|
Konu Kimliği: Konu Sahibi muhsin iyi,Açılış Tarihi: 02 Ocak 2013 (20:39), Konuya Son Cevap : 10 Mayıs 2015 (19:16). Konuya 26 Mesaj yazıldı |
| LinkBack | Seçenekler | Değerlendirme |
02 Ocak 2013, 20:39 | Mesaj No:1 |
Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu/Muhsin İyi Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu/Muhsin İyi Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu Bir insan bir şeyleri yaparken bunların neye hizmet ettiğini iyi bilmelidir. Çarklar dönüyor ama niçin dönüyor ve neye hizmet ediyor? Bunları iyi bilmek lazım. Yoksa gözü kapalı kimse yol alamaz. Bir müddet böyle gitse bile pek verimli olmaz ve işin sonunu da getiremez. Bu nedenle zikirde de bilinçli olmak gerekiyor. Tamam, zikir Allah (c.c.) rızası için çekilir. Bunun dışında başka bir fayda umulmaz. Bu işin bir yönü. Ama nasıl meyvesiz bir ağaç pek makbul değilse, yani insanlar ağaçları bahçelerine meyveleri için dikerlerse zikrin de nefse dönük bazı beklentileri vardır. Zikir nefis ağacını büyütür, yeşertir, meyvelendirir. Kendisine, topluma zararlı durumda olan insanı olgunlaştırır. Nefsi emmareyi nefs-i kâmile düzeyine çıkartır. Yoksa yüce Allah’ın (c.c.) hiçbir ibadete ihtiyacı yoktur. İbadetler insanlara dünya ve ahret hayatları için yarar sağlarlar. Kısacası zikir Allah (c.c.) rızası için çekilir ama yüce Allah bu ibadeti yapanları da nefsin güzel karakterleri ile ödüllendirir. Zikir nefse nasıl tesir eder? Biliyoruz ki nefsin makamları vardır: Emmare, levvame, mülhime, mutmainne, radiyye, mardiyye, kâmile. Elimde bir zamanlar Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin (k.s.) ‘Marifetnamesi’ vardı. Bir arkadaşım eline aldı. Şöyle bir ‘İçindekiler’ kısmına baktı. Dedi ki, ‘Veli olmak için bu nefis basamaklarını aşmak mı gerekiyor?’ ‘ Evet,’ dedim. ‘O zaman bana kısaca anlatır mısın?’ dedi. Ben de birer cümle ile aşağı yukarı şunları söyledim: İşte, emmare nefis her türlü kötülüğü işleyebilecek bir türdedir. İslami ölçüleri olmayan kişiler genellikle bu gruba girerler. Levvame nefsin en temel özelliği tövbe etmiş olması, Allah’ın emir ve yasaklar çizgisine riayet etmesi. Mülhimede nefis tövbe nimeti yanında züht, takva gibi zinetlere de sahiptir. Artık Allah’tan (c.c.) ilham alacak olgunluğa erişmiştir. Mutmainne olmuş nefsin en görünen özelliği Allah’a tevekkül etmesidir. Radiyyede nefis Allah’tan razı olur. Marziyye ise Allah’ın (c.c.) insandan razı olduğu bir makamdır. Kamilede ise nefis Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmış, her türlü üstün ahlak ve faziletler kendisine huy olmuş durumdadır. Arkadaşım küçümser bir eda ile ‘Hepsi bu kadar mı? O zaman ben bir günde bütün bu nefis makamlarını aşarım.’ dedi. Elbette, insan zihin jimnastiği ile veya hayal dünyasında birkaç dakikada uzayın derinliklerine de gidip gelebilir. Ama gerçekte bu iş o kadar kolay ve çabuk gerçekleşmez. Çünkü nefis kolay kolay değişmez. Düşüncelerle nefis makamları aşılmaz. Nefis yaşantıyla değişebilir. Bu da çok uzun bir zamanı ve çalışmayı alır. Baksanıza insanlar bir suç işlediklerinde onlara nasihat edilmemekte, nefislerinin anlayacağı dille eğitilmektedirler. Bunun için belli bir süre bazı nimetlerden mahrum bırakılarak cezaevlerine konulmakta, ıslahlarına çalışılmaktadır. Nefsi adam etmek kolay değildir. Halvetiyye tarikatında pek zikre değer verilmezdi. Adı üstünde onlar halvete (yalnız başına kalmaya, bırakılmaya) önem verirlerdi. Bunun için müritleri sık sık halvete alırlardı. Kırk günlük halvetlere çile (erbain) de denir. Bu halvetler genellikle oruçla, zikirle, murakabe ile geçirilirdi. Bu böyle seneleri alırdı. Seneler sonra bazıları bir bakarlardı geriye, masallardaki söyleyişteki gibi ‘bir arpa boyu yol almış’ olurlardı. Yani nefisleri pek değişmemiş olurdu. İmam-ı Rabbaniye göre nefsin değişmesi demek, usul-i aşeredeki hususları nefse karakter olarak yerleştirmek demektir. Nefis ancak bu yolla makam kazanabilir, yükselebilir. Usul-i aşeredeki hususlar ise şunlardır: Tövbe, züht (Dünyadan gönlünü çekmek), uzlet (Allah’la baş başa kalmak), kanaat (Eldekiyle yetinmek, şükür), tevekkül (Elinden geldiğini yaptıktan sonra işleri ve sonuçları Allah’a bırakmak, kaygılanmamak), daimi zikir hali, Hakk’a teveccüh (Her hususta Allah’a yönelmek), sabır, murakabe (Daima Allah’ın kendisinin yanında olduğunu, kendisini gözetlediği varsaymak), rıza (Allah’tan razı olmak). Tabii bu usuli aşeredeki hususlar nefis makamlarında kendilerini gösterirler. Nefs-i emmarede bunlardan hiç birisi yoktur. Burada insan insanlıktan çıkmıştır. Genellikle bir hayvana benzer. Çünkü nefis işlediği günahlarla veya kötü huylarla hayvanlaşmıştır. Bu makamdaki nefis sahibi yaşlandıkça o hayvana daha çok benzemeye başlar. Bu hem sireten (huy, ahlak) hem sureten böyledir. Dikkatli bir göz bunu hemen yakalayabilir. Şayet bu durumda ölürse ahrette ilgili hayvana benzer bir surette haşr olacağı hadis-i şeriflerde geçmektedir. Nefs-i levvamede tövbe belirgin bir ahlaki unsur olarak kendisini gösterir. Diğer hususlar ise biraz cılız olarak vardır. Nefs-i mülhimede tövbenin yanında züht, kanaat, uzlet birer ahlaki karakter olarak belirginlik kazanmıştır. Diğer hususlar ise levvvame nefse göre biraz ileri derecede olsa da henüz tam kıvama ulaşamamıştır. Nefs-i mutmainnede ise tövbe, züht, kanaat, uzlet, daimi zikir yanında tevekkül bir elbise gibi kişinin ruhaniyetinde belirgin hale gelmişlerdir. Diğer ahlaki vasıflar da yavaş yavaş güçlenmeye, kendisini göstermeye başlamıştır. Raziyye de ise usuli aşere aşağı yukarı tamamen kişinin ruhaniyetinde bir hal olarak kendisini göstermiştir. Marziyye ve kamilede bunlar tamamen yerleşmiş, derinleşmiş ve nefsin ayrılmaz parçaları, karakter unsurları haline gelmişlerdir. Gerçekten bu usuli aşere nimetleri ruhani birer elbise gibidirler. Müslüman’ı güzelleştirirler. Ona imrenecek bir suret ve siret katarlar. Bazılarında biri ikisi belirgin olunca hemen bu ruhaniyet kendisini göstermeye başlar. Sayıları arttıkça ve belirginlik kazandıkça bu manada daha bir açıklıkla okunurlar ve o kişiyi daha bir güzelleştirirler. İnsanlar böyle kişilerden etkilenirler ama neden etkilendiğini pek bilmezler. Mücadele suresinin son ayetinde müminlerden velev ki yakınları da olsa Allah’a (c.c.) ve peygamberine (s.a.s) düşmanlık gösterenlerle dostluk kurmayanları yüce Allah (c.c.) övdükten sonra onları bir ruh ile destekleyeceğini buyuruyor. Ben buradaki ruh kelimesini kişilerin nefislerini güzelleştirirken üzerlerindeki ruhani elbise olarak anlamaktayım. Bu ruhani elbise de usuli aşeredeki nimetlerden bir kaçı olsa gerektir. Muhyiddin İbn-i Arabi iki yüzdenden fazla şeyhten istifade ettiğini belirtmektedir. Tevekkül bahsinde maruf olan bir şeyhten yararlanmak için birkaç yıl hizmetine girmiştir. Oysa bize kalsa tevekkülü birkaç kitaptan öğrenme yolunu tutardık. Peki, bir insan Nakşibendiyye tarikatına mensupsa ne olacak? Zira Nakşibendiyye tarikatı Halvetiyye tarikatı gibi değil. Onlar ne halvet yaparlar ne de pek öyle nafile oruçlara rağbet ederler. Nefsi pek sıkmazlar. Sadece zikir çekerler. Önce kalp zikri. Kalp harekete geçtiği zaman letaif zikrine geçerler. Letaifler zikirle harekete geçtiği zaman nefy ü ispat zikrine sıra gelir. Tamam da, bu zikirlerle nefsin ne ilgisi vardır? İşte ben bu yazıyı bunun için yazdım. Yazının başında da bu noktayı ima eden sorular sormuştum. Ama tabii buraya kadar bir girişten sonra ancak başa dönebildik. Zira konuya yabancı kişilere bu konuda az çok bir malumat vermek gerekiyordu. Elbette zikir Allah rızası için çekilir ama zikrin nefse dönük yararları da olduğu kuşkusuzdur. Daha doğrusu nasıl ağaç meyve veriyorsa zikrin meyveleri de nefiste meydana getirdiği değişimdir. Bu değişimlere nefis makamları dendiğini, nefsin de bu değişimleri usuli aşerede belirtilen hususları, yani ahlaki karakterleri kazanarak elde ettiğini belittik. Evet, bir Nakşibendiyye tarikatındaki mürit nasıl gizli zikirle bu değişimi nefsinde gerçekleştirmektedir? Yani elindeki tespihi kalbinin veya letaif noktalarının üzerimde tutup ‘Allah Allah’ diye zikrederken içinde, nefsinde nasıl bir değişim olmakta, süreç nasıl işlemektedir? Kalp ve letaif noktaları ile nefsin nasıl bir ilgisi vardır? Dahası zikrin nefis makamları üzerindeki tesiri nasıl gerçekleşmektedir? Kalp ve letaif noktaları ruhun adeta duyu organları mesabesindedirler. Dahası ruh bu noktalarda zikirle işlemeye, çalışmaya başladığında gelişmekte, bu sayede nefis de makam kazanmaktadır. Yani kalp ve letaif noktaları ile nefsin doğrudan bir ilgisi bulunmaktadır. Kalp ve letaif noktaları zikirle çalışmaya, işlemeye başladığında ortaya nur ve feyz çıkmaktadır. Bunlar ruhu beslemektedirler. Ruh geliştikçe ve olgunlaştıkça önce nefsin ve şeytanların boyunduruğundan kurtulmakta, sonra da nefsi kendisine benzetmeye başlamaktadır. İşte nefis makamları ve usuli aşere o zaman gündeme gelmektedir. Demek ki ruh zikirle yani feyz ve nurla gelişip olgunlaşırken nefis de bu nefis makamlarını, daha doğrusu usuli aşeredeki ahlaki umdeleri kazanmaktadır. Adeta bedende ekmeğin, suyun enerjiye veya yağa dönüşmesi gibi bir durum yaşanmakta. Nur ve feyzde ilahi bir ikram olarak usuli aşereyi oluşturacak ahlaki veya karakter özelliklerinin tohumları mevcuttur. Çünkü bunlar zikirle ortaya çıkmaktadırlar. Dolayısıyla nur ve feyz yüce Allah’tan (c.c.) birer hediye olarak bu ahlaki karakter ve özelliklerle ruhu beslemektedirler. Sonra da bunlar ruhtan tıpkı aynadaki görüntü gibi nefse yansımakta, orada boy göstermekte, yerleşmektedir. Tabii nefsin değişimi uzun bir zamanı aldığı ve bu yansımanın nefse adam akıllı etkisi için yoğun çalışma ve çok emek harcamak gerekmektedir. Ömrü zikirle yoğurmak icap etmektedir. Bu da ancak sabredenler için bir nasip meselesi olmaktadır. Ben uzun senelerdir kalp ve letaif noktaları üzerinde kendimi deneye tabi tuttum. Deneyimlerimi de burada paylaşmak istiyordum. Bilindiği üzere başlıca letaif noktaları şunlardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa. Ayrıca iki kaş arasında bulunan nefis, kafanın üst kısmında bulunan letaif-i küll. Kalp sol memenin dört parmak kadar altında, ruh (Bu, terminolojide bildiğimiz ruhtan farklıdır, sadece aralarında isim benzerliği vardır. Ruhun manevi bir organıdır. Kendisi değildir.) sağ memenin dört parmak kadar altında, sır sol memenin iki parmak kadar üstünde, hafi sağ memenin iki parmak kadar üstünde, ahfa boğazın altındaki çukurundan iki parmak kadar aşağıda bulunur. Tespih ilgili letaif noktasında tutulup zikir çekildiğinde letaif noktası birkaç ay içerisinde çalışmaya başlar. Tabii bu işin yalnız başına değil de yolu bilen birisi ile, yani mürşid-i kamille yapılması daha doğrudur. Zira nefis ve şeytanlar insanları hayırlı işlerde olmadık yollara sokabilirler. Onları helak edebilirler. Kalp ilahi tecelligahın ve huzurun merkezidir. Huzur derken bizdeki göz nasıl görürse bu kalp de öyle bir işleve sahiptir. Yani iyi çalışırsa kişi ibadetlerde ilahi huzuru bulabilir. Allah karşısında ibadet ediyormuşçasına bir meleke kazanabilir. Dinde buna ihsan hali, murakabe de denir. Uzun bir süre zikirde sadece kalp üzerinde durunca bu hali yaşadım ve anladım ki huzur hali zihinsel bir süreç değil, ruhun kalp ayağı ile sunulan bir nimettir. Bir de tabii bu letaifin dünyaya bakan ciheti vardır. Gerçekten tek kelime ile ifade edersek, kalp zikri kelimenin tam anlamıyla