Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Kişisel Gelişim ve Psikoloji (https://www.forum.medineweb.net/825-kisisel-gelisim-ve-psikoloji)
-   -   Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi (https://www.forum.medineweb.net/kisisel-gelisim-ve-psikoloji/2297-profdrnevzat-tarhanin-yazi-dizisi.html)

Seleme 06 Mart 2008 01:20

Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Prof. Dr. Nevzat Tarhan (Psikiyatrist): “Bilgisayar başında ya da MSN’de çok fazla zaman geçirmek, internet bağımlılığı olarak adlandırılıyor ve beyindeki ödül-ceza mekanizmasını bozuyor. Yani kişiler internet olmadığı zaman kendilerini eksik hissediyorlar. 60 dakikanın 50 dakikasında zihin devamlı olarak internetle meşgul oluyor. Çiftler bir yere giderken ilk olarak internetle ilgili tedbirler alıyorlar. Tıpkı bir madde bağımlılığı gibi… Buna endojen bağımlılık deniyor. Dışarıdan bir şey almıyorsun; ama bu, kumar gibi kişinin beyninde dürtü kontrolsüzlüğü yaptırıyor. Bilgisayar kullanımı eğer böyle bir hastalıktan kaynaklanırsa tehlikeli ve zararlı kullanım ortaya çıkıyor. Tehlikeli ve zararlı kullanımda da evlilik kazaları, iletişim kazaları, kişilik çatışmaları yaşanıyor ve evlilik zarar görmeye başlıyor. Fakat kişiler, internetle ya da MSN ile fazla zaman geçirmeye karşı ilk başlarda tedbir alırlarsa ilişkileri bu noktaya gelmiyor. Genellikle eşlerin biri, ‘Ya, boş ver. Öyle mutlu oluyor, yapsın’ diyor; ama bunun dozu gittikçe artıyor ve durdurulamıyor. Böylece nitelikli aile oluşmuyor. Kişiler başlangıçta nitelikli aileyi hedeflemeli.”

zaman


Seher Yeli 15 Nisan 2008 15:29

Kadın niçin alışveriş hastası olur?
 
Evin hanımı alışveriş merkezlerinden beri gelmiyordu. Nerede yeni bir mağaza açılmışsa hep oradaydı. Sık sık evin eşyalarını değiştiriyor, moda olan her şeye yetişmek için adeta koşturuyordu. Eşi ise sürekli:
“Bu harcamalarına nasıl para yetiştireceğim? Bu tatminsizlik niye?” diyor; ama o, bildiğinden geri kalmıyordu. Bu sebepten sürekli tartışıyorlardı. Ne yazık ki, sayısız aile var bu kıskacın içinde olan. Gerek görsel ve yazılı basın, gerekse reklamlar, insanları sürekli tüketime zorluyor. Bilhassa kadın, tüketim dünyasının kurbanı oluyor. Elindekilerle yetinmiyor. Eşini maddi isteklerle boğuyor. Üç-beş parça eşya için evinin ve yuvasının huzurunu kaçırıyor. Maalesef günümüzde zorunlu olmayan ihtiyaçlar, zorunlu sırasını almıştır. Lüks, gösteriş ve rahat yaşama isteği, çağımız insanının hastalığı olmuştur. Eskiden birkaç maddeye duyulan ihtiyaç, yirmilere, yüzlere çıkmıştır.

Bu sebeple, kimi kadınların aşırı istekleri erkeği zor duruma düşürüyor. Özellikle erkeğin maddi gücü yeterli değilse, daha büyük bir problem oluyor. Uzmanlar maddeye aşırı önem veren kadının psikolojisine eğildiklerinde, eşinde aradığı sevgiyi bulamayan kadınların, bu boşluğu maddi şeylerle doldurmaya çalıştıklarını görüyorlar. Çünkü kadınlar sevildiğini hissetmek istiyorlar.

Aşırı istekleri ve alışveriş hastalığı karşısında, “Ben sana güç yetiremiyorum” diyerek tartışmak, sorunu çözmüyor. Prof. Nevzat Tarhan, kadının bu durumunu anlatırken, “karşılanmayan sevgi açlığının yerini doldurmak için eşinden öç alma” olarak tarif ediyor. Demek ki, çözüm sevgi anahtarında. Evet, sevgi, gönül kapılarını açan bir anahtardır. Yeter ki o anahtar kullanılsın. Fakat bazı eşler o anahtarı ya hiç kullanmıyor ya da kullanmakta cimri davranıyorlar. Eşinin kalp sarayının kapısını açmayı denemiyorlar. Haliyle o zaman devreye eşyalar, mağazalar giriyor.

Eşine karşı sevgiyi belirtmekte de Peygamberimiz bize en güzel örnektir. Hz. Aişe validemiz evlendiklerinde Peygamberimiz’e, “Beni seviyor musun?” diye sorar. Peygamberimiz “evet” deyince “Ne gibi?” der. Peygamberimiz “Kördüğüm gibi.” cevabını verir. Bu cevap Hz. Aişe validemizi çok sevindirir. Ve zaman zaman Efendimiz’in yanındaki sevgisini test etmek için, “Kördüğüm ne alemde?” diye sorar. Peygamberimiz, “İlk günkü gibi.” diye karşılık verir. (İbn Hanbel, Müsned, 6; 210) Şu halde erkeğin, eşine sevgisini belirtmesi
AİLEM

CaferTayar 28 Mayıs 2008 10:35

Bilinçli Evlilik Nasıl Olur? Evlilik Hayatınız İçin Öneriler
 
Boşanma oranlarının hızla arttığı, parçalanmış aile sorunları nedeniyle
uyuşturucuya ve suça bulaşan gençlerin sorunlarına dikkat çeken
NP İSTANBUL Hastanesi’nden Nevzat Tarhan bilinçli evlilikler konusunda önerilerde bulundu

KİŞİLİK ÇATIŞMASINA FIRSAT VERMEYİN

Evlilik genelde romantik bir ilişki ile başlar ve giderek güç mücadelesine dönüşür.
Kişilikler çatışır, tarafların birisi hep verir sonuçta ruh sağlığı bozulur.
Aile dışından sorunu çözmek için yapılan müdahaleler sorunu daha çok büyütür.
Eğer taraflar akıllıysa veya şanslıysa yaşadıklarını kazanım haline dönüştürürler ve bağlılık gelişir.

ÇOCUKLARINIZA DOĞRU ÖRNEK OLUN

Çocukluk dönemlerinde ebeveynimizle birlikteyken
içselleştirdiğimiz hayat senaryoları, düşünce ve davranış kalıpları vardır.
Eşimiz ve çocuklarımızla beraberken bu içselleştirdiğimiz tecrübelerin etkisiyle
bilinç dışı olarak yaşarız ve tepki veririz.

Eğer kendimizi tanıyorsak ileri yıllarda çocukluğumuzda
yazdığımız hayat senaryolarını ve içselleştirdiğimiz tecrübeleri yeniden yazabiliriz.
Bu değişimi başarabilirsek hayat yolculuğunda gemimizi sağlıklı şekilde götürmüş oluruz.

REFAH TOPLUMLARINDA BOŞANMA ARTIYOR

Dünya güzeli bir gelin, soylu bir prens peri masalındaki gibi bir evlilik,
genç hanım soylu prense gönülden bağlı ve onu mutlu etmeye istekli.
Kusursuz ve çok güzel iki erkek çocukları olur.
Evliliğin 11. yılında mutsuz olduklarını söylerler ve evlilik biter.

Bu aşk macerası ve mükemmel bir aile tablosu;
Prenses Dive, Prens Charles idi. Batıda ve refah toplumlarında boşanmalar artmıştı.
Evliliklerin yarısı boşanma ile sonlanıyor ve çocuklar bu ortamda büyümek zorunda kalıyorlardı.

Demek ki evlilik sanıldığı kadar kolay değilmiş!
Peki geçmiş asırlarda yaşanan evliliklerle bağlar niye daha güçlüydü?
Aşklar böyle hüsranlarla sonlanmıyordu.
İnsanlar birbirlerine katlanıyorlar mıydı? İnsanlık tarihinde boşanma bugün ki kadar hiç artmamıştı.

EVRENİ SEVGİ DÖNDÜRÜR

Modernizm neden aile bağlarını yok etti?
Bu sorular hep birer sosyo psikolojik araştırma konuları ancak şu gerçek tekrar keşfedildi.
“Evreni bir arada tutan ve döndüren güç sevgiymiş ” ama sevgi, aşk iyi ilişkinin sebebi değil sonucuymuş.

“Bilinçli Evlilik, Bilinçli Ebeveynlik ” olarak özetleyeceğimiz hayatı en iyi şekilde yürütme,
en doğru kararları verme sonuçta mutlu ve başarılı olma, ”
Ben yerine Biz ” olabilmeyi başarmak yolunda çeşitli sorunlarla karşılaşıyoruz.
Bu sorunlara iyi ve doğru çözümler üretebilmek için donanıma sahip olmak gerekir.

BİRLİKTE YAŞAMAYI ÖĞRENİN
İlk şart ” öz bilinç “tir. Kişinin kendisini tanımasıdır, güçlü yönlerini, zayıf yönlerini, olumlu – olumsuz yönlerini, yeteneklerini, farklılıklarını bilen kişi doğru kararlar verebilecektir. Kişi kendi duygusal özgeçmişini biliyorsa veya ailesi ile etkileşim biçiminin farkında ise daha güçlü ve donanımlı olacaktır.
Olaylara ben merkezli tepkiler yerine ilişki merkezli tepkiler verebilmek için birlikte yaşamayı öğrenmek gerekir. Birlikte yaşamayı öğrenmek çoğu zaman alışılmadık ve zor bir durumdur. Düşünce katılığı olan yani inatçı kişilerde bu durum daha zorlaşır. Bilinçli ilişki için ilk şart inatçılığı terk etmektir. Bunun için değişimi talep eden birey olması gerekir.


YENİLENMENİN ÜÇ ŞARTI: İSTEMEK, BİLMEK, ÇABALAMA

Bir bina düşününüz taşıyıcı sistemi kolon ve kirişleri %30 – 40′ını oluşturur,
geri kalan %60 – 70′lik kısım sıva, boya tesisattır. %60 – 70′lik kısmı binanın iskeletini bozmadan değişecektir.
İşte kişiliğimiz de bina gibidir.
Binanın temel mimari karakterini değiştirmeden yani başkalaştırmadan onu sürekli yenileyebiliriz.
Kimliğimiz “Reframe ” edemeyiz ama “Restore ” edebiliriz. Bunun için, ilk şart istemektir.
İkinci şart bilmek , üçüncüsü ise çabalamaktır.
Aslında değişim değil gelişim demektir. Felsefede bir söz vardır.
” Evrende değişmeyen tek şey değişimdir. ” Bu insan içinde geçerlidir.
Kendimizi ve yakınlarımızı gerçek yönleri ile görüp tanıyabilmek,
yanlışa düşmekten kaçınma ve kendimizi daha sağlıklı şekilde gerçekleştirmiş oluruz.

BİRİBİRİNİZİ TAMAMLAYIN

Bilinçli birlikteliğin ödülü genelde kendi içerisindedir. İlk ödül içimizde hissettiğimiz uyumdur.
Aynı orkestrada olanlar; uyumlu olmanın aynı müzik ahenginde titreşmek olduğunu bilirler.
Bir orkestrada hiçbir enstrüman diğerlerinden üstün değildir. Hepsi birbirini tamamlar.
Her biri orijinaldir, benzersizdir. Bunun için hiç kimse diğerinden üstün değildir.
Ama kendisini geliştirmiş kişi daha ilerdedir.
Şunu bilmek gerekir; bilinçli evlilik özel yetenek gerektirmez özel çaba gerektirir.

Öğrenmek isteyen herkes bir müzik aletini çalabilir,
mutlu ve başarılı çalmak için uyumun güzelliğini tatmak gerekir.
Yaşamın zenginliğini, her gün yeni bir güzelliğini tatmak için aynı müzik ahenginde titreşmeyi amaçlamak gerekir.

Evrende titreşen ve salınan müziksel bir enerji değil mi?
Evrende ki ahenge uymak insanın çıkarına değil mi?
Varoluşa uygun davranmak insanın yararına değil mi?
Kuşlar, ağaçlar, dağlar, taşlar, böcekler, sinekler, çiçekler
hepsi evrenle aynı müzik ahenginde titreşiyorlar ancak
insanın küçük iradesi evrendeki düzene kafa tutuyor
sonuçta da mutsuzluk olarak bedelini ödüyor.

KENDİNİZİ GERÇEKLEŞTİRİN

İyi eş, iyi anne, baba olmak hayatımızda öncelikli bir yere sahip olmalı.
İyi ev hanımı, iyi iş adamı olmak yeterli değildir.
Sorunlarla karşılaştığımız zaman suçlamalarda bulunmak yerine ihtiyacımız olan bilgiyi edindikten sonra
değiştirilebilir olanı düzeltmek eksiklerimizi tamamlamak ve kendimizi gerçekleştirmek bizim elimizdedir.

DUYGULARINIZIN FARKINA VARIN

Kişisel içgörü veya öz bilinç insana has bir yetidir.
Kendini gerçekçi ve doğru biçimde tanımak duygularının farkına varmak olarak da tanımlanabilir.
Bilinçli olmak yani farkındalık; güçlü bir duygu ancak mükemmellikten çok uzak bir kavramdır.
Geliştirilmesi ve üzerinde çok çalışılması gerekir.

Öz bilince sahip olmak için bilinç dışını ve bilinç altını fark etmek gerekir.
Bilinç altı beynin bir bölümündeki zihinsel içeriktir.
Beynimiz çocukluk tecrübelerimizle ve duygusal yaşantılarımızla programlanmıştır.
Bu programların %60 – 70′ini değiştirme gücüne sahibiz. Bunun için istememiz gerekir.
İstedikten sonra bilinç altına yazılmış programlarını değiştirmenin yolunu öğrenmeliyiz.
Bu alışkanlıkları değiştirmek olduğu için zor bir süreçtir.
Kişiliğimizin bir parçası haline gelmiş yanlış programlarımızı iyileştirmek demektir.

Kişiliğimizin bize zarar veren ve bize hizmet etmeyen bir yönünü değiştirmek
bilgisayar programı yazmak gibi bilgi ve donanım ve çaba gerektirir.
Eğer biz beynimizi kendimiz programlamazsak dış uyaranlar bizi programlar.
İnsanın kendisini programlaması zaman zaman sancılı bir süreçtir ama
hayatta iyi ve güzel şeyler hep emek karşılığı verilmektedir.

ARKA PLANI ANLAMAYA ÇALIŞIN

Bir yakınımızın ” sen her zaman böyle yapıyorsun,
ben ne zaman böyle yapsam, sen her zaman şöyle davranıyorsun” demesi farkındalık bilinci oluşması için bir uyarıdır.
Alışılmış tepkimizi sorgulamak için bir fırsattır.
Bir fikir bizi sinirlendiriyorsa o fikre ihtiyacımız var demektir.
Bilinç altında belki bir çocukluk yaramıza dokunmuştur.
Kendimizi tanımak için bir fırsat daha yakalamış oluruz.

Birisini çok sevmişsek arka planını anlamaya çalışmak önemlidir.
Eş ve arkadaş seçiminde çocukken problem yaşadığı ebeveyne benzeme derecesi önemli rol oynar.
Anne – babasına benzeyen bir eşle karşılaştığında ebeveynin hiç yapmadığı ölçüde onun ihtiyacını karşılama beklentisi olabilir.

En önemli psikolojik ihtiyaç olan sevgi ihtiyacını karşılayacak kişi onun dostu, arkadaşı, sevgilisi olacaktır.
İnsan doğuştan öncelikle kendisini eşsiz eğilimindedir. Kendisini eşsiz ve benzersiz görme eğilimindedir.
Bu eğilimi destekleyen değerler sevilir, desteklenmeyen değerlerden kaçınılır.
Hiç kimse aynı beyne ve kişiliğe sahip olmadığına göre çatışma başlayacaktır.

HATALARA KARŞI OLGUNLUK GÖSTERİN

Evlenmeden önce tarafların her ikisinin de yeterli duygusal olgunlukta olduğunu söylemek doğru olmaz.
Sağlam ve nitelikli ilişki gelişirken hatalar yapılır.
Karşılıklı olarak birbirlerinin psikolojik ihtiyaçlarını anlamaya çalışırlar.
Yaşanan sorunun nedenini, niteliğini tepkinin zaman ve zeminini ölçü ve şiddetini çoğu zaman kestiremeyiz.
Kasıtlı olsun veya olmasın karşımızdakini psikolojik olarak yaralarız.

Azarlayarak, eleştirerek, bağımsızlaşma girişimini engelleyerek,
kızmasına izin vermeyerek ruhunda hasarlar oluştururuz.

Karşılanmamış ihtiyaçlarımızı haksız yere eşimizden bekleriz.
Sorunlar arasında kaygı verici bağlantılar kurarız.
Ben merkezci yani bilinçsiz ilişki sorunun büyümesine neden olur.
Kendisi üzerine düşmeyen benmerkezci bireyler ilişki sorunlarını yoğun yaşarlar.
Nevzat Tarhan

Emekdar Üye 30Haziran 2008 12:12

prof.Dr. Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Çocukta Saygı Eğitimi

Prof. Dr. Nevzat Tarhan


Büyükler rehberlik rolünü doğru üstlenebilirlerse, çocuk hayatı tanır; nerede, nasıl davranacağını öğrenir.


Saygılı olmak iyi bir insanın taşıması gereken temel özelliklerden birisidir. Saygı, insanın kendi kişiliği ile başkalarının kişiliğinin arasındaki sınırı bilip o sınırı aşmaması, kendi aleyhine dahi olsa başkasının hakkına, hukukuna özen göstermesidir. Her anne baba çocuklarının etrafa ve kendilerine karşı saygılı olmasını ister. Ancak saygının sınırının ne olduğu; kimlere, nereye kadar saygı gösterilmesi gerektiği konusunda bazı soru işaretleri olabilir.

Saygı ölçütleri kültürden kültüre farklılık gösterir. Bizim kültürümüzde yaşlılara saygı göstermek önemsenirken, başka kültürlerde önemsenmeyebilir. Yine bizim kültürümüzde yardımlaşmak, ihtiyacı olanlara bağışta bulunmak çok önemlidir. Fakat örneğin Japonya’da yaşayan bir insana yardım etmek, para vermek, onun kişiliğine yapılmış bir hakaret ve saygısızlık olarak kabul edilebilir. Saygı ölçütlerini bu kültürel farkları göz önüne alarak belirlemek gerekir.

Aynı kültürün içinde de ölçütlerde birtakım değişiklikler olabilir. Zaman içinde değer yargılarında değişmeler görülebilir.

Saygı Eğitiminde Hatalar

Kültürümüzde itaat ve büyüklere saygı önemli bir yer tutar. Sadece büyüklere değil, nefes alıp veren her şeye saygılı olmak elbette çok güzel bir davranıştır. Ancak bunu özsaygıyı önemsememe noktasına götürmek kendine güvensiz girişimci olmayan, inisiyatif kullanamayan, değişimi sorgulamayan, zora talip olmayan, yeteneklerini geliştiremeyen insanlar ortaya çıkarır. Baskıcı kültürel özellikler nedeniyle, ailede baba baskısı şeklinde başlayan bu sürece, ilerleyen yıllarda toplum baskısı, koca baskısı, kayınvalide baskısı da eklenir ve kişi kendi özsaygısını kaybeder. Kendi kişiliğinin sınırlarını bilemeyen, sadece kurallara uymak zorunda hisseden ama kuralları sorgulamayan bir insan ortaya çıkar.

Anne babalar kendi haklarına sahip çıkabilen, silik olmayan, kendine güvenen çocuklar yetiştirmek isterler.

Hayatın içinde yaşanan olayları alıp incelediğimizde, genellikle o anda sorunu çözmek için çocuğun kendine güvenini zedeleyeceği tavırlar takınıldığını görürüz. İnsanların çoğu başkalarını kırmamak, gücendirmemek için kendi çocuklarını kırar ve çoğu zaman bunun yanlış bir davranış olduğunu fark bile edemez.

Çocuklara Saygı Eğitimi Hak Duygusuyla Birlikte Verilmeli

Çocuk, hem kendi hakkını talep etme, hak arama becerisini kazanmalı, hem de başkasının hakkına zarar vermeme bilincini benimsemelidir. Çocuğa körü körüne itaat alışkanlığı kazandırmak yerine, doğru olana, hakka, akla uygun olana saygı alışkanlığı kazandırılmalıdır. Çocuğun zihninde iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarının oluşması için ona kuralların nedenleri, gerekçeleri izah edilmelidir. Çocuk kurala anne babası öyle istediği için değil, doğru olduğuna inandığı için uymalı, başka insanlara da bu motivasyondan hareketle saygı göstermelidir. Körü körüne uygulanan kurallarda, neyin neden yapıldığı bilinmediği için tutarsızlıklar olacaktır. Aslolan çocukta kalıcı bir davranış değişikliği ve saygı bilinci geliştirmektir. Aksi halde çocuk sadece anne babasının yanında onların istediği gibi davranıp, yalnızken canının istediğini yapabilir.

Çocuklarda Saygı Eğitiminde Anne Babaların Tutumları

Çocukların benmerkezci olduklarını biliyoruz. Benmerkezcilik, çocukların bencilce davranmalarına, hata yapmalarına neden olur. Çocuklar davranışlarının sonucunu düşünmeden hareket ederler. Kendilerini nasıl iyi hissederlerse öyle davranırlar. Çocuk için o anda korkunun gitmesi, incinme ihtimalinin ortadan kalkması, kendini daha iyi hissedebilmesi saygısız bir davranışta bulunması için yeterli nedendir. Davranışının iyi mi kötü mü olduğunu, uzun vadeli sonuçlarını düşünmez. O nedenle anne baba çocuğa doğru rehberlik yapma görevini yerine getirebilmelidir. Büyükler rehberlik rolünü doğru üstlenebilirlerse çocuk hayatı tanır; nerede, nasıl davranacağını öğrenir. Aileler saygısızlık, haksızlık yapan çocuğa mutlaka müdahale etmelidirler, fakat bunu çocuğa konuyla ilgili farkındalık kazandırarak, yaptığının neden yanlış olduğunu anlatarak yapmalıdırlar. Çocuğun saygısızlık yapmayı bir yöntem hâline getirmemesi, huy edinmemesi için çaba göstermek gerekir.

Aileler çocuğa saygının sınırlarını iyi çizmeli; nerede, ne yapılacağını öğretmelidir. Gülünecek yerde gülünecek, ağlanacak yerde ağlanacak, saygı gösterilecek yerde saygı gösterilecek gibi, zaman kavramını iyi öğretmek gerekir. İnsanın kişilik gelişiminde sosyal sınırları çizebilmek çok önemlidir.

Saygılı Davranarak Hakkını Aramak

Saygılı davranmayla hak arama arasındaki sınır önemlidir. Hak aramak illa ki zor kullanmak, şiddete başvurmak değildir. İyilik yapana iyilikle karşılık verilir. Kötülük yapana kötülük yapmak değil de haksızlık yapmamaya çalışmak, haksızlık yapmadan hatasını göstermek idealdir. Çocuğa sadece iyilere saygılı olmayı değil, kötülük yapana haksızlık yapmama kaygısını da öğretmek gerekir.

Çocuklara haklarını ararken saygı sınırları içinde kalmayı öğretmek için anne babaların bu konuda da model olmaları gereklidir. Kavgacı bir ailede yetişen çocuk, ister istemez bunun sorun çözmek için doğru yöntem olduğunu düşünür, öyle hareket eder. Nasıl ki aile içi ilişkilerde haklı olmak yetmiyor, haklı olanın kendisini doğru bir üslupla ifade etmesi gerekiyorsa, aynı şekilde sosyal ilişkilerde de kullanılan yöntem önemlidir. İnsanların medeniyet ölçüsünü gösteren en önemli arama bilinci ve hukuka saygı anlayışıdır. Hukukun geçerli olduğu toplumlarda haksızlığa uğrayan kişi, karşısındakinin boynuna sarılmaz.

Hatayı kabul edebilmek

Günümüzde insanlar arasında yaygın olan bir tavır kişilerin haksız oldukları, hata yaptıkları durumlarda bunu kabul etmeme eğilimi göstermeleridir. Bu davranışın temelinde hata yapmanın insanın değerini azaltacağı düşüncesi yatmaktadır. Oysa ki hata yapmak çok doğal bir şeydir. Önemli olan insanın hatasını fark edip düzeltmesi ve aynı hatayı bir daha yapmamaya çalışmasıdır. Hiç kimsenin her durumda haklı olması mümkün değildir. Hatalı olduğu halde, “ben hep haklıyım” duygusu içinde hareket eden insan, çevresindekileri kendisinden uzaklaştırır.

Bazı İnsanlar Teşekkür Etmeyi ve Özür Dilemeyi Zayıflık Olarak Görürler

Sürekli haklı olduklarını savunma çabası içindedir. Bu davranışın arkasındaki dinamiği araştırdığımızda şunu görürüz: Kendilerinde birtakım eksiklikler gören insanlar, kontrolü başkalarına bırakmamak için sürekli haklı olduklarını kanıtlamaya çalışırlar. Daima kendisinin haklı, başkalarının haksız olduğunu kanıtlamaya çalışan kendini beğenmiş kişiler, kendilerini yalnızlığa mahkum ederler. Halbuki bir insanın hatasını kabul etmesi kendisine değer katar ve başkaları tarafından daha çok sevilmesini sağlar. Yetişkinlerin bu bilinçte olup hem kendi sosyal hayatlarında hem de aile içi ilişkilerinde özür dilemeyi bilmeleri ve bunu uygulamaları, çocuklarına doğru örnek olma bakımından önemlidir. Hatasını kabul etmek, hem hak duygusuna uygun bir davranıştır, hem de kişiye duyulan saygıyı arttırır.

“Bizim kültürümüzde yaşlılara saygı göstermek önemsenirken, başka kültürlerde önemsenmeyebilir. Yine bizim kültürümüzde yardımlaşmak, ihtiyacı olanlara bağışta bulunmak çok önemlidir.”<!-- / message -->

medinelii 30Haziran 2008 21:12

Cvp: Çocukta Saygı Eğitimi
 
dogru cocukga hak ile birlikte saygı egıtımı verılmelı

1- seni kimin neden yarattıgını unutma
2- seni ve bizleri ne kadar seven bi rabbimizin oldugunu unutma

birey önce kendini yaratana sonra kendı varlıgına sonrada düşünceye saygı duymayı ögrenirse zaten içsellesen bır durum olacaktır

CaferTayar 31 Temmuz 2008 08:40

'Üç de yiğit askeri savcı gerek'
 


Prof. Nevzat TARHAN


28 Temmuz 2008 07:33
Prof. Tarhan,
Ergenekon'da 3 savcının görevini yiğitçe yerine getirdiğini belirtti
ve Cumhurbaşkanı'na bir çağrıda bulundu:
Üç yiğit askeri savcıya ihtiyaç var.
Sayın Cumhurbaşkanı'na açık mektubumdur...
Bilgeler “Yarını iyileştirmenin tek yolu bugün neyi yanlış yaptığını bilmektir” derler.
Bu söz bireyler için geçerli olduğu gibi olaylar,
toplumlar, felsefeler, dinler ve devlet yönetimi için de geçerlidir.

İnsan psikolojisi ile uğraşanların çok önem verdikleri bir kavram da “
Önce anlamaya çalış, daha sonra anlaşılmaya çalış” kuralıdır.

