfiler, ubûdiyet makamının gerçekleşmesi için, kalp ve kalbe âit amelleri zâhiren ve bâtınen kusursuz ve eksiksiz yapılarak, yalnızca Allah için amel edilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (Sühreverdî, Avârifü'l-Meârîf, trc. H. Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz, 593). Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de tövbe etmeyi ibâdetten önce zikretmiştir (Tevbe, 9/112). Tövbe, ibadetten önce tutulmuştur. Bunun sebebi, makamlara ulaşma noktasının tövbe, makamların nihayetinin de ubûdiyet ve kulluk olmasıdır. Allah, günahkarların tövbelerinden sözederken; "Hepiniz birden Allah'a tövbe edin ey müminler" (Nûr, 24/31); Peygamberinden sözederken de; "Kuluna vahyettiğini vahyetti" (en-Necm, 53/10) buyurmuştur. Bu duruma göre; tövbe ilk, ubûdiyet ise, son makamdır (bkz. Hucvirî, Keşfu'l-Mahcub, 171).

Erdoğan PAZARBAŞI
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi MERVE DEMİR 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ülke tv Canlı... Videolar/Slaytlar Medine-web 1 2755 22 Ağustos 2013 23:41
İran Emperyalizmi Makale ve Köşe Yazıları Medine-web 6 3362 26 Ocak 2013 21:53
gerekli gereksiz bir şiir.. Makale ve Köşe Yazıları MERVE DEMİR 0 3094 06 Aralık 2012 09:48
olmamış kayınbiradere mektup :) Komik Paylaşımlar Allahın kulu_ 10 6966 03 Kasım 2012 22:19
İslamın kurtuluşu bilinçlenme ile mümkündür Makale ve Köşe Yazıları Esadullah 11 6415 02 Ekim 2012 20:16

Alt 04 Ocak 2008, 11:53   Mesaj No:2
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Ubudiyet


ABD-UBUDİYET
ABD : “ Kul. Köle. Hizmetçi.”
UBUDİYET : “ Kulluk. Kölelik. Bendelik.” “ Kul olduğunu bilip, Allah’a itaat etmek”
“ İbadet, Allah’ın razı olduğu şeyi yapmak, ubudiyet ise Allah’ın yaptığına razı olmaktır.” (Hak Dini Kur’an Dili)
Kulluk

“Ubudiyet”, lûgat olarak “kulluk” mânâsına geliyor. Kul olduğunu bilen, bu dünyada dilediği gibi ömür süremeyeceğinin şuurunda bulunan ve bu âlemde misafir olduğunun farkında olan bir insan kulluk vazifesini seve seve yerine getirir.

Ubudiyet devamlıdır, kesikli değil. Çünkü kulluktan ayrı olduğumuz bir ânımız yok. Her an hayatı tadan, her an bedeninden istifade eden ve her ânı Allah’ın yarattığı bu âlem içinde geçen insan daima kuldur. O hep doğru söyleyecek, hep helâl yiyecek, hep meşru dairede dinleyecek, bakacak, düşünecektir.

Sabahtan öğlene kadar ömrünü istikamet üzere, isyansız geçiren bir kul, öğle vaktinde Rabbinin emriyle bu kulluğunu en ileri mânâda hatırlar ve ilân eder. O’nun emrettiği tarzda kıldığı namaz, kulluğun şuurunda olmanın, aczinin, fakrının, zilletinin şuurunda olmanın ve bunu el bağlama, bel bükme ve yüz sürme şeklinde ilân etmenin en güzel ifadesi.

Ubudiyet bir sahra ise, ibadet o sahrada yer yer yükselen dağlar gibi.

İbadet insanda kulluk şuurunu pekiştirir, kuvvetlendirir. Bu şuur sayesinde insan, emdiği havanın, içtiği suyun, aldığı gıdanın hep Allah’ın ihsanı olduğunu düşünür ve kalbi Rabbine karşı sonsuz bir minnettarlıkla dolar. Güneş’i O’nun lâmbası, Ay’ı O’nun kandili, geceyi O’nun örtüsü bilir ve Rabbinin misafiri olmanın hazzını ruhunun tâ derinliklerinde hisseder.

O’nun ulûhiyetine imanla mukabele ettiği gibi, nimetlerine şükürle, kemaline hayretle, hikmetine tefekkürle, musibetlerine de sabırla mukabelede bulunur.

