Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Makale ve Köşe Yazıları (https://www.forum.medineweb.net/516-makale-ve-kose-yazilari)
-   -   Mehmet Paksu Yazıları (https://www.forum.medineweb.net/makale-ve-kose-yazilari/7017-mehmet-paksu-yazilari.html)

Esma_Nur 24 Şubat 2012 10:10

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
Her deliye veli rolü

Bazen de aile içinde istenmeyen tartışmalar yaşanabiliyor. Eşler, tartışmayı ileri boyutlara götürüp birbirine "çek git" resti çekebiliyor. Ancak bir süre sonra kızgınlık geçince, etraf sakinleşince eşler birbirine karşı ettikleri sözlerin pişmanlığını yaşıyor.
Aile içinde tartışma olabilir, fakat tartışmayı belli bir sınır içinde tutmak lazım. Her iki taraf da aynı tonda konuşur, direnir ve diretirse, ortak kayıplar yaşanır. Bunun olmamasının çaresi "deli/veli" rolü üstlenmektir.
Bir Allah dostu, bir toplulukta konuşulanları dinler. Hepsi de hanımından dert yanmaktadır. Fakat kendisinde şikâyet filan yoktur. Derler ki: "Veli gibi bir hanıma düştün de sesin çıkmıyor." "Hayır" der, "Bizim hanım veli filan değil, kelimenin tam manasıyla delidir deli!" "Nasıl geçiniyorsun öyleyse?" dediklerinde de şu açıklamayı yapar: "Hanımla bu konuda anlaştık. İnsan öfkelenince akıl gidiyor, deli haline geliyor. Öyleyse kim öfkelenirse o an sanki o delidir. Deliye karşı ise bir veli lazımdır. Ben öfkelenirsem hemen farkına varacaksın, sabır gösterip ters cevap vermeyeceksin. Çünkü ben o an deli sayıldığımdan 'deli adamdan her şey beklenir' diyerek veli rolüne gireceksin, aklım gelinceye kadar bir deliye bir veli rolü oynayacaksın."


Eşinizin iyi davranmasını istiyorsanız

Bazen, eşler yaşadıkları tartışma sonucu birbirine küsüyor, konuşmuyor. İki kişi, karı koca da olsalar her konuda yüzde yüz anlaşamayabilir fakat meseleyi hemen tatlıya bağlamak çok önemlidir.
Eşinizin gönlünüzü almasını istiyorsanız, nasıl gönül alınmasını siz ona öğreteceksiniz. Zamanı gelince siz onun gönlünü alacaksınız ki, o da yeri geldiğinde sizin gönlünüzü alsın.
Kendinizi mutlu etmek istiyorsanız, önce eşinizi mutlu etmelisiniz. O mutlu oldukça siz de mutlu olursunuz. Karşınızda şen şakrak olsa, neşe dağıtıp gülüp dursa suratınızı asmaya devam edebilir misiniz?
"Ben ona küsüyorum, o da bana küsüyor" sözü evcilik oynayan küçük çocukların "küsmece"sine benziyor. Birbirinize küseceğinize şeytanı küstürseniz, şeytana surat assanız neler kazanacağınızı düşünebiliyor musunuz?
Göreceksiniz o zaman aile içinde büyüttüğünüz sorunların hiç de o kadar büyük olmadığını fark edeceksiniz. Mutlu ve huzurlu bir aile hayatı için birbirinize değil, şeytana küsün…




Mehmet Paksu

Esma_Nur 27 Mart 2012 18:59

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
Belâ nasıl güzelleşir?



Birer birer merdivenleri çıkarken, bir yandan da felaketlerdeki güzelliği, musibetlerdeki isabeti ve saadeti, dertlerin içindeki gizli dermanı, yokluk içinde varlığı, darlık içindeki dirliği ve diriliği aramaya sürdürüyordum.

“Acaba zihnimde yer eden bu düşüncenin Kur’ân’da bir kaynağı, bir yeri, bir delili var mıdır?” derken, birden aklıma “belâen hasenen” ifadesi geldi. Bu kelam “Güzel belâ” anlamına geliyordu.

“Belânın da güzeli, iyisi olur mu?” derken, âyetin açıklamasına göz attığımda, Kur’ân’da geçen “belâ” kelimesinin ve bu kelimeden türetilen diğer kelimelerin “imtihan, sınav, deneme, tecrübe” anlamına geldiğini fark ettim.

Hani dilimizde de “tatlı belâ” diye bir kavram var ya, neredeyse tam Kur’ân’daki “belâen hasenen”in karşılığı...