Türkiye ciddi bir sürecden geçiyor devlet içinde çürümüş dokulara temas edildi.
Temas edilmese hastalık vücudu sarmak üzereydi.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayan hukuki süreç evrensel hukuk standartlarında giderse
ameliyat başarılı ama yetersiz olacak.

Çünkü üç savcı görevini gelecek nesillerin alkışını alacak biçimde yapıyorlar.
Şimdi üç yiğit askeri savcıya ihtiyaç var.
Bunu ancak Genelkurmay Başkanlığı yapar soruşturma izni verir.
Genelkurmay Harekât Başkanlığı'nda mevcut arşivler çok soruya cevap verebilir niteliktedir.
Böylece kamuoyu ikna olur.

Eğer böyle bir müdahale çok agresif bir müdahale olacak bünye bunu kaldıramayacak diye düşünülüyorsa,
ikinci bir yöntem söz konusudur.
Gayr-i Nizami Harb yani Asimetrik Savaş ilkelerini yeniden düzenlemek bir çözümdür.
TSK'nın asli görevine dönmesi, yani dış güvenliğe odaklanması ve Jandarma Teşkilatı'nın
bütün dünyada olduğu gibi İçişleri Bakanlığı'na bağlanması için yeniden yapılanma seçeneği başlatılabilir.
Bunun için Sayın Cumhurbaşkanı’nın konuya el atması gerekir.
Böyle bir yapılanma için hem TSK'nın içinde hem de TSK'nın dışında psikolojik zemin hazırdır.

Askerlik biliminin verileri de böyle bir yapı değişikliğini zaten öngörüyordu.
Harp Akademileri'nde oluşturulacak bilimsel çalışma komitesi
ve Sayın Cumhurbaşkanını'nın seçeceği farklı açıdan konuları değerlendirebilen Özel Harp Dairesi'nin kuruluşunda "
konsept subaylığı" yapmış emekli subayların danışmanlığında gerekli yasal düzenlenmeler başlatılabilir.
Böyle bir girişim hem toplumu hem de askeri topluluğu çok rahatlatır.

Emekli general arkadaşlarımızın ‘Peki laiklik ne olacak? İrtica tehdidi yok mu oldu? dediklerini duyar gibiyim.
Onlara cevabım şu olacaktır.

Birincisi: Kurmay subaylar bilir, basit bir yönerge veya yönetmelik hazırlarken giriş maddeleri tanımlamalar kısmıdır. Anayasa daha önemsiz bir metin mi? Önce bu iki terimi tanımlayalım toplumsal mutabakat sağlayacak sağlamlığa oturtalım.

İkinci cevabım. Yukarda saydığım tanımlamalar iki değişik türde yorumlanıyor.

Otodoks laiklik yorumu.
Bugün bu yorumu ana muhalefet partisi savunuyor.
Konvansiyonel yorum olup sekülarizmle karıştırılır.
Hukuki anlamda sadece dinin devlete karışmamasını öngörür.
Devletin dine karışmasını doğal kabul eder.
Roma, Osmanlı ve Tek Parti Cumhuriyeti'nin laiklik anlayışı bu yoruma daha yakındır.
Sosyal anlamda devletin belirlediği özel alanlarda dinin bütün tezahürlerinin yasaklanması.
Devletin dinler veya mezheplerin bazılarını koruma altına alabilmesi,
devletin dinde reform yapabilmesi, resmi din anlayışı dışındaki din anlayışlarının koruma görmemesi,
yargıçların devletin ideolojik tercihleri paralelinde davranması,
devlette tartışması caiz olmayan bürokratik alanların olmasını savunur.
Bireysel anlamda resmi ideolojiye uygun düşünmeyen bireyler tehdit olarak görülür.
Laiklik yönetim biçimi değil yaşam biçimi tezini savunur.
Din duygusu Tanrı ile kul arasındadır dışa yansıtılmamalı diyerek totaliter bir tanım yapar.
Yani sekülarizmi savunur. Dünyeviliği kutsallaştırır. Ölümden sonraki yaşamı bilimsel bir olgu olarak bile düşünmez.
Laikliği din karşıtlığı olarak düşünmese bile öyle dar bir elbise tanımlar ki
insanlar hep laiklik suçu işliyor duygusu yaşarlar.

Demokrat laiklik yorumu.
Bugün bu yorumu Avrupa Birliği öngörmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin tanımlamasıdır.
Hukuki anlamda en mütekâmil protestan kültürü ülkelerinde uygulanmaktadır.
Kilise ve cemaatlerle devlet ayrı özerk alanlardır.
Devletin resmi dini yoktur fakat toplumun dini değerlerine karşı eşit mesafeli bir yönetim anlayışı vardır.
Hukuki anlamda Laiklik dini otorite ile siyasi otoritenin yani din ve devlet işlerinin bir birinden ayrılması.
Dinin devlete müdahalesi olmadığı gibi devletin de dine müdahalesinin olmadığı bir düzen kurulmasıdır.
Sosyal anlamda laiklik insanların yaşam tarzlarında birbirlerine müdahale etmemeleri
ve devletin burdaki tarafsız duruşunun sağlanmasıdır.

Devlet bazı din ve yaşam tarzı anlayışlarına felsefi koruma uygulayamaz.
Kamu düzenini bozacak bir uygulama olmadıkça hertürlü dini yaşantı serbesttir.
Bireysel anlamda Laiklik insanların inanma veya inanmama biçiminde olan her türlü özgür tercihlerinde serbest olmalarıdır.
Müslüman kültürün hâkim olduğu bölgelerde uygulamaya en yatkın laiklik anlayışı olarak genel kabul görmektedir.

Demokrat Laiklik anlayışında Laiklik devletin, özgürlük bireyin hakkıdır.

İrtica tanımlamasına gelince...
Klasik anlamda geçmişi savunmak, gelenekçi olmak, faydalı yeni şeye karşı çıkmaktır yani gericiliktir.
İki tür irtica vardır dini görünümlü irtica ve modern görünümlü irtica.
Dini görünümlü irticanın en canlı örneği Afganistandaki Taliban hareketidir.
Dinin kelime anlamları dışında anlamı kabul etmeyen kendisi gibi olmayana kâfir diyen anlayış
yani dini taassubu tek din yorumu olarak görmektir. İrtica olarak sadece İslam öncesi dönemi kabul eder.
İrtica ile mücadele dendiğinde putperestlikle mücadeleyi anlar. Haricilikle ilgili mücadeleyi anlamaz.

Modern görünümlü İrticaya gelince
biçimsel bir modernlik vardır fakat düşünceleri ve görüşleri çok dardır.
İrtica ile mücadeleyi dinle mücadele olarak algılar, her türlü dini tezahürü irtica olarak kabul eder.
Muhalefeti ve eleştiriyi ihanet olarak kabul eder,
kendisine benzemeyeni düşman olarak görür ve nefret eder.
Özel yaşantısında bile fikirlerini zorla kabul ettirmeyi hakkı gibi görür.
Bilim adamlığı ile bilimciliği, askerlikle askerci olmayı, devleti sevmekle devlet fetişisti olmayı karıştırır.
Doğrularını sorgulamaz, resmi ideolojisini tartışmaz, yani dogmalaştırmıştır.

Bireyin özgürlüğü ve devletin rolü arasında yapmaya çalıştığım tanımlamaların
insan psikolojisi ile uğraşan ve asker kökenli bir kişi olarak önemi olacağını düşündüm.
Yarını iyileştirmede mevcut yanlışlardan sonuç çıkarmaya çalıştım.
Gittikçe toplumun daha çok sevmeye başladığı Sayın Cumhurbaşkanımız
Abdullah Gül burdaki düşüncelerimi dikkate alır mı bilmiyorum?

Nevzat TARHAN
ntarhan@gmail.com

CaferTayar 05 Ağustos 2008 14:41

Siyasette 'Tanrı Kompleksi'
 



Prof.Dr.Nevzat TARHAN


İster saldırgan kibirli, ister utangaç kibirli olsun,
isterse mükemmeliyetçi kibirli olsun,
büyüklük gizli isteği taşıyan siyasi aktörlere dikkat edelim.

Sayın Abdullatif Şener ve Sayın Şener Eruygur olguları
bu konuyu düşünmeye beni zorladı.

E.Orgeneral Eruygur’un Kuleli Askeri Lisesi’nden arkadaşı
Emekli Albay Güngör Başdağ’ın Vakit Gazetesinde bir açıklaması çıktı.

Kuran kurslarına baskın yapmasını eleştiren arkadaşına “
Babam bana büyük adam ol dedi
bugün büyük adam olmak için böyle yapmam gerekiyor”
anlamında cevap vermiş.

Diğer taraftan AKP’nin kurucu dörtlüsünde olan
Abdüllatif Şener yakından tanıyanların şaşırmayacağı şekilde
daha ön planda olacağı bir siyasi tercihe yöneldi.

Sayın Şener ve Sayın Eruygur’u
kişilik analizi yapacak ve tanı koyacak şekilde tanımıyorum,
böyle bir iddiam ve hakkım yok.
Ben onların yaptırdığı çağrışımları sizinle tartışmak istiyorum.

Diğer taraftan Sayın Başbakanın, Sayın Deniz Baykal’ın,
Sayın Sağlık Bakan’ının, Sayın Devlet Bahçeli’nin
ve Sayın Fatih Terim’in bazı tavırlarının
dikkati çektiğini de söylemek zorundayım.
Ülkenin menfaati için görüşümü
içinde öneri olan bir geribildirim olarak
değerlendireceklerini ümit ediyorum.

Analitik Psikiyatride geçen ‘Omnipotens’ terimi
Türkçe’de ‘Tam güçlülük’ olarak ifade edilir.
Popüler psikolojideki karşılığı ‘Tanrı Kompleksi’ olarak bilinir.

Freud insanlar hasta olduğu gibi
toplumlarda hasta olur ve psikolojik dinamikler birbirine benzer der.
Olayların arka planını anlamakta bu bakış önemli bir farklı açı sağlıyor.

Politik areneya baktığımızda insanlardaki bu duyguların
davranışlarını önemli derecede belirlediğini görüyoruz. “
Biz istemeden bu memlekette hiç bir şey yapılmaz.
Bu memlekete komünizm gelecekse biz getiririz.
Ben ne diyorsam o olur.
Bir manşet atarım iktidarlar değişir.
Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”
sözve iddiasını bu insanlardan çok duyarız. ‘
Bir adam yaratmak’ hayali hoşlarına gider.

Aslında yaptığı işin çok önemli,
hayati ve üstün olduğuna inanan kişilerdir ‘
Tanrı kompleksi’ndeki kişiler.
Hayatı devam ettirebilme ve sonlandırma gücü
doktorlarda tanrısallık duygusu uyandırır.

Aynı şekilde mimarlar ve sanatçılar
bu riski taşıyan insanlardır.
Hayret ettirecek tasarımları ‘Kreatif’dir.
Bu meslekteki kişilerin
egolarında ortaya çıkan kabarmanın zararı
daha çok kendilerine ve yakınlarınadır.

Siyasetçilerde ve askeri liderlerde ise
benzer duygular son derece tehlikelidir.
Son günlerde bazı yeni siyasi aktörlerin çıkışlarında ‘
Tanrı Kompleksi’ nin rolü var mı iyi incelemek gerekiyor.

Parti bölünmelerinde ve savaş yenilgilerinde
kararları etkileyici kişilik özelliği maalesef bu özelliktir.

‘Tanrı kompleksi’ olan kişi ‘
Alçak dağları ben yarattım’ der gibi dolaşır.
Kendisine yüce insan denilmesini bekler tavırlarındadır.
İnsanlardan hep alacaklı gibidir.
Tutkulu, yüksek hedeflere sahip,
övgüye aç ve eylemlerini başkaların vereceği
değere göre endekslemiş, alkışlarla beslenen,
en başta gelen ego doyum aracı
önemlilik ihtiyacını tatmin olan bu kişilere dikkat edelim.

Sezgilerine vahiy gelmiş gibi güvenen ‘
Tanrı kompleksi’ndeki kişiler kendilerine sadık olanları
ve her kareketinde keramet var gibi davranan
çevresindeki kişileri çok severler.

Çocukluklarında genellikle
ağır eleştiren ve yüksek beklenti veren
anne-baba tarafından büyütülmüşlerdir.
Büyüklük fantazileri ve aldıkları övgü dışında
hayattan pek zevk alamazlar.
Bu kişilerde hükmetme ve kontrol etme arzuları
şehvet boyutuna çıkabilir.

Olayları kendilerini ön plana çıkaracak şekile
ve övgü alkış alacakları biçime dönüştürmeyi başarırlar.
Sıradan olmaktan ölesiye korktukları için çok çalışırlar.
Akıllı ve yetenekli dedirtecek pozisyon peşindedirler.
Etkileyici bilgiye sahip, konuşma becerisi yüksek,
hitabeti gelişmiş, edebiyatı seven
ancak bilgisi derinlikten yoksun kişilerdir.
Bütün bu becerilerini bulunduğu topluluğa hizmet için değil
kendi özgüvenini beslemek ve düzenlemek için kullanırlar.

Önemli ve özel olma
gizli istekleri ve kendilerini göstermeye yönelik eğilimleri nedeniyle
psikolojik savaşta övgü ve propaganda ile yüceltilip
övgüyü kaybetme korkusu ile dümenlendirilen kişilikler olmuşlardır.

Mükemmeliyetçi kibirlilerin belirgin özellikleri ise,
kendilerini mükemmel gördükleri için
yakınlarından ve iş arakadaşlarından da mükemmellik beklentileri yüksektir.

Bütün zor ve sıkıcı işleri zevkle yaparlarken
yakınlarına acı çektirirler ancak farkında değildirler.
Bunun için çoğu zaman yalnız kalırlar.

Saldırgan kibirliler ise engellendiklerinde kolayca kavga ederler,
eleştiriyi kişiliklerine yönelik hakaret olarak ele alırlar.
Kongrelerinde sıkça kavga çıkan siyasetçilere dikkat edelim.

Utangaç tavırlı ve alçak gönüllü rolü oynayan kibirliler
hep küskünler hareketini oluştururlar.

Başarı en önde psikolojik ihtiyacları olduğu için
eğer başarı yeterli değilse veya kayıp yaşadı ise ‘
Yaşam sebebim ortadan kalktı’ diyerek
narsisistik yaralanma yaşar ve intihar edebilirler.
Ama öncelikle başkalarının başarısını ve bilgisini
kendilerine maletmede çok yeteneklidirler.

Partisinin veya ordusunun başarısını
kendisinde toplayıp yeryüzü tanrısı oldukları
duygularına kendileri de inanırlar.

Ümitsizliğe düştüklerinde intihar riski taşırlar.
Cezaevleri intihar eden ünlülerin örnekleri ile doludur.
Savcılarımız dikkatli olsunlar.

Yeni siyasi harekete soyunanlar veya alkış odaklı siyasetçiler ‘
Hep bana, hemen şimdi bana, ben en iyiyim,
en iyi ben bilirim’ diyorlarsa ve eleştiriye kapalılarsa
kendi benlik çıkarları için sevenlerini ve ülkeyi
maceraya atmalarının sorumluluğunu düşünsünler


antivirüs 16 Kasım 2008 01:05

Üzüntülü kişiyi teselli etmeyin!
 
Psikiyatr Nevzat Tarhan: `Teselli edici sözler kişinin üzüntüsünü azaltmaz, aksine artırır. Önce kişilere üzülme, yani kendilerini ifade hakkı tanımak gerekir.`

üzüntü Duygusu Nedir?

İnsanlar zaman zaman kendilerini üzüntülü ve mutsuz hisseder. İşinden ayrılmak, sevdiğini kaybetmek veya başarılı olamamak üzüntüye yol açan başlıca yaşam olaylarıdır. Kısaca üzüntü normal yaşamın olumsuz duygularından bir tanesidir. Nasıl bir kişinin fiziksel bütünlüğü bozulduğunda ağrı hisseder ise psikolojik bütünlüğü bozulduğunda da üzüntü, sıkıntı hisseder.

Negatif şartlanma

Ancak aslen üzüntünün kaynağı, kişiyi üzen olaylar ya da sorunların kendisi değil kişinin bunlara yüklediği anlamlardır. Aynı olay bir kişide üzüntü yaratırken diğer kişide yaratmayabilir. Bazı kişiler, üzüldüğü konuda çözüm var ise gerekeni yapar, çözüm yok ise “zaten yapacak bir şey yok, üzülmeye değmez” diyerek durumu olumlu karşılar, üzüntü çabuk sonlanır. Bazılarında ise reaksiyon, “bu neden benim başıma geldi, hep beni buluyor, ben beceriksiz bir kişiyim, benden adam olmaz” gibi negatif düşüncelerle olumsuz şartlanma şeklinde gelişir ve bu durumda kişide üzüntüler uzun sürer.

Bir örnekle, kişi yolda yürürken rastladığı arkadaşı selam vermediğinde olumsuz düşünen bir kişiyse "beni adam yerine koymadı" diye düşünürek üzülür. Ama kişi "arkadaşım beni farketmedi" diye olumlu algılama yapabilir ise üzüntü yaşamaz.

Nasıl yardımcı olmalı?

üzüntülü kişiye ilk yaklaşımda teselli edici sözler söylemek kişinin üzüntüsünü azaltmaz, aksine artırır. Bu nedenle önce kişilere üzülme hakkı, yani kendilerini ifade hakkı tanımak gerekir. öncelikle kişinin neden üzüldüğünü anlamak ve bunu anladığını hissettirmek gerekir. Ancak daha sonra çözüm üretilmelidir. İlk başta yalnız olmadığını hissettirmek yeter.

Tedavisi

üzüntü, kronikleşir ise depresyon halini alır. Kişide, yaşamdan zevk alamama, mutluluk, enerji seviyesi ve düşünceyi yoğunlaştırmada azalma olur ve ilaç tedavisi gerektirir.

üzüntüden Gülerek Kurtulmak

Mizah, yani olaylara gülerek bakabilmek insanı mutsuzluktan korur. Ancak bunun gerçeklerden kaçmak şeklinde olmaması gerekir. Bazı kişiler depresif olduğu halde güçlü rolü oynar. Bu kişilerde depresyon ancak çeşitli değerlendirmeler yapıldıktan sonra saptanabilir. Sürekli espriler yapan bir kişide bu şekilde depresyon saptanması o kişinin yakınlarını da şaşırtan bir durumdur. Bilindik bir anektodla bu rol yapma mekanizması kolayca kavranabilir: Palyaçonun biri depresyonu nedeniyle hekime gider. Hekim de ona “Şehirde iyi bir palyaço var. Ona git neşelendirsin seni” der. Palyaço da doktora "o palyaço benim" der.

üzüntüyü Olumlu Duygulara Dönüştürmek

Burada bakış açısı önemlidir. Kişi, üzüntüsünden ders alır ise üzüntüyü kazanıma dönüştürebilir. Depresyonu olan bir kişi depresyonu yendikten sonra kendine "bu depresif dönem bana ne öğretti" diye sorabilir ise bu durum kişide kazanım haline dönüşür.
Kişinin psikolojik savunmaları güçlenir, olaylara bakış açısı değişir.

Kaynak : (habervaktim)

Seher Yeli 12 Şubat 2009 11:10

Çoçuklar Bilgisayar Oyunlarından Etkilenir mi?
 
Çoçuklar Bilgisayar Oyunlarından Etkilenir mi?

Yaşadığımız dönemdebilgisayar oyunları çocuklar için adeta vazgeçilmez bir eğlencekonumuna geldi. Bilgisayarı olan ailelerin çoğu çocuklarınıbilgisayarın başından kaldıramamaktan, olmayanlar ise çocuklarının evebilgisayar alma yönündeki ısrarlarından şikayet ediyorlar. Ayrıca sondönemlerde şiddet içeren oyunların giderek artması, aileleri buoyunların olumsuz etkileri üzerine de düşünmek zorunda bırakıyor.
Bilindiği gibi oyun oynamak çocuklar için bir lüks değil, ihtiyaçtır.Bununla beraber çocuğa doğru bir eğitim verilmesi açısından ailelerinoyuna ayrılacak süre ve oyunun içeriği konusunda dikkatli olması vebilinçli hareket etmesi kuşkusuz önemlidir. Bu başlık altında hembilgisayar oyunlarının çocuk üzerindeki etkilerini hem de ailelerindikkat etmesi gereken noktaları ortaya koymaya çalışacağız.
Bilgisayar Oyunları Çocukları Nasıl Etkiler?
Bilgisayar oyunları deyince çoğunluğun aklına şiddet içeren oyunlar vebunların olumsuz etkileri geldiği için bu konuyu şöyle bir araştırmadanyola çıkarak anlatalım. Bir grup çocuğa tek başlarına iken şiddetiçeren görüntüler izletiliyor. Aynı görüntüler başka bir grup çocuğaise yanlarında bir büyük varken gösteriliyor. Görüntüleri yalnız başınaizleyen çocuklar her seferinde bu görüntülerden daha çok zevk almaya vegünlük hayattaki konuşmalarında orada duydukları kelimeleri kullanmaya,görüntüdeki kahramana benzer hareketler yapmaya başlıyorlar.
Bir yakınlarıyla birlikte görüntüyü izleyen çocuklar ise giderek şiddetiçeren sahnelerden rahatsızlık duymaya başlıyorlar. Çünkü izlemeesnasında yanlarındaki büyükleri, çocuklara izledikleri olayların kötüolduğunu anlatıyor. Dahası şiddete maruz kalan kişinin hissedeceklerihakkında düşünmelerini sağlayarak çocukların empati yeteneğinigeliştirmeye çalışıyor.
Yalnız başına izleyen çocuklar bu görüntüleri oyun olarak görüp ondanzevk alıyorlar, diğerleri ise gördükleri olayların gerçekte nasılanlamlandırılması gerektiğini öğrendikleri için aynı görüntülerdenrahatsızlık duyuyorlar.
Televizyon gibi bilgisayar oyunlarının da küçük çocuklar üzerindekietkisi daha fazladır. Çocuğun gerçeklik duygusunun yedi yaşındageliştiğini hatırlarsak yedi yaşından küçük bir çocuğun gerçekle hayalarasındaki sınırı çizemediğini görürüz. Gördüklerini anlamlandıramayançocuk anne babasının tepkisine bakar. Eğer anne baba panik yapıyorsa,ciddiye alıyorsa çocuk bunun ciddi bir şey olduğunu düşünür. Beynindekorkuyla ilgili alanlar harekete geçer ve aşırı stres kimyasallarısalgılamaya başlar. Anne baba soğukkanlı ise daha az etkilenir. Onedenle çocukların, özellikle küçük çocukların, gerek televizyonizlerken gerekse bilgisayarda oynarken mümkün olduğunca yalnızbırakılmaması gerekir.
Son yıllarda iyice yayılan bir akım, kitle iletişim araçlarıvasıtasıyla popüler kimliklerin oluşturulması ve bu kimliklerinbilgisayar oyunlarıyla desteklenmesi yoluyla çocuklara benimsetilmeyeçalışılmasıdır. Çocukların popüler kimliklerle özdeşim kurmasısağlanarak o kimliklerin üzerinden tüketim arttırılmayaçalışılmaktadır. Buna karşı çocukları küçük yaştan itibarenbilinçlendirmek gerekir. Aileler çocuklara bu kimliklerin kasıtlıolarak ortaya çıkarıldığını anlattıkları takdirde çocuk eleştireldüşünme becerisi kazanır. Eleştirel düşünebilen bir çocuk da hergördüğüne, duyduğuna inanmak yerine, görüp duyduklarını bir süzgeçtengeçirdikten sonra kabul ya da reddeder. Gördüğü her şeyi olduğu gibibeynine yazan bir çocuk şiddeti haklılaştıran görüntüleri zihninekaydederse büyük olasılıkla hak arama, sorun çözme yöntemi olarakşiddeti seçecektir.Bilgisayarı ve televizyonu baştan sanık sandalyesineoturtmak yerine çocuğa bu aletleri doğru kullanmayı öğretmek gerekir.Yapılan araştırmalar bilgisayar oyunlarının çocukların zihinselgelişimi üzerine olumlu etkilerinin de olduğunu gösteriyor. Doğruoyunlar aracılığıyla öğrenmeyle ilgili zihinsel süreçleri hareketegeçirerek çocuğa stres altında soğukkanlı kalma becerisi, dikkatiniuzun zaman sürdürme becerisi kazandırılabilir.Çocuğa doğal bir ihtiyacıolan oyun sayesinde birçok şey öğretilebilir. Mesela bizim klinikdekullandığımız bilgisayarlı eğitim modülleri dikkat dağınıklığı çeken,okuldaki başarısı düşük olan çocuklara kavrama, algılama, akıl yürütme,görsel beceri gibi yetenekler kazandırmakta oldukça faydalıdır.Özellikle hiperaktif çocukların acelecilik ve sabırsızlık gibi belirginözelliklerini törpülemek, onlara katlanmayı, yılmamayı öğretmek için butür oyunlar kullanılmaktadır.
Bilgisayar Karşısında Çok Fazla Zaman Geçiren Çocuklar
Çocukların oyun oynamalarının onlar için doğal bir ihtiyaç olduğunu vebilgisayar aracığıyla da çocuklara bazı şeylerin öğretilebileceğiniifade ettik. Ancak bir çocuğun bütün gününü bilgisayarda oyun oynayarakgeçirmesinin de doğru olmadığı açıktır.Oyunda başarılı olmak, örneğinbir makineyi kontrol edebilmek, bir yarışı kazanabilmek çocuktaüstünlük duygusu oluşturur. Bu durum çocuğun hoşuna gider ve çocukkendisini mutlu hisseder. Bunun nedeni o esnada beyninin mutlulukkimyasalları salgılamasıdır. Fakat çocuk bunu sürekli yaptığı zamansadece onunla mutlu olmayı öğrenir, başka mutlulukları tadamaz. Halbukiinsan beyni başka sebeplerle, uğraşlarla da mutluluk hormonusalgılayabilir. Bilgisayar oyunları da, televizyon vb. de kontrollükullanılmalı, insanın hayatında başka şeylere de zamanayrılmalıdır.Çocuk başka şekillerde karşılayamadığı duygusalihtiyaçlarını karşılamak için bilgisayar oyunlarına sığınıyor olabilir.Fakat şöyle bir sorun vardır; çocuk oyun oynarken mutlu olur ama oyunbittiği zaman hayatın gerçekleriyle karşı karşıya kalır, mutsuz olur vetekrar oyuna döner. Bir müddet sonra bütün gününü bilgisayar karşısındageçiren, gece geç yatan, sabahleyin kalkamayan, gözü bir şey görmeyen,okuldaki başarısı düşen bir çocuk ortaya çıkabilir. Böyle bir durumlakarşılaşmamak için baştan önlem almak gerekir.
Aileler Ne Yapmalı?
Bir çocuğa “Bilgisayar oyunu oynama” demek hiçbir zaman gerçekçi olmaz.İnsanlarda yasaklanan şeylere karşı merak ve öğrenme içgüdüsü uyanır.Bu nedenle yasaklamak çözüm değildir. Yasaklamak yerine çocuğabilgisayarı doğru kullanmayı öğretmek ve onu farklı alanlarla,hobilerle tanıştırmak gerekir. Öncelikle çocuğu anlamak lazımdır,anlamazsak çocuk için doğru olanı bulamayız. Uzun bir süre bilgisayaristedikten sonra buna kavuşan çocuğun ilk günlerde bunun keyfiniçıkarmasına izin verilmelidir. Ondan sonra aile içi oturum yapılmalı veçocuğa bilgisayar kullanma kültürü anlatılmalıdır.Çocuğa şöylediyebiliriz: “Bilgisayarda oyun oynamanın yararları da zararları davar. Kimi oyunlarla zekanı, düşünsel kapasiteni geliştirebilirsin.Ancak her konuda olduğu gibi bilgisayarla da ilgili bazı kurallarımızınolması gerekir. Biliyoruz, senin eğlenmeye de dinlenmeye de ihtiyacınvar ama bunun belli bir süresi olmalı.”Aileler bilgisayarla ilgilikoydukları kurallara çocuklarının ne kadar uyduğunu takip etmelidirler.Çoğu anne bunu ilk birkaç gün takip edip sonra bırakabiliyor. Çocuklarannelerinin yufka yürekliliğinden yaralanıp bir müddet sonra rahatlıklaeskisi gibi davranabiliyorlar. Aileler uygulamayacakları kurallarıkoymamalı, koydukları kuralın da arkasında durmalıdırlar. Çocuk böylecebilgisayarla oynamanın, televizyon seyretmenin yöntemini öğrenmiş olur.Çocukta görev bilgisi, sorumluluk duygusu oluştuktan sonra gerisi kolayolacaktır. Sorumluluk bilincine eren çocuk gereğinden fazla oyunoynarsa zaten kendisini huzursuz hisseder.Ailelerin yaptığı hatalardanbirisi de şudur: Çocuk tam kendisini bilgisayara kaptırmış oynarken“Hadi ders çalış” denilince çocuk derse düşman olur. Onun yerine“Vaktin doluyor, bak sana 10 dakika daha müsaade. 10 dakika sonradersinin başına oturacaksın” denirse daha iyi olur. Öbür türlü çocuklaanne zıtlaşır ve ilişkileri daha da bozulur. Bozulan ilişkiyidüzeltmekse oldukça zordur.Aile çocuğu bir türlü vurdulu kırdılıoyunlardan vazgeçiremiyorsa hiç olmazsa bunu onaylamadığını çocuğaifade etmelidir. Uzmanlar çocukların günde en fazla iki saatibilgisayar başında geçirebileceğini söylüyorlar. Bu süre arttıkçazararlar da artıyor. Onun için anne babalar çocuklarına başka uğraşlaredindirme konusunda yardımcı olmalı, mümkün olduğu kadar onlarlabirlikte olup hep birlikte zaman geçirecekleri hobilergeliştirmelidirler.Bilgisayar oyunlarının popüler kimlikler benimsetmeve şiddete eğilimi arttırma gibi olumsuz etkilerinin olabileceğinivurgulamıştık. Bunun için anne babalar çocuğun gerek bilgisayar gereksetelevizyon aracılığıyla maruz kaldığı mesajları takip edip gerektiğindeuyarılarda bulunmalı, çocuğa eleştirel düşünme yeteneğikazandırmalıdırlar. Çocuğun doğru-yanlış, iyi-kötü kavramlarını doğrukurgulaması büyük ölçüde ailenin göstereceği dikkat ve özenebağlıdır.Anne baba çocuğu eğitemiyor, doğru yönlendiremiyorsa, sorunubilgisayar oyunlarında değil kendilerinde aramalıdırlar. Doğruyöntemler kullanıldığı takdirde bilgisayar oyunları zaman yönetimi,mesajları doğru algılama, eleştirel düşünme, görsel becerinin artışı,zihinsel kapasiteyi yükseltme, stres altında soğukkanlı kalabilmebecerisi gibi özelliklerin kazandırılmasına aracı olabilir. Bilgisayaroyunlarını zararlı deyip yasaklamak yerine doğru kullanmayı öğretmemizgerekir.
(*)İDER İnsani Değerler ve Ruh Sağlığı Vakfı Başkanı- Psikiyatrist