Zaten ubudiyet de bu demek değil midir?..

İBADET : “Allah’a karşı kulluk vazifelerini yerine getirmek, Allah’ın emirlerine boyun eğmek”

“Kendi kusurunu, acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i samedaniyenin ve rahmet-i ilâhiyyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmek.” İşârât-ül İ’caz
Alıntı ile Cevapla
Alt 04 Ocak 2008, 11:54   Mesaj No:3
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Ubudiyet


İbadete muhtacız

İnsan tepeden tırnağa acz ile kaplı. Ne saçının ağarmasını durdurabiliyor, ne tırnağının uzamasını...
Ve insan baştan ayağa ihtiyaç dolu. Saça muhtaç; o olmadı mı bir yanı noksan kalıyor. İnsan alına muhtaç; kaşa, göze, kirpiğe muhtaç. Dudağa, çeneye, gırtlağa muhtaç. Geçelim bütün bunları ve ayaklarımıza varalım. İnsan ayağa muhtaç; topuğa, parmağa, tırnağa muhtaç.

İnsan, hemen dudağının önündeki havadan, tâ cennete kadar herşeyin fakiri. Hiçbirine sahip değil. Mide yapmaktan âciz olduğu gibi meyvenin de fakiri. Göz yapmaktan âciz olduğu gibi Güneşin de fakiri.
İşte ibadet, insana aczini ve fakrını hatırlatan, kul olduğunu, başıboş olmadığını ders veren en ulvî vazife. İnsan bir taraftan kendi aczine ve fakrına bakar, sonra herşeyi onun için ve ona göre terbiye eden Rabbinin bu sonsuz ihsanlarına karşı nasıl şükredeceğini bilemez hâle gelir. Bu hâl onu el bağlamaya götürür, bel bükmeye götürür, yüz sürmeye götürür. Bunu yapmayan insan kendinin gâfilidir, kendinin cahilidir ve nefsini bilmediği için de Rabbinin gâfilidir.

İşte insanı bu gafletten korumak ve kurtarmak üzere nazil olan bir İlâhî Ferman:

“Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine nâil olasınız.” (Bakara Sûresi, 21)

İnsan ibadeti niçin yapar ve bu ibadet ona ne kazandırır? Bu iki sorunun cevabı bu âyette şöyle veriliyor:

“Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz.”

Âyetteki, ‘sizi ve sizden öncekileri yaratan’ ibaresi Rabbin sıfatıdır. Bu sıfatı bir an için düşünmediğimizde, âyet-i kerime, “Rabbinize ibadet ediniz.” şeklinde karşımıza çıkar. Demek ki ibadetin sebebi, Rabbimizin bizi terbiye etmiş olması. Rabbe, ibadet edilir. Bu kudsî vazifeyi idrak edebilelim diye Allah, vicdanımıza bazı işaretler koymuş. Babamıza itaat etmeyi vicdanî bir görev sayıyoruz. Niçin? Babamız olduğu için. Annemize isyandan sakınıyoruz. Niçin? Annemiz olduğu için. İşte âyet-i kerime bizim vicdanımıza hitabediyor: “Rabbinize ibadet edin” diye emrediyor. Çünkü o sizi terbiye etmiştir. Babanızın yediği gıdayı beyaz kan hâline o getirmiş, sizi ana rahminde bir nutfe olarak rahim duvarına o yapıştırmış ve oradaki dokuz aylık terbiyenizi safha safha hep o icra etmiştir. Şimdi ise bir başka rahimdesiniz: Kâinat... Burada da sizi terbiye eden, besleyen, büyüten, yedirip içiren ancak O’dur.
Allah Rabdir ve herşeyi O terbiye etmiştir. İnsan ise abddir, kuldur; herşeyiyle Allah’ın terbiyesinden geçmiştir. Elimizi tutmaya, ayaklarımızı yürümeye, ciğerimizi solunuma, midemizi sindirime, aklımızı anlamaya elverişli tarzda terbiye eden Allah’dır. Öyle ise biz Rabbimizin bu rakamlara sığmaz terbiye tecellilerine karşı edebimizi takınmak mecburiyetindeyiz.