insana bir ‘huzur’ bahşediyor. İnsan huzuru yaşıyor kalp letaifini çalıştırdığı zaman. Ruh letaifi ilahi aşkın ve sevginin merkezi. Uzun bir süre ruh letaifi üzerinde çalışınca garip bazı haller yaşamaya başladım. Hani çocukken meyvelerin, çiçeklerin, kuşların başka başka anlamları, daha doğrusu insanı yaşama, sevince, aşka boğan güzellikleri vardı. Birden dünyam değişti. Onları yeniden yaşamaya başladım. Her şeyde bir sevgi, aşk anlamı görülmeye, sezilmeye başladı. Ailemdeki fertler de bundan hisse aldılar. O zaman anladım ki, ruhun sevgi ve aşk çağlayanı bir gözlük gibi üzerimde bu ruh letaifinin çalışması ile geçmiş durumda. Allah Allah mutluluğun anahtarı burada, insanlar ilaçlara, uyuşturuculara, alkole koşuyorlar. Ama kime ne kadar anlatabilirim ve yararlı olabilirim? Sır letaifi vahdaniyetin merkezi. Her şeyde Allah’ın elini görme… Kuşku ve kaygılardan uzaklaşma… Tevekkülü ve tefekkürü bir hal olarak yaşama… Nefsin mutmainne makamına kavuşmada en çok yararlanılan letaif merkezi. Hafi letaifi istiğrak makamı. Nasıl suya girdiğinizde kendinizi koyverirseniz ve sonra rahatlarsanız, bu letaif noktası da zikirle çalıştırıldığı zaman öyle bir hal zuhur ediyor. Allah’tan razı olmak gibi bir duygu sizi bürüyor, sarıyor. Bir rahmet denizine gark oluyormuş gibi bir duygu yaşıyorsunuz. Çok hoş bir duygu. Rıza hali insanı çok rahatlatıyor. Varoluş kaygılarınızı yok ediyor. Ahfa ise izmihlal merkezi. İzmihlal yok olma hali. Fena hali, yani tasavvufta yaygın kullanılan tabiriyle. Kendimi uzun süre ahfaya kaptırdım. Daha doğrusu niye bunun halini yaşayamadım diye bayağı bu letaif üzerinde zikir çektim. Hâlbuki fena hallerini bayağı derinden yaşadığım halde kendimde olamadım. Daha doğrusu yaşadığım hal ile bu letaif noktası arasında bağ kurmayı uzun süre unuttum. Sonra epey bir zaman geçince, yaklaşık dört beş ay kadar zaman sonra meseleyi kavradım. Anladım ki, bu letaif noktası bir kopuş yeri. Fena halinin başlangıcı buradan başlıyor. Gerçekten insan özel bir duygu ile kendisini dünyadan ve yaşamdan çekiyor. Ama bunun ayırdında olamıyor veya bunu geç fark ediyor. Adeta kendisi gölge mesabesine geliyor. Bu sırada bütün letaif noktaları azami derecede çalışıyor. Nur ve feyze gark oluyor. Bu da onu manevi olarak ilerletiyor. Çünkü yukarıda anlattığımız süreç hız kazanıyor. Ruh, nur ve feyze gark olunca güçleniyor. Vücut ülkesinde hâkim duruma geçmeye başlıyor. Nefis ruha benzeyerek makamlar, yüksek karakterler kazanıyor. Çarklar böylece işliyor. Bu arada şunları çok düşündüm: Türkiye’de üniversitelerde tasavvuf kürsüleri var. Ama tasavvufla alakaları sadece tarih açısından. Kalbin ve letaif noktalarının bu anlamları tasavvuf kitaplarında kısaca, adeta birer kelime ile yazılıdır. Benim gibi kişiler bunları hemen tecrübe edebilirler. Yaşayabilirler de. O zaman ruh sağlıklarının ne kadar ellerinin altında olduğunu da kavrayabilirler. Kalp ve letaif noktaları ile ruh sağlığı arasındaki yakın ilginin farkına varabilirler. Ruh doktorları tasavvufun bu sırlarla ve mucizelerle dolu kalp ve letaif noktalarına ne zaman eğilecekler? Ruhun duyu organları mesabesindeki bu organlardan insanlar ne zaman tam anlamıyla şifa yoluna gidecekler? Bu konular bilim adamlarının titiz çalışmaları ile ne zaman tatmin edilecek bir şekilde açıklığa kavuşacak? Bunlar şimdilik karanlık bir caddede kalan sorular. Kimsenin de öyle kolay kolay cevaplandıramayacağı ağırlığa sahipler. Yıllardan beri uzun zaman miğren ağrıları çektim. Nedenini bilemediğim baş ağrıları. İlaçla geçmeyen. Şimdi başladı mı hemen kafa üzerinde ya abdestli olarak bir Kuran-ı Kerim bulunduruyorum, ya da kafanın üzerinde tespihi tutarak hızla içimden ‘Allah Allah’ diye zikre geçiyorum. Yarım saatte işi bitiyor. Eskiden gün boyu, hatta günlerce adeta delirirdim bu ağrılardan. Derdi veren Allah elbette şifayı da veriyor çok şükür… Allah (c.c.) zikriyle bizleri rızasına erdirsin. Âmin. Muhsin İyi [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] | |
Konu Sahibi muhsin iyi 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir | |||||
Konu | Forum | Son Mesaj Yazan | Cevaplar | Okunma | Son Mesaj Tarihi |
Amel Defteri, Hesap Kitabı/Muhsin İyi | Makale ve Köşe Yazıları | zülcenaheyn2 | 32 | 13610 | 10 Temmuz 2014 14:08 |
İhlâs, İhlas Nedir/Muhsin İyi | Makale ve Köşe Yazıları | zülcenaheyn2 | 2 | 2876 | 11Haziran 2014 11:41 |
Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Vucud (3)/Muhsin İyi | Makale ve Köşe Yazıları | ali70 | 7 | 3503 | 10 Mayıs 2014 15:43 |
Namaz Kılmanın Mahiyeti, Bazı Faziletleri,... | Makale ve Köşe Yazıları | muhsin iyi | 0 | 2327 | 17 Nisan 2014 19:23 |
İman ile Kaygı/Muhsin İyi | Makale ve Köşe Yazıları | valentino06 | 2 | 3327 | 09 Mart 2014 09:41 |
03 Ocak 2013, 09:34 | Mesaj No:2 |
Durumu: Medine No : 13966 Üyelik T.:
27Haziran 2011 | Cevap: Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu
peygamberin tarif ettiğiniz şekilde zikir yaptığına bi örnek verebilirmisiniz...
__________________ önce yazdığım katılım yaptığım beğeni yaptığım paylaşımların arasında azda olsa kuran ve sünnete uygun olmayan düşünceler olabilir.Bunların bana sorulmadan dikkate alınmasından mesul değilim... ... |
03 Ocak 2013, 10:20 | Mesaj No:3 |
Cevap: Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu
Kuran-ı Kerim de peygamberimiz de Allahı zikredin demiştir. Zikir de kalp ve dille olur. Başka bir tarifi mi var. Bir de tespih sonra icad edilmiş, tespihi kalp ve letaif noktaları üzerinde tutmanın dinen de bir mahzuru yoktur. Mahzuru olmayan bir şey de mubahtır.
| |
03 Ocak 2013, 12:50 | Mesaj No:4 |
Durumu: Medine No : 13966 Üyelik T.:
27Haziran 2011 | Cevap: Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu
zikiri sadece bi SÖYLEM olarak değerlendirmek,yani kalp ve dil de tekrar,tekrar söylenen bi kavram olarak değerlendirmek KISIR Bİ ZİKİR anlayışı olmaz mı,veya siz kuranda ZİKRİN kaç ayette geçtiğini bize ,zikrin her geçen ayettide vererek bir cümle ilede tarif edebilirmisiniz,bunu sizden rica edsem yaparmısınız...
__________________ önce yazdığım katılım yaptığım beğeni yaptığım paylaşımların arasında azda olsa kuran ve sünnete uygun olmayan düşünceler olabilir.Bunların bana sorulmadan dikkate alınmasından mesul değilim... ... |
03 Ocak 2013, 17:21 | Mesaj No:5 |
Cevap: Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu
Kuranda yüzlerce ayette, hadislerde de yine yüzlerce yerde zikir kelimesi geçer. ama benim bunları derleyecek vaktim yok. bir zahmet kendin araştır.
| |
03 Ocak 2013, 18:26 | Mesaj No:6 |
Durumu: Medine No : 15316 Üyelik T.:
18 Aralık 2011 | Cevap: Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu Kuran ve Sünnette Zikir Zikrullah: Zikir Anma, anımsama, ezberleme, hatırlama. Söylenmesi tavsiye edilen hamd, sena ve dua için kullanılan sözler demektir. Tasavvufta Allah tealayı daima hatırda tutup zikir etmektir.Zikir, aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, Kur'ân'da 292 yerde, sade zikr olarak ise 76 yerde geçmektedir. Allah zikir yapan kulları kuranda övmüştür. Ayetlerde: Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin" (Bakara 152). Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam zikret ve gafillerden olma. (Araf 205) Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler (anarlar). Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler: "Rabb'imiz (derler), bunu boş yere yaratmadın, sen yücesin, bizi ateş azabından koru!..." (Ali İmrân 191). "Onlar ki, inanmışlardır ve kalbleri Allah'ı zikretmekle (anmakla) yatışır. İyi bilin ki ancak Allah'ı zikretmek (anmak)la kalbler yatışır" (Ra'd 28). Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri katı olanların vay hâline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler. (Zümer 22) Gerçek şu ki Allah'a teslim olmuş bütün erkekler ve kadınlar, inanan bütün erkekler ve kadınlar, kendini ibadet ve taata vermiş erkek ve kadınlar, niyet ve davranışlarında doğru ve samimi olan erkek ve kadınlar, sıkıntılara göğüs geren erkekler ve kadınlar, gönülden saygıyla Allah'tan korkan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, nefislerini kontrol edip her şeyden kaçınarak oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffet ve namuslarını koruyan erkek ve kadınlar, Allah'ı durmaksızın çokça anan erkek ve kadınlar var ya, işte onlara Allah bağışlanma ve büyük bir mükafat hazırlamıştır." (Ahzab 35) Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. O’nu sabah akşam tespih edin.(Ahzab 41,42) Bakara 152 ayetinde ifade edilen “Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım” cümlesi her türlü anmayı zikretmeyi kasıt etmektedir. Elmalı merhum bu ayetin tefsirinde şunları söyler. Zikir de şükür gibi ya dille, ya kalble veya bedenle olur. Dil ile zikir, Allah Teâlâ'yı en güzel isimleriyle anmak, hamd etmek, tesbih ve tenzih etmek, Kitab'ını okumak ve dua etmektir. Kalb ile zikir, gönülden anmaktır ki, sırası ile 1- Allah'ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak Allah'ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmek (düşünmek)tir. 2- Allah'ın koyduğu hükümleri, kulluk vazifelerimizi, yani Allah'ın bildirdiği sorumlulukları, onlarla ilgili hükümleri, emir ve yasakları, Allah'ın vaadini, tehdidini ve bunların delillerini düşünmektir. 3- Maddi ve manevi varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını seyredip düşünmekle zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya, gereği gibi bakanların gözüne, o güzellik ve büyüklük âleminin nurları yansır. Bir anlık hisle bundan alınacak olan müşahede zevkinin bir göz kırpacak kadar süren parıltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının hiç sonu yoktur. Bu noktada insan kendinden ve dünyadan geçer, bütün hisleri hakka bağlanır. Hatta zikirden ve zikr edenden bir isim ve eser kalmaz da, hissedilen yalnız zikredilenden ibaret olur. Gerçi bu makamın sözünü edenler çoktur, fakat buna erenlerin sözle alakası yoktur. Aliimran 191 ayeti buna işarettir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Benim Allah ile bir vakt im vardır ki o vakitte bana ne mukarreb bir melek ne de gönderilmiş bir peygamber hiçbiri yanaşamaz." buyurmuştur. Bedenle zikir: Bedenin organlarından her birinin görevli bulundukları vazife ile meşgul ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden boş ve uzak bulunmasıdır. Allah Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisiyle zikredilirse, o da ona layık bir şekilde kendisini zikreden kimseyi, zikredip anacaktır. Bu noktayı anlatmak için, bu âyet çeşitli tabirlerle açıklanmıştır. Bu cümleden olarak: 1- Beni, bana itaatla zikrediniz, ben de sizi rahmetimle zikredeyim. 2- Beni dua ile zikrediniz, ben de sizi duanızı kabul ve ihsanla zikredeyim. Yani "Bana dua ediniz ki, duanızı kabul edeyim." (Ğâfir, 40/60). 3- Beni övgü ve itaatla zikrediniz, ben de sizi övgü ve nimetle zikredeyim. 4- Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi ahirette zikredeyim. 5- Beni gizli yerlerde zikrediniz, ben de sizi sahralarda zikredeyim. 6- Beni refahınız, rahatınız zamanında zikrediniz, ben de sizi bela ve musibete uğradığınız zaman zikredeyim. 7- Beni ibadetle zikrediniz, ben de sizi yardımla zikredeyim. 8- Beni, benim yolumda cihadla zikrediniz, ben de sizi hidayetimle zikredeyim. 