Kur’ân, bunun yanında, bir de “fitne” kelimesine çok farklı bir anlam yükler. Bizim bildiğimiz “fitne”, “arayı bozma, bozgunculuk yapma, karışıklık çıkarma” ve benzeri olumsuz anlamlarda kullanılır.

Ama Kur’ân’ın “fitne” olarak vasıflandırdığı iki nimet var: Bir mal, öteki de evlat.

Kur’ân bu iki varlıktan, bu iki imkândan, bu iki güzellikten “fitne” olarak söz eder.

“Belâ” kelimesinde olduğu gibi, “fitne” kelimesi de aynı şekilde “imtihan vesilesi, hayat sınavı, tatlı çile” gibi anlama gelir.
Bizim Karadenizlilerin “hâin” kelimesini, “O ne hain uşaktur” diyerek, sözünü ettikleri kişiyi övmeleri, bu sözle o insanın iyi ve mert bir insan olduğunu anlatmış olmaları gibi.

***

Gerçekten “belâ” nasıl güzel olur? Bizim “beddua”da kullanıp durduğumuz bu kavram nasıl iyi ve olumlu bir mana taşıyabilir?

Anlaşılan o ki, insana iki türlü nimet geliyor, iki şekilde hayır ulaşıyor:

Birisi, doğrudan, açık ve berrak olarak; diğeri de dolaylı yoldan, biraz dolambaçlı ve mahiyet değiştirerek...

Mesela, güneş ve gündüz her yönüyle bir nimet ve aydınlık. Ya gece, o da karanlık, meçhullük ve kapalılık.

Ama gece olmadan ne güneşin güneşliği anlaşılır, ne de gündüzün farklılığı ve aydınlığı. Demek ki, gündüz aydınlıksa, gecenin karanlığı sayesinde aydınlıktır.

Hayatı tozpembe gören, imkânlar içinde yüzen, sağlık ve mutluluk içinde yaşayan, yediği önünde, yemediği arkasında duran bir insanın bu gidişatı hayra alamet değildir. Çünkü hayat tek düze, düz bir çizgi üzerinde gitmiyor. Hayat inişli çıkışlı, yokuşlu tırmanışlıdır.

Gün gelir, art arda dertler sıralanır, zaman olur, darlık ve kriz gelip kapıya dayanır; bir de bakmışsınız ki, hastalıklar gelip vücudunuza yerleşmiş.

Darlık olmadan varlığın kıymeti, hastalık olmadan sağlığın değeri, aç kalmadan yemeğin lezzeti, ayrılık olmadan vuslatın sevinci anlaşılabilir mi?

El bebek, gül bebek yetişen, büyüyen ve böyle bir hayata alışan insanlar, en basit bir tökezleme sonucu çöküyorlar, yıkılıyorlar, hayata küsüyorlar.

Oysa şimdilerde olduğu gibi, yem yeşil, bol çiçekli bir mevsim varsa, bol meyveli ve bereketli bir yazı yaşıyorsak; bu nimetler üç-dört ay öncesinde karlı, fırtınalı, buzlu dumanlı, çileli ve meşakkatli bir kışın sonunda önümüze serilmiştir.

***

Kur’ân’da peygamber kıssaları böylesi örneklere doludur.

Yusuf Aleyhisselâm, Mısır’a sultan olmadan önce, kardeşleri tarafından kuyuya atıldı. Oradan çıkartıldı, köle olarak satıldı. Sonra iftiraya uğradı, yıllarca zindanlarda çile çekti. Hayatın bütün acılarını tattı. Sonra, o zaman ki süper devlet olan Mısır’ı ve bölge insanını yıllar süren ekonomik krizden ve kıtlıktan kurtardı. Bu arada, bir âhiret saltanatı olan peygamberlik nimetiyle de taltif edildi.

Hz. Yusuf’un çektiği bütün sıkıntılar Kur’ân ifadesiyle “belâen hasenen”di, tatlı belâydı, “şirin” musibetti.

Çünkü “Veren”i tanıyordu, her şeyin Ondan geldiğini biliyordu.

İşin en dikkat çekici yönü de, saadetin zirvesinde iken, varlığın ve servetin en doruk noktasında iken, Rabbinden ölümünü istedi. Biliyordu ki: “gerçek saadet, sonsuz hayat kabrin öbür tarafındaydı. Buradakiler geçici ve süreliydi”

Mehmet Paksu

Elvin meyra 27 Mart 2012 19:43

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
ne diyeyim artık bende öğrendim derdimi sevmeyi bazen bu geldiyse rabbimden vardırr bihikmeti diyorum ondan geldin se hoş geldin sefa geldin...........takip ederim mehmed paksuyu ArO*güzel paylaşımevet000

Esma_Nur 08 Mayıs 2012 21:36

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
Evliyken başka biriyle tanıştım ve..