Prof. Dr. Nevzat TARHAN

Emekdar Üye 07 Nisan 2009 22:08

Darvinin bazı görüşlerinin havada kalması
 
Son yıllarda yapılan “Bilinç” çalışmaları Darwin’in bazı görüşlerini doğrularken bazı görüşlerinin havada kaldığını ortaya çıkardı. TÜBİTAK’ın Darwin ile ilgili 200.ncü yıl sayısının son anda basımını durdurması tartışmaları tekrar alevlendirdi. ABD’nin bazı eyaletlerinden sonra İngiltere’de de ‘Akıllı Tasarım’ teorisi ders kitaplarına girdi. Dünkü Taraf gazetesinin verdiği habere göre “Canlıların kökenini açıklayan iki farklı yaklaşım olarak birarada ele alınıp incelenecek” Kararın gerekçesi olarak Daily Telegraph gazetesine göre gençleri hayatın kökeni konusunda düşünmeye teşvik etmek amaçlannış.
Basınımızda sadece Taraf gazetesi iki tarafın görüşüne yer vermiş diğer yayın organları ise ‘Darwin’in TÜBİTAK sansürü’ adı altında konuyu kadro tartışmalarına indirgemişlerdir. Konuları ayrıştırarak tartışalım. Derginin yayın kurulunda tarafların yaptığı tek taraflı ve bilimsel olmayan ve ideolojik olan bakışı ayrı bir konudur. Dergi yönetiminde yıllarca var olan ve yeniliğe direnen bir kadrolaşma ile yeni yönetimin çalışmak istediği kadroların çatışması ayrı konudur. Esas ile usul farkına dikkat etmek gerekir. Öncelikle teorik tartışmalar da karşıt görüşlere yer vermek bilimsel bir metedolojidir. Eğer ayrılan yönetim Darwin’i ideoloji haline getirmişse bu geri bir ideolojidir. Bilindiği gibi ideolojiler dinler gibi dogmadır kendilerini sorgulamıyorsa kendilerini kutsallaştırmışlar demektir. İdeolojiler eleştiriye açıklarsa savunucular tarafından eleştirileri giderici cevaplarla karşılanır.
Konuyu sansür yaygarası ile sunmak çarpıtma anlamına gelir. Darwine karşıtı görüşü sunmak senelerce var olan “Yaratılış tez”ine karşı uygulanan sansürün kalkmasını istemektir. Bu hafta piyasaya çıkan “İnanç Psikolojisi, Ruh Beyin, Akıl üçgeninde İnsanoğlu” isimli kitabım da bu konuyu ayrıntılı olarak tartıştım. Şu cümleye dikkatinizi çekmek istiyorum.
Bilim, Din ve İnanç sistemleri bölümünde (S.91) “Bilim metodolojisini doğrulamadığı veya yanlışlamadığı konularda nötr kalır, deneyüstü gerçeklerin varlığını reddetmez... Tanrı fikrine direnç gösteren hümanistler bilimi bir din gibi dogma haline getirerek inanç sistemlerini oluşturmuşlardır. Tanrının varlığını kanıtları ile bilmek istiyorum, neden ibadet etmek zorundayım, öldükten sonra hayat var mı, Tanrının sıfatları nelerdir? gibi sorulara cevap aranmalıdır” Kanıta dayalı din başlığı alltında pozitif bilimle din bilimlerinin birbirinin alternatifi değil tamamlayıcısı olduğunu açıklamaya çalıştım. “Amaç gerçeğe ve evrensel doğrulara ulaşmaksa en doğru yol bilimin medodolojisini kullanarak dinin sunduğu anlamları tartışmaktır. Dini görüşleri bir olgu olarak kabul etmeyen bilimsel yöntem önyargılı bir yöntemdir” Hiç arzu etmediğim halde kitabımın reklamını yapmış gibi oldum, özür dilerek meraklıların Timaş yayınevine başvurmalarını tavsiye ediyorum.
Darwinizm karşıtlığı ideolojik ve toptancı bir karşıtlıksa temelsizdir. Bilimsel karşı görüşleri ile karşıtlık söz konusu ise tartışma ve sorgulanmaya açık olmak gerekir. Bir insan bilimsel gerekçelerle Allah’a inanıyorsa görüşlerini çürütmeden ona karşı çıkmak da bağnazlığın bir çeşididir.
NEVZAT TARHAN - HABER 7

İmamHüseyin 12 Nisan 2009 00:39

Çoçuklar Bilgisayar Oyunlarından Etkilenir mi?
 
Yaşadığımız dönemde bilgisayar oyunları çocuklar için adeta vazgeçilmez bir eğlence konumuna geldi Bilgisayarı olan ailelerin çoğu çocuklarını bilgisayarın başından kaldıramamaktan, olmayanlar ise çocuklarının eve bilgisayar alma yönündeki ısrarlarından şikayet ediyorlar Ayrıca son dönemlerde şiddet içeren oyunların giderek artması, aileleri bu oyunların olumsuz etkileri üzerine de düşünmek zorunda bırakıyor
Bilindiği gibi oyun oynamak çocuklar için bir lüks değil, ihtiyaçtır Bununla beraber çocuğa doğru bir eğitim verilmesi açısından ailelerin oyuna ayrılacak süre ve oyunun içeriği konusunda dikkatli olması ve bilinçli hareket etmesi kuşkusuz önemlidir Bu başlık altında hem bilgisayar oyunlarının çocuk üzerindeki etkilerini hem de ailelerin dikkat etmesi gereken noktaları ortaya koymaya çalışacağız
Bilgisayar Oyunları Çocukları Nasıl Etkiler?
Bilgisayar oyunları deyince çoğunluğun aklına şiddet içeren oyunlar ve bunların olumsuz etkileri geldiği için bu konuyu şöyle bir araştırmadan yola çıkarak anlatalım Bir grup çocuğa tek başlarına iken şiddet içeren görüntüler izletiliyor Aynı görüntüler başka bir grup çocuğa ise yanlarında bir büyük varken gösteriliyor Görüntüleri yalnız başına izleyen çocuklar her seferinde bu görüntülerden daha çok zevk almaya ve günlük hayattaki konuşmalarında orada duydukları kelimeleri kullanmaya, görüntüdeki kahramana benzer hareketler yapmaya başlıyorlar
Bir yakınlarıyla birlikte görüntüyü izleyen çocuklar ise giderek şiddet içeren sahnelerden rahatsızlık duymaya başlıyorlar Çünkü izleme esnasında yanlarındaki büyükleri, çocuklara izledikleri olayların kötü olduğunu anlatıyor Dahası şiddete maruz kalan kişinin hissedecekleri hakkında düşünmelerini sağlayarak çocukların empati yeteneğini geliştirmeye çalışıyor
Yalnız başına izleyen çocuklar bu görüntüleri oyun olarak görüp ondan zevk alıyorlar, diğerleri ise gördükleri olayların gerçekte nasıl anlamlandırılması gerektiğini öğrendikleri için aynı görüntülerden rahatsızlık duyuyorlar
Televizyon gibi bilgisayar oyunlarının da küçük çocuklar üzerindeki etkisi daha fazladır Çocuğun gerçeklik duygusunun yedi yaşında geliştiğini hatırlarsak yedi yaşından küçük bir çocuğun gerçekle hayal arasındaki sınırı çizemediğini görürüz Gördüklerini anlamlandıramayan çocuk anne babasının tepkisine bakar Eğer anne baba panik yapıyorsa, ciddiye alıyorsa çocuk bunun ciddi bir şey olduğunu düşünür Beyninde korkuyla ilgili alanlar harekete geçer ve aşırı stres kimyasalları salgılamaya başlar Anne baba soğukkanlı ise daha az etkilenir O nedenle çocukların, özellikle küçük çocukların, gerek televizyon izlerken gerekse bilgisayarda oynarken mümkün olduğunca yalnız bırakılmaması gerekir
Son yıllarda iyice yayılan bir akım, kitle iletişim araçları vasıtasıyla popüler kimliklerin oluşturulması ve bu kimliklerin bilgisayar oyunlarıyla desteklenmesi yoluyla çocuklara benimsetilmeye çalışılmasıdır Çocukların popüler kimliklerle özdeşim kurması sağlanarak o kimliklerin üzerinden tüketim arttırılmaya çalışılmaktadır Buna karşı çocukları küçük yaştan itibaren bilinçlendirmek gerekir Aileler çocuklara bu kimliklerin kasıtlı olarak ortaya çıkarıldığını anlattıkları takdirde çocuk eleştirel düşünme becerisi kazanır Eleştirel düşünebilen bir çocuk da her gördüğüne, duyduğuna inanmak yerine, görüp duyduklarını bir süzgeçten geçirdikten sonra kabul ya da reddeder Gördüğü her şeyi olduğu gibi beynine yazan bir çocuk şiddeti haklılaştıran görüntüleri zihnine kaydederse büyük olasılıkla hak arama, sorun çözme yöntemi olarak şiddeti seçecektirBilgisayarı ve televizyonu baştan sanık sandalyesine oturtmak yerine çocuğa bu aletleri doğru kullanmayı öğretmek gerekir Yapılan araştırmalar bilgisayar oyunlarının çocukların zihinsel gelişimi üzerine olumlu etkilerinin de olduğunu gösteriyor Doğru oyunlar aracılığıyla öğrenmeyle ilgili zihinsel süreçleri harekete geçirerek çocuğa stres altında soğukkanlı kalma becerisi, dikkatini uzun zaman sürdürme becerisi kazandırılabilirÇocuğa doğal bir ihtiyacı olan oyun sayesinde birçok şey öğretilebilir Mesela bizim klinikde kullandığımız bilgisayarlı eğitim modülleri dikkat dağınıklığı çeken, okuldaki başarısı düşük olan çocuklara kavrama, algılama, akıl yürütme, görsel beceri gibi yetenekler kazandırmakta oldukça faydalıdır Özellikle hiperaktif çocukların acelecilik ve sabırsızlık gibi belirgin özelliklerini törpülemek, onlara katlanmayı, yılmamayı öğretmek için bu tür oyunlar kullanılmaktadır
Bilgisayar Karşısında Çok Fazla Zaman Geçiren Çocuklar
Çocukların oyun oynamalarının onlar için doğal bir ihtiyaç olduğunu ve bilgisayar aracığıyla da çocuklara bazı şeylerin öğretilebileceğini ifade ettik Ancak bir çocuğun bütün gününü bilgisayarda oyun oynayarak geçirmesinin de doğru olmadığı açıktırOyunda başarılı olmak, örneğin bir makineyi kontrol edebilmek, bir yarışı kazanabilmek çocukta üstünlük duygusu oluşturur Bu durum çocuğun hoşuna gider ve çocuk kendisini mutlu hisseder Bunun nedeni o esnada beyninin mutluluk kimyasalları salgılamasıdır Fakat çocuk bunu sürekli yaptığı zaman sadece onunla mutlu olmayı öğrenir, başka mutlulukları tadamaz Halbuki insan beyni başka sebeplerle, uğraşlarla da mutluluk hormonu salgılayabilir Bilgisayar oyunları da, televizyon vb de kontrollü kullanılmalı, insanın hayatında başka şeylere de zaman ayrılmalıdırÇocuk başka şekillerde karşılayamadığı duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için bilgisayar oyunlarına sığınıyor olabilir Fakat şöyle bir sorun vardır; çocuk oyun oynarken mutlu olur ama oyun bittiği zaman hayatın gerçekleriyle karşı karşıya kalır, mutsuz olur ve tekrar oyuna döner Bir müddet sonra bütün gününü bilgisayar karşısında geçiren, gece geç yatan, sabahleyin kalkamayan, gözü bir şey görmeyen, okuldaki başarısı düşen bir çocuk ortaya çıkabilir Böyle bir durumla karşılaşmamak için baştan önlem almak gerekir
Aileler Ne Yapmalı?
Bir çocuğa “Bilgisayar oyunu oynama” demek hiçbir zaman gerçekçi olmaz İnsanlarda yasaklanan şeylere karşı merak ve öğrenme içgüdüsü uyanır Bu nedenle yasaklamak çözüm değildir Yasaklamak yerine çocuğa bilgisayarı doğru kullanmayı öğretmek ve onu farklı alanlarla, hobilerle tanıştırmak gerekir Öncelikle çocuğu anlamak lazımdır, anlamazsak çocuk için doğru olanı bulamayız Uzun bir süre bilgisayar istedikten sonra buna kavuşan çocuğun ilk günlerde bunun keyfini çıkarmasına izin verilmelidir Ondan sonra aile içi oturum yapılmalı ve çocuğa bilgisayar kullanma kültürü anlatılmalıdırÇocuğa şöyle diyebiliriz: “Bilgisayarda oyun oynamanın yararları da zararları da var Kimi oyunlarla zekanı, düşünsel kapasiteni geliştirebilirsin Ancak her konuda olduğu gibi bilgisayarla da ilgili bazı kurallarımızın olması gerekir Biliyoruz, senin eğlenmeye de dinlenmeye de ihtiyacın var ama bunun belli bir süresi olmalı”Aileler bilgisayarla ilgili koydukları kurallara çocuklarının ne kadar uyduğunu takip etmelidirler Çoğu anne bunu ilk birkaç gün takip edip sonra bırakabiliyor Çocuklar annelerinin yufka yürekliliğinden yaralanıp bir müddet sonra rahatlıkla eskisi gibi davranabiliyorlar Aileler uygulamayacakları kuralları koymamalı, koydukları kuralın da arkasında durmalıdırlar Çocuk böylece bilgisayarla oynamanın, televizyon seyretmenin yöntemini öğrenmiş olur Çocukta görev bilgisi, sorumluluk duygusu oluştuktan sonra gerisi kolay olacaktır Sorumluluk bilincine eren çocuk gereğinden fazla oyun oynarsa zaten kendisini huzursuz hissederAilelerin yaptığı hatalardan birisi de şudur: Çocuk tam kendisini bilgisayara kaptırmış oynarken “Hadi ders çalış” denilince çocuk derse düşman olur Onun yerine “Vaktin doluyor, bak sana 10 dakika daha müsaade 10 dakika sonra dersinin başına oturacaksın” denirse daha iyi olur Öbür türlü çocukla anne zıtlaşır ve ilişkileri daha da bozulur Bozulan ilişkiyi düzeltmekse oldukça zordurAile çocuğu bir türlü vurdulu kırdılı oyunlardan vazgeçiremiyorsa hiç olmazsa bunu onaylamadığını çocuğa ifade etmelidir Uzmanlar çocukların günde en fazla iki saati bilgisayar başında geçirebileceğini söylüyorlar Bu süre arttıkça zararlar da artıyor Onun için anne babalar çocuklarına başka uğraşlar edindirme konusunda yardımcı olmalı, mümkün olduğu kadar onlarla birlikte olup hep birlikte zaman geçirecekleri hobiler geliştirmelidirlerBilgisayar oyunlarının popüler kimlikler benimsetme ve şiddete eğilimi arttırma gibi olumsuz etkilerinin olabileceğini vurgulamıştık Bunun için anne babalar çocuğun gerek bilgisayar gerekse televizyon aracılığıyla maruz kaldığı mesajları takip edip gerektiğinde uyarılarda bulunmalı, çocuğa eleştirel düşünme yeteneği kazandırmalıdırlar Çocuğun doğru-yanlış, iyi-kötü kavramlarını doğru kurgulaması büyük ölçüde ailenin göstereceği dikkat ve özene bağlıdırAnne baba çocuğu eğitemiyor, doğru yönlendiremiyorsa, sorunu bilgisayar oyunlarında değil kendilerinde aramalıdırlar Doğru yöntemler kullanıldığı takdirde bilgisayar oyunları zaman yönetimi, mesajları doğru algılama, eleştirel düşünme, görsel becerinin artışı, zihinsel kapasiteyi yükseltme, stres altında soğukkanlı kalabilme becerisi gibi özelliklerin kazandırılmasına aracı olabilir Bilgisayar oyunlarını zararlı deyip yasaklamak yerine doğru kullanmayı öğretmemiz gerekir
(*)İDER İnsani Değerler ve Ruh Sağlığı Vakfı Başkanı- Psikiyatrist



Prof Dr Nevzat TARHAN

KuM TaNeSi 13 Nisan 2009 22:11

Evlilikte kimin sözü geçmeli?
 
Evlilikte kimin sözü geçmeli?

Evlilikte, her konuda ısrarla kendi fikrini benimsetmek olumsuz sonuçlar doğuruyorİşte mutlu birliktelik için kadının ve erkeğin vermesi gereken tavizler

Evlilikte kadın ve erkek olmaktan önce insan olma fikri benimsenmelidir İnsan her zaman haklı olamaz 'Ben erkeğim her zaman benim sözüm geçmeli' veya 'ben kadınım duygularım her zaman dikkate alınmalı' tarzı yaklaşımlar ilişkiye zarar verir

İlişkinin sağlıklı yürüyebilmesi için

En uyumlu evlilikte bile zaman zaman eşlerin birbirlerine ayrı düştükleri, farklı istek ve ihtiyaçlar içinde olduğu zamanlar vardır Örneğin; erkek işten eve gelip dinlenme ihtiyacında iken, kadın bütün gün ev işleri ve çocuklarla uğraşıp bunalmış ve ilişki, iletişim ihtiyacında olabilir

Ailelerle veya arkadaşlarla görüşmeler, çocuklarla ilgili alınması gereken kararlar, bütçenin ayarlanması vb konularda farklı fikirler doğabilir Bu gibi durumlar kaçınılmaz olarak bir çatışma oluşturur Her zaman orta noktayı bulmak ve uzlaşmak mümkün olmayabilir Böyle bir durumda eşlerden birinin istediği olup ihtiyacı karşılanırken diğeri ona uymak zorunda kalabilir Yani biri kazanırken diğeri kaybedebilir İlişkinin sağlıklı yürüyebilmesi için evlilikte bu gibi durumlar çok sık yaşanmıyor olmalıdır

Evliliği iki insan oluşturur

Kadın ve erkeğin doğasından veya kültürel etkilerden gelen farklılıkları olabilmekle birlikte evlilikteki iki kişi kadın ve erkek olmaktan önce birer insandır ve evliliği iki "insan" oluşturur Bir insanın her zaman haklı olması, her konuda doğru düşünüyor olması imkansız bir şeydir 'Ben erkeğim her zaman benim sözüm geçmeli' veya "ben kadınım duygularım her zaman dikkate alınmalı, isteklerim yerine gelmeli" tarzı yaklaşımlar ise ilişkiyi çıkmaza sokar Evlilikteki uyum ve denge bozulur

Farklılıklar kabul edilmelidir

Evlilikte ben daha önemliyim, benim isteklerim daha önceliklidir tarzındaki yaklaşımlardan kaçınılmalıdır Bunun için kadın olsun erkek olsun kişinin öncelikle kendisini iyi tanıması gereklidir Çiftler kendi düşünce kalıplarının, değer yargılarının farkında olmalıdır Kendi doğrularını hayattaki tek doğru olarak kabul edip buna göre davranan çiftler karşısındakine baskı ve güç uygulamış olur Bu tavır karşı tarafta olumsuz duygular yaratmış olacaktır

PROF DR NEVZAT TARHAN- UZM PSK ÇİĞDEM DEMİRSOY

Efser 07 Nisan 2010 15:26

Eşim Beni Anlamıyor
 
1. Doğrudan anlatın:
Toplumda ipucu vererek, meraklandırarak, sitem ederek, şikâyet ederek, eleştirerek konuşma o kadar fazla ki neredeyse doğrudan söyleyenlere "patavatsız" damgası vurmaktalar. Ancak direkt anlatımda hata ve yorum ihtimali azdır. Yani "konuşmanın muhatabı" olan eşiniz farklı yorumlar yapmadan ne dediğinizi anlayacaktır. Meselâ: Eve geç kaldınız. Kapı açıldığında eşinizin suratı asık, siz önce davranın
-"Ah canım... Geç kaldım, özür dilerim. Otobüsü kaçırdım. Dolmuşta da epey vakit harcanıyor bilirsin. Bir dahaki sefe-re erken çıkarım" şeklinde bir açıklama doğru bir başlangıç örneğidir.
“Ne bu surat, sanki sen hiç geç kalmadın... Kaçırdık işte otobüsü, napalım yani!" ise, diğerine kıyasla yanlış bir başlangıç örneğidir.
Meselâ eşiniz çarşıya çıkarken çok sıkı tembihleyerek tatlı almasını istediniz. Akşama misafir olduğundan bahsettiniz. Eve girdiğinde elinde hiçbir şey yoktu. "Bir gün de unutmadan gelsen olmaz mı?" gibi suçlayıcı cümleler, "Şimdi ben nasıl tatlı yapacağım?" gibi acındırma cümleleri, "Nasıl bir bahane bulacağını merak ediyorum?" gibi alaylı çıkışlar yanlış başlayan konuşma örnekleridir.
Doğru başlangıç ise, "Tatlıyı alabildin mi?" sorusuna, "Evet, arabada, başka bir şey lâzım mı? Çıkmışken alayım" cevabını almakla eşinize ve kendinize sağlıklı bir diyalog yolu açmış olursunuz. Yine farklı bir örnek vermek gerekirse; kendi ailenizde akşam yemeklerinden sonra kahve içme âdeti vardır. Yeni evlisiniz, ancak yemekten sonra kahve gelmiyor. Burada yanlış başlangıç,
-"Üç aydır bekliyorum, bir kahve pişiresin diye misafir olarak mı geleyim bu eve?" yerine doğru başlangıç; "Rica etsem, akşam yemeklerinden sonra kahve keyfi yapar mıyız?" şeklinde olmalıdır.
2. Duygularınızı ifade edin:
Duygularla konuştuğunuzda muhatabın sizi anlaması kolaylaşacaktır. "Neden ve nasıl" sorularına daha az muhatap olursunuz. Açıklamalar her zaman mantıklı olamaz, duygu yüklü olursa konuşma ve anlayış daha kolay olur. :
"Seviniyorum
"Hissediyorum
"İğreniyorum
"Utanıyorum
"Sinirliyim
"Endişeliyim
"Korkuyorum
Şeklinde, konuşurken duygusal etiketler kullanın.
Konuşma sırasında yalnız kendi duygularımızı açıklayabiliriz. Karşıdakinin düşünce ve duyguları hakkında yorum yapmamalıyız.
Davranışlarla tepki vermek yerine sözlü iletişim yollarını kullanmalıyız. Yani kapı çarpıp evden çıkmak yerine "Kızgınım konuşmak istemiyorum" demeyi tercih etmeliyiz.
"Başaramayacaksın" yerine "Bu çalışmanın seni başarıya taşıyacağı konusunda endişelerim var" demek; "Arabayı deli gibi sürüyorsun" yerine "Korkuyorum, biraz yavaşlar mısın?" demek; "Beni üzüyorsun" yerine "Geç kaldığın için üzülüyorum" demek; "Beni çirkin buluyorsun" yerine "O kadar az iltifat ediyorsun ki kendimi çirkin hissedi-yorum" demek daha etkili olur.
3. Eleştirmeyin, yargılamayın, sadece soru sorun:
Hafta sonu dinlenmek istiyorsunuz. Eşiniz piknik programı yapmış. Sabah kalktığında yağmur yağıyordu. "Ohhhh... Yağmur ne güzel! Bugün evdeyiz" (onun istediğinin olamayacağına sevindiğini göstermek yanlışı) yerine "Yağmur yağıyor, sanırım pikniği evde yapacağız, istediğin özel bir şey var mı?" demek. Film seyrettiniz. Filmin genel seyri sizi hiç memnun etmedi. Göründüğü kadarıyla eşiniz ilgi ve merakla seyretti. Film bittiğinde:
"Şimdi bu filmin neresini beğendin? (düşünce okuma yanlışı)" yerine "Filmin şu sahneleri çok mantıksız ve sıra dışı geldi bana. Seyirciye bir şey kazandırdığını zannetmiyorum. Ne dersin?" demek daha etkili olur.
Eleştiri yapmanız gereken durumlarda:
Bazen eşinizin hoşlanmadığınız bir tavrını eleştirmek istemeniz doğaldır. Ancak bu eleştiri, yıkıcı değil yapıcı ve olumlu bir niteliğe sahip olduğunda istenilen mesajı verecektir. Eleştiri yaparken: "Başlangıç gizli olmalıdır. Herkesin içinde yapılan eleştirilerde sonuca ulaşılmaz."
"Nazik bir söz veya iltifattan sonra konuya girilmelidir".
"Eleştiriler şahsi olmamalı, söz veya davranışa yönelik olmalıdır."
"Muhatabın cevap vermesine imkân tanınmalıdır."
""Bir yanlışa bir eleştiri prensibi unutulmamalıdır."
"Eski konulardan örnek verip yeni tartışma konuları çıkartılıp eleştirileni üzmemelidir."
"Bu konuda ne yapabiliriz" şeklinde düzeltme önerilerine beraber karar veril-melidir."
"Konuşmanın bitişi dostça olmalıdır."