9- Beni doğruluk ve samimiyetle zikrediniz, ben de sizi kurtuluş ve size tahsis ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim. 10- Beni önceden ilâhlığımı kabul ile zikrediniz, ben de sizi sonunda rahmet ve kulluğa kabul ile zikredeyim. Kısaca kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür. "Onların dualarının sonu âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (Yunus, 10/10) demektir.(Elmalı Tefsir) Buraya kadar anlatılanlardan her çeşit ibadetin aslen bir zikir olduğu anlaşılmıştır ama bilinmelidir ki tarikat erbabı Alim ve Veli zatlar nefsi ıslah etmek temizlemek ve yukarda sayılan nimetlere mazhar olmak için zikrin özel bir amel olduğunu vurgulamışlardır. Çünkü zikir kalbin ilacıdır kalbi masivadan temizler ve kişinin tüm benliğini ilahi feyizle sarılmasına ve ayette: Nice erler ki ne ticaret ne alış-veriş kendilerini zikrullahtan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymaz, kalblerin ve gözlerin kıvranacağı günden korkarlar (Nur 37) ilahi müjdesine mazhar olarak 24 saatlerini tam bir şuur ve bilinç ile Allahı (c.c) gafletin her türlüsünden uzak olarak anmayı kazanmışlardır. Kalbi ve nefsi riya, ucub, gaflet, gazab, kin vs. pis hasletlerden kurtarmak için diğer ibadetlerin yanı sıra günlük zikrullah şarttır. Zikrullah kalbin cilasıdır ve uyanmasına sebeptir kalbi uyanmadan gafletle yapılan bir ibadetin pek bir manası yoktur malumunuz nitekim ayette: Onlar namazlarını ciddiye almazlar Onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar (Maun 5-6) buyrulur. Bu ayette gaflet ile gösteriş amaçlı kılınan namazı, yapılan ibadeti Rabbimiz kınarken, kalbi uyanmış nefsi temizlenmiş müminlerin namazını rabbimiz övmüştür ayette: Onlar ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar. Bu da onların derin saygısını (Huşu) artırır. (İsra 109) yine :”onlar ki kendilerini hakikaten rablerine kavuşuyor ve hakikaten ona rücu ediyor sayarlar, böyle bir huşu ile kılarlar (Bakara 46) yine: “Ki onlar namazlarında huşu'ludurlar (Mümin 2) ilahi emirleri huşunun engelinin gaflet olduğunu bildirir. Gafletin ilacı ise zikrullahtır. Nitekim araf suresinin 205 ayetinde rabbimiz: Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam zikret ve gafillerden olma” buyurarak zikretmeyenlerin gafil olduğunu ve zikrullahın gafletin ilacı olduğunu açıkça vurgular. Şimdide gelelim zikrullah ile ilgili bazı hadislere Hz. Ebû Musâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde Allah zikredilmeyen evlerin misâli, diri ile ölünün misali gibidir."(Buhârî, Daavât 66; Müslim, Salâtü'l-Müsâfirin 211, (779) Ebû Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Kim yatağına temiz (abdestli) olarak girer ve uyku bastırıncaya kadar Allah'ı zikrederse gecenin herhangi bir saatinde uyanıp da Allah'tan dünya veya âhiret hayırlarından bir şey isterse Allah Teâla, istediğini mutlaka ona verir." (Tirmizî, Daavât 100, (3525).) Rasulullah buyurdu ki: Sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar oturup Allah tealayı zikretmem benim için dört köle azat etmekten daha hayırlıdır.(Ebu Davut İlim11) Rasulullah buyurdu ki: Kim (Lam elifi) çekerek La ilahe illallah derse dört bin günahı (bir anda) yakılıverir (Ramuzul Ehadis 5413) Hz. Muâz İbnu Cebel (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Kul, kendini Allah'ın azabından kurtarmada zikrullahtan daha müessir bir ameli işlememiştir." (Muvatta, Kur'ân 24, (1, 211); Tirmizî, Daavât 6, (3374); İbnu Mâce, Edeb 53, (3790)) Rasûlullah sallallâhu aleyhi vesellem “Cennetin anahtarı Lâ ilâhe illallah diye şehadette bulunmaktır. Lâ ilâhe illallah zikrine devam edenler için kabirlerinde ve kabirlerinden kalktıkları zaman mahşerde korku yoktur. Sanki ben lâ ilâhe illallah zikrine devam edenleri görüyorum kabirlerinden kalktıklarını başlarında ki toprağı silkeleyerek “...Bizden tasayı gideren Allah’a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz çok bağışlayan, çok nimet verendir.”(Fatır 34) âyetini okuyarak buyurdular. (Ramuzul Ehadis 4475) Bize Yezid (yâni İbnü Zürey') rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Ravh b. Ka*sım, Alâ'dan, o da babasından, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Şöyle demiş: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Mekke yolunda yürü*yordu. Derken Cümdan denilen dağın yanından geçti. Ve : «Yürüyün! Bu Cümdan'dır. Müferridler geçmiştir.» buyurdu. Ashab: — Müferridler nedir yâ Resûlallah? dediler. «Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlardır.» buyurdular. Müferridler kelimesi müfridler şeklinde de rivayet olunmuştur. Bu kelimeyi Resûlüllah (Sallallahü A leyhi ve Sellem) : «Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlardır.» diye tefsir buyurmuştur (Müslüm 2676) " Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Cemdan denilen bir dağın yanından geçti, "Bu Cemdan'dır, devam ediniz, tekçiler (müfridun) geçtiler," dedi. Bunun üzerine: Ey Allah'ın, Rasûlu Kimdir tekçiler (müfridun), denilince, "Allah'ı tenhada çokça zikreden / anan kadın ve erkeklerdir." buyurdu." (İbni Teymiye Kalbin amelleri-Müslim (4/2062) Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Dile hafif, mîzana konduğunda ağır gelen ve Rahmân olan Allah’ı hoşnut eden iki cümle vardır: Sübhânallahi ve bi–hamdihî sübhânallahi’l–azîm: Ben Allah’ı ulûhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim. Ben Yüce Allah’ı ulûhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tekrar tenzih ederim (Buhârî, Daavât 65, Eymân 19, Tevhîd 58; Müslim, Zikir 31. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 60; İbni Mâce, Edeb 56.) Ebû Eyyûb el–Ensârî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bir kimse on defa, lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l–mülkü ve lehü’l–hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr, derse, İsmâil aleyhisselâm’ın soyundan dört kimseyi hürriyetine kavuşturmuş gibi sevap kazanır.” (Buhârî, Daavât 64; Müslim, Zikir 30) Ebû Zer radıyallahu anh şöyle dedi: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana: “Allah’ın en çok hoşlandığı sözü sana bildireyim mi? Allah’ın en çok hoşlandığı söz, sübhânallahi ve bi–hamdihî demektir”, buyurdu (Müslim, Zikir 85) Ömer İbni'l-Hattab (Radıyallahu Anh) Hazretlerinden rivayet edil*gine göre demiştir ki, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle bu*yurmuştur: "Kim okumasını âdet edindiği zikrini yahud ondan bir kısmını (gece*leyin yerine getirmeyip) uyur da sonra onu, sabah namazı ile öğle namazı arasında okursa, geceleyin onu okumuş gibi kendisine sevab yazılır (Müslim. Ebû Dâvud. Tirmizî) Cabir b.Abdullah'dan (Radıyallahu Ânhüma rivayet edildiğine gö*re, Cabir demiştir ki, Resûlüllah sallallahu Aleyhi ve Sellem'in şöyle bu*yurduğunu işittim: Zikrin en faziletlisi, "Lâ ilahe illallah" (Allah'dan başka hiç bir ilâh yoktur), sözüdür (Tirmizi. îbn-i Mâce) “‘Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ (=Güç ve kuvvet, ancak Al*lah’ındır) sözü, Cennet hazinelerinden bir hazinedir (Buhârî, Da’vât 51, 68; Müslim, Zikr 45; İbn Mâce, Edeb 59) Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “(Kıyamet gününde) Hz. Al*lah'ın yanında peygamber ve şehit olmayan öyle kimseler bulunacak*tır ki, yüzlerindeki ilahi nur bakanların gözlerini kamaştıracaktır... Bunların mevki ve Allah'a olan yakınlıklarına peygamberler ve şehitler bile gıpta edeceklerdir. Bu kimseler, her kabileden toplanıp Allah'ı zikredenlerdir. Hurmaların en iyisini seçip yiyenler gibi, bu zevat da Allah'ı tesbih seçerek hamd, sena ve zikreden kimselerdir (Suyuti-Camiüs-sağir) Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Allah'ı zikrin ( anmanın ) en üstünü ( La ilahe illallah) duaların en güzeli de ( Elhamdü lillah) cümleleri ile olur. (Suyuti-Camiüs-sağir Zikir babı) Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kıyamet günü derece bakı*mından insanların en üstünü Allah'ı bol bol anan kimseler olacaktır(Suyuti-Camiüs-sağir Zikir babı) Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Yıldızlar, dünya sakinlerini aydınlattığı gibi, içinde Allah'ın anıldığı ev de, sema ehlini aydın*latır (Suyuti-Camiüs-sağir Zikir babı) Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Dünya ve içinde olanlar hiç makbul değildir. Ancak, Allah'ı zikretmek ve ilim öğrenmek, ilme sahip olmak suretiyle Allah dostu olmak bundan müstesnadır(Suyuti-Camiüs-sağir Zikir babı) Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bir yere oturur ve orada Allah'ı zikretmez (ve hiç zikretmeden kalkar) ise Allah'tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada Allah'ı zikretmezse, ona Allah'tan bir noksanlık vardır. Kim bir müddet yürür ve bu esnâda Allah'ı zikretmezse, Allah'tan ona bir noksanlık vardır." (Ebû Dâvud, Edeb 31, (4856), 107, (5059); Tirmizî, Daavât 8, 3377) Ebu Hureyre (r.a)’dan rivâyet olunduğuna göre, Nebî sallallâhu aleyhi vesellem şöyle buyurmuşlardır: “Îman yetmiş küsûr şûbedir. En üstün derecesi lâilâhe illallah demek; en aşağı derecesi yoldan ezâ verecek şeyleri temizlemektir. Hayâ da imandan bir şûbedir (Buhari) Ebu'd-Derda'dan rivayet olunduğuna göre, şöyle de*miştir: "Allah Rasulü, şöyle buyurdu: "Size, yaptığınız amellerin en hayırlısını, melikiniz (Allah) katında en temiz olanını, sizi derece bakımından en çok yüce yükseltenini, sizin için altın ve gümüş infak etmekten daha hayırlı olanını, sizin için diişmanlarnızla karşılaşmaktan, onların boynunu vurmaktan ve onla*rın da sizin boynunuzu vurmasından daha hayırlı olanı*nı haber vereyim mi?" Sahabilar: "Evet, ey Allah'ın Rasulü" dediler. Allah Rasulü: Allah'ı anmak (zikrullah)" buyurdu (İbni Teymiye Dualar ve Zikirler) Evet, Buraya kadar anlattığımız ayet ve hadislerden dolayı Ehlullah zikri ya Hafi(gizli) ya da Cehri ( Sesli) olarak ve cemaatle veya münferit olarak yüz yıllardır bu ümmete öğretmiş aktarmışlardır. Bunları da kuran ve sünnet ışığında İçtihad derecesine ulaşmış Ehlullah yapmıştır. Tarikat yolunda olanlara da bunlara tam bir ittiba gerekir. Nakşibendi Yolunda Zikir- Kalp Zikri Nakşibendi yolunda zikir Hafi (gizli) olarak münferit yapılan, cemaatle (Hatme-i Hacegan) beraber yapılan şekilde iki türlüdür. Kalbi zikre delil rabbimizin: Kalpler ancak zikrullah ile mutmain olur (Rad 28) ve Rabbini, içinden yalvararak ve korkarak, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam zikret(Araf 205) yine "Rabbi'nin adını an ve her şeyi kalbinden çıkarıp sadece O'na yönel". (Müzzemmil 8) ayetleridir. Ayette geçen Tebtil ve Tebettül:"Rabbinin adını anmaktan murad; tesbih etmek ve gece gündüz O'na ibadet etmektir. Kur'an okumak ve ilim tahsil etmektir." Bu tebtilin manasıdır zira Allah'a yönelmek için bir iş yapma manası vardır. Bir işle meşgul olan kendini tama men Allah'a vermiş olamaz. Tebettül; masivayı bırakıp herşeyi ile Allah'a yönelmektir. Hatta ehl-i tahkike göre cennet ve ahiret hayalini bırakıp Allah'a erişmek ve O'na muttasıl olmak için tevhide girmektir. Meselâ bir kimse yalnızca cennet beklentisiyle ve ahiret endişesiyle Allah'a yönelse, bu yöneliş hakikî bir yönelme değildir. Ve bu yolda dünyadan tecrit olmuş olur ve tebettül, bütün mâsivadan kopup Allah'a yönelmektir. Nefsin heva ve hevesinden elçekmektir.