YAZAR KENDİSİNE SORULAN SORUYA CEVAP VERİYOR.
Ben bankamatik, eşim ise hizmetli sanki...
Ben 27 senelik evliyim. Hele son 10 sene evlilik adına hiçbir paylaşım yok. Sadece ben bankamatik, o ise hizmetli. 8 sene oldu başka biriyle tanıştım, benim için her yönden doğru insan olduğuna inanıyorum. Ben kendimi yenilemeye çalıştıkça eşimle aramızdaki makas açılıyor ve diğer tarafa olan hislerim daha kuvvetleniyor. Cevabınızı da tahmin edebiliyorum ama gene de yazmak istedim. (Rumuz: Kalbin Sesi)
Derdinizi çok net ve açık bir dille ifade etmişsiniz. Eşler anasında hayata bakış, düşünce birliği, duygu dünyası farklı olursa paylaşımlar gittikçe azalabiliyor, birbirlerine yabancılaşabiliyor. Hatta birbirlerine ihtiyaç duymaz hale gelebiliyorlar.
Bu durumda herhalde yapılacak bir şey varsa, o da ilk adımda, aranızdaki soğukluğun sebebine bakmanız gerekir. Eşinizin fiziki ve psikolojik bir rahatsızlığı varsa, tedavi çarelerini arayın. Psikolojik bir destek almaya çalışın.
Genellikle kadınlar yaş dönümlerinde eşlerinden uzak kalmayı tercih ederler, bu yaklaşımlarını da normal görürler. Bir de çocuklarına çok düşkünseler, neredeyse eşine ihtiyaç duymaz hale gelir, ilişkilerini dondururlar.
Ona bu tutumunu hatırlattığınızda acaba nasıl bir tepki gösteriyor? Eksiğini, hatasını kabulleniyor mu? Kabulleniyorsa mesele yoktur ama ciddiye almıyor, yüzünü ve sırtını dönmeye devam ediyorsa, aile içinde çözmeyi bir deneyin.
Bir Kur'an metodu olan "hakem" yoluna başvurun. Bilgi ve tecrübesiyle donanımlı bir kişi sizin tarafınızdan, bir kişi de onun tarafından olsun, bu kişilere derdinizi açın, çözüm bekleyin.
Her yolu denediğiniz, her tür çareye başvurduğunuz halde en küçük bir değişiklik görmüyorsanız, yaklaşımlarınızda meşru çerçevede farklı bir yol izleyebilirsiniz. Yoksa hissi davranırsanız, sıkıntılar sizi kendi çemberi içine alabilir.


MORAL HABER

Esma_Nur 18Haziran 2012 17:47

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
Bir tarikata bağlanmak şart mıdır?


Müslümanın gerçek mürşid ve rehberi Kur’ân-ı Kerim ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Bir Müslüman bu iki mukaddesi kendisine rehber alıp kılavuz edinirse sırat-ı müstakimi bulmuş, kendisine doğru bir yol çizmiş olur.

Zaten bunları rehber almayan insanın olsa olsa rehberi ve yol göstericisi şeytandır. Çünkü, kâinatta iyi ve kötülerin temsilcisi vardır. Üçüncü bir yol yoktur. Bir insanın rehberi, ya iyi ve iyilerin temsilcisi olan Peygamber Efendimizdir, ya da kötü ve kötülüklerin temsilcisi olan şeytan ve onun fahrî yardımcılarıdır.

Bununla birlikte başta sahabiler olmak üzere müçtehidler, veliler İslâm ulemâsı da insanlara hak ve hakikatı gösteren, doğru yolu işaret eden rehber ve kılavuzlardır. Bunlar zaten ilim ve irfanlarını Kur’ân’dan, Peygamberden (a.s.m.) almaktadırlar. Ve birçokları yüzlerce, binlerce insanın hidâyete ermesine vesile olmuş, hizmet etmiş, dünya ve âhiret saadetine ermesine yardımda bulunmuşlardır.