4. Konuşma havasını gerginleştirmeyin:
Ses tonu, bakışlar, yüz ifadesi ve davranışlar normal sınırlarda olmalıdır. Asla bağırmamalı, kaşlarınızı çatmamalı, ellerinizle havada daireler çizmemelisiniz.

5. Teşekkür edin:
Konuşma içinde mutlaka uygun bir yerde teşekkür edin. Bu teşekkür, içten, samimi ve gerçek olmalıdır. Mırıldanarak değil, açık sözlerle ve beden dili ile desteklenmelidir. Teşekkür, muhatabın gözlerine bakarak yüzde minnet ve sevecenlik ifadesi taşıyarak belli edilir. Kişilere beklemedikleri anda ve isimleri ile hitap ederek teşekkür edilmelidir.

Özür dilemek bir incelik ve sanattır. Özür dilemek, karşılıklı değer vermenin bir göstergesi olması bakımından ikili ilişkilerde son derece önemli bir yöntemdir. Sözle dilenen özür beden diliyle desteklenmelidir.
Özür dilemenin beş aşaması vardır:
1.Pişmanlık dile getirilir.
2.Sorumluluk kabullenilir.
3.Kasıt olmadığı belirtilir.
4.Şartlar açıklanır.
5.Verilen zarar varsa telâfi edilir.

Tartışmayı önleyen veya güzel sonuçlandıran tutum ve davranışlar şunlardır:
*Genel prensip savaşmak değil, birlikte gelişmek ve huzuru sağlamak olmalı,
*Sorun algıladığımız biçimde ortaya koyulmalı, diğer eşin nasıl anladığı sorulmalı,
*Duygu ve düşünceler abartılmadan gizlenmeden konuşulmalı,
*Sadece anlık sorunlar konuşulmalı, eski hatalar veya olaylar konuşulmamalı,
*Konuşmalarda kızgınlık ifadesi başladığında erteleme yapılmalı,
*Nasihat verir, emreder gibi konuşulmamalı,
*"Sen zaten anlamazsın, kaba adam sen de" gibi eleştiri ve hakaret cümleleri olmamalı,
*Konunun-sorunun özü ile ayrıntısı karıştırılmamalı,
*Konuşmaktan çok dinlemeye özen gösterilmeli, söz kesilmemeli,
*Mutlaka haklılık değil doğruluklar araştırılmalı,
*Sorunlar çevre şartları veya kişilerden kaynaklanıyorsa tartışma ortamına onlar da davet edilmeli,
*Eşler birbirini düzeltmeyi değil ilişkiyi düzeltmeyi hedeflemeli,
*Gerektiğinde özür dileme olgunluğu gösterilmeli,
"Sana ihtiyacım var, sen benim hayat arkadaşımsın" mesajı, davranışla veril-meli,
*Tartışma çözüme ulaşmayacak gibiyse ertelenip sevgi sunumu ile gün devam etmeli,
*Ses tonunuz alçak, sevecen, güzel hitaplar içeren tarzda olursa diğer eşin ses tonunun kontrolü kolay olur,
*Sorunu bastırmak çözümsüzlüğe götüreceğinden, en sakin olduğunuz anda konuyu başlatma olgunluğu gösterin,
*Bir erkeğin kararlarının doğrudan takdir edilmesi ve hatalarının bağışlanması, onun kalbine giden en kısa yoldur.
Dr.Semin GÜLER/Feyz Dergisi, Sayı;193

Medine-web 07 Nisan 2010 15:34

RE: Eşim Beni Anlamıyor
 
güzel paylaşım.evet000
evlilerin tıkandığı nokta;
1-diyalog eksikliği
2-dilin kulağa fırsat vermemesi
3-ben kazanayım haklı olayım çabası
4-kapasite dünya farklılığı

Efser 07 Nisan 2010 19:21

RE: Eşim Beni Anlamıyor
 
Eşler çınar ağacı gibi olmalıdır. Çünkü çınar ağacı, asırlarca ayakta kaldığı gibi gölgesine sığınanları da korur. Sarmaşık gibi olursa hep birilerine dayanır. Üstelik çiçeği sabah açar ama akşam solar. Sabırın mutlaka mükafatı vardır bekleyin görürsünüzsfhfgshsfhsgh

Esma_Nur 07 Nisan 2010 19:26

RE: Eşim Beni Anlamıyor
 
Evlilik, ömürlük bir yolculuktur. Bu uzun yolculukta, tahmin edilemeyecek kadar güzel anlar da yaşanır, hesaba katılmayan sorunlar da baş gösterir. Önemli olan bir kere kanatlandıktan sonra hep havada kalmayı başarabilmektir. Duyguyla mantığı, aşkla arkadaşlığı dengede tutabilen kişiler, bu yolculukta menzile varabilirler.


Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Medine-web 11 Nisan 2010 16:38

RE: Eşim Beni Anlamıyor
 
sıpa otur dinle şimdi;
1-nasredin hoca "deliye kırk gün akıllı deyın akıllı olur,akıllıya kırk gün deli deyın deli olur" .biz sana 3 yıldır akılı dedik netice alamadık.hocanın tezi çürükmüş iflas etti.
2-biri anlamıyor ikisi anlamıyor üçü anlamıyor beşi anlamıyor.konuşturma beni şimdi.asıl anlaşılmaz sensin.müzelik değil tımarhaneliksin.
3-evlilikte seçici olacaksın,kafana hayaline göre seçeceksin.seçtin ise,saygı sevgi eşliğinde eğiteceksin,netice alamazsan müze yerine sabır edeceksin.sen kadını selpak mendilmi sandın be sıpa!!
4-hiç kimsenin eşi 4*4 değildir.illa kusuru olacak ve sen buna göz yumacaksın.(iffet,tesettür,ahlak ve ibadetleri hariç).parantez içindekilere müminler göz yumamaz.ve burası cennet değil eşlerimizde hüri değil.hemmm biz çokmu süperizde,kusuru eşimizde ararız.!
5-eşin forumda üye,ve bu tatsız (ben espiri sanıyorum ciddi olamazsın) cümlelerini okuyacaktır.empati yap bakalım ne düşünecek?
6-biz müslümanlar,eşlerimize saygı sevgi ile yaklaşırız,eğitiriz,uğraşırız,hata ve eksikliklerini asgariye indirmeye çalışırız ve sabırla yolumuzda devam ederiz.eşlerin birbirine tahamulu kalmadığı noktada son çare boşanmayı deneriz.MÜZEYE DEĞİL,BOŞANSAK BİLE O EŞE BAKARIZ SOKAĞA ATAMAYIZ.
anlaşıldımı sıpa!!

Esma_Nur 15Haziran 2011 18:58

Duygunun Merkezi Kalp mi, Beyin mi?
 
Yüzyıllardan beri insan vücudunda duygulara ev sahipliği yapan yerin kalp olduğu düşünülüyordu. Ancak sonradan görüldü ki, kalp sembolik bir kavram. Bir insanın kan dolaşımı ve solunum çalışsa da beyin ölümü gerçekleştiğinde, o kimse ne korkuyor, ne seviyor ne de duyabiliyor. Eğer duyguların merkezi kalp olarak kabul edilirse kalbi çalışan kimsenin bunları yaşamaya devam etmesi gerekirdi.

İşte bu noktada duyguların yönetiminden sorumlu beyin alanlarının varlığı ortaya çıkıyor. Mesela, konuşma sırasında gramer ile ilgili özellikler beynin sol tarafında işlenirken, anlam özellikleri sağ tarafta gerçekleşiyor. Kalem dediğimizde, kalemin hangi harflerden oluştuğu beyindeki sol loba yazılırken, fonksiyonları sağ loba yazılıyor. Kalemle alakalı duygular ise beynin amigdala bölgesine, yani daha iç ve daha derin taraflarına kaydediliyor. Demek oluyor ki insan birşey konuşurken, beyninin her alanı harekete geçiyor. İşte aslı beynin sağ tarafına kaydedilmiş duyguların analizi de yine bu bölümde gerçekleşiyor. Bazı epilepsi hastalarında beyindeki amigdala bölgesi çıkarıldığında bu hastalarda duygusal körlük oluşuyor. Böyle kimseler çok güzel cümleler kursalar da, robot gibi hiçbir şey hissetmeyen insanlar olup çıkıyorlar.

Sezgiler

Bir insanı doğruya götüren dört tane yol vardır. Birincisi pozitif bilim, deney ve gözlem yani ampirik yaklaşımdır. ‘Ateş yakar, arsenik zehirler’ gibi. Bundan sonra akıl yürütme yöntemleri gelir. Bu yöntemlerde dağın ardından çıkan ateşi gördüğümüzde ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Duman çıktığına göre ateşte vardır’ diye düşünürüz. Üçüncüsü sezgilerdir ki; bu doğuştan kadınlarda daha güçlüdür. Kadınların bazı şeyleri sezebilmesi, duygusal farkındalık ile ilgilidir. Meselâ, romatizmalı bir kişi eklemlerindeki duyarlılıkla yağmurun geleceğini birgün önceden nasıl hissederse, duygusal farkındalığı olan kadınlarda bazı sıkıntıları, iç sesleriyle daha erken ve daha fazla hissedebilirler. Meselâ, erkek bazen bir riske girer ve eşi bununla alâkalı korku hisseder. Çoğu zamanda korktuğu konuda haklı çıkar.

Teknoloji ve Duygular

İnsandaki duyguların gözardı edilmesi, ruhsal hastalıkların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bu çağın en büyük özelliği olan vakit sıkıntısı ve insanların kendilerini zaman fakiri gibi hissetmeleri, onları duygusal bakımdan mekanikliğe itiyor. Bazı kimseler duygularını moda, sergi, sanat faaliyetleri gibi değişik yöntemlerle ifade etmeye çalışsalar da bunu herkes yapamıyor. Elektriğin bulunmasıyla beraber gecelerin kullanılır olması ve gelişmiş teknoloji dahi hiçbirimizi zaman yoksunu olmaktan kurtaramıyor. Eskiden işlediği kilimin desenlerine, bir oyanın motiflerine, ördüğü bir kazağın ilmeklerine duygularını aktaran kadın şu anda bunlardan uzak bir şekilde kendisine terapi yolları arıyor.

Duyguların Uyarılması

İnsan beyninde yeniliği arama geni vardır. Bu gen fizikî görünüm noktasında da geçerlidir. Yenilik ihtiyacı kadındaki estetik kaygı ve beğenilme hissiyle birleştiğinde ortaya moda denilen kavram çıkmıştır. Kadının duygusallığını okuyup, analiz eden modacılar duyguları modanın bir unsuru olarak kabul etmişlerdir. Tabii burada, kent kültürünün etkisinden de bahsetmek gerekecektir. Köy kültüründe yetişmiş kimse için estetik kaygılar çok fazla önemli değilken şehirli kadın içinde yaşadığı sosyal çevrenin de etkisiyle işlevsellikten öte bir güzellik endişe taşır. Bu düşünce satın aldığı bir mendilde dahi kendini gösterir. Ancak köylü kadında tıpkı şehirde yaşayan kadın gibi her şeye zevkini yansıtmak ister. Yani yaratılış gereği erkek güzellik, kadın işlevsellik duygusundan uzaktır. Kadınlar birşey alırken. ‘ne kadar işe yarar, amaca ne derece hizmet eder?’ düşüncesinden ziyade hangi oranda güzel olduğuna bakarlar. Böyle düşündükleri içinde alıp kullanılmadıkları pekçok eşyaları vardır. Erkekler ise, beyinlerindeki modülün uyarımı gereği, ‘Güzellik de neymiş? Mühim olan bir şeyin ucuz ve kaliteli olması, işe yaramasıdır’ diye düşünürler. Erkek aldığı bir nesnenin rengine, kadın da fiyatına bakmayı bilmez. Oysa duygusal farkındalığın oluşabilmesi için her ikisinin de bu öğelere dikkat etmesi gerekir. Çünkü hayatta sahip olduğumuz şeylerin fonksiyonel, kaliteli ve estetik olması esastır. Akıllı erkek yaptığı işe güzellik katmayı, akıllı kadında mantık katmayı becerebilirse durum dengelenmiş olacaktır.

Kıskançlığın Kimyası

İnsan kıskançlık hissettiği zaman, kendisine ilk olarak ‘Neden kıskandım?’ sorusunu sormalıdır. Bu soru ile kıskançlık sebebi mutlaka ortaya çıkacaktır.

Eşini öldürmek isteyen paranoid bir kadın hastam vardı. Kendisini psikolojik açıdan incelediğimde, ortaya ‘Eşim beni aldatıyor’ düşüncesi çıktı. Aslında eşi kendisini aldatmıyordu. Onu bu düşünceye yönelten, eşinin cinsel ilgisinin eskisi gibi olmamasıydı. Bu halin, kendisinin aldatıldığını düşünmesi için geçerli bir sebep olmadığını söylediğimizde ise, ‘Beni aldatmıyorsa, cinsel açıdan neden bana eskisi gibi ilgi göstermiyor?’ diye cevap verdi. Elindeki tek delil buydu.

İşte hasta, bu delilden hareketle oluşan şüphe sonunda eşinin her davranışını buna göre yorumlamaya başlamıştı. Küçük bir delili büyük bir kanıt gibi değerlendirmiş, eşine bir bayan selam verdiğinde bile, ‘İşte bu olay da, beni doğruluyor’ diye düşünmüştü. Eşinin cep telefonuna işiyle ilgili, basit bir mesaj bile gelse, olayı hemen abartmıştı.

Bütün bunlar beyindeki yargı mekanizmasının bozulması sonucunda oluşur. Erkek, eşine güvenmeyen ve her fırsatta saldıran bir kadın karşısında, ’Bıktım bu kadından’ diyerek başka kadınlara yönelir. Aslında kadın, farkında olmadan eşini başka kadınlara ittiği halde, ‘Bak haklıymışım, bu adam zaten beni sevmiyordu’ diye düşünür. Fakat kadın daha başlangıçta, ‘Eşimin bana olan cinsel ilgisi azaldı, acaba bu neden oluyor ?’ diye sorabilir, yanlış bir yargıdan kaçınırsa ve kendinde değişiklikler yaparsa, olay başlamadan bitecektir.

Basit kıskançlıklar haset, gıpta gibi bir takım kavramlarla açıklanır. Fakat kıskançlıkta asıl önemli olan sebebi bulabilmektir. Basit kıskançlıktaki savunma mekanizmalarını tanımalıdır. Meselâ; karşı cinsle olan kıskançlıkta cinsel imaj öne çıkar. Fakat hemcinslerin birbirini kıskanmasında, değer verilen şeye özen ön planda olur; sahip olduğu şeyi kaybetme korkusu vardır.

Bazı insanlar ‘ben asla kıskanmam’ der, ama asıl kıskanç olanlar onlardır. Çünkü kıskançlık, asla kabul edemeyecekleri ve kendilerine yakıştıramayacakları en olumsuz duygudur. Kıskanma, negatif duygular içinde en çok gizlenen ve utanılanıdır. Fakat rahatsızlık duyulması gereken şey, kıskanma değil, onun karşısında gösterilen davranışlardır. Bir insan başarılı birini kıskanıyorsa, bundan utanç duymamalıdır. Çünkü kişinin özen gösterdiği bir değer vardır ve kıskançlık onun, bu değerle ilgili hassasiyetidir. Fakat insan, ‘Kıskançlık esnasında yaptığım doğru mu?’ sorusunu kendisine ısrarla sormalıdır.

Meselâ; iyi evliliği çok önemseyen biri, başkalarında gördüğü güzel evliliği kıskanabilir, ama sonradan bunu reddedip, ‘ben kıskanç değilim’ diyebilir. Fakat ‘ben iyi evliliğe önem veriyorum, o sebeple bu duyguları yaşamam normal’ diye düşünmelidir. İnsanlar iyi şeylere layıktır; ancak iyi özellikler layık olanlara gelir. Bunun için kişi, kendisini kötülüklerden arındırmalı ve sürekli gelişme çabası içinde bulunmalıdır. Gönlümüze güzelliklerin misafir olmasını istiyorsak, önce güzellikleri iten olumsuzlukları ortadan kaldırmalıyız.

İnsanın gördüğü bir güzellik karşısındaki ilk tepkisi, özenmek ve ‘benim de olsa’ diye bu özeni ifade etmektir. Kişi, kıskandığı kimsenin kişiliği ile kıskandığı ‘şey’i birbirinden ayırabilmelidir. Yâni başkalarının kişiliği değil, kişiliğindeki iyi özellikler kıskanılabilir. Örneğin, kıskanılan insan çalışkansa, kıskanan kişi onun bu özelliğinden ders çıkarabilmelidir. Yani olayları ayrıştırarak düşünmeyi başarmalıdır. Yoksa insan, kıskançlığı başkalarının kişiliğine indirgerse, ego çatışması yaşar.

Kıskançlığın basamaklarından biri de, gıpta duygusudur. Bu duygu insanı olumsuza yaklaştırır. ‘Benim de olsa’ düşüncesi doğaldır; ama gıpta duygusunda ‘keşke’ vardır. ‘Keşke benim de olsa, ama artık olamayacak. O şanslı, ben şanssızım.’ Bu düşünce tarzı insana acı çektirir.

Ayrıca kıskançlık hisseden kişi, niçin kıskandığı konusunu aydınlatır ve alternatif çözüm yollarına yönelirse, kıskançlık gibi olumsuz bir duygu bile insanı geliştirir. Tabi kişinin bu kabiliyetini geliştirmesi için düşünme yeteneğini de ilerletmesi lâzımdır. Günlük hayatımızda karşılaştığımız problemleri çoğu zaman düşünerek değil, çocukluğumuzda öğrendiğimiz tepkilerle çözmeye çalışırız. Oysaki insan, kendini analiz ederek kemale erer. Yapılması gereken, Yaratıcı tarafından insana verilen, irade ve seçme yeteneğini gerektiği gibi kullanmaktır.

Hanefi mezhebinin kurucusu İmam Âzam’ın, yolda giderken karşısına bir öküz çıkar. Bunun üzerine İmam yolunu değiştirir. Kendisinin bu davranışını görenler şakayla karışık sorarlar: ‘Hocam öküzden mi korktunuz?’ İmam Âzam, ‘Onun boynuzları var, benim de aklım’ diye cevaplar. İnsanın silahı akıldır. İnsanlar akıllarını yeterince kullanabilirlerse, pek çok yanlıştan kurtulabilirler.


Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Esma_Nur 06 Eylül 2011 18:04

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Söz büyüğün, sus küçüğün mü?

Anne soruyor "Çocuğum 10 yaşında ama çok çekingen, insanların arasına girmekte zorluk çekiyor, kendini ifade edemiyor. Bunun sebebi nedir, düzelmesi için ne yapmalıyım?"

Çocuğun ruhsal gelişiminde üç ana unsur çok önemlidir. Sevgi, disiplin ve ilgi. Disiplinin yanlış kullanılması çocuğun geleceğini yanlış şekillendirecektir.

Disiplin kelimesi sert sözler, otorite, eğitim çavuşunun emirler yağdırması, sindirilmiş kitleleri çağrıştırıyor. Çocuklarla ilgili düşünüldüğünde bile bir soğukluk ifade ediyor.

Disiplin sağlıklı sınırlar koymaktır, kalp kırmak değildir. Düzeltmek ve iyileştirmekle yargılamak ve cezalandırmak birbiri ile karıştırmamamız gerekmektedir.

Disiplin çocuğa hayatın kurallarını öğretmektir, onun kişiliğini ezmek değildir.

Disiplin çocuğu sağlıklı ve dengeli yetişkinliğe hazırlamaktır.

Disiplin çocuğun doğru ile yanlışı ayırma, kendini kontrol edebilme, özdisiplin sahibi olabilmesi, insan ilişkilerinde sınır koyabilme, iyi ve yardımsever olabilmek gibi temel duygularımızı güçlendirmektir.

Başını duvarlara vuran Anne-Baba olmamak.

Eğer çok katı olursanız çocuğunuzun kalbini kırarsınız, saldırgan veya çekingen kişilik ortaya çıkar. Eğer çok şefkatli olursanız, çocuğunuz ana kuzusu olur. Eğer çocuğu kontrolsüz bırakırsanız size ve topluma yabancılaşır.

Çocuğunuzda davranış sorunları oluşmaması için doğru kişilik ölçülerinin öncelikle Anne-Baba tarafından bilinmesi gerekir. Elinde model olmayan büyükler küçüklere iyi örnek olamayacaklardır.

Daima orta yolu aramak

İfrat: Katı, tutucu, titiz, kuralcı, yargılayıcı, suçlayıcı olmak. Tefrit: Göz yumucu, aşırı hoşgörülü, her istediğini yapıcı, verici olmak. Orta yol: Sertlik ve yumuşaklık arasında denge. Tıpkı sabun gibi; fazla sıkılırsa kayar gider, fazla serbest bırakılırsa yine kayar gider. Tatlı bir disiplinle orta yolu bulabilmek beceri ister.

1. Otoriter Anne-Baba: Herşeye hayır demeye eğilimli, hükmetmeyi seven, esnekliği olmayan, emir verici, çocuk yerine karar verici eleştiriye kapalı tutum.

2. Liberal Anne-Baba: Çocuğun yanlış davranışlarına göz yuman, kararları tamamen çocuğa bırakan, ceza vermeyen, kabullenici, herşeye evet deme eğilimli, eleştiriyi ciddiye almayan tutum.

3. Demokrat Anne-Baba: Çocuğu ile herşeyi tartışabilen, ikna ve inandırma yöntemi kullanan, gerekirse fikir değiştirebilen, eleştriye açık yönlendirici, karar alırken çocuğun da düşüncelerini alan, doğru yerde evet doğru yerde hayır diyen tutum.

Otoriter Anne-Babaların çocukları nasıl olur?

Eğer sevgi, disiplin, ilgi beraber fazla ise çocuk çekingen, fikrini ifade edemeyen, kendine güveni az, içe dönük, vesveseli, karamsar, konuşma becerisi gelişmemiş, özgür düşünemeyen insiyatif kullanamayan, bağımsız davranamayan bir kişilik olur. Toplumumuzda itaat kültürünün varlığı, herşeyi devlete, büyüklere havale etme eğilimi; "Hikmet-i hükûmetten sual olmaz, söz büyüğün sus küçüğün" anlayışı tembellik ve havalecilik eğilimi bu aile tutumlarının sonucudur. Sevgi az, disiplin çoksa çocuk antisosyal kavgacı, suça ve yalana eğilimli kişilik geliştirecektir.

Liberal Anne-Babaların çocukları, düşüncesizce hareket eden (impulsif), saldırgan, pervasız, bencil, sadece kendini düşünür, acıma duygusu az, narsist (kendini özel ve önemli gören), huzursuz, içki-uyuşturucuya eğilimli bireyler ortaya çıkar. Sevgi, ilgi, disiplin üç unsurda az kullanılmıştır.

Demokrat aile ortamında ilgi yoğundur fakat bu ilgi mantıksız isteklere taviz şeklinde olmaz. Yetişen çocuklarda kendine güvenen, farklı fikir üretebilen, eleştiriye açık, girişken, atak, doğru ve yanlışı ayırt edebilen bireyler ortaya çıkar. Sevgi, ilgi, disiplin üçü de dengeli ve ölçülü verilmiştir.

Rahmet ve Adalet

Bu iki sıfat bütün dinlerde özellikle Kuran-ı Kerim’de ilahi değer olarak sık olarak vurgulanmaktadır. Bunun çocuk ruh sağlığındaki yansıması sevgi ve disiplindir. Rahmet Yüce Rabbimizin bize olan sevgisi, merhametidir; adalet adil yasalara itaat etmemiz için bize ısrarıdır.

Görünüşte bu iki değer birbirine zıt gözükmektedir ama uygun ölçülerde değerlendiği bir atmosfer insanı en mutlu edecek atmosferdir.

Aynı şekilde çocuğu en mutlu edecek atmosferde sevgi ve disiplinin uygun ölçüde dengelendiği atmosferdir.

Sevgi atmosferi; sıcak ve kucaklayıcı bir sevgi, iyi davranışlara sevgi ile destek olmak, hatalara makul ölçüde göz yumma, sabır ve tahammüllü olma, mizah duygusunu geliştirme, hoşgörülü, bağışlayıcı olma, değer verme, zaman ayırma ve ilgilenme demektir.

Mutluluk atmosferinde adalet yani disiplinin yeri çocuğun olumsuz isteklerini kontrol altına almasını ona öğretmek, ters davranışlar için adil cezalar, hayatın zor ve tehlikelerini tanımasını sağlamak, iç disiplin, diğergâmlık, alçak gönüllülük, iyilikseverlik, çalışkan olmak, başkalarının hakkına saygı, dürüst ve adil olmak gibi özellikleri kazanmasını sağlamaktır.

Görüldüğü gibi çocuğun içe kapanık çekingen olmaması için bizim iyi anne ve baba olmamız gerekmektedir. Zararın neresinden dönülürse kârdır anlayışı ile sevgi, disiplin ve ilgi ile çocuğumuza özgüven kazandırabiliriz. Dozunu kaçırdığımız disiplini ona insiyatif vererek, fırsatlar tanıyarak olumlu şekle çevirebiliriz.


Prof.Dr.Nevzat Tarhan

Esma_Nur 28 Eylül 2011 15:51

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
NPİSTANBUL Nöropsikiyatri Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ı daha çok uzmanı olduğu psikiyatri alanında yazdığı kitaplardan ve özellikle de "evlilik" üzerine yaptığı çalışmalardan tanıyoruz. Son kitabı "Evlilik Psikolojisi" nde de konuyu detaylarıyla incelemiş. Nevzat Tarhan ile "evlilik" hakkında konuştuk.

- Son kitabınız "Evlilik Psikolojisi". Bu kitapta hangi konuları işlediğinizden ve neyi amaçladığınızdan bahseder misiniz?

- Bu kitapta evliliğin öncesi ve sonrasıyla pratik yaşamda karşılaşılan her konuyu ele almaya çalıştık. Modern çağın
aileye bakışı, evlilikten beklentiler, farklıların uzlaşması, evlilik öncesi kişinin kendini tanıması, kiminle evlendiğini doğru analiz etmesi, eş seçiminde ailenin rolünün ne olduğu, nişanlılık dönemi ve yaşanan sorunlar, eşler arası iletişim, sevgi, aşk, kıskançlık, güven, fedakarlık gibi konuların evlilikteki karşılıklarının ne oldukları, ailede krizlerin doğru yönetilmesi, yaşanan iletişim hataları, aldatma, boşanma, ikinci evlilikler, şiddet, gelin kaynana ilişkileri, çalışan anneler gibi konular kitabımızın ana temalarını oluşturuyor.