(Beyzavi-Fahrettin razi Tefsiri kebir) Öyle ise beni anın ki, ben de sizi anayım” (Bakara 152) ayetleridir. Bu son ayet zikrin her türlüsünü içine alan bir ifadedir. Nitekim kutsi bir hadiste Hz. Ebû Hüreyre'nin rivayetinde şöyle gelmiştir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah Teâla hazretleri diyor ki: "Kulum, hakkımda nasıl bir zan yürütürse ben öyleyimdir. O, beni zikredince ben onunla beraberim. O beni içinden geçirirse, ben de onu içimden geçiririm. O, beni bir cemaat içerisinde anarsa, ben de onu, onunkinden daha hayırlı bir cemaatte anarım. O, bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim." (Buhârî, Tevhid 50; Müslim, Zikr 2, (2675); Tirmizî, Daavât 142, 3598) Diğer Hadiste ise Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur: Zikrin en hayırlısı hafi olanıdır. (Ahmet b.Hanbel 1/172-180) Bir diğer hadiste: Allahu teala benim sadrıma (göğsüme) ne doldurduysa onu olduğu gibi Ebu Bekrin sadrına ilka ettim buyurmuştur. (Keşfül hafa 190) “İnsan vücudunda bir et parçası vardır o düzelirse bütün vücut düzelir, o bozuk olduğunda bütün vücut ifsat olur İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir” (Buhârî, İmân, 39; Müslim,Musâkât, 107) İşte hadiste ifade edilen bütün bedenin düzelmesi kalbin düzelmesine bağlanmış. Kalbin düzelmesi de elbette Rad suresi 28 ayetin işaretiyle, zikirle düzeleceğini belirtmiş. Bunun bir hikmeti nefis bir nevi ahtapota benzer kolları bütün azalara uzanmış kendisi kalbe çöreklenmiştir. Kişi kalbi zikrullaha başlayınca nefs bütün kollarını toplayarak büzüşür sıkıntı yaşar. Zikrullah ona en fazla zarar veren bir ilahi ilaçtır. Bu sebeplede sofileri her zaman zikirden uzak tutmak ister. Sofi zikrullaha devam edip Allah lafzını kalbe tanıtınca kalbe bu ismin feyzi akmaya başlar. Bu sefer latife makamına geçilir. Çünkü nefs artık kalbden kaçmak zorunda kalmıştır ki sofiye latife dersi bu yüzden verilir. Bu Esma Zata baktığından diğer bütün isimleri içinde barındırır işte bu yüzden Allah lafza-ı celalin bereketiyle kişi çok hızlı ilerler emmare, Levvame, Mülhime gibi nefis makamlarını hemen aşar, bu ismin bereketinden ilahi heybet ve nur belirir. Aynı usulle bu sefer latifeler Allah lafza-ı celaliyle feyizlenip bereketlendirilir. Taki nefis vucutta kaçacak bir yer olmadığını anlar. Sofiye Nefyi isbat verilerek bu sefer Kelimei Tevhid kılıncıyla nefs hizaya getirilir ve Müslüman olması sağlanır Rabbimizin inayeti ve rahmetiyle Biz O’na teslim olanlarız. (Aliimran 84) ayeti zuhur eder. Bu hususta Hadiste Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki:Şeytan, herhangi birinizin damarlarında, kan nasıl akıyorsa o şekilde dolaşmaktadır.” Bunun üzerine ashab: “Seninde mi?” diye sordular. Hz. Peygamber: “Benim de, fakat Allah, şeytana karşı bana yardım etti de, o bana teslim oldu (veya Müslüman oldu) buyurmuştur.( Tirmizi, Rada, 17/1172; A. H. Müsned, III, 309; Darimi, Sünen, II, 320, Rikak, 66.) Hadiste teslim oldu Müslüman oldu ifadesinde kast edilen manada Nefsin Müslüman oluşu hikmeti saklıdır. Çünkü hadiste ifade edilen şeytan anladığımız şeytan olsaydı Müslüman olması düşünülemez. Diğer bir yorum da Bazı alimlerin buradaki şeytandan kasıt cin denilen varlıktır demeleridir. Buda büyük bir hatadır. Bu söz cinlerin niteliğini ve ne sebeple vucuda girebileceklerini ve nekadar kalabileceklerini bilmeyen şahısların Efendimize (s.a.v) iftirasıdır. Hiçbir cinin Hattine değildir Efendimizin (s.a.v) bırakın latif bedenine girmeyi, hikmetsiz ve izinsiz yanına dahi gelmesi. İkincisi kanın dolaşması gibi ifadesidir ki zaten hayvani ruh dediğimiz nefis, âlimlerin çoğunluğunca buhar diye tarif edilmiştir. İşte böyle Müslüman olan bir nefis artık hakkın ibadet ve taatında asla inatlaşmaz. Ayetin ihbarıyla Kalp tam bir itminana ulaşır ve kullukta huşu ve hudu duyar. Nitekim diğer bir hadiste nefsin şeytan diye tarif edilmesi ve kalpte çöreklendiği ve zikirle beraber kaçmaya başladığı anlatılır. İbnni Abbas (r.ah) anlatıyor: Rasûlullah sallallâhu aleyhi vesellem buyurdular ki: “Şeytan âdemoğlunun kalbinin üzerinde tünemiş vaziyette bekler. Allahı zikredince kaçar, gaflette ise vesvese verir.(Buhari) bu hadis yukarda anlattığımız hikmeti elbette içinde barındırır. Neden Allah (c.c) Esması Bir diyer hususta Allah Lafza-ı celalini yalın halde zikredemezsiniz zikirden kasıt Tesbih, (Sübhanallah) Tahmid (Elhamdülillah) vs. dir Allah, Allah şeklinde zikir edilmez diyen bazı eşhas çıkmış Bütün ümmetin alimlerinin İsmi Azam en büyük esma ve zata bakan esma Allah lafzıdır diye ittifakını hiçe sayıyor. Alimleri hiçe saymaları bir tarafa Allahın (c.c) kuranda Efendimizin (s.a.v) hadislerinde Allah lafzının hep zatı kast için kullanıldığını da görmüyorlar. Böyle zikredenleri eleştiriyor cehaletlerini sergiliyorlar, kısaca onlara diyoruz ki Rabbimiz teala bunu kendi ayette belirtmiş ve demiş ki: De ki: “(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur (İsrâ, 110) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Allah ve Rahman" kelimelerinden murat, isimdir; müsemmâ değildir. Buradaki ev edatı, tahyîr (muhayyerlik) içindir. Yani, "Allah'ı ister şu kelimeyle, İsterse bu kelimeyle zikredin" demektir. Eyyendeki tenvîn de, muzafun ileyh'den bedeldir. Mâ lafzı, ibhâm için gelmiş olup, "eyyen"deki manayı tekîd eden bir sıladır. Ve ifadenin takdiri, "Bu iki isimden hangisiyle O'nu çağırır ve zikrederseniz zikredin""nihayet en güzel isimler onundur." Buradaki felehu zamiri yukarıda zikredilen iki isimden birisine raci değildir; onların müsemmâsına, yani Allah'ın yüce zâtına racidir. Buna göre mana, "Bunlardan hangisiyle çağırırsanız çağırın, o muhakkak ki güzel ve yerindedir" şeklinde olur.(Fahrettin razi-Mefatihül Gayb) Allah (c.c.) Lafzı Varlığı zorunlu olan ve bütün övgülere lâyık bulunan, her türlü eksiklik ve noksanlıklardan uzak, bütün kemal sıfatları kendinde toplayan, eşi ve benzeri bulunmayan zâtın özel ve en kapsamlı adıdır. Allah'a nisbet edilen isimler hâs (özel) ve âm (cins) olmak üzere ikiye ayrılır. Allah adı özel isim; Rab, Rahmân, Rahîm gibi isimler ise, Allah'ın özel ismine nisbetle anılan isimlerdir. Allah ism-i şerifi, Cenâb-ı Hakk'ın has ismidir. Bu itibarla diğer isimlerin ifade ettiği bütün güzel vasıfları ve İlâhî sıfatları içine alır. Diğer isimler ise, yalnız kendi mânalarına delâlet ederler. Yani Allah (c.c) dediğinde bütün esmalarıda zikretmiş olursun ama Basir dedinmi sadece Allahın (c.c) Görmesini söylemiş olursun diğer vasıflarını merhametini affını keremini cömertliğini vs. zikretmiş olmazsın.Bu İsim, ifade ettiği ilâhî manasıyla yalnız Allah'a aittir ve hiçbir kelime bu ismin manasını ve muhtevasını ifade gücüne sahip değildir. Bu isim başkası için de kullanılamaz. Ayette: (Allah) göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir. Şu hâlde, O’na ibadet et ve O’na ibadet etmede sabırlı ol. Hiç, O’nun adını taşıyan bir başkasını biliyor musun? (Meryem 65) Buyurulur. Bu bakımdan Allah isminin yerini hiçbir isim tutamaz. Bu isim, Allah'tan başkasına ne hakikaten ve ne de mecazen verilemez. Diğer isimlerin ise, Allah'tan başkasına isim olarak verilmesinde bir mahzur yoktur (Kadir, Celâl gibi). Yalnız bu isimlerin başına, insanlara izafe edildiklerinde, “kul” mânâsına gelen “abd” kelimesinin ilâvesi güzel olur (Abdülkadir (Kadirinkulu) ismi gibi) İmamı gazalide Esma-i Hüsna Şerhi eserinde derki: Şunu iyi bil ki, bu isim, (Allah) Allah'ın doksan dokuz isminin en büyüğüdür! Çünkü bu, içinden hiç bir şey müstesna, olmaksızın, bütün ilâhi sıfatları cem eden zâta delâlet etmektedir. Diğer isimleri ise, ilim, kudret, fiil gibi yalnız ifade ettikleri mâna birimlerine delâlet etmektedir. Ve yine bu isim, Allah'dan başkasına, ne hakikat ve ne de mecazen delâlet etmiyeceği cihetiyle, bütün isimlerinden daha hasdır. Yani daha özellik ve hususiyet ifade etmektedir.. Diğer isimler ise, böyle değildir. Ondan başkasına da itlâk edilip çağırılabilir: Kadîr, Alîm, Halım gibi.. İşte bu iki sebebdendir ki, Allah ismi, bütün isimlerin en büyüğü olmuştur.(Gazali Esma-i Hüsna Şerhi) Görüldüğü gibi yüce Yaratıcının Zatına bakan Esma Allah (c.c) ismidir ve İsmi Azamdır. Diğer bütün isimleri içinde cem etmiştir. Konuya devam edecek olursak. Rasûlullah sallallâhu aleyhi vesellem: “Muhakkak Allahu Teâlâ cesetlerinize ve suretlerinize bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize nazar eder buyurur. (Buhari-Müslim) Kalbin nurlanmasında veya kararmasında kalbe göz ve kulak yoluyla gelen havâtırın etkisi çoktur fakat kalbin hangi halde bulunduğunun, aklın neyle meşgul olduğunun önemi de büyüktür. Zikrullahla itminana ermiş bir kalbin dış ve iç düşmanın etkisiyle nurunun sönmesi biiznillah mümkün değildir. Mürşidi kâmil olan seçilmiş velilerde ise ruh cesedin sultanı, akıl ruhun veziri, kalp de onun müftüsüdür. Allahın izniyle şeytan teşviş ve iğvasıyla, nefis varta ve desiseleriyle mürşidi kâmile zarar veremez. Çünkü bu eşhas ayetin ihbarıyla muhlis olanlardır ve şeytanın onların üzerinde bir hükmü yoktur ayette: içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım”(Hicr 40) Erenköylü Muhammed Efendi arifleri tarif ederken derki: Biliniz ki ârif kulun kalbinin nûru îman, seması mârifet, güneşi şevk, ayı muhabbet, yağmuru merhamet, meyvesi ahlâkı hamîde, sarayları himmettir. O halde mahlûkatın mükerremi mârifet ehlinin kalbidir; feyyâzı feyzi Yezdandır. Her iki cihanın geçididir. Can âleminin gülistânıdır. İlim ve irfan hazinesidir. Lütf u ihsan denizidir. Hazreti Rahman’ın evidir. Nitekim ayette: “(Onlar) Kudretine nihâyet olmayan Allah’ın sadâkat meclisinde, huzûru Kibriyâsındadırlar (Kalem 55) (Marifeti İlahiye Tarikatı aliye Erenköylü Muhammed Efendi) Cemaatle zikir Cemaat halinde zikretmek ile ilgili hadislere örnek ise Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah'ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. Allahu Teâlâ'yı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini "Aradığınıza gelin!" diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semasına kadar arayı doldururlar. Allah, -onları en iyi bilen olduğu halde- meleklere sorar: "Kullarım ne diyorlar?" "Seni tesbih ediyorlar, sana tekbir okuyorlar, sana tahmid okuyorlar. Sana ta'zim (temcîd) ediyorlar" derler. Rabb Teâlâ sormaya devam eder: "Onlar beni gördüler mi?" "Hayır!" derler. "Ya görselerdi ne yaparlardı?" "Eğer seni görselerdi ibâdette çok daha ileri giderler; çok daha fazla ta'zim, çok daha fazla tesbihde bulunurlardı" derler. Allah tekrar sorar: "Onlar ne istiyorlar?" "Senden, derler, cennet istiyorlar." "Cenneti gördüler mi?" der. "Hayır ey Rabbimiz!" derler. "Ya görselerdi ne yaparlardı?" der. "Eğer görselerdi, derler, cennet için daha çok hırs gösterirler, onu daha ısrarla isterler, ona daha çok rağbet gösterirlerdi." Allah Teâla sormaya devam eder: "Neden istiâze ediyorlar?" "Cehennemden istiâze ediyorlar" derler. "Onu gördüler mi?" der. "Hayır Rabbimiz, görmediler!" derler. "Ya görselerdi ne yaparlardı?" der. "Eğer cehennemi görselerdi ondan daha şiddetli kaçarlar, daha şiddetli korkarlardı" derler. Bunun üzerini Rabb Teâla şunu söyler: "Sizi şâhid kılıyorum, onları affettim!" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözüne devamla şunu anlattı: "Onlardan bir melek der ki: "Bunların arasında falanca günahkâr kul dahi var. Bu onlardan değil. O başka bir maksadla uğramıştı, oturuverdi." Allah Teâla: "Onu da affettim, onlar öyle bir cemaat ki onlarla oturanlar da onlar sayesinde bedbaht olmazlar" buyurur." (Buhârî, Daavât 66, Müslim, Zikr 25, (2689); Tirmizî, Daavât 140, (3595).) Ebû Neâmete's-Sa'dî'den, o da Ebû Osman'*dan, o da Ebû Saîd-i Hudrî'den naklen rivayet etti. (Şöyle demiş) : Muâviye Mescidde bir halkanın yanına çıktı da : — Sizi (buraya) ne oturttu? diye sordu. — Allah'ı zikretmek için oturduk, dediler. — Allah aşkına mı; sizi ancak bu mu oturttu? dedi. — Vallahi bizi ancak bu oturttu, cevâbını verdiler. — Beri bakın, ben sizi itham ettiğim için yemin ettirmedim. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den benden daha az hadîs rivayet etmek hu*susunda benim mertebemde hiç bir kimse yoktur. Gerçekten Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ashabından müteşekkil bir halkanın yanına çık*tı da : «Sizi (buraya) no oturttu?» diye sordu. Ashab : — Allah'ı zikretmeye, bizi İslâm'a hidâyet buyurduğu ve onlunla bi*ze imtihanda bulunduğu için ona hamdetmeye oturduk, dediler. «Allah aşkına mı? Sizi ancak bu mu oturttu?» buyurdu. — Vallahi bizi ancak bu oturttu, dediler. «Beri bakın! Ben sizi itham ettiğim için yemin ettirmedim. Lâkin şu var ki; bana Cibril geldi de Allah (Azze ve Celle) 'nin sizinle meleklere iftihar ettiğini haber verdi.» buyurdular. (Müslim Zikr 2701) Ebû Müslim el-Eğarr (rahimehullah) diyor ki: "Ben şehâdet ederim ki Ebû Hüreyre ve Ebû Saîd (radıyallâhu anhümâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğine şehâdet ettiler: "Bir cemaat oturup Allah'ı zikrederse, mutlaka melekler etraflarını sarar, Allah'ın rahmeti onları bürür, üstlerine sekine iner ve Allah onları yanında bulunan (büyük melek)lere anar." (Müslim, Zikr 39, (2700); Tirmizî, Daavât 7, 3375) Evet, buraya kadar verdiğimiz ayet ve hadislerden sonra son olarak deriz ki Zahirî amellerin çıkış yeri olan kalp itminana erince mümin istikametten ayrılmaz. Kalbin ıslahı Cenâb-ı Allah’ın bizi sakındırdığı kötü amellerin terkiyle mümkündür ve zikrullah ile mümkündür. Kalp ıslah olursa o zaman hayat bulur, selim olur, kemale erer. Zaten Rabbimizin de bizden istediği kalbin selime ulaşması kemale ermesidir ayette: O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar Ancak Allaha selim bir kalb ile varan müstesna (Şuara 88-89) Gaybde rahmana haşyet duyan ve (inâbeli) ona yönelmiş bir kalb ile gelen kimselere (Kaf 33) Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir. (Haşr 19) Allahım ayette Allahı unutan ve bu yüzden de Allahın kendilerine kendilerini unutturduğu kimselerden eyleme bizi daima seni bütün benliğimizle zikreden kullarından eyle ve Rabbim bizlere de kalbi selimi ihsan et. Ve bizi razı olduklarından eyle.amin Dil hânesi pür-nûr olur Envâr-ı zikrullah ile İklîm-i ten ma'mûr olur Mi'mâr-ı zikrullah ile Her müşkil iş âsân olur Derd-i dile dermân olur Cânun içinde cân olur Esrâr-ı zikrullah ile Gamgîn gönüller şâd olur Dembesteler âzâd olur Gümgeşteler irşâd olur Âsâr-ı zikrullah ile Zikreyle Hakk'ı her nefes Allah bes bâkî heves Bes gayrıdan ümmîdi kes Tekrâr-ı zikrullah ile Gör ehl-i hâlün fırkasın Çâk etdi ceyb-i hırkasın Devreyle zikrün halkasın Pergâr-ı zikrullah ile Terk et cihân ârâyişin Nefsün gider âlâyişin Bu cân ü dil âsâyişin Efkâr-ı zikrullah ile Bahtî sana ikrâr eder Tevhîdini tekrâr eder İhlâsını iş'âr eder Eş'âr-ı zikrullah ile (1. Sultan Ahmed,Bahti- Gülzarı Arifan) Allaha (c.c) Giden Yol Nefsin Tanımı ve Mertebeleri- h kerrar |
03 Ocak 2013, 19:44 | Mesaj No:7 |
Durumu: Medine No : 13966 Üyelik T.:
27Haziran 2011 | Cevap: Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu Sözlük anlamı: Düşünmek, hatırlamak, hatırlatmak, anmak, öğüt, ihtar, uyarı. Kur’an’da zikir: Kur’anda zikir kelimesi türevleriyle birlikte 250′den fazla yerde geçmektedir. Sadece “zikr” şekliyle 63 defa zikredilmektedir. Sadece emirhaliyle 37 yerde geçmektedir. Zikr kelimesinden türetilmiş diğer isimlerden Kur’an’da geçenlerden bazıları şunlardır: “Tezkiratün”, “Tezkir” “Mezkür” “Müzekkir”, “Zakirat”, “Zakiriyn”, “zeker”, “Zükür”, “Zükran” Zikir kelimesi fiil şekliyle Kur’an’da daha az geçmekle beraber muzarı hali, mazi halinden daha çok kullanılmıştır. Şimdi bunlardan bazılarını okuyarak anlamlarını tesbite çalışalım: “…Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı ümit eden ve Allah’ı çok zikreden kimse, Allah’ın Rasulünde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab; 33/21) Bu ayette zikir “düşünmek” anlamında kullanılmıştır. “Arınan ve Rabbinin ismini zikreden ve namaz kılan kurtuluşa ermiştir.” (87 Ala; 15) Burada da” arınma ile düşünce ve inanç, zikir ile “anış” namaz ile de “eylem” dile getirilmiştir. “Hayır, Kur’an bir öğüttür. Öğüt (zikr) almak isteyen için.” (74/Müddessir: 54-55) aynı ifadeler 80. sure Abese’de de geçmektedir. Burada da “öğüt” anlamı ön plana çıkmıştır. “Genç de şöyle demişti: “Gördün mü, kayaya sığınınca ben balığı unuttum. Onu zikrimi (hatırlamamı) unutturan da, şeytandan başkası değildir.” (18/ Kehf: 63) “hatırlama” anlamında. “Size söylediklerimi elbette zikredeceksiniz/hatırlayacaksanız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Allah, kullarını hakkıyla görendir.” (40/Mümin: 44) “İnsan, önceden hiçbirşey değilken kendisini yarattığımızı hiç zikretmiyor/düşünmüyormu?”(19 Meryem: 67) “düşünmek” anlamında. “… Allah’ın adını zikretsinler/ansınlar” (22/Hac: 28) “anmak” anlamında. Esasen “anmak”, “hatırlamak” ve “düşünmek” birbirlerini tamamlayan üç unsurdur. Düşünülen şey, hatırlanır, hatırlanan şey de yad edilir, anılır. Dile getirilir. Bu sebeple ayetlerde geçen “zikretmek” ifadesinde bu üç unsuru da görmemiz mümkündür. KUR’AN ZİKİRDİR Allahu Teala kitabının bir çok yerinde Kur’an’ın bir zikir olduğunu belirtir. İşte bu ayetlerden bazıları: “Sana okuduğmuz bunlar, ayetlerden ve hikmet sahibi zikir (Kur’an)dendir.” (3/Ali İmran:58) “Ey kendisine zikir/Kur’an indirilen kimse sen bir delisin dediler.” (15/Hicr: 6) “Zikr’i/Kur’an’ı biz indirdik, Onu koruyacak olan da biziz.” (15/Hicr:9) “Onları apaçık delillerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da, insanlara, kendilerine indirileni açıklayasın diye zikri/Kur’an’ı indirdik. Belki düşünürler.” (16/Nahl: 44) Bunlardan başka, zikrin Kur’an olduğu hususunda şu ayetleri de zikredebiliriz: 21/Enbiya:2, 50 25/Furkan:29, 26/Şuara:5, 36/Yasin: 11, 69, 38/Sad: 8, 49, 87, 41/Fussilet:41, 54/Kamer: 17, 22, 25, 323, 40, 68/Kalem: 52, 81/Tekvir: 27. ALLAH’IN TÜM KİTAPLARI ZİKİRDİR Zikir, uyarı, hatırlatma ve öğüt olduğu için Allah’ın bütün kitapları bir zikirdir. İnsanlara cenneti ve cehennemi hatırlatarak, mükafat ile müjdelemekte, azap ile uyarmakta ve doğru yolda yürümeleri için öğüt vermektedir. Bu kitaplar, Kur’an’ın, kendisine zikir adı verildiği gibi, daha önceden Allah’ın indirmiş olduğu diğer kitaplara da “zikir” ismi verilmiştir. Bu hususa örnek olarak Enbiya Suresi’nin 48. ayetini verebiliriz: “Biz, Musa’ya ve Harun’a hak ile batılı ayıran ve sakınanlar için bir ışık ve zikir/öğüt olan kitabı verdik.” Bu ayette Musa’ya ve Harun’a indirilen tevrat’ın üç özelliğinden biri olarak “zikr” de belirtiliyor. Diğerleri ise hak ile batılı ayırıcı olması (furkan) ve ışık “ziya” özellikleridir. Allah’ın kitaplarına “zikir” denildiği gibi, bu kitaplara sahip çıkanlara da “kitap ehli” denildiği gibi “zikir ehli” de denir. “Kendilerinden önce helakettiğimiz şehir halkları da iman etmemişlerdi. Bunlar mı iman edecek? Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz adamlardan başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” /(21/Enbiya:6-7) ayetinde olduğu gibi “zikir ehli” ifadesiyle daha önce kendilerine kitap verilen ve bahsedilen olaylardan haberdar olan kimseler kastedilmektedir. ZİKRİN GERÇEKLEŞMESİ Zikir kelimesinin, düşünme, hatırlama, anma, öğüt ve uyarı anlamlarını taşıdığını görmüştük. Öyleyse zikrin gerçekleşmesi için bu anlamların bir bütünlük arzetmesi gerekir. Kitabın zikir olması ile kişinin zikretmesi arasında bir bağlantı vardır. Zikir sadece dil ile bir “anış”tan ibaret değildir. Bir ismi tekrar tekrar söylemek tek başına bir zikir sayılmaz. Söylemenin ötesinde olması gereken şartlar vardır. Bunlar: 1. Düşünmek: “Onlar, Allah’ı ayakta, da, otururken de yatarken de düşünürler/zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünerek şöyle dua ederler. “Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın. Seni eksiklikten ve boş şeyler yapmaktan tenzih ederiz. Bizi ateşin azabından koru!” (3/Ali İmran: 191) Yukarıdaki ayette de görüldüğü gibi, zikir her zaman her yerde Allah’ı düşünmek, Allah’ın yarattığı varlıkları ve yaratılış gayelerini düşünmek ve Allah’a dua etmek şeklinde gerçekleşir. Bu ayetin üstündeki 189. ve 190. ayetlere de bir göz atarsak, zikirdeki düşünme yönünün önemini daha iyi kavrarız. 2. Öğüt almak: Kitabın zikir olduğunu hatırlarsak, bu zikrin sahiplenilmesi için kitabın gösterdiği yolda yürümek gerektiğini ve verdiği verdiği öğütleri düşünmek zaruretini anlarız. “Kendilerine öğüt/zikir verildiği zaman öğüt/zikir almıyorlar.” (37/Saffat: 13) “Rabbinizden size indirilen (zikre) uyun. Onun dışındakileri veli edinip de onlara uymayın. Ne kadar az öğüt dinliyorsunuz! (Tezekkerun).” (7/Araf:3) 3. Hatırlamak: Allah’ın insan üzerindeki nimetlerini ve lütuflarını hatırlayarak ona şükretmek de zikrin bir yönünü oluşturur. “Ey Meryemoğlu İsa, Sana ve annene verdiğim nimetimi zikret / hatırla!” (5/Maide:110) ayetinde olduğu gibi. 4. Rabbin ismi olması: Zikir ederken Rabbimizi düşümeli ve onu kendi isimleriyle zikretmeliyiz. Herkesi işaret etmesi mümkün olan “zamirler” le değil. Örneğin: “Hu” gibi “Hu” kelimesi “O” anlamına gelen bir zamirdir. Bir değil, bir çok kişinin yerini tutabilir. Oysa, zikirde akla gelmesi gereken tek kişi vardır, Allah… Öyleyse zikir de Allah’ın isimleriyle olmalıdır. “Rabbının ismini sabah akşam zikret. Geceleyin de O’na secde et, ve gecenin uzun bir bölümünde O’nu tesbih et.!” (76/İnsan:25-26) “Herşeyden kesilip, Ona yönelerek Rabbinin ismini zikret.” (73/Müzzemmil:8) 5. Zikrin çok olması ile bir kelimeyi çok tekrarlama arasındaki fark: Rabbimiz, bizden kendisini çok çok zikretmemizi istiyor. “Rabbini çok çok zikret ve akşam sabah ona tesbih et.” (Onun her türlü eksik ve noksanlıktan uzak olduğunu ifade et.) (3/Ali İmran: 41) “Ey iman edenler, Allah’ı çok zikredin, sabah akşam onu tesbih edin!”(33/Ahzab:41-42) “Namaz kılındığı zaman da, yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan rızık arayın! Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (62/Cuma: 10) Bu ayetlerde bizden istenen zikirin sayısal değerinden bahsedilmiyor. Yani “şu isimleri şu kadar tekrarlayın” şeklinde bir emir yok. Zikrin, sabah akşam çokça yapılması, her yerde her zaman Allah’ı zikretmenin istenmesi gösteriyor ki, dil ile çok çok tekrarlama yerine hatırlama, düşünme, idrak etme ve ifade etme ve öğüt alma, hep zikir halidir. Bilinçsiz bir şekide yapılan çok tekrarın ise bir anlamı yoktur. Gerçek zikir anlamını bilmeden tekrarlanan sözler değil; düşünerek, ibret alarak, vakıf olarak bilinçlice yapılan hareketlerdir. 