Rabbimize karşı edepli olmak... Nefsimize takılan ve etrafımızı çepeçevre kuşatan bu kadar ihsana karşı O’na gereği gibi şükredememenin mahçubiyetini ruhumuzun tâ derinliklerinde hissederek.

İşte Rabbine karşı şükür borcunu böylesine hisseden, idrak eden insan Kur’an’ın “Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin”, “Namazı ikame edin”, “Ramazan ayında oruç tutun” gibi emirlerini dinleyince aradığını bulmanın huzuruna erer.

İbadet için, “abd ile mâbud arasında en yüksek ve lâtif nisbet ancak ibadettir” (İşârât-ül İ’caz) buyruluyor. Yâni, insan ibadet sayesinde, “Ben Allah’ın kuluyum, O’nun mahlûkuyum, bu dünyada O’nun misafiriyim ve öldükten sonra da, inşaallah, O’nun saadet yurdu olan Cennete gideceğim” diyebiliyor.

Günlük hayatında bütün işlerini kul olmanın şuuruyla hep helâl dairesinde geçiren insan, belli vakitlerde Rabbinin huzurunda el bağlıyor. O’na yine O’nun emrettiği biçimde ibadetini takdim ediyor. Bu onun, Rabbine karşı bir kulluk vazifesidir, bir şükür borcudur.

Âcizliğini, fakirliğini ve zilletini tam hisseden bir insanın kalbi Rabbine karşı derin bir mahçubiyetle dolar. Bu iç burukluğuna “inkisar” deniliyor. Ve İmam-ı Rabbani Hazretleri “İbadet, tezellül ve inkisardan ibarettir” buyurarak bu hâli ibadetin temeli, esası sayıyor.

Bu âyet-i kerime, bazılarının hatırına gelebilen “Allah’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var” şeklindeki yersiz bir soruya da cevap veriyor. Âyette “Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva mertebesine nâil olasınız.” buyrulmuştu. İbadetin neticesinde ortaya çıkan bir mahsûl var: “İnsanın takva mertebesine erişmesi.” Yâni, ibadetin faydası insana ait. İnsan o ibadetle bir yere varıyor, bir makama eriyor: Takva mertebesine; Allah’dan korkma, O’nun yasaklarından sakınma, haram kıldıklarından kaçınma mertebesine. Bu makama ermeyenler ömürlerini günahla, isyanla ve daha kötüsü şirkle, küfranla geçirirler. Bunlar ise insanı cehenneme götürür.

Demek ki takva mertebesi, cehennemden ve ona götüren her türlü kötülükten olanca gücüyle kaçınma makamı. Cehennemden kaçınma ise insanı Cennete götürür. İbadetin neticesi Cennet. Cennete muhtaç olan ise biziz. Oradaki sonsuz nimetlerden biz istifade edeceğiz. O halde böyle bir soruyu nasıl sorabiliyoruz!?

İhlâs sûresi, Allah’ın “Samed” olduğunu ders verir bize. Samed, yâni “Herşey O’na muhtaç; O ise hiçbir şeye muhtaç değil.” Birazcık insaf, bu hakikati anlamaya kâfi. Ana rahminden başlayalım. Orada bize ayaklar takıldı, burada yürüyelim diye. Mide takıldı, gıdalarla beslenelim diye. Göz takıldı, eşyayı görelim diye... Bütün bunlara muhtaç olan biziz. Allah’ın bize böyle ihsanlarda bulunmaya ne ihtiyacı olabilir!? Eğer bütün bu ikramlara karşı şükür vazifemizi ibadetle yerine getirirsek, şükredenler diyarı olan Cennete gideceğiz. Orada maddî ve manevî nimetleri en ileri seviyede tadacağız. Öyle ki bu dünyadaki nimetler onlara göre gölge makamında kalacak...

Demek ki biz her iki âlemde de muhtaç, her iki âlemde de tüketiciyiz. Allah’ın bizi cennetinden nimetlendirmeye ne ihtiyacı olabilir ki böyle bir soru sorulabilsin!

Meselenin bir diğer yönü:

İşârât-ül İ’caz’da, “İnsanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren ibadettir. Fikirlerini tevsi’ ve intizam altına alan ibadettir...” buyrulur.