Kitap, evliliği düşünenler ve evli olanlar için rehber bir çalışma niteliğinde. Yaşanan sorunların altında yatan psikolojik dinamiklerin de ele alındığı bir eser oldu ve büyük bir kabul gördü.


Evliliği yanan bir ateşe benzetebiliriz. Ateşin devamlı yanması için sürekli beslenmesi gerekir, tıpkı bunun gibi evliliğin de sağlıklı yürüyebilmesi için evliliği beslemek, evliliğe yatırım yapmak icap eder. Kitabın yazılış amacı budur. Bu yatırım da, ancak kişinin kadın erkek psikolojisi, eşler arası iletişim, çocuk ve ergen psikolojisi vs. gibi konularda bilgi sahibi olarak kendini geliştirmesiyle gerçekleşebilir. Evlilik kendine ait sosyal ve psikolojik sınırları olan bir kurumdur. Bu sınırlar iyi öğrenildiği zaman, evlilik de iyi yürür. Bu nedenle bireylerin evlilik konusunda eğitilmeleri, hayat boyu sürecek sağlıklı birliktelikler için önemli bir etken olacaktır.


- Evlilik kararı verilirken, eğer taraflar aşıksa çoğu zaman başka bir kriter aramıyor. Ama aşk yoksa fiziksel çekicilik, meslek, para, ailelerin durumu gibi kriterler doğrudan belirleyici oluyor. Bu aşamada kadınların ve erkeklerin kriterleri neye göre değişiyor? Kadın nelere bakıyor, erkekler nelere bakıyor?


- Evliliğin doğasını anlayabilmek için biyolojik, psikolojik ve sosyal yani kültürel temellerini iyi bilmek gerekir.
Eşleşme biyolojiktir; insanın genetik algoritması, doğal yapısı evlenmeye yöneliktir. Kadın ve erkeğin birbirlerine cinsel eğilimleri vardır. Bu eğilim, içgüdüseldir ve insan soyunun devamı için gereklidir. Yani evlilik öncelikle insanın biyolojik ihtiyacıdır denebilir. Kadın erkek ilişkilerinde, erkek aşk verir, cinsellik ister; kadın da cinsellik verir, aşk ve sevgi ister. Kadın psikolojik doğası gereği cinselliği ikinci planda tutar. Çünkü kadın sevilmeyi, değer verilmeyi, duygusal ihtiyaçlarının karşılanmasını daha çok önemser.


- Evliliğin bir de kültürel yanı var değil mi?


- Evet, eşleşme biyolojik olsa da evlilik kültürel bir olgudur. Kadın ve erkek arasındaki içgüdüsel çekimi, kültürel bir kurum haline getirir. Bir toplum için kültür, kabul edilebilir standartlar kümesi anlamına gelir ve kültürlerde evlilikle ilgili standartlar birbirinden farklılıklar gösterir. Evlilikteki standartları kültürler kadar insanın kişiliğinde bulunan iletişim stili, sorun çözme tarzı, düşünce biçimi belirler. Bu üç unsur, sosyal bir kurum olan evliliği iki tarafın karşılıklı zaafına dayalı işleyen bir birliktelik haline getirir.


- Sizce eş seçimini yaparken baz alınması gerekenler neler? Mesela aynı dünyanın insanı olmak ne derece gerekli? Türk filmlerinin fakir kız zengin erkek aşkı yürümez mi?


- Evlilikte kişiliğin önemli olması yanında, yaşam felsefesi de önemli. Evliliğe, aileye önem verir kişilikte biriyle evlenmek ön planda olmalı. İnsanın hayatındaki hedefler piramidinin en tepesinde soyut hedefler olmalı. Maddi hedeflerin ikinci, üçüncü planda olması gerekiyor. İnançlı birisinin soyut hedefi ALLAH'ın rızası ve memnuniyetidir. Hatta kariyer koçları bu hedefi şöyle verirler; "Bir insanın ego ideal olarak ne olması gerekir?

Hayatının sonuna geldiğinde nasıl anılmayı istiyorsun, mezar taşına ne yazılmasını istiyorsun, idealin bu olmalı." derler.

İyi insan mı, insanlara faydalı birisi mi, yoksa nitelikli bir dolandırıcı mı? İşte insanın yüksek idealleri budur. Bu idealler eş için de önemli olmalı.

Eş adaylarının birbirini sağlıklı tanıyabilmesi için sevgiyi ikinci, aklı ve mantığı birinci plana almaları gerekir. Evlenmeye hazırlanan gençlerde ise mantıktan çok duygular ön plandadır. Bu nedenle evlenecek genç, duygularının kontrolünde hareket eder ve eş adayını tanımaya çalışırken onun hakkında yanlış değerlendirmeler yapar. Hatta ona karşı objektif olamadığı için doğru değerlendirmelerle yanlış yargılara da varabilir.

- Özellikle size ulaşan vakalardan da yola çıkarak; kadınlar ve erkekler evlilikten ne umuyorlar, ne buluyorlar?

- Kişiler evlilik öncesi kendilerini tanımalı ve evliliğe verdikleri anlamı birlikte oluşturmalıdırlar. İnsan kendini doğru analiz edemezse, beklentileri de gerçekçi olmaz. Bu da evlilik sonrası çatışmaların fitilini ateşler. Evlilikte kadın ve erkeklerin beklentilerinde farklılıklar görüyoruz. Bunları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz.


Kadınlarda önceliği olan psikolojik ihtiyaçlar;

Sevgi ve şefkat ihtiyacı

İlgi ve destek ihtiyacı

İstendiğini hissetme ihtiyacı

Terk edilmeyeceğine inanma ihtiyacı

Çocuklarını büyütme sorumluluğunu paylaşma ihtiyacı

Açık iletişim ve danışma ihtiyacı

Güvenlik ve korunma ihtiyacı

Takdir edilme ve onay ihtiyacı

Evde eğlenme ihtiyacı

Parasal güven ihtiyacı

Erkeklerde önceliği olan psikolojik ihtiyaçlar ise;

Özerklik (bağımsızlık) ihtiyacı

Kendine güven ihtiyacı

Cinsel mutluluk ihtiyacı

İlişkilerde sınır ihtiyacı

Saygı görme ihtiyacı

Mücadele ihtiyacı

Yetilerine inanma ihtiyacı

Adil davranma ihtiyacı

Dışarıda eğlenme ihtiyacı

Parasal özerklik ihtiyacı

Evlilikte tarafların iyi ilişki kurması, psikolojik farkındalık, duygusal kavrayış ve bireylerin doğru analiz yapmasından geçer.

- Evlendiğinin daha erkesi günü "ben bu insanla mı evlendim?" diyenler var, özellikle de kadınlar arasında.

Neden insanlar evlenmeden önce kendilerini gizler?

Bu noktada karşı tarafın gizlemeye çalıştığı kişilik özelliklerini anlayabilmek için bir takım yöntemler, ip uçları var mı?

- Çiftlerin iletişim biçimi, birbirini anlama ve rol paylaşımı evliliğin ilk yıllarında şekillenir. Bu önemli dönemin sağlıklı bir şekilde atlatılabilmesi evliliğin temellerini sağlamlaştıracaktır.

Evlilik öncesi çiftlerin birbirlerini tam anlamıyla tanıması çok zordur. Evlenecek çiftler uzun bir nişanlılık dönemi geçirseler bile, birbirlerini tam anlamıyla tanımaları mümkün olmaz. Eş adayları evlenecek olmanın kaygısıyla hareket ettikleri ve bunun için yoğun bir zihinsel motivasyon harcadıklarından birbirlerine doğal davranmazlar. Bir anlamda, gerçek yüzlerini ister istemez maskelerler.

Evlilik öncesi gençlerin ilgileri hep birbirlerine yöneliktir ve birbirlerini memnun etmeye çalışırlar. Birbirlerinin beklentilerini, ihtiyaçlarını, isteklerini düşünerek hareket ederler.

Evlendikten sonra ise şahsi öncelikler ön plana çıktığı için çiftlerin zaafları, kontrolsüz hareketleri kendini gösterir, çiftler birbirlerine karşı daha doğal davranmaya başlar. Evlilik öncesi eşlerin birbirlerine duyduğu ilgi ise evlilikten sonra başka alanlara yönelir. Bütün bunlar çiftlerin evliliğe bakış açısını değiştirir ve ister istemez ilişkide krizler, çatışmalar ortaya çıkar.


- Aşk evlilik için ne derece gerekli ve yeterli? Aşkla başlamış bir evlilik neden hüsrana uğrar ya da sadece "aşk" evliliği nereye kadar yürütür?


- Evlilik başından sonuna kadar monoton değildir ve birbirinden farklı üç dönemi vardır. İlk dönemde eşlerin ilişkisine romantik duygular hakimdir. Daha sonra karşılıklı kişilik çatışmalarının yaşandığı dönem başlar. Eğer kişiler akıllı davranırlarsa bu dönemi aşarlar ve daha sonra bağlılık dönemi ortaya çıkar.

Bu süreçte, evlenmeden önce yaşanan aşk da sürer. Fakat bu duygu, evlilik sağlıklı yürüyorsa sevgi ve saygıya dönüşür. Hem aşkın hem arkadaşlığın olduğu evlilikler bu yüzden en ideal evliliklerdir. Dolayısıyla aşkın yok olup olmaması evliliğin kendisiyle değil, eşlerin bu duyguyu besleyip besleyememesiyle ilgilidir. Ayrıca birbirine aşık iki kişinin evlenmeseler de aşklarının daha uzun olacağının garantisini kimse veremez.


- Türkiye'de son yıllarda evlilik profilleri değişti. Boşanmalar arttı. Toplumsal yapıdaki değişmeler evliliklere nasıl yansıyor? Bu sebeple ortaya çıkan sorunlar zaman içerisinde çözülebilir sorunlar mı, yoksa bu doğal bir süreç ve böyle devam mı edecek?


- Boşanan insanlar, genellikle eşlerinin kişilikleri ve ruhlarının, kendilerinden farklı olduğunu söyler. Meselâ bazı insanlar, arabaları bir iki arıza yaptığında onu hemen satar, yenisini alırlar. Evlilikte de durum böyledir, ufak tefek arızalarda hemen eş değiştirmek şeklinde kendini gösterir. xBuna nasıl sabrederim, bu gemiyi batırmadan nasıl götürürüm?' tarzında hareket etmek, büyük bir çaba gerektirir.

İnsanlar eskiye göre daha bencil zevkler peşinde ve daha sabırsız olduklarından, zorluklara katlanma yönünde daha az verici davranıyorlar. Zevk peşinde koşmayı daha fazla tercih ediyorlar ve evlilik sorumluluğu onlara yük gibi geliyor. Buna bağlı olarak da boşanmalar artıyor.


Eşinin ağzı koktuğu için ya da göğsü küçük olduğu için boşanan çiftler vardır. 'Senin göğsün küçük, beni tahrik etmiyorsun' diye eşine sürekli söylenen bir erkek, sonunda karısı tarafından terk edilmiştir. Bunların hepsi insanın evliliğe verdiği anlamla, 'evlilikte ne, neden önemlidir?


Öncelikler hangileridir?' sorularına verilen cevaplarla ilgilidir. Bir insanın dokuz iyi özelliği, ağız kokusu gibi bir kötü yanı varsa, böyle bir sebepten evlilik yıkılmaz. Burada meseleye çözüm yolu bulmak gerekir. Bu düşüncedeki bir insan, eşi trafik kazası geçirse ve ayağı sakatlansa, onu bırakacak demektir. Bu insan evliliğe hazır değildir, evliliği bilmiyor kabul edilir.


Boşanmada alkol kullanımı ve ona olan bağımlılık, karşımıza önemli bir sebep olarak çıkar. Sigaranın zararı, kişinin daha ziyade kendi organlarına iken, alkolde insanın sosyal iletişimi ve bu arada evlilik bağları zayıflar. Alkol insanın akıl ve yargı gücünü zayıflattığı için, kişiye yani iş yaptırır. Bunun sonunda, - bir süre sonra - evlilik devam edemez hale gelir. Evlilikteki önemli boşanma sebeplerinden biri de güven zayıflaması, sadakatsizlik ve cinsel ihanettir.

Kişinin, önündeki uzun evlilik yolculuğunu eşiyle yapamayacağı kanaatine varması veya eşinin kendisine zarar verebileceği düşüncesi de çiftleri boşanmaya götürebilir. Boşanma, mantığın insana en lazım olduğu zamanlardan biridir. Çünkü insan bu dönemde hep duyguları ile hareket eder. Mantık kullanıldığı zaman, kişi geleceğini akıllıca garanti altına alacak, sonra da herkes kendi hayatını yaşayacaktır.


- Evlilikte fedakarlık nereye kadar olmalı?

- Eşler arası iletişim ve aile içinde fedakarlığın sınırlarına dikkat etmek gerekir. Geleneksel yapımızda kadın eşine adeta bir taht kuruyor ve erkeğin her istediğini yapıyor. Evlilikte verici olmak, eşler arası iletişim için hayati bir öneme sahiptir ancak bu uygun yerde, uygun zamanda uygun kişiye yapıldığı zaman faydalıdır.


Eşler, özellikle de kadınlar kendi kişiliğini yok sayarak, karşı taraftan övgü ve takdir beklentisi içine girerek fedakarlık yapmamalı. Eşlerden biri, fedakarlık yaptığı zaman diğer eş bunu anlamıyorsa, "Ben fedakarlıklar yapıyorum ama bunların değeri bilinmiyor" demek yerine fedakarlık yapmamayı tercih etmeli. Bir kadın kocasının her istediğini yapıyor ama ondan sürekli nankörlük görüyorsa, bunu onun başına kakmak yerine o fedakarlıkları yapmamayı tercih etmeli. Bu karşı tarafı "neler oluyor" diye düşünmeye itecektir.

Fedakarlığa duyarsız eşe karşı verici olmanın dozunu ayarlarken, onun fedakarlık yapmasına zemin hazırlamak da gerekiyor. Bazı kadınlar, eşi fedakarlık yapacağı zaman sert çıkışlar yaparak, surat asarak onun fedakarlık yapmasını engel olurlar. Bunun yerine fedakarlığa zemin hazırlamak, bunu yapamıyorsa geriye çekilip beklemek gerekir. Fedakarlığın istenildiği için yapılması da özellikle erkekleri rahatsız eder. Kadın eşine "Fedakarlık yap, yapmıyorsun" dediği zaman erkek savunmaya geçer. Fedakarlık bekleyen kişi, acı çektiğini, üzüldüğünü, incindiğini kısacası duygularını karşı tarafa ben diliyle anlatabilirse, eşinde fedakarlık duygusu uyanır.

- Evlilikte 3. kişilerin (kayınvalide v.b.) etkisi nasıl ortadan kaldırılır.


- Gelin kaynana ilişkisinin temelinde her iki tarafın birbirlerine ön yargılılarla yaklaşması yatar. Evlilikten önce kayınvalide, "Gözüm gibi büyüttüğüm çocuğumu bir genç kadın elimden alıyor." gelin ise "Bir kalpte iki kadın olmaz, annesinden koparamazsam eşime sahip olamamam." psikolojisiyle hareket eder.

Bunun gibi duyguların her iki tarafta da olması doğaldır. Ancak bunların zamanla davranışlara yansıması sorunlara neden olur. Çünkü bir düşüncenin beden diline yansıması önemlidir. İletişimin yüzde ellisinden fazlası sözel değil, davranış dilidir.

İnsanın davranışlarını ise bilinçli beyin değil, bilinçaltı yönetir. Yani bir kimsenin beden dili, onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini ele verir. Mesela oğlunun elinden alınacağını düşünen kayınvalide bunu bakışlarına yansıtırsa, gelinde "Kayınvalidem bana hain hain bakıyor" diye düşünür.

Bunun gibi davranışlar gelinin eşini annesinden uzaklaştırma çabalarını körükler ve ortada hiçbir sebep yokken tartışmalar çıkar. Sonuçta da kayınvalidenin istemediği olur ve erkek annesine karşı tavır alır.


Her konuda olduğu gibi aile içi iletişimde püf noktası, tarafların niyetidir. Peygamberimiz "Müminin mümine hüsnü zanla muamele etmesi gerekir" buyuruyor. Gelin kaynana ilişkisinde problemlerin olmaması için en azından birinin önce iyi zanla, art niyetsiz hareket etmesi gerekir. Gelin iyi zanla hareket ederse, davranış dili kayınvalidesini pozitif yönde etkiler ve o da pozitif davranmaya başlar. Unutmamalı ki kaygı ve korkunun arttığı yerde güven zayıflar, güvenin zayıflaması ise iyi niyeti ortadan kaldırır.


- Bazı evliliklerde eşler birbirlerinin özgüvenini ve özsaygısını yıkmaya çalışırlar. Neden?

- Eşinin ihtiyacını, beklentilerini arayıp bulmak, orta noktada buluşmak yerine, kendi hayat senaryosunu karşı tarafa empoze edenler, sorunlar karşısında müvekkilini, suçlu ya da suçsuz olduğunu düşünmeden, körü körüne savunan avukatlar gibi davranır. Oysa evlilikte hakim gibi olmak, ortada bir problem olduğu zaman "Acaba eşim haklı mı?" diye düşünebilmek sağlıklı bir iletişim için şarttır.

Evlilikte "Seni seviyorum"dan daha güzel bir söz varsa o da "Sen haklısın" dır. Eşlerin gerektiğinde sorunlar karşısında birbirlerine "Sen haklısın" diyememesi zıtlaşmayı körükler ve sorun ne olursa olsun, eşler birbirinin kişiliğini sorgulamaya başlar.


Erkek ve kadının, kadın-erkek iletişiminden beklentisi birbirinden farklıdır. Erkek bir sorun olduğunda kabuğuna çekilerek, düşünür ve çözüm üretir. Yani çözüm odaklıdır. Kadın ise sorunu çözmeyi hedeflemez, onu eşiyle paylaşmak ister. Erkek iletişimin bilgi aktarımı; kadın ise yalnızlığı giderme ve paylaşma boyutunu önemser. Bir başka deyişle, iletişimde erkeği sonuç, kadını ise süreç ilgilendirir.

Burada iki taraf da birbirinin bu yönünü dikkate almazsa, ilişkide sürekli iletişim hataları meydana gelir. Örneğin erkeğin yaptığı sekiz işten üç tanesi yanlış ise kadın yapısı gereği yanlış olanlara yönelir ve bunları eleştirir. Erkek ise hatalarının söylenmesinden, kendisine buyurgan tarzda konuşulmasından hoşlanmaz.


Kadının ise, bir sorun olduğu zaman konuşarak rahatlaması adeta şarttır. Bu yüzden erkek sorun olduğu zaman eşini mutlaka dinlemelidir. Sorun çözülmeyecekse bile, bol bol konuşma hakkı verirse onun psikolojik ihtiyacını karşılamış olur.
Eşler arası iletişimde hatalara odaklanarak eleştirel bir dil kullanmak ve karşı tarafı yeterince dinlememek sevgiyi azaltır. Doğru yapılan işleri taktir etmek yani pozitife vurgu yapmak ise sevgiyi artırır.

- Evlilik problemlerinde hangi aşamada profesyonel yardım almak gerekir?


- Eşler arasında yaşanan sorunların, krizlerin temel nedeni evlilik hakkında yeterli bilgiye sahip olmamaktır. Eğitim sistemimizde bu konu ailelere bırakılmıştır.

Fakat eskisi gibi aileler, evliliğe katkıda bulunamamakta ve hakemlik görevini üstlenememektedir. Eskiden bir sorun olduğu zaman yeni evlenen gençlere aile büyüklerinin yardımı olurdu. Çünkü babaanne, büyükbaba, anne, baba ve yeni evli çift aynı evde yaşıyordu ve bunlar birbirlerine destek oluyordu. Tabii sevecen, sevgi veren şefkatli anneanneler, babaanneler artık yok denecek kadar az.

Ayrıca gençler de büyüklerine karşı toleranslı değiller. Bütün bu nedenlerden dolayı günümüzde çiftlerin, aile içi sorunlarda uzmanlardan yardım almaktan başka çaresi kalmamıştır. Aile terapistliği alanında profesyonelleşmiş uzmanların çalıştığı merkezler bu açığı kapatmaktadır. Aile terapisi denilince akla sadece sorun olduğunda çözüm üretmek gelmemeli. Aileye rehberlik ederek muhtemel sorunların çıkmasını engellemek de aile terapisi ya da danışmanlığı içindedir. Aile terapisinin bilimsel adı çiftterapisidir ve sadece eşlerden biriyle olmaz.


Eşler arası iletişimde de bir doğruyu farklı şekillerde söyleyebilmeyi başarmak gerekir. Eşler genellikle "Benim kalbim temiz, dobra dobra konuşuyorum" diye düşünür ve nasıl konuştuğunun önemli olmadığını zanneder. Gerçekten de bu yaklaşım ilk anda insana doğru gibi gelir ama bu tarz iletişimin ilişkiye zararı yoksa bile -ki çoğu zaman vardır- faydasını görmek mümkün değildir.

Bu, kalçadan yapılması gerekirken ağızdan alınan bir iğnenin vücuda yararı olmaması gibidir. Eğer iletişimde iyi niyetiniz, bilginiz, istekleriniz, beklentileriniz gibi veriler karşı tarafa doğru yollarla aktarılmazsa, sonuç alınmaz. Bu ise iyi niyetinizin, çabanızın bir anlam ifade etmemesi anlamına gelir. Eşler arası iletişimde doğru yöntemlerin neler olabileceği ve bunların nasıl kullanılacağı, eşlerin kişilik yapısının ve iletişim tarzlarının tespit edilmesine bağlıdır. Bunları da en iyi şekilde yapacak olan bir uzmandır.


- Zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

- Rica ederim. Başak Hayat Dergisi okuyucularına selam ve saygılarımı sunuyorum.


KAYNAK: BaşakHayat Dergisi

Esma_Nur 02 Kasım 2011 17:46

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Çocuklarda Özgüven

Özgüven bir insanın mutlu ve başarılı bir hayat geçirmesi için ihtiyaç duyduğu bir kişilik öğesidir. Özgüveni yetersiz kişiler kendilerine güvenmedikleri için sorumluluk almaktan çekinirler, yapmaları gereken işlerden bir biçimde kaçmaya çalışırlar, kaçamazlarsa da içinde bulundukları durumu büyük bir gerilim haline getirirler. Kuşkusuz özgüven sadece çocukların değil bütün insanların ihtiyaç duyduğu bir duygudur; ancak kişiliğin önemli bir bölümü gibi özgüvenin de tohumları çocukluktan itibaren atılmaktadır.
Özgüven, insanın kendisiyle barışık olması, kendini olduğu gibi kabul etmesi; yani olumlu benlik algısıdır. Her insanın, bir gerçek egosu vardır; bir de olmayı istediği, arzu edilen egosu vardır. Bu iki egoyu da bilen ve bunları birbirinden ayırabilen bir kişinin benlik saygısı olduğunu söyleyebiliriz.

Bazı insanlar arzu ettikleri egoyu gerçek ego zannederler. Kendilerini olduklarından farklı görür ve göstermeye çalışırlar. Bu insanlarda gerçek benlik saygısı yoktur. Kimileri de bunun aksine kendilerini olduklarından daha değersiz, daha aşağıda algılarlar. Neticede bu iki durum da kendini olduğu gibi kabullenmemedir. Bir insanın hem olumlu yönleriyle hem de olumsuz yönleriyle yüzleşebilmesi; özgüven sahibi olduğu, benlik saygısının yerinde olduğu anlamına gelir. Özgüvenden kastettiğimiz insanın kendini yeterli görmesi değildir, insanın yeterli olduğu alanlar gibi yetersiz olduğu alanlar da vardır elbette. Yetersiz olduğu alanları da görüp bunlarla yüzleşmeye hazır olan insan kendisini geliştirebilen, kendine karşı dürüst ve gerçekçi olabilen insandır.

Özgüven Yetersizliğinde Ailenin Etkisi

Çocuklarda özgüvenin yetersiz gelişmesinin nedenlerinden biri, aşırı himayeci davranan ailelerdir. Bazı anneler çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmek için aşırı korumacı tavırlar sergilerler. Çocuklarını sevgi ve şefkate boğan bu anneler, çocukları hiçbir zorlukla karşılaşmasın diye her türlü işi kendi üzerlerine alırlar. Bu tip ailelerde anne çocuğun yapması gereken şeyleri yapar, çocuk adına düşünür, ona fazla yük vermez. Aslında bu iyi niyetle yapılan bir eğitim hatasıdır. Çocuğun bütün sorumluluklarını üstlenmek çok büyük bir risktir; çünkü çocuk kendi sorununu kendi çözme becerisi kazanamaz. Bu tür bir davranışa mâruz kalan çocukta “Ben yapamam” duygusu oluşur. Bu, özgüveni azaltan bir duygudur; çocuk kendisini yetersiz, güvensiz hisseder ve annesine sormadan hiçbir şey yapamaz hâle gelir.

Ailelerin özgüven konusunda verdiği eğitimde kültürel bir etkiden de bahsetmek gerekir. Bir araştırmada Doğulu ve Batılı öğrencilerin anne ve babalarının bir arada bulunduğu bir topluluğa şu soru sorulmuştur: “Çocuğunuzun girişimci ve özgüven sahibi mi olmasını mı istersiniz, yoksa itaatkar ve sadık olmasını mı?” Batı kültüründe yetişenler bu soruya, çocuklarının girişimci ve özgüven sahibi olmasını istedikleri yönünde cevap vermişlerdir. Doğu kültürüne sahip olanlarsa itaatkar ve sadık çocukları tercih ettiklerini belirtmişlerdir. Bu araştırma bize kültürel kodlarımızla ilgili şöyle bir bilgi vermektedir: İnsanlar neye önem veriyorlarsa çocuklarını farkında olmadan oraya yönlendiriyorlar.

Çocuğun özgüven sahibi olması, girişimci olması aileler tarafından itaatkarlık ve sadakat aleyhine bir risk olarak düşünülebilir ama çocuğu “kuzu” gibi yetiştirmek de doğru değildir. Çocuğu ancak ergenlik çağına gelinceye kadar kendimize bağlı tutabiliriz, daha sonra dış etkilere mâruz kalması kaçınılmazdır. Çocuğun ilerleyebilmesi ve hayata atılabilmesi için riske girmesi, kendi kararlarını kendisinin vermesi, sorunlarını kendisinin çözmesi gereklidir. Çocuk bunları yapamazsa kendi kimliğini geliştiremez ve hayattan korkan, kaçan, her şeyi başkasına havale eden bir insan olur.

Çocuğu küçük yaşlardan itibaren hayata hazırlamak gerekir. Sorumluluk alabilen bir çocuk yetiştirmek isteyen aileler onun büyümesini beklemeden, küçüklüğünden itibaren çocuğa bazı küçük görevler vermeliler ki çocuk bazı şeyleri yapabildiğine, elinden bir işin geldiğine inansın. İlkokula başlayan çocuk sorumluluk almaya hazırdır. Bu çocuğa sorumluluk verilmezse çocuğun kendine duyduğu güven giderek zayıflamaya başlar. İlginç olan şu ki; küçükken çocuğuna hiçbir sorumluluk vermeyen bazı anne babalar, çocukları ileriki yaşlarda sorumluluk almayınca tepki gösteriyorlar. Oysa ki aile eğer o yaşa kadar çocuğa bazı sorumluluklar yükleyip inisiyatif vermediyse çocuğun birdenbire ayaklarının üzerinde durmayı başaramaması gayet doğaldır.