6. Allah’ın zikri ile kalplerin titremesi: Zikir tam anlamıyla gerçekleştiği zaman kalpler onunla uyanır, titrer ve kendine gelir. “İman edenlere, Allah’ın zikri ve hak olarak nazil olan (Kur’an) için kalplerinin titreme vakti daha gelmedi mi? Sakın ola ki daha önce kendilerine kitap verilip de aradan uzun zaman geçince kalpleri katılaşan ve çoğu yoldan çıkan kimseler gibi olmasınlar.” (57/Hadid:16) “Müminler, Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen kimselerdir.” (8 Enfal:2) Kalbin titremesi, duyarlılık göstergesidir. Allah’tan bahsedilmesine, kendisine Allah’ın hükmü hatırlatılmasına rağmen yanlışı değiştirmeyen, ürpermeyen ve gidişatını düzeltmeyen mümin olma vasfını kaybeder. Böylesi bir duyarlılıktan uzak olarak yapılan zikirler zikir değildir. Sarhoş bir halde atılan “Allah” naraları ancak Allah’ın gazabını celbettirir. NİÇİN ZİKİR? Zikir, Allah’ın bir emridir. Allah, insanı zikredebilecek bir yaratılışta yaratmıştır. İnsan, zikri seçerek doğru yolda yürür; zikirden uzaklaşarak sapıklığı hak eder. Allah’ın zikri yani Kur’an insana hem dünyada hem de ahirette mutluluk kapılarını açar. “Allah sözün en güzelini, ayetleri güzellikle birbirine benzeyen ve mükerrer olarak gelen bir kitap şeklinde indirmiştir. Allah’tan korkanların ondan derileri ürperir. Sonra da hem derileri hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar. Bu, Allah’ın doğru yolu gösteren rehberidir. Dilediğini onunla doğru yola iletir. Allah kimi sapıklık içinde bırakırsa onun için hiçbir yol gösteren bulunmaz.” (39/Zümer: 23) Zikir, Allah’ın verdiği nimetlere hem şükrün bir ifadesi, hem de o nimeterin devamının gereğidir. Nitekim Salih Aleyhisselamın kavminden bahseden ayette Ad kavminin yerine getirilişleri hatırlatılırken, Onların uğradığı felakete uğramamaları için Allah’ın nimetlerini zikretmeleri isteniyor. “Ad kavminden sonra sizi halifeler yaptığını, ovalarında köşkler kurup, dağlarında evler inşa ettiğiniz bu topraklara yerleştirdiğini bir hatırlayın. Allah’ın nimetlerini zikredin. (düşünün) de yeryüzünde bozgunculuk yaparak taşkınlık etmeyin.” (7/Araf:74) ZİKİRDEN UZAKLAŞMAK: Zikirden uzaklaşmak, kişinin özünden uzaklaşması demektir. Çünkü zikir aklın, düşünce ve duyguların tertemiz bir şekilde faaliyette olması demektir. İnsanın doğru yolda yürüdüğünün işaretidir. Zikirden uzaklaşmak ise batıla geçişin ve çöküşün bir başlangıcıdır. Allah’ın kitabının zikir olduğunu hatırlarsak, Allah’ın kitabından uzaklaşmak delalete düşmektir. Allah’ın kitabının ışığından mahrum olmak, karanlıkta kalmaktır. Rabbimiz, kitabına karşı ilgisiz kalan, kimselerin kalplerinin katılaşmış olduğunu bildiriyor ve onlara “yazıklar olsun!” hitabında bulunuyor. “Allah’ın göğsünü İslam’a açtığı kimse, Rabbinden gelen bir nur üzerinde değil midir? Kalpleri Allah’ın zikrine karşı katılaşmış olanlara yazıklar olsun! Bunlar apaçık bir sapıklık içindedir.” (39/Zümer: 22) Allah’ın zikrinden uzaklaşanlar şeytanın kardeşi olurlar. Şeytan da onları doğru yoldan uzaklaştırır. Batıllarla oyalar. Fakat, insanın bundan hiç haberi olmaz da kendini hidayette zanneder. “Allah’ın zikrini kim, umursamazsa, ona bir şeytanı musallat ederiz de, artık o, ondan hiç ayrılmayan bir arkadaş olur. O şeytanlar onları doğru yoldan ayırırlar da onlar kendilerinin hala doğru yolda olduklarını zannederler.”(43/Zuhruf:36-37) Kıyamet günü Allah’ın zikrinden yani kitabından uzaklaşmış olan kimse feryad ederek şöyle der: “Ah, ne olurdu peygamberle birlikte bir yol edinseydim. Yazıklar olsun bana Ne olrudu filanı dost edinmeseydim. İşte beni, bana Rabbinden gelen zikirden uzaklaştırdı. Zaten şeytan insanı yalnız bırakır.” diyecektir. Peygamber de diyecektir ki: “Ey Rabbim, kavmim bu Kur’an’ı terketti.” (25/Furkan:27-30) Sonuçta, Rabbin zikrinden uzaklaşmak azabı getirir. “Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, Allah onu çok ağır bir azaba sokar.” (72/Cin: 17) “Onların ne malları ve ne de evlatları, Allah’ın azabından hiç bir şeyi onlardan savamayacaktır. Onlar cehennem ehlidirler. Orada daimidirler. Allah, onların hepsini dirilttiği gün, sana yemin ettikleri gibi O’na da yemin edecekler ve kendilerinin bir şey üzerinde olduklarını zannedeceklerdir. Haberiniz olsun, işte asıl yalancılar onlardır. Şeytan onları hükmü altına almış ve Allah’ın zikrini unutturmuştur. İşte bunlar, şeytanın taraftarlarıdır. Haberiniz olsun ki asıl hüsrana uğrayacak olanlar, şeytanın taraftarlarıdır.” (58/Mücadele:17-18) Müşrikler, kendileri için bir uyarı olan ve gerçeği gösteren Allah’ın zikrini/Kur’an’ı işittikleri zaman, son derece sinirlenirler, öfkelenirler ve ellerinden gelse kendilerine Allah’ın zikrini okuyan kimseyi gözleriyle yerin dibine geçirmek isterler. Oysa, Allah’ın ayetleri hatırlatıldığı zaman dinlemeleri, düşünmeleri ve öğüt almaları gerekir. Ona karşı düşman kesilmeleri kendilerini ateşe atmaktan başka bir şey değildir. “Kafir olanlar, zikri işittikleri zaman, neredeyse, gözleriyle seni yere yıkacaklardı. “O, bir mecnundur.” diyorlardı. Oysa, O, herkes için bir uyarı/öğütten başka bir şey değildir.” (68 Kalem: 51-52) ZİKİRDE YANLIŞ VE BATIL ANLAYIŞLAR Zikir, Allah’ın kitabının ismi ve düşünmenin, anlayışın adı iken: Kur’an’la hiçbir ilgisi olmayan ve bilinçsizce yapılan bazı törenler vardır. Bu törenlere hiç de içeriğine uygun olmayan bir isim verilmektedir. “zikir..” Zikir, uyanıklığın, düşüncenin ve bilincin esası iken, zikir adı verilen bazı toplantılarda insanlar kendilerinden geçirilmekte, adeta uyuşturucu kullananlar gibi hayal dünyalarında tatlı rüyalara daldırılmaktadır. Kimi tefle, dümbekle, zille, neyle, halay ve dönüp durmakla zikir yaptığını zannediyor; Kimi de kendini kaybedip, hipnotize edildikleri kimseler tarafından çeşitli yerlerinden şişleniyorlar. Kendi nefislerine zulmediyorlar. Bazıları geleneksel bir şekilde tesbihle, bazıları modernist olarak numaratörle, bazıları da daha doğal olarak taşla, çakılla, anlamını bilmedikleri bazı kelimeleri tekrarlıyorlar. Kimileri bağıra çağıra taşkınca; kimileri de sessiz sakin ama şaşkınca “zikir” yapıyorlar. Kur’an’ın bize öğrettiği zikir anlayışında belirli sayıda, belirli isim ya da kelimelerin tekrarı yoktur. Zikir, hayatın bütün boyutlarında, düşünceyi, anlayışımızı, duygularımızı ve hareketlerimizi Allah’ın gösterdiği şekilde düzenlemektir. Hayata bakışımızı, Rabbimize kulluk bilinci içerisinde şekillendirmektir. “En yüce ve en üstün Allah’tır” demek, ve “Allah’ın otoritesine boyun eğmektir. Allah’ın kitabını okumak, anlamak ve hayat rehberi olarak benimsemektir. Allah’ın kitabına karşı kör, sağır ve dilsiz olup, bazı güzel isimleri sürekli veya belirli sayıda tekrarlamanın insana kazandıracağı önemli bir şey yoktur. Aksine kaybettireceği şeyler çoktur. Birincisi, cehaletini meşru olarak görüp, yaptığı ile tatmin olarak Allah’ın kitabına karşı sorumluluğunu ihmal edecektir. İkincisi; anlamını bilmeden tekrarladığı sözler içinde belki de insanı şirke götürecek batıl sözler vardır. Örneğin “La mevcude ilallah” gibi Nedir bu sözün anlamı? Allah’tan başka varlık yoktur.” bir başka deyişle “tüm varlık Allah’tır.” Yani, iyi kötü yaratılmış ne varsa hepsinin Allah olduğunu iddia etmek. Ne büyük bir hata! Ne dehşetli bir cehalet. Allah’ın yarattığını, Allah’ın kendisi yerine koymak… Çok korkunç bir gaflet. Affedilmez bir suç. Sonra bunun adını zikir koymak, Allah’ın gazabından insanı kurtarabilir mi?! Asla kurtaramaz. Öyleyse, dikkat edilmesi gereken nokta anlamını bilmediğimiz kelimeleri durmadan tekrarlamak yerine bilmemiz gereken Allah’ın isimlerini ve vasıflarını öğrenmek, Allah’ı kendi zikri olan Kur’an’dan tanımak ve Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda yürümektir.
__________________ önce yazdığım katılım yaptığım beğeni yaptığım paylaşımların arasında azda olsa kuran ve sünnete uygun olmayan düşünceler olabilir.Bunların bana sorulmadan dikkate alınmasından mesul değilim... ... |
04 Ocak 2013, 17:48 | Mesaj No:8 |
Cevap: Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu
Hem Esadullah'tan hem Bilinmez'den Allah razı olsun. Zikirle ilgili ayet ve hadislerin bir kısmını derlemişler, paylaşmışlar.
| |
08 Ocak 2013, 13:20 | Mesaj No:9 |
Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu (2)
Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu (2) Öncelikle manevi yolculukta yola çıkacak kişilerin ‘hal’ ve ‘makam’ kavramlarını iyi bilmesi gerekir. Nakşibendiyye tarikatının temeli kalp ve letaif zikirlerine dayanır. Bu zikirler sırasında çeşitli ‘hal’ler yaşanır. Cezbe ve vecd eksik olmaz. Cezbe ve vecdin yüzlerce farklı çeşidi vardır. Onun için ben niçin başkaları gibi cezbe ve vecde gelemiyorum, diye kimse üzülmesin ve bunu kendisine dert edinmesin. Bu yola girmişse bu konuda mutlaka bir hissesi vardır. Fakat kendisi bunun bilincinde değildir. Yaşadığı cezbe ve vecd halleri başkasına benzemiyordur sadece. Cezbe ve vecdin ayırıcı özelliği zikir ve rabıta sırasında yaşanan duygusal ve coşkusal hallerdir. Bunlar makama işaret etmezler. Sadece zikri ve rabıtayı kolay ve zevkle yapabilmek için sunulan manevi hediyelerdir. Hallerdir. Bir arkadaşım her gece ağladığını, kalbinin daima ilahi huzurda olduğunu anlatıyordu. Bununla üstün makamlar kazanıp kazanmadığını benden sordu. ‘Yani,’ dedim, ‘evliya olduğunu mu düşünüyorsun?’ Hâlbuki yaşadığı şeyler, kalp letaifinin halleri idi. Daha letaif zikrine geçmediği gibi bunun ilerisinde daha pek çok değişik halleri yaşayacağını, bunların da manevi makamlar karşısında hiçbir mana ifade etmediğini bilmiyordu. Gerçekten insanlar bu konuda o kadar cahiller ki… İşin iç yüzünü bilmiyorlar. Tabii bir de şeytanların onlara attırdığı taklaların farkında değiller. Şeytanlar bakarlar ki, bir insan bütün günahlara samimi bir şekilde tövbe etmişse, bu sefer ona başka türde vesveseler veremeye başlarlar. Çünkü bu tövbe işine canları sıkıldığı için kendilerine eğlence ararlar. Vesveseleri de genellikle şu konu etrafında toplanır: İşte sen büyük makamlara kazandın. Bu yolda veli oldun gibi. Tabii sofi bu tür vesveseler nefsi okşadığı için buna kanar. Bunlara inanmaya başlar. Kapıldığı gurur ve ucub (kendini büyük görme, beğenme) duygusuyla başkalarını küçük görmeye ve kendisini övmeye başlar. Şeytanlar sofiye atlattıkları bu taklalarla kıçlarıyla gülüp eğlenirler. Yani manevi yola giren bir azınlıkta değil genellikle herkeste olan temel sorun budur. Manevi yolculuğa koyulup bir iki hal yaşayınca insanlar kendilerinde bir büyüklük görüyorlar, ermiş oldukları düşünüyorlar, daha da kötüsü nefislerini adam yaptıklarını sanıyorlar. Hâlbuki zikri ve rabıtayı bıraksalar bütün bunların kısa bir zamanda sabun köpüğü gibi söndüklerini göreceklerdir. Eskisinden de beter duruma düşeceklerdir. Birinci yazımızda şunu ifade ettik: İnsan ahfa letaifi üzerinde zikir çekince fena hallerini yaşamakta. Fakat bu bir haldir. Fenafillâh değildir. Fenafillâh halini yaşaması için nefsin mutmainne makamında olması gerekir. Nakşibendiyye tarikatındaki bir kişi seyr ü sülüğunu bitirse bile, daha somut konuşmak gerekirse kalp ve letaif noktalarındaki nurları müşahede etse bile, nefsi daha henüz levvamededir. Yani daha yolun başındadır. İş asıl bu nurları müşahede ettikten sonra zikir, rabıta, murakabe ile bunu nefisle yoğurmaktadır. Bu da seneleri almaktadır. Her nefis makamında elli bin perde olduğu söylenmektedir. Bunları tek tek aşmak kolay değildir. Bazı kişiler övünerek ‘Biz kelime-i tevhit ve nefy ü ispat çekiyoruz.’ diyorlar. ‘Murakabe dersleri alıyoruz.’ diye şişiyorlar. ‘Nurları müşahede ettiniz mi?’ diye soruyoruz. ‘Yok!’ diyorlar. Tamam, şeyhiniz sizlere himmet etmiş, çok şeyi kendi üzerine almış, ama siz gerçekte letaif zikrindesiniz, bununla nurları kolay bir yolla müşahede etmeniz için size bir güzellik yapmış, ama sizden yeterli gayret olmayınca bu himmet bir işe yaramaz.’ diye nasihat ediyoruz ama onlar bu tür büyüklenmelerinden pek fedakârlık yapmıyorlar. Nurları bazı kişilerin müşahede etmeden de yüksek nefis makamlarına geçebileceğini sanıyorlar. Hâlbuki Nakşibendiyye tarikatında nurları açıkça müşahede etmedikçe nefis makamlarını aşmaları mümkün değildir. Nakşibendiyye tarikatı diğer tarikatların sonda ulaştığı halleri başta yaşatır. Yani kalp ve letaif halleri, nurları diğer tarikatlarda sonda kendisini gösterir. Diğer tarikatlar tabiriyle kastettiğimiz tarikatlar, manevi yolculukta nefisle mücadeleyi temel alan Halvetiyye tarikatı ve onun gibilerdir. Nakşibendiyye tarikatında seyrü süluk neticesinde kalp ve letaif halleri yaşandıktan, nurlar görüldükten sonra elde edilen sonuçların hepsi birer haldir. Zikir, rabıta, murakabe kesildiği anda müthiş bir geriye dönme süreci hemen baş gösterir. Kişi nefs-i emmareye kadar düşebilir. Çünkü tövbe ile bir mürşid-i kâmilin elini tutan kişi her ne kadar nefs-i levvamede kabul edilse de aslında nefs-i emmare ile nefs-i levvame arasındadır. Levvame nefsin mülk olması için bütün perdelerinin aşılması gerekiyor. Ama nefis makamlarını kat ederek yükselen diğer tarikatlarda bu durum görülmez. Yani nefis makamından aşağı kolay kolay inilemez. Daha doğrusu en az mutmainneye ulaşan bir kişide bu durum, yani geriye dönme pek gerçekleşmez. Çünkü haller her an değişebilir ama nefis makamları kolay kolay elden çıkmaz. Onun için bu manevi yolda önemli olan usuli aşereye dikkat ederek nefis makamlarını aşmaktadır. Hallere itibar etmemek, değer vermemektir. Nefis sabrı belli bir derecede öğrendi diyelim. O derecesini olaylar karşısında kullanmada kimse önüne geçemez. Engelleyemez de. Nefis sabrı hiçbir zaman da unutmaz. Kafamızdaki sabırla ilgili bilgiler yok olabilir ama nefis böyle değildir. Onun için nefse sabır talimini yapmak gerekiyor. Nakşibendiyye tarikatında nefy ü ispat zikrinin ve murakabelerin temel işlevi kalp ve letaif hallerini diri ve canlı tutmak, buralarda ortaya çıkan nurları belirginleştirmek ve söndürmemektir. Çünkü gerek nefy ü ispat gerekse murakabeler nefsin ve şeytanların belini kırarlar. Nurun ve feyzin önünü açarlar. Bu açıdan nefy ü ispat zikri arabanın motoru gibi bir öneme sahiptir. Bu zikirde özellikle soluk kesmeler, nefsin letaifler üzerindeki engelleyici baskısını ortadan kaldırdığı gibi letaiflerin nurlarının belirginleşmesini önlemeye çalışan şeytanları da etkisiz hale getirirler. Bu açıdan bu zikre çok önem vermek gerekir. Özellikle vahdaniyet murakabesi de nefy ü ispat gibi bir işleve sahiptir. Onu da daimi bir hal haline getirmek lazım gelir. Sofi nefy ü ispat ve murakabe dersleri de alsa günlük beş bin kalp zikrini asla ihmal etmemeli, ayrıca bazı günlerde letaiflerini de diri tutmak ve geliştirmek için sayısız zikirle tespihi onların üzerinde gezdirmelidir. Şayet bu noktalarda şeytanların açıkça engelleyici hücumlarını şahit olursa tespihle zikir yapma sırasında bu noktalarda küçük bir Kuran-ı Kerim de bulundurması büyük yararlar sağlayacaktır. Elbette hiç kimse yerinde durmuyordur. Kişi sofiyse, az da olsa zikri ve rabıtası varsa, o yine ilerliyordur. Ama bu ilerleme nefis makamlarında değil kalp ve letaif hallerindedir. Bu adam akıllı tamam olduktan sonra, ki bu da letaif noktalarında nurların belli olup sofinin nurunun artmasıyla kesinleşir. Ondan sonra nefis makamlarını aşmaya sıra gelir. Bu nurlarla nefis makamları tek tek aşılır. Çünkü bu nurlarda ilk makalemizde belirttiğimiz usuli aşerenin hammaddeleri vardır. Bunlarla nefis yoğrulduktan sonra yavaş yavaş değişmeye başlar. Kısacası Nakşibendiyye tarikatında kişi kalp ve letaif noktalarında nurları görüp üzerindeki nuru artırma sürecinde iken yaşadığı bütün her şey haldir. Yani bunlar elinden her an kayıp gidebilir. Değişebilir. İlgili kişi ise henüz nefs-i levvamededir. Elbette Halvetiyye tarikatında durum farklı olmakta. Onlar kalp ve letaif noktalarına eğilmiyorlar. Nefsi direk değiştirmek için mücahede ve riyazat yoluna koyuluyorlar. Halvet, oruç, hizmet gibi yollarla nefsin makam kazanmasına çalışıyorlar. Elbette bu yol çok zordur. Çoğu insanın bu nefis makamlarını tamamlamaya ömürleri yetmez. Ama nefisleri mutmainneye geldiğinde ancak kalbin kırmızı nurunu görebiliyorlar. Tabii bu seviyeye gelmek de çok uzun yılları almaktadır. Nefis makamları kazanıldığında insana mülk olur. Haller ise gelip geçicidir. Buna göre bir Halveti sofisi nefsin mutmainne makamına erişip kırmızı nuru gördüğünde bu nimet kolay kolay elinden alınmaz. Ama bir Nakşibendiyye sofisi bütün letaif noktalarındaki nurları görse de şayet zikrinde ve rabıtasında bir gevşeklik söz konusu olursa çok büyük bir düşüş yaşar. Şeytan musallatları genellikle bu noktada yaşanır. Yani sofi daima ileri gidecek. Derslerini yaptığı gibi boş vakitlerinde de nafile ibadetlere önem verecek. Nurunu ve feyzini artırmaya çalışacak. ‘Kim Rahman olan Allah’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur. (Zuhruf suresi, 36).’ ayetinde şeytan musallatlarının umumi bir kanunu verilmiştir. Yani kişi zikir nimetine eriyor. İleri gideceğine nefsine uyuyor. Dersi bırakıyor. Şeytanlar atağa kalkıp sofiyi zikirden bezdirmek ve bu yolu engellemek için musallat oluyorlar. Tıpkı ülkesinin savunmasında ihmalkâr olan bir devlete düşmanlarının savaş açması gibi. Hâlbuki savunmaya büyük bir kaynak ve güç ayıran devletlere kimse kolay kolay savaş açamaz. Bunu övünmek için anlatmıyoruz, başkalarına ibret olsun diye söylüyoruz: Şükürler olsun Allah’ın lutf u ihsanıyla, sadatların himmetiyle letaiflerdeki bütün nurları müşahede ettiğimiz bir zamanda (beş altı yıl kadar önce) üzülerek söylemek gerekirse ayaklarımız yere pek basmıyordu. Gurur kibir, ucub içerisindeydik. Hiç unutmam üç arkadaş bir iş için gittiğimiz şehrin otel odasında uyurken ben yatakta benden neş’et eden rengârenk nurları seyrederek ‘Vah zavallılar, nefislerinin karanlığında uyuyan bir şunlara bak, bir de bana sunulan şu nimete bak, vah nasipsizler…’ diye içimde bir büyüklenme hissettim. Tabii nefsi levvamede olan bir kişiden başka ne beklenebilir?.. Biraz gevşedik. Çünkü gurur, kibir, ucub ibadetteki ihlâsı, zevki alır. İbadetin miktarını da düşürür. Derken fırsat kollayan şeytanların hücumlarına uğradık. Aklımız başımıza geldi. Tabii toparlanmak kolay değil. Nefis hem ahmaktır hem de inatçıdır. Hatasını anlamak istemez. Şükür, o vartaları atlattık. Tabii bu da Allah’ın (c.c.) dilemesi, lutf u ihsanıyla, sadatların himmetiyle zikir, rabıta, murakabe ile kalp ve letaif noktalarını daha iyi çalıştırıp nur ve feyzi artırmakla oldu. Zaten bunun dışında başka bir yol yoktur. Nur ve feyz şeytanlara karşı silah gibidir. Bunun dışında başka bir yolla onlarla mücadele etmek mümkün değildir. Pek çok sofi benim yaşadığım duruma düşüyor. Şeyhinden medet bekliyor. Derslerinde ihmalkârlığını görmüyor. Vesveselerinde boğulup kalıyor. Bela ve musibet yüce Allah’tan gelir. Aslında bu şeytan musallatları da Allah’tan (c.c.) gelen büyük bir nimettir. Tabii anlayana. Çünkü nur ve feyzi artırmada bir kamçıdır şeytan musallatları. Öyle bir kamçı ki ancak yiyen bilir…. Ama nefis ona buna içerler, kızar, öfkelenir. İster ki zahmetsizce, bir gayret sarf etmeden üzerinden bu yük kaldırılsın. Hâlbuki yüce Allah (c.c.) insanı çok üstün olarak yaratmıştır. Onun için Hz. Âdem’i (a.s) yarattıktan sonra meleklere ve şeytana ona secde etmesini emretmiştir. Şeytan hasedinden bu emri yerine getirmemiştir. İnsanın üstünlüğü ilahi nefhaya (ruha) sahip olmasıyladır. Bakara suresinde bu konu ile ilgili ayet-i kerimeleri okursanız konuya vakıf olursunuz (bk. Bakara suresi, 30-38). Yani kalp ve letaifler bu ilahi nefhanın (ruhun) manevi organlarıdır. Onlar çalışınca ortaya çıkan nur şeytanları kahrediyor. Hasetlerinden kudurtuyor. Çünkü manevi yolculuğa çıkmış bir insana tahammülleri yok. Bu insan kalbini ve letaiflerini çalıştıracak, sonra da ilerde nefis makamlarını kazanacak, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanacak, bütün bunlardan sonra insanları Allah’ın (c.c.) dinine davet edecek… Şeytanlar buna çıldırıyorlar. Ama ne yapsınlar? Sonuçta onları da yüce Allah (c.c.) yarattı. Ama asla insanları onlara oyuncak olsun diye yaratmadı. Hz. Âdem’in (a.s) kişiliğinde sunulan secde nimeti insan-ı kâmilin makamına da işarettir. İnsan-ı kâmilin himmeti ile pek çok şeytan hidayete geliyor. Çünkü şeytanın mensubu bulunduğu cinler de bizler gibi imtihandalar. Kısacası insanlardaki şeytan musallatına dair fobiyi bir türlü anlayamıyorum. Bir de şeytan musallatına maruz kalıp da zikri, rabıtayı azaltan veya terk eden sofilere ne diyeceğimi bilemiyorum. Bazıları aman bana şeytan musallat olmasın diye az bir zikirle yetiniyorlar. Bu yüzden hiçbir zikri çekmeyen insanların varlığından da haberdarım. Ben gayr-i ihtiyari bunların saflıklarına gülüyorum. Yani şeytanlar musallat olsa ne olacak? Seni öldüremezler, buna güçleri yetmez. Ancak sinirleri sıkma teknikleri ile biraz oranı buranı hafiften rahatsız ederler. Ama nur ve feyzini artırma yolu ile onları gün be gün yenmeye, bu sıkıntıları ortadan kaldırmaya doğru yürüyüşün zevki hiç bir şeye benzemez. Peygamberimiz (s.a.s) nefis ve şeytanlarla yapılan bu savaşa ‘büyük cihat’ demiştir. Bunun mükâfatı da ona göre büyüktür. Ayrıca zaferin zevkini tatmayan da bilemez. Yüce Allah (c.c.) insanı çok üstün yaratmıştır. Bunun kadrini bilmeyip de onlara yenik düşenlere, onlardan korkanlara yazıklar olsun! Konu gayr-i ihtiyari hiç hesapta olmayan bir noktaya kaydı. Ben de bu noktadan bir türlü çıkamadım. Yazılanları nedense silmek istemedim. Şimdi konuyu mecrasına koymak gerekiyor. Evet, bu kalp ve letaif nurlarına ulaşamayan insanlar kendilerinde bir eksiklik mi hissetsinler? Onlara bir aşağılık kompleksi mi sundum? Gerçekten tüm samimiyetimle söylüyorum. Bu kalp ve letaif halleri gibi bunların nurları da bu manevi yolculukta nefis makamları karşısında bir hiçtir. Ahrette de bunlardan hesaba çekilmeyeceğiz. Önemli olan usuli aşeredeki hususlara ulaşmaktır. Bunlarla nefsi süslemektir. Çünkü ancak bunlar nefsi adam eder. Elbette düşünce egzersizleri ile kitaplar okuyarak usuli aşeredeki hususları nefse kazandıramayız. Ama bu yolda bilgi edinmeyi de küçük görmemeliyiz. Her ne kadar nefsimiz bu bilgilerle değişmese de bu konuda bilinçli olmak insana çok şey kazandırmaktadır. Bilinçli insan ara sıra yaptıklarını, ettiklerini muhasebe etme imkânına sahip olur. Pişmanlık ve tövbe halleri ile bunları sevaba çevirir. Bir dahaki sefere daha dikkatli olur. Aynı hataya düşmemek için nefsini biraz zorlar. Bunlar, bu konuda bilgisiz insanda olmayan nimetlerdir. Usuli aşeredeki sabra değinerek konuyu örnekleyelim. Genel af dönemlerinde gazetelerde çok sık okuruz. Suç işleyen kişiler böyle bir afla salıverilince hemen gene aynı suçları işleyip tekrar hapse düşüyorlar. Şuna eminim ki, o kişiler hapiste iken kendilerini muhasebe etmişlerdir. Yani hapiste pek çok şeyden mahrum oldukları için içlerinde bir pişmanlık duyup bir daha o işleri yapmama konusunda bir niyet şu veya bu ölçekte içlerinde doğmuştur veya geçmiştir. Lakin bu hal bir kısmına tövbe-i nasuh sağlarken bir kısmında ise maalesef gerçek tövbeye ulaşamamıştır. Ama şu bir gerçek ki hapis hayatında sabırdan hisse almayan kişi olmamıştır. Şu veya bu oranda. Herkeste niceliği farklı da olsa hapse düşen bir insan mutlaka sabır kavramını nefsiyle yaşar. İşte böyle umumi aflardan anlaşılıyor ki, yine de sabır kavramında aldıkları bu hisse bazı kişileri nefislerinin alıştığı günahlara veya suçlara düşmelerini engelleyememektedir. Bunun gibi bizler de nefsin makamlarını iyi bilip ayrıca nefsi adam yapan usuli aşeredeki hususlarda bilinçlenip elimizden geldiğince onun ıslahına çalışmalıyız. Manevi yola giren bir kişi de tıpkı hapiste yatan kişi gibi az veya çok mutlaka usuli aşeredeki hususlardan bir hisse alır. En az bunların kokuları üzerine siner. O açıdan önemli olan şey manevi yolculuğa girmektir. Karınca karınca yola düzülmektir. Peygamberimiz (s.a.s) ‘Oruç sabrın yarısıdır.’ buyurmuşlardır. Yani oruca devam edersek sabır karakterinin yarısına talip oluruz, diye buyuruyor sevgili peygamberimiz. Şimdi bir Nakşibendiyye sofisi düşünün, bu kişi yıllardan beri nafile oruçlarla beraber yılın en az yarısını oruçla geçiriyor. Elbette bu kişi kalp ve letaif noktalarındaki halleri yaşamasa ve nurları görmese de bu halleri yaşayan ve nurları gören kişiden çok üstün bir nefis makamında bulunacaktır. Sabrı nefsinde karakter olarak belirginleştiren kişi en az mülhimede yer alır. Hâlbuki kalp ve letaif noktalarında nurları gören normal bir Nakşibendiyye sofisi ancak levvame nefistedir. Hâlbuki bu yola yeni giren bir sofi samimi olarak mürşid-i kâmile tövbe verince (bey’at alınca) nefsi levvamede bulunur. Nurları müşahede edince de gene bu nefis makamında bulunmaktadır. Yani nefsi yaşadığı bütün hal, cezbe, vecd, nurları müşahede halleri ile değişmemiş bulunmaktadır. Ama bu durum makam itibariyledir. Yani nefsi görünüş itibariyle değişmemiştir. Ama içten içe büyük değişimler de dikkati çeker. Çünkü nefsi-i levvamenin binlerce perdesi vardır. Bunların pek çoğu aşılmıştır. Bu itibarla her ne kadar yeni sofi ile eskisi aynı nefis makamında bulunsa da aralarında dağlar kadar fark vardır. Yani ahlakta ikisi bir olmaz. Onun için yeni olanlar eskilerden çok istifade edebilirler. Eğer saygılı olurlarsa. Bu noktada rabıtaya değinmememiz büyük bir eksiklik olacaktır. Rabıta nur ve feyz kaynağı olan şeyhi düşünmektir. Tabii nurdan ve feyzden haberi olmayan kişiler bunu çok saçma görüyorlar. Rabıta kesinlikle bir ibadet değildir. İbadet Kuran-ı Kerim ve peygamberimizin (s.a.s) sünneti ile kaim olur. Rabıtaya kim ibadet gözüyle bakıyorsa baştan yanılıyordur. Rabıta sevgidir. Bizim sevgiyle bir Allah dostunu düşünmemiz, hayal etmemizdir. Bunu sağa sola çekmeğe lüzum yok. İnsanlar zaten her anlarını bir şeyleri düşünerek ve hayal ederek geçiriyorlar. İşte rabıta bu tabii durumu biraz yapay bir yolla ara sıra kanalize edip mürşid-i kâmili düşünmektir. Konu ile ilgili tasavvuf kitaplarında şunlar geçer: ‘Rabıta zikirden üstündür. Zikrin ziyası ay ise rabıtanınki güneştir…’ Tabii önceleri ben de bu tür sözleri şaşkınlıkla karşılardım. İçimden bu tür ifadelere itiraz sesleri yükselirdi. Bayağı bu vesveseler beni rabıtaya karşı engelledi de. Ama bu yolda ilerleyince, belli bir seviyeye gelince hakikatin böyle olduğunu bizzat anladık. Rabıta ruhi bir olay. Yani insanlar ruhu tanımıyorlar. Bilmediklerini de bilmeyince zır cahil oluyorlar. Artık böylelerine de nasihat kar etmiyor. Bozuk plak gibi aynı lakırdıları ediyorlar. Kendilerini çok akıllı, dindar; bizleri de ahmak, Allah’a şirk koşan güruh olarak görüyorlar. Bundan da öte velileri, onların bu tür sözlerini inkâr yoluna gidiyorlar. Bu tür inkâr insanı imanın esaslarında, özellikle peygambere imanda da şüpheye götüreceği için çok tehlikelidir. Hâlbuki manevi yolun yolcusu temiz ve sağlam bir itikat yanında farzlarla, sünnetlerle, nafilerle, müstehaplarla gününün yarısından çoğunu ibadetlere vermezse boşa kürek çeker. Bir şey elde edemez, hiçbir hal de yaşayamaz. Tabii nefis makamları şurada dursun. Rabıtayı inkâr edenler ruhi olan olgulara karşı çıkıyorlar. Ruhun kanunları aklın ve maddi hayatınkinden çok farklıdır. Bunu anlamak istemiyorlar. Ruh için mekân, zaman diye bir problem yoktur. Bunu insan havsalası kavrayamadığı için rabıtayı anlayamıyor, kıymetini de bilemiyor. Böyle kişilere soruyoruz. ‘Rüyayı kim görüyor?’ ‘Ruh!’ diyorlar. ‘Peki, hak rüyaya inanıyor musunuz?’ ‘İnanıyoruz.’ diyorlar. ‘Hak rüyada kişi önceden bilmediği mekânlara gidiyor, bazı kişileri görüyor. Zaman geliyor bunlar gerçekleşiyor. Bu nasıl oluyor?’ ‘Tabii ki ruhun bağlı olduğu kanunların akıl ve maddenin bağlı olduğu kanunlardan farklı olması ile. Yani ruh için zaman ve mekân kaydı yoktur. Dünyanın bir ucuna, hatta evrenin ötesinde bulunan levh-i mahfuza bir anda gidip gelebilir. Bir insan mürşid-i kâmili düşünüp hayal ettiğinde kalp ve letifleri ile mürşid-i kâmilin sahip olduğu nur ve feyzin gölgesine girer. Bu anında gerçekleşen bir olaydır. Kişi rabıtada hiçbir şey hissetmese de ruhu şeyhinin huzurundadır. Bizim gibi bu konuda ilerlemiş kişilerin yaşadığı hal budur. Biz bunu gözlerimizden daha iyi görüyoruz. Ayrıca hak rüyada nefis devre dışı olduğu için bütün bunlar yaşanabiliyor. Manevi yola giren de nefsini bir miktar günah kirlerinden temizleyip devre dışı bırakarak ruhsal olarak şeyhinden yararlanabiliyor, hatta bu yolda ilerleyen kişiler şeyhlerini rabıtada görüp konuşma imkânlarına da kavuşabiliyorlar. ’ Gerçekten zikri çekerken yaşadığımız haller, yani nurları müşahede ve feyz alma rabıta sırasında daha bir artmaktadır. Tabii bir de şu hadise rabıtayı zikirden üstün kılmaktadır: Zikir sırasında nefsin hissesini gerek bu yazımızda gerekse daha önceki yazımızda yeterince açıkladık sanırım. Rabıta sırasında ise adeta bir karakter transferi olmaktadır. Yani mürşid-i kâmilde en ideal ölçüde bulunan usuli aşere unsurları yavaş yavaş rabıta yapan sofiye yansımaktadır. Tabii bu süreç çok yavaştır. Kolay fark edilmez. Ama zikre göre çok daha bereketlidir. Rabıtanın doğrudan nefse bu tesiridir ki onu zikirden üstün kılmaktadır. Şunu hiçbir zaman unutmamak lazımdır. Tasavvuf dar bir keçi yoludur. Allah (c.c.) üzerimize farz kılmamıştır. Bu yol, sadece meşrebi, tabiatı uygun bazı insanlara hastır. İnsanları tasavvuf yolundan ziyade İslam’a çağırmak gerekir. Peygamberimiz (s.a.s) orta bir ümmet olmak üzere gönderilmiştir (bk. Bakara suresi, 143). Peygamberimizin, sahabelerin de hayatı da buna tanıktır. Elbette ehl-i suffe ve bazı sahabeler de amelde ileri giderek tasavvuf yolunun örnekleri olmuşlardır. Bunu da görmezlikten gelmek doğru değildir. Ama bu yolu da umumileştirmek İslam’a zarar verir. İslam’ın genele hitabı orta bir yol olmuştur. Bu da haramlardan kaçınmak, emirleri (farzları) yerine getirmektir. Bu cennete giden bir yoldur Allah’ın izniyle. Bunun için nefs-i emmareden kurtulmak yeter. Zira nefs-i emmare sahibini mutlaka cehenneme götürür. Bu yolda çok az bir nefis cihadına gerek vardır. O da yasaklardan kaçınmak ve farzları yerine getirmektir. Böyle birisi artık nefs-i levvameye yükselmiştir. Yüce Allah (c.c.) yukarıda anlattığımız kalp ve letaif hallerini bize farz kılmadığı gibi nefis makamlarını da sonuna kadar aşmayı bizden istememiştir. Bu açıdan elimizden geldiğince İslam’ı yaşayıp bütün Müslümanların kurtuluşu ve birliği için gönülden duada bulunup gayret gösterirsek dünyada ve ahrette saadete ereceğimizi düşünüyorum. Bakara suresinin son iki ayetini bu açıdan iyi mütalaa edip sırtımıza çok az bir yük vurulduğu için şükretmemiz gerekir. Pek çok kişi elindeki tespihle yaptığı zikri gözünde büyüterek dinin gayesinin ve ruhunun dışına çıkıyorlar. İnsanlara tasavvufu tek kurtuluş yolu olarak gösteriyorlar. Tasavvufu İslam’ın önünde ve üstünde tutarak dini insanların gözünde zorlaştırıyorlar. Dini yaşanmaz ve sadece bazı kişilerin yaşayabileceği bir şekle sokuyorlar. Bu düşüncede olan insanların bu tasavvuf yolunun en büyük üstadı olan İmam-ı Rabbani’nin (k.s) Mektubat’ını okumalarını özellikle istirham ediyorum. Orada bu hususlara dair pek çok mektupta defalarca kez ifade ettiğimiz biçimde açıklamalar yapılmıştır. Hâlbuki bu yapılan tespihler yine İmam-ı Rabbaninin (k.s) ifadesiyle farz değil, sünnet değil, sadece müstahaptırlar. Bunların da temel amacının yazımızın başında da belirttiğimiz üzere nefsi değiştirmek, nefis makamlarını aşmak olduğunu da söyledik. Aslında iş burada da bitmemektedir. Peki değişen bu nefisle ne amaçlanıyor? Yüce Allah’ın (c.c.) dinini yaşamak ve yaşatmak. Başka insanlara sunmak. Tebliğ etmek. Çünkü yüce Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim’de ‘Şüphesiz Allah, müminlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır (Tövbe suresi, 111)’ diye buyurmaktadır. Onun için yüce Allah’ın (c.c.) dinini yaşamak, yaşatmak her insanın üzerine farzdır. Gaye ila-yı kelimetullaha hizmettir. Geçmişte cihat ülkeler arasında savaşla olmaktaydı, bugün pek çok değişik hizmetle bu iş gerçekleştirilmektedir. Bu konuda gafil olmak bir Müslüman’a her şeyden önce yakışmaz. Onlardan birisinde çorbada tuz misali ufacık bir katkımızın bulunması, yüce Allah’ın (c.c.) rızasının üzerimizde olmasını sağlayacaktır. Kısacası ilkyazımızın başındaki ifadeleri tekrarlarsak, manevi yolculukta çarklar dönüyor ama niçin dönüyor, bunlar hangi çarkları döndürüyor, neye hizmet ediyor, amaç ne, ona iyi bakmak gerekiyor. Yoksa şeytana ve nefse hizmet ederiz de farkında olmayız. Pek çok kişinin tasavvuf yoluna girme nedeni hal yaşamak, üstün vasıflara sahip olup insanlara hükmetmektir. Böyleleri baştan yanlış bir yolda bulunmaktadırlar. Nefis ve şeytanlar bu yolda onları çok derin çukurlara atarlar da çıkmaları bile mümkün olmaz. Niyetimiz Allah (c.c.) rızası için İslam’ı yaşamak, örnek hayatımızla başkalarının da yaşamasına vesile olmak, bütün dünyadaki Müslümanlarla birlik olup tüm dünya insanlığının bu dine girmesine çalışmak olmalıdır. Bu görünen en büyük çarktır. Bu dönmüyorsa veya bunun dönmesi için bir niyetimiz, isteğimiz, çabamız yoksa demek ki bu dinin dışında başka bir yoldayız ve nefis ve şeytanlar bizi başka dinlerle aldatıyorlar. Yüce Allah (c.c.) bizlere akıl ve şuur versin. Rızası istikametinde ayırmasın. Zikrini rızası yolunda kılmayı nasip eylesin. Bizi gerçek Müslüman ve müminlerden eylesin. Âmin. Muhsin İyi | |
08 Ocak 2013, 13:46 | Mesaj No:10 |
Durumu: Medine No : 17068 Üyelik T.:
03 Mart 2012 | Cevap: Zikrin İşlevi, Zikir Ne İşe Yarar, Zikrin Fonksiyonu (2)
muhsin hocam kutbul aktap hacı reşat efendi hakkında bir bilginiz var mı ? (annemin sorusudur bu )bu konuda nette ben bir bilgi bulamadım da.açıklarsanız faydalanırız.saygılar...
__________________ لاَ يُكَلِّفُ اللّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا "Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez." || BAKARA 286. || MAZARET insanın kendine söylediği en büyük ''YALAN''dır !! .. Velhasıl-ı kelâm. Namaz, duâ, gayret, nâsip. . . |
Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Konuyu değerlendir | |
Benzer Konular | ||||
Konu Başlıkları | Konuyu Başlatan | Medineweb Ana Kategoriler | Cevaplar | Son Mesajlar |
Zikir ile İlgili Sıkça Sorulan Sorular, Sorunlar, Problemler/Muhsin İyi | muhsin iyi | Makale ve Köşe Yazıları | 5 | 14 Ocak 2017 18:33 |
Orucun Anlamı, İşlevi, Faziletleri/Muhsin İyi | muhsin iyi | Makale ve Köşe Yazıları | 1 | 28Haziran 2014 16:06 |
Letaif Nedir, Letaiflerin Anlamı, İşlevi, Görevleri Nelerdir?/Muhsin İyi | muhsin iyi | Makale ve Köşe Yazıları | 3 | 04 Ekim 2013 00:23 |
Zikrin adabı | muallime | Tasavvuf-Tarikat | 14 | 05 Temmuz 2012 14:27 |
Nafile İbadet Ve Zikrin Adabı Nasıl Olmalıdır? | NUR | Namaz-Abdest-Teyemmüm | 0 | 11 Nisan 2009 00:40 |
.::.Bir Ayet-Kerime .::. | .::.Bir Hadis-i Şerif .::. | .::.Bir Vecize .::. |
|