Bozulmamış her akıl şüphesiz kabul eder ki, insan ruhunun bu inkişafı, bu terakkisi insanın kendisi içindir. Zira, insan böylece, yarın varacağı cennetden daha fazla istifade edebilecektir. Cennet bir yönüyle dünyaya benziyor. Bu dünyaya ağaçlar da gelmişler, hayvanlar da insanlar da. Hepsi bu âlemden faydalanıyorlar; ama istidatları, kabiliyetleri miktarınca. Demek ki dünyaya gelmekle iş bitmiyor. Ondan tam istifade etmenin yolu bu âleme yüksek kabiliyetlerle, ulvî duygularla adım atabilmekte.

Her insanın da bu âlemden istifadesi eşit değil.

Cennete ancak mü’min kullar girebilecekler. Allah’ın fazlı ve lütfu ile... Ondan istifade dereceleri ise ibadetleri ve ihlâsları nisbetinde olacak.

İbadetin bu terakki ettirici yönü yanında bir de tedavi edici tarafı var. İnsan, mide bulandıran mekruhtan, zehirleyen harama kadar her türlü günahtan ancak ibadet sayesinde uzak durabiliyor... Böyle bir Rabbanî tedavi ile kalbini, ruhunu ve bütün duygularını hatadan, yanlıştan kurtaran insan, artık ibadet hakkında böyle bir soruyu nasıl sorabilir!?

“Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat, sen ibadete muhtaçsın, mânen hastasın... Acaba bir hasta, o hastalık hakkında şefkatli bir hekimin ona nâfi ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil hekime dese ‘Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?’ Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.” (Lem’alar)

Prof. Dr. Alaaddin Başar
Alıntı ile Cevapla
Alt 04 Ocak 2008, 11:55   Mesaj No:4
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: Ubudiyet

[B]Sual:Bir çok defa dua ediyoruz, kabûl olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir.. her duaya cevab var ifade ediyor.»
Elcevab: Cevab vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var; fakat kabûl etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine tâbi'dir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: «Ya Hekim! Bana bak.» Hekim: «Lebbeyk» der.. «Ne istersin cevab ver?» Çocuk: «Şu ilâcı ver bana» der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyi-

sini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hâzır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

Hem, dua bir ubûdiyyettir(ibadettir). Ubudiyyet ise semeratı uhreviyyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nevi dua ve ibâdetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri değil. Meselâ: Yağmur namazı ve duası bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir. Yoksa o ibâdet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyyet ile olsa; o dua, o ibâdet hâlis olmadığından kabûle lâyık olmaz.
Alıntı ile Cevapla
Alt 31 Ocak 2008, 02:45   Mesaj No:5
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Ubudiyet

UBUDİYET



Ubudiyet kelimesi, Arapça "a-b-d" kökünden türemiştir. Sözlükte; kulluk, kölelik, aşırı bağlılık, itaat anlamlarına gelmektedir. Kul, köle anlamındaki ve itaattan başka şefkat, merhamet ve himâye anlamlarını da taşımaktadır. Buna göre insan bütün benliğiyle Allah'a kul olmanın bilincine ulaşınca, Allah da ona merhamet etmekte ve o kimseyi koruması altına almaktadır. İnsan Allah'a karşı yapmış olduğu kulluk görevinde; O'nun emirlerini yerine getirdiği gibi, O'nun hoşnutluğunu kazanmak amacıyla da, her türlü söz ve davranışlarında en içten saygı ve sevgi ile bağlılığını ortaya koyar. Bu nedenle Allah'a yönelen bu söz ve davranışlara da ibadet adı verilmiştir (bkz. Râğıb, Müfredât, 479; İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, III, 270-279; Toshihiko Izıtsu, Kur'an da Allah ve İnsan, trc. Süleyman Ateş, 139-140).

Daha üstünü olmayan her boyun eğiş, ubûdiyet kavramı içinde değerlendirilmektedir. Kişinin yüksek ve galebe sahibi birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, isyanı terketmesi, tam bir bağlılıkla boyun eğmesi ubûdiyetin anlamları içinde bulunmaktadır. Belki de ubûdiyetten kastedilen asıl anlam bu olmalıdır.