Çocuğun kendine güvenini azaltan bir etken de mükemmeliyetçi anne babaların eleştirinin dozunu kaçırmasıdır. Sürekli eleştirilen çocuk kendisini aptal, yetersiz, beceriksiz hisseder. Diyelim ki çocuk kötü bir karne getirdi, notlarının çoğu zayıf, birkaç tane de iyi var. Aileler genellikle karneye bakar, “Şu niye zayıf, bu niye zayıf?” diyerek çocuktan hesap sorarlar. Bu arada çocuğun kişiliğini eleştirmeyi de ihmal etmezler. Halbuki doğru olan “Bak, şundan beş almışsın, bundan dört almışsın. Şu zayıfları nasıl düzelteceksin?” tarzında yaklaşmak, çocuğu başarıya motive etmektir. O zaman çocuk kendisine değer verildiğini ve sorumluluk aldığını hisseder.

Çocuk yanlış bir şey yapınca onun kişiliğini eleştirmek çok büyük bir hata ve özgüven yıkıcı bir davranıştır. Onu karşınıza alıp yaptığı hatayı kendisine sakin ve kararlı bir dille anlatırsanız çocuk sizi anlayacaktır. Hatasını göstermek yerine, “Sen zaten şöylesin, böylesin” demek çocuğu yaralamaktan başka bir şey yapmaz. Çocuk ailesinin yanındayken kendini yetersiz hissediyorsa sorunu çocukta değil ailede aramak gerekir.

Çocuğun özgüvenini azaltan bir eğitim hatası da çocuğu başkalarıyla kıyaslamaktır. “Bak, filanca hep ders çalışıyor, çok başarılı. Sen niye öyle değilsin?” diye başkasıyla kıyaslanan çocuk kendini güvensiz ve yetersiz hisseder. Halbuki çocuğu kendi kendisiyle yarış yapmaya odaklamak gerekir. Nasıl ki anne baba, çocuklarının kendilerini başka anne babalarla kıyaslamasından rahatsızlık duyarsa çocuk da başka çocuklarla kıyaslandığında aynı rahatsızlığı hisseder. Anne babaların bu bilinçte olması çok önemlidir.

Ailelerin tutum ve eğitim hataları sonucu özgüvenden yoksun bırakılmış çocuklar sürekli kendilerini ailelerine kanıtlama ihtiyacı hissederler. Bunun için ya bir gruba dahil olurlar, ya okuldan kaçarlar, ya da marka tutkusu geliştirirler. Kendilerini gerçekleştirmeyi bir grup ile, marka ile yapmaya çalışırlar. Özgüvene sahip olan bir çocuk marka takıntısına girmez; çünkü bunu çok önemsemez. Anne babalar “Benim çocuğum markasız giymiyor” diyorlarsa önce kendilerini sorgulamalarında fayda vardır.

Aşırı Özgüven

Özgüven fazlalığı da kişilik gelişimi açısından doğru olmayan bir şeydir. Bu durumdaki kişi kendisine ait olmayan davranışlara girişir. Kendisini farklı bir kişiymiş gibi, olduğundan daha üstün bir kişiymiş gibi göstermeye çalışır. “Gururlu, kibirli” diye anılan bu insanlar başkalarının nazarında komik duruma düşerler. Örneğin mezarlıktan geçerken ıslık çalan insanlar vardır, onlar için “Ne kadar kendine güveniyor, hiç korkmuyor” denir. Aslında o kişi müthiş derecede korktuğu için, kendisini tehlikede hissettiği için güvenli rolünü oynuyordur. Gerçek özgüven ile özgüven rolünü birbirinden ayırmak gerekir.

Aşırı özgüven genellikle iki tutum nedeniyle olur. Birincisi yüksek motivasyondur, yani anne babanın çocuktan beklentisinin yüksek olmasıdır. Aile çocuğun yapamayacağı şeyleri hedeflerse çocuk ailesini memnun etmek için farklı görünmeye çalışır, rol yapmaya başlar. Güven rolü oynar. Ailesinin kendisinden yapamayacağı şeyler beklediğini hisseden çocuk hep streslidir, kaygılıdır, mutlu olamaz. “Ne yapsam ailemi mutlu edemiyorum” diye düşünür. Ailesinin beklentilerini karşılayamadığı için böyle bir savunma mekanizmasına sığınır.

İkinci tutum hatası ise övgünün yanlış kullanılmasıdır. Bizim toplumumuzda övgü az kullanılır, bu rağmen çoğu zaman da yanlış kullanılır. Yanlış kullanılan övgü abartılı özgüvene, fazla bir ego kabarmasına yol açar. Bunun için çocuğun kişiliğinin değil çabalarının, becerilerinin övülmesi gerekir. “Sen bir tanesin, akıllısın, dünyada eşin yok” dendiği zaman çocuğun kendini arama, kendini keşfetme, kendini geliştirme becerisi elinden alınmış olur. Çocuk kendisinin her konuda yeterli olduğunu düşünürse kendini geliştirmeye yönelik bir çabaya ihtiyaç duymaz. Övgüyü yanlış kullanmak bu anlamda çocuğa kötülük yapmaktır. Çocuğun kişiliğini değil de “Bak, ne güzel yatağını topladın, ne güzel giyindin” gibi yaptığı iyi şeyleri övmek daha doğru olur. Aksi halde çocukta hatalarını inkar etme duygusu gelişir. Kendisini sadece olumlu bir varlık gibi algılayan çocuğun benlik saygısı yanlış gelişir. Halbuki özgüven; kişinin kendini olduğundan üstün ya da aşağı değil, olduğu gibi kabul etmesi demektir.

Özgüvende Genetik Etki

İnsanın kişiliğinin % 30-40’ı genlerden gelen özelliklerin etkisiyle biçimlenir, % 60-70’i ise öğrenme ile kazanılır. Bazı kişiler genetik yapılarının da etkisiyle içe kapanıktır, bazılarıysa dışa dönüktür. İçe dönük bir kişiyi alıp da aktif, dışa dönük bir kişi haline getirmeye çalışmak insanın genetik doğasına uymadığı için sonuçsuz kalacağı gibi kişide yaralanmaya da neden olur. Dışa dönük kişiden de ağırbaşlı bir insan olmasını beklemek onun kendine güvenini azaltır. Anne babanın çocuğun genetik özelliklerine saygı duyması gerekir. Çocuğu mutlaka tuttuğunu koparacak bir insan olmaya zorlamak doğru değildir.

Aileler çocuklarında görmek istedikleri özellikleri çocuğa adeta empoze ederler. Halbuki çocuğun genetik yapısı, kişilik imkanları ailenin isteklerine müsait olmayabilir. Ailesinin istediği davranışları gösteremeyen çocuk, bunun üzerine bir de eleştiriye, aşağılanmaya maruz kalırsa daha çok içine kapanmaya, konuşmamaya, kendisini çevresinden soyutlamaya başlar, depresyona kadar gidebilir.

Bu türden meselelerde zararın neresinden dönülürse kârdır. İnsanın ruh yapısı plastiktir ve yeni durumlara uyum sağlayabilir. İnsan isterse, anne ve baba da uygun davranırsa kaç yaşında olunursa olunsun bu tür problemlere çözüm bulunabilir.



Prof.Dr.Nevzat Tarhan

Esma_Nur 29 Aralık 2011 14:44

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Çocuğunuzu sakın bu sözlerle sevmeyin...


Estetik değerleri, değerlilik hiyerarşisinde en önemli, en üstün ve öncelikli değer olarak sunan bir ortamda yetişen genç, ergenliğe girdiğinde manken hastalığına sıklıkta yakalanmaktadır.

Bir gazetemize röportaj veren estetik cerrah bir doktorumuz; burada çocuğumuzu “Benim yakışıklı, güzel çocuğum” diyerek sevmeyi önerdi. Çocuğun, güzelliği ve yakışıklılığı kalbiyle hissedeceğini öngörerek bu öneride bulundu.

İşte asıl tehlike de buradadır.

Son yıllarda yapılan beyin araştırmaları çocukluk dönemi öğretilerinin insan beyninde kas gelişimi gibi beynimizi güçlendirilebildiğini kanıtladı.

Bu çalışmalar anne ve baba telkinlerinin “ağsal” bir yapı meydana getirdiğini, nöroplastisiteyi ve zihin haritasının “Önem ve öncelikli yollarını” oluşturduğunu gösterdi.

Ağır makyajlı, marka tutkunu, cesur dekolteli, yüksek topuklu, kaş kaldıran, yağ aldıran, sıfır beden, günlük 500 kalori ile beslenen kız ergenler veya fiziksel görünümü, marka giyinmeyi, lüks yaşantıyı birincil değerlilik ölçüsü olarak kabul eden erkek ergenler karşısında bilim çaresiz bir haldedir. Çünkü harçlıklarını toplayıp estetik ameliyat olan genç sayısı o kadar çok ki…

Çare olarak öne sürülen botoks, göğüs, burun, yağ dokusu estetik operasyonları gerçek çözüm mü?

Estetik operasyonlarda neden artış oldu? Çünkü iyi kalça, iyi vücut sahibi olmak değer olarak iyi bir kafaya sahip olmanın yerine geçti. Kalçasını göğsünü değil kütüphanesini büyüten gençliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız varken bir estetik cerrahın, estetik algılamayı bozan görüşü yanlış anlaşılmaya çok açıktır.

Batı kültürünün görselliği ve estetik değerleri çok yücelttiğini biliyoruz.

Önem ve öncelikli değer olarak fiziksel görünümü içsel görünümden önde tutan yaşam felsefesinin ne sakıncası var dersiniz?

Birincisi, insanların güzel ve yakışıklılık ölçütleri istatistiksel olarak hesaplandığında insanların ancak yüzde 20-30’u toplum tarafından güzel ve yakışıklı olarak algılanır. Geriye kalan yüzde 70-80’i çeşitli derecelerde daha az güzel ve yakışıklı olarak algılanır. Bu anlayış yerleşirse kişi hayatının başında mutsuz olmaya başlar.

Modernizm buna karşı “Çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardır” diyerek kozmetik endüstriyi çözüm olarak sundu. Güzel bilinen bir kadın bile bu anlayışa göre makyaj yapmadığında sevimsiz oluveriyordu.

Yaşlılık ve hastalıkta özgüvenleri yıkılıp yalnızlaşan güzelleri de unutmayalım.

İkincisi, insanın değiştiremeyeceği şeye odaklanmak zorunda kalması onu depresif ve mutsuz yapmaktadır. İnsanoğlu fiziğini güzelleştiremiyebilir ama ruhunu güzelleştirebilir.

Gerçek güzelliğin ve insanı güzel yapan şeyin sevimlilik, olumluluk ve özgüven olduğunu savunanlar, insanoğluna değiştirebileceği ‘değişkenleri’ sunarak mutlu olmasını kolaylaştırmaktadırlar.

Estetik değerleri değerlilik hiyerarşisinde en önemli, en üstün ve öncelikli değer olarak sunan bir ortamda yetişen genç ergenliğe girdiğinde manken hastalığı olarak bilinen Anoreksiya Nervoza veya Bulimia, Beden Dismorfik Bozukluğu gibi insan beyninin estetik algılama ile ilgili alanının bozulduğu hastalıklara kolayca yakalanıyordu.

Çocukluk dönemlerinde fiziksel görünümün çok yüceltildiği ve evde baskın konunun güzel görünmek, ince ve çekici olmak olduğu aile kültürlerinde büyüyen gençlerin beyin gelişimi bundan etkilenmektedir.

29 kilo olduğu halde kendisini 100 kilo gibi algılayarak 500 kalori ile beslenen gençler veya aynaya baktığında güzel olduğu halde kendini çirkin olarak algılayan gençlerin beyinlerinde estetik algılama ile ilgili sinirsel yapıların bozulduğunu biliyoruz.

Bu gençlerin beyinleri “objesiz algılama” yapıyor, olmayan görünümü gerçek sanıyor. Bu derece ilerlemiş olgularda hastane tedavileri sıklıkla gerekmektedir.

Herkes güçlü, ünlü, zengin ve güzel olamaz ama herkes iyi insan olabilir. Fiziksel görünüm kontrol edilmesi zor bir değişken ama iyi huy ömür boyu süren bir değerlilik ölçüsü değil mi?

Değerlilik ölçüsü olarak iyi insan olmayı benimseyip çocuğumuzu severken onun iyi huyunu, güler yüzünü vurgulamamız daha akıllıca bir yoldur.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Özellikle gençler şunu aklından çıkartmamalı(bedene talip olanlar o beden yaşlanınca yeni beden arayışı içine girerler.Kişiliğe talip olanlar için bu sorun yoktur)

Esma_Nur 13 Ocak 2012 10:41

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Başörtüsü siyasi simge diyenlerin ya akıl sağlığı bozuk ya da…


Habere göre BMW Türkiye temsilcisi Borusan Mini Cooper projesi için Burcu Çetinkaya’ya verdiği sponsorluk desteğini başörtülü spor yazarı Merve Sena Kılıç tanıtımda ön planda gösterdiği için sorun yaşadı.

“BMW Başörtüsünü görünce bozuluyor” manşetine yapılan açıklamada Borusan’ın yaşam tarzı ve başörtüsü ayrımcılığı yapmadığını beyan etmesi hiç inandırıcı olmadı.

Telefonla söylenen imajımıza zarar veriyor yaklaşımının arkasından bu açıklama maalesef çocuk kandırma açıklamasıdır.

Aslında muhafazakar bilinen birçok firma halen imaj kaygısı ve eleştiri korkusu ile aynı yaklaşımları gösteriyor.

Borusan’ın kültür faaliyetlerine baktığımızda hiç milli olmadığını hep biliyoruz. Ne reklamda ne de müzik sponsorluğunda kültürümüzü değiştirmek isteyenlerin etkisinde kaldığı izlenimini görmek mümkün.

Bu toplum kendi kültürel değerlerine sahip çıkmayı hep pasif olarak yaptı. Cumhuriyet seçkinlerinin topluma uyguladığı ve dayattığı baskı ve korkunun etkisi halen sürmektedir.

Geçtiğimiz günlerde anayasa değişikliği için TBMM Anayasa Komisyonunda konuşma yapan bir STK temsilcisi “Söylediklerimizden dolayı başımıza bir şey gelir mi?” diye sorması rejim korkusunun ne kadar dirençli olarak yer ettiğinin bir göstergesi olarak düşündüm.

Başörtüsü bir simgedir ama dini simgedir, siyasal simge değildir. Tıpkı ezan, ve minare gibi.

Suç olması mümkün değil bu nedenle açıkça hiç yasaklanılamıyor, münafıkane, riyakarene “Biz başörtüsüne karşı değiliz siyasi simge olan türbana karşıyız” diyorlar. İnsanın gözünün içine baka baka ya yalan söylüyorlar. İnanarak karşı çıkanlar ise paranoya şeklinde dini tazahürlerden korkuyorlar.

Otomobil yazarı genç kız veya baroda staja giden ve üniversitede okuyan genç kız siyasi olarak başını örtüyor diyenlere kanıtın nedir dediğimizde niyet okumayı kanıt olarak sunuyorlar. “Bir genç kız siyasi bir amacı yoksa başını örtemez, ya aklından zoru var ya da kötü niyetlidir” önyargılı streotipik düşünce söz konusudur.

Niyet okuyanlar kanıt sunamıyorlarsa onlara psikiyatrik olarak şu sorulur. “Kuşku durumunda ispat zorunluluğu iddia sahibine aittir, ya ispat et ya da iddiandan vazgeç, yoksa sağlıklı düşünmediğin ve paranoya içinde olduğun kanısına varılır.”

Bende aynı biçimde “Başörtüsü veya türban tipi örtünmenin siyasi simge olduğunu düşünüyorsanız ispat etmelisiniz ispat edemiyorsanız genç kızın beyanına inanmak zorundasınız. Eğer genç kızın beyanına inanmıyorsanız ya sizin başka bir amacınız var yahut ta akıl sağlığınız bozuktur” diyorum.

Toplumumuz da artık şunu görmeli, dini değerler ve inanç sistemi gelişmiş toplumlarda görünür olma hakkına sahiptir. Çünkü insan hakkıdır.

İnsan hakları çağımızın kutsal değerleridir.

İnsan hakkına uymamak insanlık suçudur. İnsanlık suçu işleyenlere “Bir dakika dur” demek zamanı geldi, geçiyor. Anayasa hazırlığı yaparken bile korkan insanlardan oluşan bir toplum olmak gelişmiş bir toplum değildir.

Ben Motosiklet Fedarasyonu’nun BMW’yi yarışma dışı bırakmasının sivil toplum tepkisi olarak fevkalade önemli olduğunu düşünüyorum. Bakalım diğer insan hakları savunucuları da aynı hassasiyeti gösterecekler mi?

Prof. Dr. Nevzat Tarhan -
Bosch,Borusan,Coca Cola gibi firmaları bizler devleştirdik.Koyun ambargoyu bakalım görün o zmn neler oluyor Kendimizi niye bu kadar küçük görüyoruz.Bizim Dini Simgemiz Çarşaftır.Bunlar türbanı hazmedemiyorlar .Daha çok hizaya gelecekler.

Esma_Nur 06 Şubat 2012 16:05

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Karanlığın 7 atlısı ve dindar nesil tartışmaları


Tanzimat Zihin Yapısı’nın toplum ruhuna zerk ettiği olumsuz duyguların günümüze yansıyan hastalıkları siyasetin dindar nesil isteme talebi karşısında tekrar depreşti.

Bazı duygular konulara şaşı bakılmasına neden olur. Karanlığın 7 atlısı denilen ‘Kin, Korku, Öfke, Nefret, Düşmanlık, Hırs, Kıskançlık’ bu duygulardandır.

Mevlana’nın basiret gözü şaşı olanların halini anlatmak için örnek verdiği bir hikâyesi vardır.

Bir şaşıya efendisi emretmiş “içeriye gir de şişeyi al getir”

Şaşı eve girmiş tek şişeyi iki görüp dönmüş efendisine sormuştu;

“İçeride iki şişe var hangisini getireyim?”

Efendi ısrar eder “Şişe birdir sen şaşı olduğun için öyle görüyorsun.”

Şaşı ısrar eder “ Efendim bana kızmayın şişeler gerçekten bir değil ikidir”

Efendi yardımcısını ikna etmek için “O halde iki şişeden birini kır kalanı getir” demiş.
Yardımcı gitmiş birini kırarken ikincisinin yok olduğunu görmüş ama olan şişeye olmuş.

‘İyi insan yetiştirme’ idealinin özellikle modern bilimle doğrulandığı günümüzde ziyan edilmesinden endişe ediyorum.

Günümüzde bu konunun dindarlığa siyasi anlam yüklenerek tartışılması çok tehlikeli ve zarar vericidir.

Türkiye’nin en sağduyulu kalemleri bile bu konuya maalesef şaşı bakıyorlar.

Bu memlekette ebeveynlerin çocuklara dinini öğretme çabasının ne kadar yasaklandığı, tehlikeli görüldüğü, hatta suç sayıldığı dönemleri hepimiz biliyoruz.

Akıl gözü şaşı olanlar karanlığın yedi atlısından birinin etkisindedirler ve bu kişilerde ‘Kognitif Distorsiyon’ denilen realiteyi görememe ve çarpıtma ortaya çıkar.

Korku veya öfkenin etkisi ile yanlış niyet okuyarak cebinden bir şey çıkarıp vermek isteyene silahını boşaltır.

Kin ve nefretinin etkisi ile dost ve düşmanını karıştırır dostlarını uzaklaştırır ve yalnız kalır.

Karanlık duyguların etkisi ile gerçeği tam göremez, varsayımlarla zihnindeki eksiği tamamlamaya çalışır. Yanlış varsayımla dindar insanın tehlikeli insan olduğu şaşı bakışına yönelir.

Değerler erozyonunun yaşandığı günümüzde insani değerlerin yüceltilmesi gerektiği bilim çevrelerince destekleniyor.

Çoklu Zeka kavramını geliştiren Howard Gardner’ın ‘Çoklu Zeka’ya son yaptığı ilave ‘Ahlaki Zeka’ kavramı oldu. Bazı araştırmacılar ‘Vicdani Zeka’ olarak da tanımlıyorlar.

Karakter eğitimi amaçlı kavram eğitiminde bazı insani değerlerin kavramsal olarak çocuklara öğretilmesi istenmektedir. Bu kavramlarla ilgili ‘Ahlakın Nörobiyolojisi’ bilimsel çalışmaları referans oldu. Aşağıdaki değerlerin hangisinin toplumda yaygınlaşmasına karşı çıkarız.

BAZI VİCDANİ ZEKA DEĞERLERİ

-İç sesi dinleyebilmek,
-İç disiplin ve iç sorumluluk geliştirmek,
-Hesap verebilirlik,
-Ahlaki akıl yürütmeyi kullanmak,
-Aşkın güce karşı sorumluluk hissetmek,
-Etik değerlere sahip olmak,
-Bilgeliği amaçlamak,
-Alçak gönüllülükle birlikte doğruluk için de cesur olmak,
-Dürüst ve ilkeli olmayı yöntem olarak benimsemek…

Eğer bu değerleri dini gerekçelerle savunanlar varsa onların da bunu savunma özgürlükleri vardır. Zorla dayatmadıkları müddetçe siyasi anlam yüklemek akıl gözü şaşılığıdır.

Eğitimin genel kabul gören tarifi ‘Bireyin davranışında, kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istenilen yönde değişmeler meydana getirme süreci’ şeklindedir.

Bireyin davranışında olumlu değişmeler meydana getirme devletin sorumluluğunda değil mi?

İtiraz neden bir yazar çıkıyor “Kemalizm yerine dindarlık dayatılıyor” diye akıl gözü şaşılığı ile hareket ediyor, diğer bir yazar çıkıyor “Oğlumun muhafazar olmasını istemem” diyor, bir başkası ise “Ben ateist olmak istiyorum “ diyor. Sanki bazı kişileri muhafazakar olmaya, dindar olmaya zorlayanlar var gibi… Bazı kişiler “Bu sunni İslam dayatmasıdır” diyorlar. Dini kimlikle karekter eğitiminde dinin rolünü karıştıran cahilliklerinin diz boyu olduğunu görüyoruz.

Bütün sorun alıngan ve vehimli bakışın ‘algıları olgu sanma’ şaşılığı, başka bir şey değil. Tabi kötü niyet yoksa.

Tıpkı akıl gözünün şaşı olması nedeniyle başörtülü birini görünce “Bana din propagandası yapılıyor” diyen algı yönetimi kusurlu kişide olduğu gibi.

Eğitim konularını tartışırken şişeleri kırmamaya özen göstermek herkesin sorumluluğudur.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Esma_Nur 11 Şubat 2012 20:14

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Ev hanımlığını küçültmek, psikolojik bir savaş taktiğidir!






Prof. Dr. Nevzat Tarhan, ev hanımlarının psikolojik savaş mağduru olduğunu ifade ederek "Ev hanımlığını küçültmek, psikolojik olarak yapılan bir savaş taktiğidir. Kadını iş hayatına sokup tüketime katarak ve hanımları cinsel sömürü objesi haline getirerek onların değerini azaltmaya çalışıyorlar. Üstün kültürler farklı olan insanları kendine benzetmek için onlardaki bazı değerleri yozlaştırıp küçülterek karşı tarafta aşağılık ve eksiklik duygusu oluşturmak isterler. Böylece kendisine benzetmeye çalışırlar." dedi.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan, aylık genel kültür dergisi Moral Dünyası'na ev hanımlığı ile ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Ev hanımlığını küçültmenin psikolojik olarak yapılan bir savaş taktiği olduğunu kaydeden Prof. Dr. Tarhan, "Üstün kültürler kendilerinden altta kalan kültürleri kendine benzetmek için birtakım taktikler uygular. Bu tip üstün kültürler farklı olan insanları kendine benzetmek için onlardaki bazı değerleri yozlaştırıp küçülterek karşı tarafta aşağılık ve eksiklik duygusu oluşturmak isterler. Böylece kendisine benzetmeye çalışırlar. Bu, Hollywood kültürünün dünyada etkisini yaygınlaştırmak ve tüketimi artırmak için yapılan bir plandır. "Bir moda çıkaralım tüm dünya alsın" diyen bir tüketim ekonomisinin felsefesi vardır burada. Bunun için sinema etkili bir silah olarak kullanılıyor. Buradaki tek tipleşmede ve yozlaşmada sinemanın büyük bir etkisi var. Kadını iş hayatına sokup tüketime katarak ve hanımları cinsel sömürü objesi haline getirerek onların değerini azaltmaya çalışıyorlar. Bu şekilde insanların merak ve ilgisini bu yöne çekmeye çalışıyorlar. ABD, dünya nüfusunun yüzde 5'ni oluşturmasına rağmen kaynakların yüzde 25'ini kullanıyor. İnsanlar bunun farkına varamazsa bu üzücü durum devam edecektir." dedi.
Psikolojik ve kültürel savaş ortamında, ev hanımlığının korunması için öncelikle yapılması gerekenin ev hanımlarının özlerini kaybetmemesi olduğunu ifade eden Prof. Dr. Tarhan, "İyi çocuk yetiştirmek ve annelik yapmak iyi bir fabrika kurmaktan daha kıymetlidir. Anneliğin değerini düşüren topluluklar kendilerine zarar veriyor. Anneliği bu yüzden en önemli meslek olarak görmek gerekiyor. Hatta devletimizin onlara zorunlu sigorta yapması gerekiyor. Bu onların özgüvenini artıran bir uygulama olacaktır. Böyle yapılırsa evde kadının çocuğuyla ilgilenmesi külfet olarak algılanmayacaktır." şeklinde konuştu.

Ev hanımlığını değersizleştiren feministler
Ev hanımlığını değersizleştirenlerin feministler olduğunu kaydeden Prof. Dr. Tarhan, "Feminizm, kadın erkek ilişkilerini kadın-erkek çatışmasına dönüştürdü. Feminizm, kadının özgürleşmesini evden çıkıp iş hayatına atılmasına bağladı. Bunun sonucunda da ev hanımlığı meslek olarak değersizleşti. Ev hanımlarının bu konuma gelmesinin ana nedeni modernizmin getirdiği tezlerdir. Kapitalist sistemde "üretim yaptığın kadar" değerlisindir. "Kadın çalışırsa özgürdür, üretime katılmalıdır" tarzındaki düşünceler ev hanımlığını değersiz gördü." dedi.

Çözüm, anlaşma yapmada
Bir evde kadınla erkeğin beraber çalışma zorunluluğu varsa evdeki işlerin yine kadına kaldığını, bunun da kadını yıprattığını ifade eden Tarhan, şunları söyledi: "Süreç kadının aleyhine işliyor. Erken yıpranmasına sebep oluyor. Fazla yıpranmayan erkek belli bir müddet sonra "dünyaya bir kez geldim, yaşamak istiyorum" diyerek eşinden ayrılmak istiyor ve yuvalar dağılıyor. Bu durumda kadın da mağdur oluyor. Böyle olmaması için evliliğin ilk aşamasında çiftlerin evde işleri paylaşması gerekiyor. Bir gün sen bulaşığı yıkacaksın, bir gün ben yıkayacağım gibi. Bunun açıkça konuşulması gerekiyor. Kadın eğer bu işleri yetiştiremiyorsa, erkek de evliliğinin yürümesi için bunu yapmak zorunda."

Erkek, kadını anlamak için kendini geliştirmeli
Evlilik süresince erkeğin kendinde eksik olan yönlerini geliştirirse kadını anlayabileceğini söyleyen Prof. Dr. Tarhan, bu durumu şöyle izah etti: "Erkekler olayların sonucuna bakar, sürece bakmaz. Estetik algılaması daha düşüktür. Mesela alışverişe gittiğinde erkek bir şeyin "ucuz ve kaliteli" olmasını isterken, kadın "hoş ve güzel" olsun der. Estetik algısı kadında daha öncedir. Kadın kendini iyi hissetmediği, problemin var olduğu bir anda sonuçtan çok süreçle ilgilenir, yani neyden çok nasıla bakar. Erkek, sorunu bir an önce çözmek isterken, kadın çözümden çok süreçle ilgilenir. Kadın, sıkıntıyı gidermek için sorunu çözmekten çok paylaşmayı ister. Biyolojik olarak bu böyledir. Eğer kadınla erkek birbirini anlamak isterlerse yapması gereken şeyler vardır. Kadının sonuçlara daha önem veren bir anlayışı benimsemesi gerekirken, erkeğin de estetik algısını geliştirmesi gerekir. Bunu yaparlarsa çiftler birbirini tamamlar. Erkeklerin algı karakterli, atak ve cesur bir yapısı vardır. Kadın da genetik olarak çocuklara annelik yapmaya daha uygun olduğu için korkuya ve estetiğe duyarlıdır. Kadın beyni duygusal eğilimlidir. Ona göre programlanmıştır. Kadın ve erkeğin birlikte mutlu olması için erkeğin zihnine duyguyu, kadının ise zihnine mantığı katması gerekiyor. Böyle olmazsa aile arasında çatışma yaşarlar."

Ev hanımlarına yeni sıfat: Aile mühendisi
Moral Dünyası dergisinin, "Ev hanımlığı" tabirinin içinin gerek toplum gerekse fertler tarafından bir şekilde boşaltıldığı, ev hanımlığına "Aile Mühendisliği" gibi bir yeni bir sıfat verilmesinin toplumda ne gibi bir etki oluşturacağını sorması üzerine Prof. Dr. Tarhan, şu cevabı verdi: ""Aile Mühendisliği" aslında ezber bozacağı için söylenebilir. Ama kabul edilip tutar mı bilemiyorum? "Aile Mühendisliği" konuyu tartışmak için söylenebilir. Ev hanımlığı meslek olarak ailenin bir bakıma iç işlerinde karar vericisidir. Onlara değerini belirtmek ve iyi hissetmelerini sağlamak için bu söylenebilir. "Ev hanımlığı" kariyer basamağı olarak görüldüğü takdirde daha da yararlı olabilir. Bu kavramları yeniden tanımlamak çok güzel bir düşünce tarzı olacaktır."


nevzat tarhan

Esma_Nur 05 Mart 2012 12:14

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Bediüzzaman'ın ilginç keşifleri



İddialı konuşmayı sevmem ama bugün iddialı konuşacağım. Çünkü Bediüzzaman Said Nursi’nin hayret ve merak uyandıran kişiliğinin, keşiflerinin, yaptığı dönüşümün üzerindeki örtüyü kaldıracağına ve yeni bir dönem açacağına inandığım iki eserden söz edeceğim.

Bugün hepinizin davetli olduğu bir kitap tanıtımı olacak. Kitabın adı ‘Çağın Vicdanı Bediüzzaman.’ NESİL Yayınlarından çıktı. Toplantı Topkapı Eresin Otelde akşam saat 19.30 da.

Kitabın devamı olan ikincisinin adı ‘Akıldan Kalbe Yolculuk, Bediüzzaman Modeli’ olacak. O da hazır. Kısa süre sonra okuyucu ile buluşacak.

Bu kitabı neden yazdığımı giriş bölümümde belirttim.

Ben Risale-i Nur veya Bediüzzaman uzmanı olmadığım gibi dini konularda hiç uzman değilim. Fakat varoluşu bu kadar güzel açıklayan, din ve bilimi bu derece güzel birleştiren, bilim felsefesinde çığır açan, çağın dertlerine tabip gibi reçete yazan ve reçeteyi uygulamaya sokan, benim gibi zor ikna olan materyalist eğitim almış, insanı analiz etmeye çalışan bir meslekle uğraşan birisini tatmin eden eserler hakkında düşüncelerim bir çok kişi için ilginç gelecektir diye düşündüm.

Bence Bediüzzaman’ın Einstein’ın izafiyet teorisi veya Newton’un yer çekimini keşfi kadar önemli pek çok keşfi var. Onlardan bir kaçını sizlerle paylaşmak istiyorum.

1-Elmas kılıç (İmani konularda kiplik mantığı gibi yöntemleri kullanması), sihirli asa (mânâyı harfi yöntemi) ve kuantum ene (hüve nüktesi) kavramları birer keşiftir.

2-Yüz yıl önceye ait İslamiyet’le demokrasi kültürü arasında doku uyuşmazlığı olmadığına dair fikirleri keşiftir.

3-Materyalizmi eleştirirken “antidarwinizm” yapmaması yeni ve ileri bir metoddur.

4-Osmanlının parçalanmaması için yazdığı reçetenin bugün halen geçerli olması şaşırtıcıdır.

Despotizme karşı duruşuna dair kitaptan bir bölüm:

“Bediüzzaman otuzlu yaşlarda İstanbul’a gelip bir hana yerleştiğinde kapısına “Burada her müşkül hallolunur, her meseleye cevap verilir, fakat sual sorulmaz” diye levha asmıştı. Bu iddiasında dikkati çekmek ve özgüvenin yanı sıra, çoğulculuğa da işaret ettiğini görürüz. Medrese hocalarının baskısı ve ilmî istibdadın olduğu bir dönemde ilmî eleştirilere açık olduğunu göstererek, medreselerdeki despotizme meydan okumuştur. Çünkü medrese eğitiminde öğrencinin fazla soru sorma ve tartışma hakkı yoktu. Hocalar başöğretmen gibi ders anlatırlar. Bu sisteme bayrak açan, muhalefet eden Bediüzzaman’ın, odasının kapısına yazdığı yazı ile eleştirilere ve sorgulayıcı düşüncelere açık olduğunu, soru sordurtmayı teşvik ettiğini ve ilmî despotizmi protesto ettiğini görürüz.

İlmi çoğulculuğun işaretini göstererek 1900’lü yılların başında medreselerin aktif olduğu bir dönemde bu kurumların sorgulanmasına sebep olmuştur. O yıllarda o derece hürriyet vurgusu yapmıştır ki, hürriyeti imanın vazgeçilmez bir esası olarak düşündürtmüştür.”

Eşit oyu savunan 1911 tarihli Kürt aşiretlerine bir dersinden yorum;

“Bediüzzaman Münâzarat adlı eserinde çoğulculuğa örnek olabilecek tavsiyelerde bulunmaktadır. Şarktaki aşiretler Yahudi ve Hıristiyanların nasıl eşit oy hakkına sahip olacaklarıyla ilgili bir soru sorarlar: “Meclis-i Mebusan’da Hıristiyanlar, Yahudiler vardır; onların reylerinin şeriatta ne kıymeti vardır?”

Şu cevabı verir:

“Evvelâ: Meşverette hüküm ekserindir. Ekser ise, Müslümandır, altmıştan fazla ulemâdır. Mebus hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek, hâkim İslamdır.

Sâniyen: Saati yapmakta veyahut makineyi işletmekte, san’atkâr bir Haço ve Berham’ın reyi mûteberdir.”

Bir saati yapmak için işinin ehli olan bir Ermeni usta tercih edilirse, Meclis-i Mebusan’da da reyinin muteber olması gerekir. Bu düşüncede, uzmanlığa saygı vardır. Bediüzzaman politikayı da uzmanlık ve işletmecilik alanı olarak görür ve bu konuda kendini geliştirmiş ve seçilmiş insanların reyinin muteber olduğunu savunmuştur. Günümüzde demokratik değerler olarak tanımladığımız katılımcılığı bir asır önce teşvik etmiştir.”

Merak edenlere birkaç örnek verebildim. Umarım keşfedilmemiş bir hazine olan ön asyanın karanlığını gökten gelen ışık gibi aydınlatan bu ilginç kişiliği doğru yansıtabilmişimdir.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan

RABBUL ALEMİN Bediüzzaman h.z'den ebediyyen razı olsun. Ömrü boyunca islamiyetin önündeki engelleri aşmak için uğraşdı..Nevzat hocama tşkler ediyorum. Kendisininde uzmanlığının dışındaki bir konuya değinmiş..

Esma_Nur 06Haziran 2012 12:48

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Nasıl ki, atomun içinde nötron, proton ve elektron varsa ve bunları birbirine bağlayan şey çekim kuvveti ise; canlılar arasında çekimi sağlayan şey de, sevgi duygusudur.

Sevgi, insanları birbirlerine yakınlaştıran, ‘görünmez bağ’ denilebilecek bir duygudur. Eskilerin ‘kuvveti cazibe’ dedikleri şeydir bu. Sevginin üzerine değişik olumlu duyguların eklenmesiyle de sevginin türleri oluşur.

RENKLER VE DUYGULAR

Beyaz, saflığı gösteren renktir. Kırmızı, sevgiyi ifade eder. Sarı korkunun, mavi de güvenin temsilcisidir. Mavide, sınırsızlık duygusu da yer bulur. Siyah, insanı karanlığa doğru götüren bir renktir.

DUYGULARIN BİRLEŞİMİ


Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Sevgiye ümit eklendiğinde, insanı harekete geçirir ve yaşama sevincini artırır. Sevgiyle ümit beraber olduğunda motivasyon ortaya çıkar. Eğer ümitsiz bir sevgi söz konusuysa, çaresizlik duygusu doğar. Bu sebeple pozitif duygular içerisinde en önemlileri, sevgi ve ümit duygularıdır. Bu hislerin beraberliği, sevgiyi artırıcı etki yapar.

Eğer insanın sevgi nesnesi karşısındaki olursa, empati ortaya çıkar. Bu da sevgiyi artırarak dostluğun doğmasına yardım eder. Sevgi ile üzüntü duygusu birleştiği zaman acıma, sahiplenme hisleri oluşur. Sevgi saldırganlık ile birleştiği zaman kontrol etme isteği doğar. Saldırgan kişilerdeki sevgi, sevdiğini disipline etmek şeklinde ortaya çıkar. Bu, çoğunlukla zarar veren bir sevgidir.

SEVGİ TÜRLERİ

Erotik sevgi, sonsuz zevk içerir. Bu tür bir sevgide, karşıdaki insanın cinsel çekiciliği olduğundan, cazibenin kaybı durumunda sevgiyi de yok olur. O yüzden, bunun şartlı sevgi olduğunu söyleyebiliriz. Cinsel arzular, neslin devamı için önemlidir, fakat insanın bütün yaşamını zapt etme ihtimali de olan bir güce sahiptir. Erotik sevgi, insan dışındaki diğer canlılarda da vardır. Romantik sevgi ise, soyut bir zevk içerir ve daha çok insana özgüdür.

Sevgi ile bağlılığın bir araya gelmesi sonucunda aşk oluşur. Kişi sevdiği kimseye bağlandığı için şiddetli bir şekilde onu düşünür, arzular. Aşk bir müddet sonra tutkuya, yani kişinin sevdiği için kendisini feda etmesine dönüşebilir. Onun için ateşe atılır, yanar, hastalanır. Sevgi öyle bir duygudur ki, insan sevilene doğru göç eder.

AŞKIN SEVGİ

Sevgi türlerinden biri de aşkın sevgidir. İnsan kendisini güçsüz, zayıf, yetersiz hissettiğinde her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, bütün olayları kontrol altında tutabilen, her şeyin anahtarı elinde olan, göremediği ama hissettiği bir güce sevgi duyar. Bu büyük güce yönelen his, manevi özelliği olan bir muhabbettir. Bu güçlü his, bağlılıkla birleşirse, Mevlana’nın Hakk’a olan sevgisi gibi derin bir aşk olur. İnsan bu dereceye erdiğinde öyle bir hale gelir ki, sanki her an Yaratıcıyı görüyordur, O’nun yanındadır. Kendini O’na feda etme derecesinde sever.

İNSAN GÜZELİ SEVER

İnsanda mükemmeli sevme eğilimi vardır. Kişi, hoşlanmadığı, görüşmekten hazzetmediği birinin bile iyi yanlarını sevebilir. Bu, diğer canlılarda olmayan bir hususiyet olduğundan, insanın tekâmül etme vasfını da gösterir. İnsan gelişim sürecinde yaşar. Onu ilerleten şey, güzel olan sevme duygusudur. İnsan statükodan, tutuculuktan hoşlanmaz, yenilik arayışıyla yaşar. İşte bu noktada, dinamik olma özelliği taşıyan sevginin insanoğluna en yakın ve yardımcı duygulardan biri olduğunu görürüz.

SEVME DUYGUSU GELİŞTİRİLEBİLİR Mİ?

Sevme duygusunu köreltmek de, geliştirmek de mümkündür. Sevgide önemli olan, sevgi nesnesinin ne olduğudur. Mesela, bazı insanlar çok sevgi doludurlar, fakat sadece kendilerini ya da yanlış şeyleri severler. İnsanlar arasındaki muhabbetin artması için sevgi davranışlarının karşılık görmesi önemlidir. Mesela, aile içinde sevgiyi artırmak istiyorsak, aile fertlerine içtenlikle ve samimiyetle davranarak, duygularımızı pekiştiren örnekler sergilemekte fayda vardır. Ancak sevgi karşılık görmediğinde söner. Bu sebeple devamlı beslenmesi gerekir.

Yazar:
Prof.Dr. Nevzat Tarhan

Esma_Nur 01 Ağustos 2012 13:25

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Üç Yuva Yıkıcı: İçki, Kumar ve İç Mimari...

Mobilya mağazasında kocası ile kavga eden çarşaflı kadını düşündükten sonra bu yazıyı yazma ihtiyacını hissettim. Sade yaşamanın güzelliğini kaybeden bir kültür bizim kültürümüz olmazdı.

İç mimari mesleği ile uğraşanlar yanlış anlamasınlar ancak mesleklerinin bazı risklerini onlara anlatmak istiyorum.

Özellikle iç mimari ve tasarım üretiminde önde olan İtalya, İspanya’nın süratle krize yönelmesi bazı sosyal hastalıkları bize hatırlattı.

Bu üç sosyal hastalık aile de ve ülke de ekonominin çöküşünün görünmeyen psikososyal nedenidir.

Batının “Hedonizm, Egoizm ve Komfortizm” hastalıkları çöküşün işaretleri olarak düşünülmelidir. Bu sosyal hastalık belirtileri bizde de çokça rastlanır oldu.

Zevkçiliği, bencilliği ve kişisel rahatını yücelten bireylerin çoğunlukta olduğu hiçbir aile mutlu olamaz, hiçbir kurum devam edemez ve hiçbir toplum ayakta kalamaz.

Bu üç hastalığın sonucu…

İnsanların tembelleşmesi, lüks ve eğlencenin yüceltilmesi, görev ve sorumluluk duygusunda azalma olması, israfın, aç gözlülük ve doyumsuzluğun yaygınlaşması, sosyal ilişkilerde saygının ve empatinin değerini yitirmesi, bencilliğin teşvik edilmesi sonucu toplum da bazı değerler geriler.

Sevgi, saygı, güven, merhamet ve sorumluluk değerleri zarar görür.

Halkın düzene sevgi ve güveninin zayıflaması ile birlikte toplumda adalet ve dürüstlük duygusunun gerilemesi sonucu gelir dağılımının bozulması ortaya çıkar.

Ahlaksız ticaret,

İlkesiz politika,

Faydasız ilim,

Emeksiz zenginlik,

Vicdansız haz ve

Çilesiz dindarlık varsa “hedonizm, egoizm ve komfortizm” sosyal hastalıkları bu değerleri bozmuş demektir.

Kredi kartı tuzağı

Kredi kartını hazır nakit gibi algılaması ve kredi kartına taksit adı altında tuzak uygulamalar alışveriş çılgınlığını teşvik ediyor. Karşılıksız sermaye olan kredi kartlarının bankaların gelirlerinin dörtte birini karşılaması tesadüf değildir.

Tüketici davranışını etkileyen sosyal hastalıklar insanda temel özdenetim mekanizması olan “İstek ve ihtiyaç” dengesini bozulmasına sebep oluyor. Hoşuna giden bir kıyafet, ev eşyası, kişiye özel tuzakları ihtiyacı olmayan şeyi almamız sonucunu doğuruyor.

Yetinme duygusu yani kanaat hissini zedeleyen modern yaşam tasarruflu yaşamayı eski kafalı olmak olarak sundu.

“X” kuşağı gençlik

Yemeyeceksen, harcamayacaksan, neden kazanıyorsun? diyen eşler şirketleri batırmaya devam edecekler.

Hatta bir genç çalışanımız iyi maaş aldığı halde işten ayrılmıştı. Kalite standartları gereği neden ayrıldığını öğrenmek istedik ve sorduk aldığımız cevap ağzımızı açık bıraktı. 25 yaşındaki genç “Burda iyi kazanıyorum ama harcamaya zamanım olmuyor neden çalışayım ki?” demişti.

Amacı yemek içmek ve eğlenmek olan “X” kuşağı gençlere insani değerleri öğretmek ve yüksek idealler vermekten başka çözüm gözükmüyor.



Prof.Dr. Nevzat Tarhan

muallime 01 Ağustos 2012 16:35

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Arapların evine misafir olduğumuzda sadece halı olan ve muhakkak yerde yemek yenilen evlere misafir oluyoruz..Türklere misafir olduğumuzda ise aşırı mükemmel ve temiz eve çocuk götürülmüyor!Çünkü ev eşyalarına süslere zarar verebilir!!Misafirliklerde 10 çeşite varan israftan sonra herkes misafirden korkar olmuş...Haber vermeden gitmek hakeza.
Artık süs eşyalarının fiyatları binlere dayanmış durumda ...

Bir yakınım anlattı ''.Arkadaşlarla sohbet yapıyoruz.Ama bazı arkadaşlara sohbet sırası geldiğinde sıkıntı oluyor ''.dedi
Niye ?
Heryer heykel dolu.Bir metre büyüklüğünde nerdeyse..
-Eee noluyor peki?
sohbet sırası o hanıma geldiğinde Değeri 1000 lira (nerdeyse)olan Kuğuların gözlerini bağlıyormuş.
Niye dedim.?
Kuran okunacak ya..gülümseyen000


Müslümanların para ile imtihanı ne çetin oldu!diye düşünüyorum.Sınıfa kaldık.İmtihanı geçemedik.

Yine yardım kuruluşlarına yardım edenlerin zenginlerden değilde orta halli gelir gurubundan oluşması hayret verici değilmi!!

Bazen yoklukla, bazen varlıkla imtihan!!Allah yardımcımız olsun..

enderhafızım 15 Kasım 2012 19:04

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Evin Küçük Hükümdarı

Çocuğun ruhsal gelişiminde önemli üç ana unsur sevgi, disiplin ve ilgidir. Bu üç unsur uygun dozda verilmelidir.

Bir sabun düşününüz, gevşek bırakırsanız kaçar, çok sıkarsanız yine kaçar. İşte çocukta böyledir. Dengeli ve ölçülü ana baba tutumları gerekir. Söylemesi kolay, uygulaması zor.

Atakan 17 yaşında uzun boylu, modaya uygun giyinen, saçı jöleli, etkileyici genç bir adam. Konuşurken küçümseyici, alaycı, kibirli, küstahtı. Sinemadan, oyunculuktan hoşlanıyordu. Yalnızdı. Kız arkadaşı çoktu. “Anneme, babama parasal olarak bağlıyım, duygusal olarak değil” diyordu.

Doktora lüks arabaları çizdiği için getirilmişti. Neden yaptığı sorulduğunda, “Benim yoksa onlarında olmasın” diye cevap veriyordu. Hiç pişmanlık duymuyordu.

Atakan’ın özgeçmişi incelendiğinde iki kişilik sevgi verilmişti. Hep övülüyordu. Ailenin tek çocuğuydu. Hep hazıra alışmıştı. Emek vermeden elde etmek istiyordu. Anne ve babası, “Biz çocukluğumuzda çok mahrumiyet çektik, o çekmesin” diyorlardı. Her istediği oluyordu.

Atakan çocukluk narsisizminden çıkamamıştı. Narsisistik (özsever) kişilik özellikleri olan “kendini özel ve önemli görmek, eleştiriye dayanıksızlık, çıkarcılık, başkasını kullanmak, aşk, zenginlik, para, güç düşkünlüğü, övgüyle beslenme, hep kayrılmak isteme, empati kuramama, kıskanç, küstah özellikleri” değişik derecede taşıyordu.

Anne-baba iyi niyetle evde bir “gurur abidesi” yetiştirmişlerdi. Artık herkesi küçük gören bir birey ortaya çıkmıştı.

SEVGİDE ÖLÇÜ

Sevgi çocuğun her dediğini yapmak değildir. Bir çiçeğe fazla su verilirse nasıl zararlıysa sevginin fazlası da zararlıdır. Sevginin fazlası da zararlıdır. Ya kibirli veya tembel bir kişilik ortaya çıkar. Ben merkezci özellik olgun olamayan kişiliklerde vardır.

Sevgi yatırımını egosuna yapmış, kendisi dışında nesnelere sevgisini yönlendirmemiş bu kişiler yanlış sevgi almışlardır.

Primer narsisizm’de çocuk kendisini sever. Büyüdükçe sevgisini kendisi dışındaki nesnelere de yatırır. Sekonder Narsisizm’de yani şizofrenide sevgi tekrar kişiye döner.

Sadece kendisi vardır, kendisini sever, ilgisi kendisine yönelmiştir. Narsisistik kişilikte sevgi çıkarı olan şeylere yönelmiştir. Çıkarı olmayan şey onun için önemsizdir.

Matür (olgun) savunma düzenekleri

Alturizm : Fedakarlık

Assetizm : Zevke değer vermemek

Antisipasyon : Sezgi.

Supcosyon : Kontrollü baskı
Narsisistik savunma düzenekleri

Projeksiyon : Yansıtma (kusur bende değil onda)

İnkar : Reddetme

Distorsiyon : Çarpıtmadır.



Görüldüğü gibi “ben merkezci” birey özeleştiri yapamaz, kendisini sorgulayamaz, kusuru başkasında arar.

Kendini beğenmek, özgüven farkı:

Mezarlıkta yürürken ıslık çalan bir insan özgüven sahibi gibi gözükür. Aslında son derece güvensizdir, fakat güvenli rolü oynamaktadır. Korkularını böyle bastırır.

İşte narsisistik kişide sıradan insan olmaktan korkar. Korkusunu gidermek için hep başkalarını eleştirerek savunma içerisindedir. Egosunu böyle tatmin eder.

Çocuk yaşadığını öğrenir!

Ailede çocuğun model aldığı kişi özsever kişilik özellikleri taşıyorsa o çocuk bu modeli benimser.

Ailede bu kişilik özellikleri ebeveyn yoksa, fakat sürekli egosu şişirilen, alçak gönüllülük öğretilmeyen çocuksa özsever olur.

ÖVGÜDE ÖLÇÜ
Çocuğun iyi davranış ve çabalarını övmek öz güven kazandırır. Çocuğun kişiliğini övmek büyüklük hastalığına (ego hipertrofisi) götürür. Övgü ve onay sözcüklerine herkesin ihtiyacı var ama yerinde kullanılırsa.

PAYLAŞMA DUYGUSU


“Benmerkezci” birey başkasını değil ondaki çıkarını sever. Eşine hediye alırken bile kendi işine de yarayacak bir hediye alır.

İnsan sosyal bir varlıktır, mutlaka vermeyi öğrenerek büyütülmelidir. Çocukluğunda paylaşma ve yardımlaşma kavramlarını kazanmalıdır.

EMPATİK İLETİŞİM


Karşı tarafın duygu, düşünce ve ihtiyaçlarını anlamaya çalışma becerisi çocuk yaşlardan kazandırılmalı. Başkasının hakkına saygı duymak, “sen onun yerinde olsan ne yapardın” sorusunu öğrenen çocuklarda gelişir.

Kendisi için istemediği şeyi başkası içinde istememe yüksek ahlakına sahip olmak hiçte kolay değildir.

Özsever özelliklerini gördüğümüz çocuğun her hareketi onaylanırsa, evin küçük hükümdarı olur. İleri yaşlarda Anne-Babayı silkelemeye başlar.

Kendisini alkışlayanların omuzunda yükselip onlara acı çektiren bireyler yetiştirmemek dileğiyle.

Prof. Dr. Nevzat TARHAN

Nesli_Nur 13 Şubat 2013 11:11

Başörtüsü ile ilgili nefis bir yazı !!!
 
Başörtüsü ile ilgili nefis bir yazı!

Başını örtenler:

Eğer inanmadan örtünüyorsanız, başörtüsünü çıkarınız.
...

Eğer siyasi simge olarak örtüyorsanız, çıkarınız.

Eğer mahalle baskısı ile örtüyorsanız çıkarınız.

Eğer babanızın baskısı ile örtüyorsanız, çıkarınız.

Eğer kocanızın baskısı ile örtüyorsanız, çıkarınız.

Eğer ağabeyinizin baskısı ile örtüyorsanız, çıkarınız.

Eğer yaşadığınız ortamda prim yaptığı için örtüyorsanız, başörtünüzü çıkarınız.

Eğer gelenek olduğu için örtüyorsanız, çıkarınız.

Eğer sizi güzelleştirdiği için başınızı örtüyorsanız, çıkarınız.

Eğer Allah için örtüyorsanız, sizi tebrik ederiz.

Eğer inandığınız için örtüyorsanız, sizi tebrik ederiz.

Eğer dini gereklilik için örtüyorsanız, sizi tebrik ederiz devam ediniz. Ancak artık özgür olmadığınızı unutmayın. Başörtüsü ile sakız çiğneyerek dolaşamazsınız. Karşı cinsle sarmaş dolaş olamazsınız. Artık temsil ettiğiniz bazı değerlerin var olduğunu unutmayınız.

Eğer inandığınız için örtünüyorsanız içini doldurunuz. Dürüstlüğünüz, çalışkanlığınız, hoşgörünüzle örnek olurken; ahlakî anlayışınız, oturup kalkışınızda da daha dikkatli olmalısınız.

Çünkü başörtüsü sizin için hem bir hak hem bir değerdir.

Haktır; çünkü sonradan çıkarılmış bir kavram değildir. 1400 yıllık bir geçmişi vardır. O halde örtündüğünüz gibi yaşayın. Yaşadığınız gibi örtünün.

Karşı çıkanlar:

Başörtüsüne size ölümü hatırlattığı için karşıysanız, vazgeçiniz. Ölüm vardır ve gerçektir.

Başörtüsüne din karşıtlığınız sebebiyle muhalifseniz, vazgeçiniz. Dinin teselli etme ve hayata anlam katma gücünü yok edemezsiniz.

Başörtüsüne korktuğunuz için karşıysanız, korkunuzu analiz ediniz.

Korkunuz dini bir veriden kaynaklanıyorsa, o veriyi tartışınız.

Korkunuz dinin yanlış yorumlarından kaynaklanıyorsa, doğru yorum bulmak ya da oluşturmak için mücadele ediniz.

Korkunuz küçük kentler ve Anadolu’daki mahalle baskısı ile insanlarla diyologa giriniz. Birlikte yaşama bilincini oluşturmak gibi bir misyon üstleniniz. Yasağı yasakla gidermek çözüm olamaz.

Korkunuz İran gibi olmaktan kaynaklanıyorsa, başörtüsüne karşı çıkmak yerine radikalliğe karşı çıkınız.

Korkunuz Atatürkçülüğün tehlikede olmasından kaynaklanıyorsa hangi Atatürk’ü savunduğunuzu sorgulayınız.