Âbid ve ibâd kelimeleri, ibâdet kökünden; abd ise, ubûdiyet kökünden türemektedir. Sufîler, buradan hareketle, abd'in âbid'den, ubûdiyet'in de ibâdetten üstün olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü âbid, hürdür, hür olanlar ise bir ücretle ve karşılığını bekleyerek çalışırlar. Abd ise, kuldur; kullar, köleler hiç bir şeye sahip olmadıkları için, çalışmalarının tek amacı vardır, o da efendilerini memnun etmektir. Başka bir deyişle, âbid nimet elde etmek, abd ise nimeti vereni memnun etmek için çalışırlar (bkz. Kuşeyrî, Risâle, 428, 460; Hucvirî, Keşfu'l-Mahcûb, 244, 264). Sûfiler, ubûdiyet makamının gerçekleşmesi için, kalp ve kalbe âit amelleri zâhiren ve bâtınen kusursuz ve eksiksiz yapılarak, yalnızca Allah için amel edilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (Sühreverdî, Avârifü'l-Meârîf, trc. H. Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz, 593). Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de tövbe etmeyi ibâdetten önce zikretmiştir (Tevbe, 9/112). Tövbe, ibadetten önce tutulmuştur. Bunun sebebi, makamlara ulaşma noktasının tövbe, makamların nihayetinin de ubûdiyet ve kulluk olmasıdır. Allah, günahkarların tövbelerinden sözederken; "Hepiniz birden Allah'a tövbe edin ey müminler" (Nûr, 24/31); Peygamberinden sözederken de; "Kuluna vahyettiğini vahyetti" (en-Necm, 53/10) buyurmuştur. Bu duruma göre; tövbe ilk, ubûdiyet ise, son makamdır (bkz. Hucvirî, Keşfu'l-Mahcub, 171).

Erdoğan PAZARBAŞI
Alıntı ile Cevapla
Alt 01 Şubat 2008, 00:15   Mesaj No:6
Medineweb Sadık Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:Seleme isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 556
Üyelik T.: 11 Kasım 2007
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 829
Konular: 194
Beğenildi:13
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cvp: Ubudiyet

Ubudiyetin Ruhu Duâdır

[/B]Bir hadislerinde Peygamberimiz, sallallahu aleyhi ve sellem, “Allah, kendisinden bir şey istenilmesini sever. İbadetin en faziletlisi, insanın (duâ edip de duâsının neticesinde) sıkıntıdan kurtuluşu beklemesidir.” (Taberânî, II, 795); yine başka bir hadislerinde: “Duâ ibadettir.” buyurmuş ve sonra “Rabbiniz buyurdu ki : ‘Bana duâ edin ki size karşılık vereyim.’ Zira bana ibadet, yani duâ etmeyi kibirlerine yediremeyenler, zelil ve rezil olarak Cehennem’e gireceklerdir.” (Mü’min Sûresi, 40/60) âyetini okumuştur (Tirmizî, “Duâ”, 1). Duânın ubudiyet olması, hadis-i şerifte işaret buyurulduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın emri olmasından dolayıdır. Dünyevi, uhrevi bir çok fayda ve hikmetlerinin yanı sıra duâ, edası bizatihi sevap kazandıran bir ibadettir. Zira Cenab-ı Hak, kullarına kendisine duâ etmelerini emretmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, duânın ibadet oluşunu, 23. Söz’ün Birinci Mebhas’ında şöyle delillendirir: “Hem duâ bir ubudiyettir. Ubudiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi duâ ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o duâ, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki, güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, “küsuf ve husuf namazları” denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder.”