Korkunuz Cumhuriyetin tehlikede olmasından kaynaklanıyorsa “Tek Parti Cumhuriyeti”ni mi, “Çok Partili Cumhuriyeti” mi savunduğunuzu sorgulayınız.

Korkunuzun sebebi özgürlüklerin kaybolması ise, ise herkese özgür yaşayacağı ortam sağlayacak çözümler üretiniz.

Korkunuz laikliğin tehlikede olmasından ileri geliyorsa, laiklikle din karşıtlığını karıştırıp karıştırmadığınızı sorgulayınız.

Korkunuz sahip olduklarınızı yitirmekse, elde ettiğiniz varlıklara “düşünceye karşı düşünce” yöntemiyle mi mücadele ediyorsunuz, bunu sorgulayınız.

Başörtülü birini gördüğünüzde size ‘dinsiz’ denildiğini hissediyorsanız, vazgeçiniz. Çünkü bu sizin algınız olabilir. Niyet okuyarak hükme varmak, insanı realite körlüğüne götürür.

Başörtülü bir kadını gördüğünüzde, ‘dinde böyle bir uygulama yok’ diye düşünüyorsanız, bırakınız onu konunun uzmanları söylesin. Bilimsel cahillik yapmayınız.

Başörtüsünü ‘gericilik’ olarak değerlendiriyorsanız, asıl gericiliğin öğrenme hakkını engelleme olduğunu görünüz. Gericilikle mücadele cehaletle mücadeledir; dinle mücadele değildir.

Başörtülüleri ‘kendilerini kısıtlayan insanlar’ olarak görüyorsanız, inandığı değerler için zevklerinden vazgeçenlere saygı duyunuz.

Başörtülüler size ‘Usame Bin Ladin’i hatırlatıyorsa, zihin haritanızı değiştiriniz. Radikal din anlayışının, İslam dininin ilk doğuşunda üç halifeyi öldürdüğünü unutmayınız.

Başörtüsünü görünce ‘dinî faşizm’den korkuyorsanız, Hitler’den hareketle ‘bütün Almanlar faşisttir’ deme adaletsizliğini yapmayınız.

Başörtülüler, size ‘tehdit altında olduğunuz’ izlenimini veriyorlarsa, kendinize konuyu kişiselleştirip kişiselleştirmediğinizi sorunuz. Başörtülülerle konuşmayı deneyiniz. Önyargıları, diyaloglar aydınlatır.

Bir insanın başının zorla kapatılmasından yana iseniz, ceberutsunuz. İslam tarihinde selefi, harici radikalizm yorumu bunu öngörmüştür.

Bir insanın başını zorla açtırıyorsanız yine ceberutsunuz. Bu durum, din karşıtlığını dogma haline getirdiğinizin ispatıdır: Kendinizle yüzleşiniz. Belki de ‘Modern Tiran’lığı savunuyorsunuz.

Güç kullanarak kendi dogmalarınızı kabul ettirmek istiyorsanız, siz Ortaçağ’a aitsiniz. Dinî görünümlü ya da modern görünümlü olmanız fark etmez.

Siyasî talebi olmayan bir genç kızın inançlarının gereğine göre yaşamasına karşı çıkıyorsanız, laikliğe de karşı çıkıyorsunuz demektir.

Siyasî talebi olmayan bir ailelerin çocuklarına dinin öngördüğü ahlakî normları öğretmeyi, din dersi vermelerini laikliğe aykırı görüyorsanız; bu davranış bilimsel, çağdaş, ilerleme ve aydınlanmaya uygun değildir. Alternatif üretiniz.

Siyasî talebi olmayan ama dinini yaşamak isteyen doktora, mühendise, subaya karışmayınız. Aydınlanmanın Descartes döneminde takılıp kalmışsınız demektir. Allah’a hesap verme duygusu yaşayan bir subay ya da doktor ülke için şanstır.

Siyasî talebi olmayan ama dinin teselli gücünü, yaşama anlam katma özelliğini ve ölümden sonraki hayatı öngörme fikrini bilimle birleştirenlere karşıysanız, bilimsel gelişmeye ve düşüncenin ilerlemesine de karşısınız demektir.

Başörtüsüne ‘bazı siyasîler sahip çıkıyor’ diye karşıysanız, demokratlığınızı sorgulayınız.

‘Başörtüsü istismar ediliyor’ diye düşünerek muhalefet ediyorsanız, istismar edenle etmeyeni anlamanın en iyi yolunu deneyiniz.

Bu konuyu istismar edeni etmeyenden, önyargılı olanı olmayandan ayıran laboratuar, sosyal alanlardır. Üniversitelerde serbest bırakın. Üç, beş sene gözlemleyin. Eğer kamu düzeni bozulursa ve başı açıkların hakları ellerinden alınırsa, aptallık yapmayın; mücadelenizi verin.

Eğer askerseniz ve sezgileriniz, Türkiye’nin geleceğini tehdit edecek bir tehlikeyi haber veriyorsa; üniversiteler sizin için birer sosyal psikoloji laboratuarı olacak. Böylece siz de deneyecek ve göreceksiniz: Kamu düzeni, provokasyonlara rağmen bozuluyor mu bozulmuyor mu?

İnsan davranışlarının dilini, yalan söylenip söylenmediğini, niyetleri anlamayı ve korkuları yenmeyi gösterecek en iyi yol, deneme sınamadır.

Deneme-sınama yöntemi her zaman risklidir, ancak radikalliği önlemek için bu riski göze almak gerekir.

Adalet, cesaret istediği gibi doğruları bulmakta, risk almayı gerektirir.

Özgürlük ve barış tarihte hiç kolay elde edilmemiştir.

Bazıları başının dışını örtüyor, bazıları içini örtüyor. Bunun için sosyal psikoloji laboratuarı en etkili bilimsel deney ve gözlem yeridir.

Türkiye kendi modernizmini geliştirmek dünyaya model olma şansını yakalayabilir.

Bu konuda da rehberimiz akıl ve bilim olmalıdır.

Bilim inancı taklit etmez ama tehdit de etmez. İnceler, rapor eder ve tarih sahnesine sunar. Özellikle üniversiteler hiçbir fikre kapısını kapamazlar. Analiz ederler, yorumlarlar. Evrensel yaklaşım bu olmalıdır.

İnanç bilimsel kategoridir. Üniversitelerin sosyal psikolojik laboratuvar olması fırsatını kaçırmayalım. Türkiyemiz bu sınavı dünyaya örnek olacak şekilde aşması dileğiyle…

Prof. Dr. Nevzat TARHAN

Nesli_Nur 13 Şubat 2013 11:56

**DiziLerde üç tehLike:Masa-Kasa-Nisa**
 
MASA - KASA - NİSA

Türkiye maalesef ‘midesi geniş’ insanların çoğaldığı aile kültürünü besliyor ve ihraç ediyor.
Azerbaycan ve Orta Asya’dan çeşitli dostlar edindikçe kadın misafirlerin İstanbul Türkçesini rahat kullandıklarını gördüm. Bunun izlenen Türk dizilerine bağlı olduğunu anladıktan sonra bazı sorulara cevap bulmaya başladım.
Aileler neden daha kolay parçalanıyor, çocuklar neden mutsuz, uyuşturucu neden yaygınlaşmış, şiddet neden artıyor soruları zihnimde karşılık bulmaya başladı.
Eskilerin “şöhret, servet, şehvet” şeklinde ifade ettiği üç cazibeli psikolojik tuzak diziler sayesinde sosyal virüs gibi yayılıyor. Bu dizilerin Ortadoğu ve Balkanlarda da talep görmesi sosyal hastalıkların geleceği konusunda toplum bilimcileri ve ruh bilimcileri düşündürüyor.
İnsanın kalıcı belleğine işittikleri, yaptıkları, söyledikleri değil hissettikleri yazılıyor ve bu unutulmuyor. Bu nedenle hayat yolunda ilerlerken his dünyamızı nasıl yönettiğimiz bizi biz yapan ölçüdür.
Sıradan insanlar gücünü kollarından alırlar, ortalama insanlar akıllarından alırlar, yüksek insanlar ise kalplerinden alırlar. O halde sevgi piramidimizin en tepesinde ne varsa biz ‘O’yuz.
Duygusal yatırımımızı neye yaptığımız, bizi ve hayatımızı dolayısıyla çocuklarımızın hayatının tamamını etkileyecek öneme sahiptir.
Dizilere şöyle bir göz attığımızda
Sabah Gazetesi TV yazarı Yüksel Altuğ dizilerdeki çarpık aile ilişkilerine ve aşkların aile içinde yaşanması örneklerine dikkati çeken bir okuyucu mektubu yayınladı. “Lale Devri filminde ölmüş ablasının eşinden çocuk sahibi olma, Yer Gök Aşk filminde yengesinin babası ile aşk yaşama, Bir Çocuk Sevdim dizisinde kardeşinin kayınpederi ile aşk yaşama, İffet dizisinde üvey annesinin eski sevgilisi ile aşk yaşama, Aşk-ı Memnu’da amcasının genç eşi ile aşk…” gibi ancak midesi geniş insanların rahat seyredeceği diziler çokça seyrediliyor.
Aile kültürüne ve bütünlüğüne bu dizilerin neden zarar verdiği ABD’de ciddi araştırma konusu oldu. Sonuçta aile değerlerinin ve sosyal duyguların güçlendirilmesi gerektiği noktasına gelindi.
Artık şöhret, servet, aşk, eğlence ve makam sevgisinin sadece bireysel egolara yönelik olduğu biliniyor. Bunlar somut zevklerdir ve somut zevk tutkulularının yalnızlaştığı ve mutsuz olduğu anlaşıldı.
Eğer bu duygulara karşı insan harekete geçmezse, bu duygular insana karşı harekete geçiyor, o kişiyi büyülüyor ve esir alıyor. Bu zevklerin hiçbiri uzun vadeli, kalıcı ve tatmin edici değil.
Somut zevkler anlık mutluluk veriyor. Gerçek mutluluk toplam mutluluktur. Yani bütün hayatında yaşadığı “iyi hissettiği günlerin daha çok olduğu” yaşam biçimi gerçek mutluluktur.
Bu duyguların büyüsüne kapılmadan doğru durabilmek modern yaşamda çok zorlaştı. “Nasıl yaşarsam mutlu olurum” sorusuna kolay bir cevap yok.
İnsan eğer yüksek ideallere sahipse, somut zevklerin insanı test eden ve sınayan engeller ve tuzaklar olduğunu görebilir.
Zevk olarak soyut zevkleri keşfetmek gerekiyordu. En iyi ve en güzel şeylerin en yakınımızdaki şeyler olduğu ve bunları doya doya yaşamanı zevkini almayı çoğu kez kaçırdığımızı artık keşfetmeliydik.
Soluduğumuz hava,
gözlerimizdeki ışık,
doğru yaşamanın iç huzuru,
sahip olduğumuz küçük şeylerden zevk alabilmek,
hayal gücümüzü çalıştırarak zihnimizi eğiterek yüksek amacımız için çalışmak,
sıradan ve rutin işleri zevkle yapabilmek,
eş ve yakınlarımızla mutlu olmanın yollarını bulmak, en önemli konular olmalıydı.
Ancak biz bütün sıradan zevkleri değersizleştirip, sahte ve geçici ancak cazip zevklerle kendimizi kolaycılığa kaptırıyorduk.
Hayatın derin anlamlarını anlamak için ölümle, krizle karşılaşmak da gerekebilir. Çoğu zaman insan en dibe vurduğunda kişiliğinin en güçlü yönü ile karşılaşır. Aksilikler içinde görünmeyen lütufları görerek bedeni acı çekerken ruhu keyif alabilir. O halde hayatımızdaki olaylar bizi değil, biz olayları kontrol etmeliyiz.
Bunun için zevk tuzaklarına hazırlıklı olmalıyız. Hayatta dibe vurmadan önce “masa, kasa, nisa (karşı cins)” zevklerinin doruklarına çıkabilir sonra da tepe aşağı gidebiliriz.
İçimizdeki vahşi şöhret, servet, şehvet atlarını ehlileştiremezsek ömrümüzün sonunda mezar taşımıza iyi şeyler yazdıramadan geçip gideriz. Eğer insan akıllı ise yaptığı işin sonunu düşünür.
Kişisel ve aile kültürümüzü etkileyen sevgi ve değerlilik hiyerarşimizi bozan bu dizilere rağbet etmemek birey olarak görevimiz. Fakat bu dizilerin alternatifi diziler yapmak da yöneticilerimizin, sanatçılarımızın sorumluluğudur.

Prof. Dr. Nevzat TARHAN

Esma_Nur 13 Şubat 2013 12:53

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
Sayın nevzat tarhan ile ilgili yazılarınızı bu başlık altında paylaşabilirsiniz.Konular birleştirilmişdir.

Tuba_ 06 Şubat 2014 23:17

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi: rüya uykuyu koruyor
 
RÜYA UYKUYU KORUYOR!

Uyku, ruhun bedenden ayrıldığı an, yarı ölüm. Hayatımızın yaklaşık üçte birini uykuda geçirmekteyiz. Bu da 60 senelik bir ömrün 20 senesi demektir. Günlük çalışmalardan yorgun düşen insan bedeninin ve sinirlerinin dinlenme zamanı olan uyku, kişinin yaşamını derinden etkiler.

Fareler üzerinde yapılan deneylerde; uyutulmayan farelerin mide ülserine yakalandıkları ve iç kanaması geçirdikleri gözlemlenmiş. Uyku bozuklukları kişinin yaşam kalitesini düşürür; bu nedenle ciddiye almak gerekir. Uyku hijyeni olmadığı durumlarda dikkat konsantrasyon problemleri ortaya çıkar; zihinsel yorgunluklar baş gösterir.

Uyku hijyenine uygun davranılırsa kaliteli uyku geçirilir. İnsanın biyolojik ritmi Ay’a göre programlandığı gibi genetik kodumuz da Ay’a göre yazılmıştır. Bu nedenle bir uykunun kaliteli olması için kişinin biyolojik ritme uygun davranması gerekmektedir. Modern yaşam, uyku kalitesini bozdu. Alzheimer gibi hastalıklarda uyku bozukluklarının da etkisi var.

Depresyonda olan kişilerin uyku kalitesi düşüktür. Bir insanın ruhsal durumunu anlamak için uyku profiline bakılır. Genetik ve biyokimyasal profiller gibi uyku profili de kişinin sinir sisteminin nasıl çalıştığı konusunda bilgi verir. Uykunun niteliği, kişinin ruhsal yapısıyla ilgili özelliklerini gösterir. Kâbuslar, korkulu rüyalar uyku terörüdür. Kişi, kalbi çarparak uyanır. Uykuda panik ataklar geçirir.

Şizofrenlerin uyku profili çıkarıldığında, bu kişilerin diğer insanlardan farklı olarak kaliteli uykuya geçemedikleri gözlemlenmiştir. Uykunun dört fazı var: Bunlar uyanıklık, rem, üçüncü ve dördüncü evrelerdir. Şizofren hastalar, uykunun üçüncü ve dördüncü evresine geçemiyorlar. Beyin, kimyasal onarımı yapamıyor. Bu nedenle şizofrenlerin uyku görüntüsü önemlidir. Bir şizofrenin uykusu düzelmişse normale dönmüş demektir. Uykunun ruh ve zihin sağlığı üzerinde böyle bir fonksiyonu var.

Ülkemizde gittikçe sayısı artan uyku laboratuarlarında rüya çalışmaları yapılmaktadır. Bu laboratuarlarda sürdürülen psikolojik ve psişik araştırma ve gözlemler, rüyaların kaynak ve nedenlerin çeşitlilik gösterdiğini ortaya koymaktadır. İnsanın uyku halindeyken gerek bilinçaltından kaynaklanan, gerekse çeşitli kaynaklardan aldığı tesirlerin imajlara bürünmesiyle oluşan algılara rüya deniyor. Uyku sırasında, kişinin bilinçaltındaki düşünceler, özlemler ya da istekler, bir film şeridi gibi göz önünden geçer. Freud’a göre bilincin gizlediği, tamamen sakladığı bazı olgular, ortaya çıkabilmek için yol aramaktadır. Bunlar, rüyalar haline girerek kendilerini göstermektedir.

Rüya esrarlı bir dünyadır ve rüya, bir çeşit uykuda yaşanılan hayattır. Rüyaların çoğu gereksiz gibi görülse de rüyalar anlamsız değildir. Rüya uykuyu koruyor. Rüya gören kişi kaliteli uyur. Kaliteli uyku ise kaliteli ruh sağlığı demektir. Freud rüya için ruh sağlığının gardiyanı diyor.

Uykunun rem dönemi vardır; buna paradoksal uyku da deniyor. Rüyalar işte bu uyku sürecinin esas dönemi olan rem evresinde görülüyor. REM döneminde uyandırılan deneklerin % 80’inin rüyalarını hatırladıkları görülmüştür.

Rem aşamasında vücut derin uykudadır fakat beynimiz uyanık gibi çalışır; uyanık gibi alfa ve beta dalgalarını üretir. Teta ve delta dalgaları uyku dalgalarıdır. Teta dalgası hipnozda (uykuya dalma, gevşeme halinde) üretilir, derin uykuda ise delta dalgası yayılır.

Rem, beynin zihinsel fonksiyonlarının dinlendiği yakın bellekteki bilgilerin uzak hafızaya, uzak hafızadaki bilgilerin de yakın hafızaya atıldığı ve öğrenilenlerin arşivlendiği evredir. İnsan hafızasının kaydettiği olaylar rüyada yaşanır. Rüyaların öğrenme ve ruh sağlığı üzerindeki etkisi test edilmiştir. Rüya görmesi engellenen bireylerde öğrenmenin zorlaştığı ve çeşitli depresif ve psikotik tepkilerin ortaya çıktığı deneysel olarak gözlemlenmiştir.

Rüyalar yoluyla travmatik bellek hakkında bilgi edinilir. Geçmişte yaşanılan olaylar, çocukluk dönemindeki şok yaşantılar hakkında ipucu yakalanır. Mesela biofeedback adlı dijital teknoloji temelli seansta, bir hastamız mor rengi görünce beyninde stres dalgası harekete geçiyordu. Beynin mor renge karşı aşırı reaksiyon vermesinin altında; geçmişte mor elbiseyle sünnete giderken kaza gibi bir durumun yaşandığını ve bu durumdan kaynaklanan bir korkunun yattığını öğrendik. Bunun gibi rüya yoluyla da travmatik bellekteki bilgilere ulaşabiliyoruz.

Rüyalar kişiyi keşfe götürebilir. Kişiyi gerçeğe dört yol götürür. İlki deney ve gözlem sonrası akıl yürütme daha sonra sezgiler son olarak da inançlar… Donanım varsa çok derine gidebilirsiniz. Denizin altına ilişkin bilgin varsa öğrenirsin.

İnsan zihninde üç dönem vardır. Birincisi hayal kurma, ikincisi kuluçka dönemi, üçüncüsü ise doğum. Kuluçka döneminde zihinsel geviş getirmeler vardır. Bu evrelerin ilkinde kişi hayal kuruyor. Zihinsel emeğin sonucunda rüya o karara yardım ediyor. Bu konuda zihinsel yatırım yapılmışsa rüyaların keşfedici gücü olabilir.

Rüya gerçekliği ile dünya gerçekliği aynı değildir. Dünya madde evreni, rüya ise semboller evrenidir. Kuantum felsefesiyle dünyanın madde evreni olduğu tezi yıkıldı. Rüyalar, kuantum felsefesini doğruluyor.

Evrende sadece beş duyu yoktur. Duyu ötesi algılama var. Beş duyunun ötesinde otuz iki duyu var. Manyetik duyular da bunlardan biri. Evrende bazı bilgiler, sinüs frekansı şeklinde dolaşıyor, fakat biz bu sinüs frekansındaki sesler ve görüntüleri algılayamıyoruz.

Yaşanmış olaylarla ilgili rüya görmek olağan bir durum olmasına rağmen, yaşanmamış olaylarla ilgili rüya görmek insan hayatında nadir rastlanır. Fakat bu durum bazı kişilerde sık görülmektedir. Bazı kişilerin algıları çok gelişmiştir ve bu konuda özel yeteneklidirler. Sinüs frekansıyla yaklaşan kişiyi algılayabilirler. Bu altıncı his olarak da biliniyor. Beyinde ayna nöronlar var. Ayna nöronlar, bu kişilerde aşırı geliştiği için daha kapı çalmadan yaklaşan kişiyi hissedip adını andıkları gözlemlenmiştir.

Hipokrat’ın “Sağlık Bilgisi Kitabı” adlı çalışması, bazı rüyaların çeşitli hastalıklarla ilgili olabileceği düşüncesi üzerine kuruludur. Hipokrat’a göre; rüyalar kişinin sağlık durumunu önceden haber verici niteliktedir. Hipokrat “rüya anahtarları” denilen sembollerle kodlanmış rüyalardaki verilerin “haberci” değerleriyle ilgili rüya yorumları üzerinde çalışmıştır.

Bir hadiste Peygamberimiz: “Artık yeryüzünde müjdeleyicilerden başka peygamberlikten hiçbir şey kalmadı; müjdeleyiciler güzel rüyalardır.” Der. Bu nedenle rüyalar, müjdeleyici ve uyarıcı özelliğe de sahiptir. Ancak bunun anahtarını iyi bilmek gerekir. Rüya Tabirleri kitapları aldatıcı olabilir.

Rüyalar yoruma açıktır. Rüyayı iyiye yorumlamak olumlu düşünce kalıplarını doğurtur, kaygıyı azaltır. Olumsuz yorumlattığınızda farkında olmadan buna inanarak düşünce sistemini bozabilirsiniz. Beynimiz bir bilgisayar gibidir. Bilgi girişi yapılıyor, beyin o bilgiyi işliyor, yorumluyor ona göre tepki veriyor. Eğer o girilen bilgiyi yanlış modüle edip yorumlarsanız, yanlış tepki verirsiniz. Rüya yorumlarında kişinin arka planını, kişiliğini, geçmişini bilmeden yorum yapmak doğru değildir. Yorumlar bir bakış açısı kazandırır hemen inanmamak gerekir. İnanmak beynin enter tuşuna basmaktır. Zihninizde hemen o program çalışır. Beyninize bir inanç, mit ya da bir kanaat yazdınız mı bu farkında olmadan hayatınızda etkili olur.

Gördüğü rüyayı yorumlatmak için falcıya giden bir kadın hastam vardı. Falcı, rüyasını kocasının onu aldattığı şeklinde yorumluyor. Kadın kocasından şüphelenmeye başlıyor. Adam eve yüzü asık geldiğinde; kadın ‘beni aldatıyor’ düşüncesine kapılıyor. Ve iş boşanma aşamasına kadar varıyor. Bir rüyanın yanlış yorumlanması insanların hayatını bu ölçüde etkileyebiliyor.

Rüyaya inanmak falcıya inanmakla aynıdır. Rüyalara inananın beyin programı ve pusulası bozulur. Peygamber Efendimiz: “ Rüya ile amel etmeyiniz.” diyor. Fiziksel realite ile rüyanın realitesi farklıdır. Bu İslami literatürde “ misal âlemi” olarak geçer. Yani sembollerin olduğu bir âlem. Keşif ehli, o âlemdeki bilgileri alıp size getiriyorlar. Bu deneyüstü bir gerçeklik olduğundan bunları maddesel olarak ölçemeyiz.

DEĞİRMEN DERGİSİ SAYI 33-34

EyMeN&TaLhA 13Haziran 2014 03:29

Cevap: Prof.Dr.Nevzat Tarhanın yazı dizisi
 
ÇOCUĞUNUZU EVİN HÜKÜMDARI YAPMAYIN!...

Şımartılan çocuklar ileride büyük sorunlar yaşıyor.


Çocuğunun her ihtiyacını karşılayan, bir dediğini iki etmeyen ebeveynler aslında çocuklarına kötülük yapıyor.

Çünkü her ihtiyacı karşılanan çocuk bir süre sonra benmerkezci oluyor ve evin küçük hükümdarı haline geliyor. Hep almak istediği gibi vermeyi öğrenemiyor.

Büyüdükçe istekleri de büyüyor, zevk eşikleri yükseliyor. Bir süre sonra ise sıradan şeylerden zevk alamaz olup, sıra dışı şeylere yönelmeye başlıyor. Tehlike de işte o zaman geliyor.

Ebeveynin çocukluk yaralarını onarmak için kendi çocuklarını kullanabildiklerine dikkat çeken Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatr Prof. Dr. Nevzat Tarhan, ebeveynin aklın gereğinden ziyade duyguların gereğini yaptıklarına dikkat çekiyor.

Hal böyle olunca çocukların zamanla evin küçük hükümdarları haline gelebildiğini vurgulayan Tarhan, çocuğun zamanla her şeyi yönetmeye başlayabildiğini kaydediyor. Tarhan her ihtiyacı karşılanan çocuğun bir süre sonra benmerkezci olabileceği uyarısında bulunuyor.

Benmerkezci çocuk daha kolay zevk tuzağına düşüyor

“Her ihtiyacı karşılanan çocuklar bir süre sonra benmerkezci olurlar, hep almak isterler, vermeyi öğrenemezler. Biraz daha büyüdüklerinde istekleri de büyür, zevk eşikleri giderek yükselir. Artık sıradan şeylerden zevk alamaz olur ve sıra dışı şeylere yönelmeye başlarlar. Zevk tuzağına kapılabilirler; iş uyuşturucu madde kullanımına kadar varabilir. Anne-babalar da ‘Biz ondan hiçbir şeyi esirgemedik, ona iki kişilik sevgi verdik. Neden böyle oldu?’ diye sormaya başlarlar.”

Bu tehlikeden uzak durmak için çocuklara arzularını durdurmayı, kontrol etmeyi, “dur-düşün-yap” mantığını öğretmek gerekir diyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, çocuğun ihtiyacı olmayan şeyi istediğinde çocuğa hayatta her arzulananın karşılanmasının mümkün olmadığını uygun bir dille anlatabilmesi gerektiğini ifade ediyor.

“Çocuk ihtiyacı olmayan bir şey almak istediğinde ona sevgiyle yaklaşıp ‘İhtiyaçlarını gidermeyi biz de çok isteriz. Senin mutluluğun bizim mutluluğumuzdur. Ama insanın hayatta tüm arzularının karşılanması mümkün değil. Sadece senin ihtiyaçların yok; kardeşinin de, evin de ihtiyaçları var’ şeklinde bir açıklama yapılmalı ve çocuğun arzularını kontrol etmeyi öğrenmesi sağlanmalıdır.”

Bu tarz bir açıklamanın çocukta sorumluluk duygusunu geliştireceğinin altını çizen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, çocuğa arzularını erteleme anlayışını aşılayabilmek için ebeveynlerin rol model olabilmesinin önemli olduğunu belirtiyor.

Anne-baba gerektiğinde “hayır” diyebilmeli

“Bir şey alacakları zaman onun gerçekten ihtiyaçları olup olmadığını sorgulayan anne-babayı gören çocuk bir süre sonra aynı davranışı sergileyecek, sadece hoşuna gittiği için istediği bazı şeyleri almaktan vazgeçecek, ihtiyacı varsa onu edinme yoluna gidecektir.

Unutulmamalıdır ki, anne-babaların görevi çocuklarını mutlu etmek değildir. Gerektiği yerde hayır diyebilmelidirler. Çocuk üzülebilir, ağlayabilir ama iyi yönde değişmesi için bazı acılara katlanması gerekir.”

prof.dr Nevzat Tarhan


SAAT: 13:55

vBulletin® Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2024 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306