Duâ, ibadet olduğu için istenilen maksatlar, bazen aynıyla yerine getirilmediği gibi bazen de insana sebepler üstü bir keyfiyette lütuflar ihsan edilebilir. duâda Rabbimiz’den istediğimiz şeylerle O’nun veriş keyfiyeti arasında sebep-sonuç mülahazasına göre bir münasebet yoktur. Müsebbibü’l-esbab ve Kâdiu’l-hâcat olan Cenab-ı Allah, O’ndan güven ve itimat ederek istenildiğinde, sebeplerle tartıldığında bizim istek ve yakarışlarımızla ortaya çıkması imkânsız neticeleri, hatta bazen herhangi bir sebebe iktiran ettirmeksizin verdiği görülür (Gülen, 2002, s. 131). Bediüzzaman, bazen olması sebepler dairesinde kesin gibi gözüken bazen de olması imkânsız şeyler için duâ edilmesinin sırrını izah ederken duânın ibadet olduğunu söyler ve “Abd, kendi aczini ve fakrını duâ ile ilân eder. Zâhirî maksatlar ise, o duânın ve o ibadet-i duâiyenin vakitleridir; hakikî faydaları değil. İbadetin faydası âhirete bakar. Dünyevî maksatlar hâsıl olmazsa, ‘O duâ kabul olmadı’ denilmez. Belki ‘Daha duânın vakti bitmedi’ denilir.” diyerek, dünyevi maksatların duâda esas alınmaması gerektiğini vurgular (24. Mektup, Birinci Zeyl). Duânın dünyevi fayda ve maksatlarının duâya vakit olduğunu, duânın tam karşılığının âhirette verileceğini ifade eder: “Duâ bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görülür. Dünyevî maksatlar ise, namaz vakitleri gibi, duâ ibadeti için birer vakittirler. duâların semeresi değillerdir.” Bediüzzaman’a göre, “Zâlimlerin tasallutu ve belâların nüzulü, bazı hususî duâlara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o duâlar yapılır.” Duânın dünyevi maksatları ise duâların neticesi değil, mukaddimesidir (Külliyat, Mesnevi-i Nuriye, II, 1359).

Bediüzzaman Hazretleri, yağmur duâlarının bazen kabul edilmemesinin hikmetini izah ederken “Yağmursuzluk, bu çeşit duâ ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duâsının vaktidir. İbadet ve duânın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlâhîdir, faydası uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız.” der (Külliyat, Emirdağ Lâhikası, II, 1688).
__________________
Dünyayı Güzellik Kurtaracak.
Bir İnsanı sevmekle başlayacak herşey...
Alıntı ile Cevapla
Alt 20 Şubat 2014, 01:33   Mesaj No:7
Medineweb Emekdarı
Tuba_ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Tuba_ isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 20781
Üyelik T.: 10 Ekim 2012
Arkadaşları:13
Cinsiyet:
Yaş:38
Mesaj: 1.326
Konular: 73
Beğenildi:17
Beğendi:6
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: Ubudiyet

F- İnsan Külli Ubudiyet İçin Yaratılmıştır

Yazar: Mehmed Kırkıncı, 08-7-2010

İbadet, Cenab-ı Hakkın varlık ve birliğini, azamet ve kibriyasını tasdik ederek emrine itaat ve kulluk etmektir. İbadet, “*Hâlik ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.”1

İbadet, İslâm dininin ruhu ve temelidir. İman edip hakkıyla ibadet eden insan, kâmil manada Müslüman olur ve Cenab-ı Hakkın muhabbet ve rızasını kazanır.

Cenab-ı Hakkın bizlere emrettiği ibadetlerin bir kısmı malî, bir kısmı da bedenîdir. Bunlar namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür gibi ibadetlerdir. Hastalıklara ve musibetlere sabır ve tahammül etmek ise menfi ibadetlerdendir.

Cenab-ı Hak, insanı kendisine itaat ve ibadet için yaratmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerimin’de:*“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”2*buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. Bazı müfessirler*liya’budunkelimesini*liya’rifun*olarak da tefsir etmişlerdir. Yani insanın yaratılmasından asıl maksat, Halık’ını bilmek, O’na itaat ve ibadet etmek ve böylece O’nun rızasını kazanmaktır.“O’nun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir.3

Evet, insanın yaratılışındaki asıl gaye, Allah’a iman etmek ve ona gönül hoşluğuyla ibadet edip rızasını kazanmaktır. Şu ayetlerde de aynı hakikat şöyle zikredilmektedir:*“Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümit edebilirsiniz.” “O Rabbiniz ki, yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı Öyleyse siz gerçeği bilip dururken, sakın Rabbinize eş koşmayın.”4

Bediüzzaman Hazretleri bu ayet-i şöyle izah etmektedir

“İbadet, şükürdür. Şükür, mün'ime edilir; yani nimetleri veren zâta şükretmek vâcibdir. Yani: Rabbinize ibadet yaptığınızda şerik yapmayınız. Zira Rabbiniz ancak Allah'tır. Sizi, nev'iniz ile beraber halkeden odur. Ve Arz'ı size mesken olarak hazırlayan odur. Semayı sizin binanıza dam olarak yaratan odur. Ve sizin rızık maişetinizi tedarik için suları gönderen odur. Hülâsa, bütün nimetler onundur; öyle ise bütün şükürler ve ibadetler de ancak onadır.”5

Öyleyse insan, vazife-i asliyesi olan ibadeti kendi saadet ve selametine vesile yapıp, Allah’ın ibadetten müstağni olduğuna itikat etmelidir. Yani insan, Cenab-ı Hakkın hiçbir mahlukun ibadetine muhtaç olmadığının şuurunda olmalıdır.

İbadet yalnız ve yalnız Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak için yapılır. Çünkü “Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı uluhiyete karşı secde etmektir”.6

İnsanın en mükemmel fiili kendi vicdanın sesiyle riyasız olarak aşk ve muhabbetle yaptığı ibadettir. Zaten ibadetin hakikatı da budur. Bir kulun aşk, muhabbet ve hürmetle halıkını sevip O’nu tazim etmesi, cidden şerif ve nezif bir ibadettir.

Ubudiyet insanın kulluğunun şuurunda olup ona göre hareket etmesidir. Her şeyde olduğu gibi, ubudiyet ve kullukta da rehber ve önder Hazret-i Peygamber’dir (sav).

“Rabb-ül Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs'at-i istidad verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtela olduğundan, bir rehber vasıtasıyla, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en a'zamî bir derecede, en eblağ bir surette, Kur'an vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o zâttır.”7

Ubudiyet-i külliyenin bir vechesi de Cenab-ı Hakkın insana verdiği nihayetsiz istidat ve kabiliyet ile O’na ayinedarlık etmesidir. Mesela gözüyle Cenab-ı Hakkın kainattaki asarına bakıp temaşa etmesi, kulağıyla ibretli şeyleri dinlemesi, dilinin taamlar için bir müfettiş olması ve aklıyla en büyük ibadet olan tefekkürü yapmasıdır.

Ulema-i Kiram Hazretleri ibadeti dörde ayırmışlardır:

1 Cenneti kazanmak için yapılan ibadetler,

2 Cehennem azabından kurtulmak için yapılan ibadetler,

3 Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan ibadetler,

4 Muhabbetullah için yapılan ibadetler.

Bütün kullar Cenab-ı Hakka ibadet etmeye borçludurlar. Bundan hiç kimse hariç kalamaz. İnsanın yaptığı ibadetler Cenab-ı Hakkın vermiş olduğu geçmiş nimetlere bir şükürdür, gelecek nimetlere mazhar olmak için değildir.

“Evet biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.”8

Zira Cenab-ı Hak, bizi kendisinin bir ihtiyacı olduğu için yaratmadı. Ancak kemal-i kereminin icabı olarak halkedip, bütün nimetler ile perverde etti.

“İşte insan, şu kâinata geldikten sonra "iki cihet ile" ubudiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri; hazırane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır.

*Kâinatta görünen saltanat-ı rububiyeti, itaatkârane tasdik edip kemalâtına ve mehasinine hayretkârane nezaretidir.

Sonra, esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuşlarından ibaret olan bedi' san'atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.

Sonra, herbiri birer gizli hazine-i manevîye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir.

Sonra kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve sema yapraklarını mütalaa edip hayretkârane tefekkürdür.

Sonra, şu mevcudattaki zînetleri ve latif san'atları istihsankârane temaşa etmekle onların Fâtır-ı Zülcemal'inin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni'-i Zülkemal'inin huzuruna çıkmağa ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.

*eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni'-i Zülcelal, kendi san'atının mu'cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile marifet ile mukabele eder.

Sonra görür ki: Bir Rabb-ı Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir.

Sonra görüyor ki: Bir Mün'im-i Kerim, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da ona mukabil; fiiliyle, haliyle, kaliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri ile, cihazatı ile şükür ve hamd ü sena eder.

Sonra görüyor ki: Bir Celil-i Cemil, şu mevcudatın âyinelerinde kibriya ve kemalini ve celal ve cemalini izhar edip nazar-ı dikkati celbediyor. O da ona mukabil: "Allahü Ekber, Sübhanallah" deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.

Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor. O da ona mukabil, ta'zim ve sena içinde kemal-i iftikar ile sual eder ve ister.

Sonra görüyor ki: O Fâtır-ı Zülcelal, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış. Bütün antika san'atlarını orada teşhir ediyor. O da ona mukabil: "Mâşâallah" diyerek takdir ile, "Bârekâllah" diyerek tahsin ile, "Sübhanallah" diyerek hayret ile, "Allahü Ekber" diyerek istihsan ile mukabele eder.

Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla, ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz'an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.

İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.”9

Mabud-u Hakk’ın emrettiği ibadetler, insanların gücünün yetmeyeceği şekilde değil, hatta insan takatinin çok altındadır. Müfessirler, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği ibadetlerin insan takatinin son sınırı olmadığını ifade etmişlerdir. Yani bunun sınırı orucu bir ay tutmak ve namazı beş vakit kılmak değildir. Öyle ise, O’nun emirlerini yerine getirmede tembellik göstermek, hatta hiç yapmamak mümin kullarına yakışmadığı gibi, hem de bir cinayet-i azimedir.

Zerrelerden yıldızlara kadar, canlı cansız her şey Allah tarafından vazifelidir. Onların vazifeleri ibadetleridir. Her şey ibadet ile mükellef iken, elbette insan gibi mükerrem, şuurlu bir mahluk bundan müstesna olamaz.

Cenab-ı Hak, âhirette bizlere :“Ey Kullarım! Ben sizleri yoktan var ettim. Sizin nihayetsiz ihtiyaçlarınızı yerine getirmek için bütün kainatta olan enfusi ve afaki nimetlerimle size teveccüh ettim. Yani size ihsan ettiğim bu hadsiz maddî ve manevî nimetleri başınızdan aşağı döktüğüm halde siz kimin huzurunda eğildiniz, kime secde ettiniz, kime hizmet eylediniz ve nimetlerin şükrünü kime ettiniz? Şükür ve ibadet bana layık iken, beni unutup kimlere el açıp boyun eğdiniz?”*dediğinde o huzurda hâsıl olan hayâ ve utanma ateşi, Cehennem ateşine nisbeten daha ağır ve şiddetli olmaz mı?

Öyle ise her insan, şu ulvi hakikatı her türlü kötülüğü isteyen nefs-i emaresine söylemelidir:

“Ey nefs-i emmarem! Sana tabi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana müsahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelal'e abd olurum.”10

Tevhid bülbülleri unvanına layık olan müezzinler, şairin ifade etttiği,

“Emr-i Bülentsin ey ezan-i Muhammedî!

Kâfi değil sadana cihan-ı Muhammedî!”

ulvî hakikatını minarelerden yükselen lâhuti bir sada ile mü’minlerin kalplerine sürur ile doldururlar. İşte o müezzinlers seher vakti “” nidası ile insanları uyku gafletinden uyandırarak, dergâh-ı ilâhiyeye kulluk vazifeleri için davet ederler. İlahi feyizlerin sağnak sağnak yağıp tecelli ettiği o seher vaktinde, azamet-i subhaniyeyi temaşa eden ve O’nun vahdaniyetini ve kudretini müşahede eden hakiki neşe erbabı için, bundan daha büyük bir lezzet ve mazhariyet tasavvur edilemez. Hakiki aşk ile gark olan bir mü’min, o vakitte abdest alıp ubudiyetini ilan etmekle ebedi bir saadete kavuşur ve o vaktin letafetini zevk eder.

Allah’ın rızasını kazanmak kadar büyük bir saâdet düşünülemez. Bunun en büyük vesilelerinden biri ibadettir. İbadetle insan, kalbini Allah’a bağlar; tevekkül ile O’na istinad eder, hadiselerin tazyikinden kurtulur, huzur ile yaşar. İbadet, insanların kalplerinden uzaklık perdesini kaldırır ve onları daimî bir huzura kavuşturur, tâ ki gaflete dalarak Allah’ı unutmasınlar.

İnsan ibadetsiz olmaz. Zira ibadet insanın,

“Bu misafirhane-i dünyada, aciz ve fakir kalbine kut ve gıda ve elbette bir menzili olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemesi olan mahşerde senet ve berat ve ister istemez üstünden geçeceği sırat köprüsünde nur ve buraktır.”11

Dipnotlar:

1*İşarat-ül İ’caz s, 83

2*Zariat Suresi, ayet, 56

3*Sözler 129.

4*Bakara Suresi ayet 21-22

5*İşaratül İcaz s, 95

6*Lem’alar

Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.