Meselâ İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfii, İmam-ı Gazâlî, Abdülkadir Gaylânî, İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Nakşıbend, Mevlâna ve asrımızda da Bediüzzaman Said Nursî bu mürşid ve rehber şahsiyetlerden bir kısmıdır. Bu mübarek zatların hayatları, hizmetleri incelenirse, büyüklükleri ve İslâm tarihindeki yeri kolayca görülecektir.
Evet, bir Müslüman bu zatların sözlerini, kitaplarını, hal ve hareketlerini, devam etmiş oldukları zikir ve evradı okuyabilir, taklid edebilir ve böylece İslâmî yaşayışını zenginleştirip nurlandırabilir. Böylece bu zatlar insana mürşid olur, rehber olur.
Bu zatları kötü gören, bir peygamber mirasçısı oldukları için imkân nisbetinde taklid etmeyen, tanımayanların da olsa olsa yol göstericisi şeytan ve kötü kimseler olur. Çünkü, bir Müslüman onları Kur’ân’a ve Peygambere uydukları için sevmekte, kitaplarını okumakta, istifâdeye çalışmaktadır.

Mehmed Paksu, Aileye Özel Fetvalar

Esma_Nur 20Haziran 2012 12:04

Cevap: Mehmet Paksu Yazıları
 
Tatil Anlayışımız ve Tatilin “Tatil”i


Eskiler uzun boylu tatile ihtiyaç duymazdı. Çünkü hayat sade, işler sakin, ruhlar dingin, kalpler rahat, vücut da dinçti. İnsanların ayrıca “boş” geçirecekleri öyle haftaları, ayları da pek bulunmazdı.

Geçtiğimiz ay gazetelerde, “Sağlıklı bir vücut için en az bir ay tatil yapmalı” biçiminde bir haber çıktı. Yani elini sıcaktan soğuğa sokmadan, bir ay boyunca gezerek tozarak, yürüyerek yüzerek, bir yerde “yan gelip yatarak” geçirmek.

Bizim zamanımızdaki ilk okuma kitabında, “Uyu, uyu, yat uyu!” ninnisine benzer bir yaklaşım sergileniyor: “Ye, iç, yat!” Bunun adına da tatil deniyor. Yani sizin anlayacağınız, “dişe dokunur” herhangi bir iş yapmadan bir ay süreyle boş boş, avare bir şekilde “zaman öldürme” eylemi.

Hatta kitap bile okumayacaksın. Çünkü kitap okursan başın ağrır, gözün yorulur, beynin sulanır. “Kafa dinlemek” için ne okuma, ne yazma, hatta ne düşünme, ne fikir üretme; açıkçası, “katıksız” ve net bir tatil yapmak.

Bir de nerede kalabalık varsa, nerede deniz varsa, insanlar hangi tatil bölgesine akın ediyorlarsa direksiyonu oraya kırmak, orada mekan tutmak, orada gününü gün etmek…

Oteller, moteller, sahiller, tatil köyleri ve çoğu yazlıklar insanın bu istek ve arzusunu karşılamak için kurulmuşlar. İsraf ve harcamalar için de her şey planlanmıştır.
Giderken uzun ve stresli bir yolculuk, gelirken aynı şekilde yorgun ve bitkin bir seyahat. Bunun için tatil dönüşü, dinleneceği yerde “kambur kambur üstüne” koymuştur. Bir de canını sıkan olaylar, moralini bozan görüntüler ve derdine dert katan tatsız sürprizler de eklenince tatil dinlenmeden çıkmış, atalet haline gelmiştir insan için. Tatile çıkacağına da, çıktığına da bin pişman olmuştur.

Tatil “hayat tarzı”na dönüştü

Altmışlı, yetmişli yıllarda bu şekildeki tatil anlayışı pek bilinmezdi. Kısmen şimdilerde de olduğu gibi, sadece Adana, Mersin, Antalya ve Muğla gibi yerlerde yaylaya çıkılır, yaz boyu orada geçirilirdi. Günümüzde ise yaz tatili ayrı, kış tatili ayrı, yurt dışı ayrı, okyanus aşırı tatiller ayrı oldu. Böylece tatil anlayışı bir “hayat tarzı”na dönüştü, bir felsefe haline geldi. Bir yıl öncesinden planlanır, programlanır, gündeme alınır bir şekle büründü.

Eski insanlar “vakt-i zamanında” nasıl tatil yapardı? Öğrenmek için öyle uzaklara gitmeye gerek yok; şayet hayatta iseler dedelerimize, babalarımıza sorsak bile öğrenmemiz mümkün.

Bilebildiğim kadarıyla eskiler böyle uzun boylu tatile ihtiyaç duymazdı. Çünkü hayat sade, işler sakin, ruhlar dingin, kalpler rahat, vücut da dinçti. İnsanların ayrıca “boş” geçirecekleri öyle haftaları, ayları da pek bulunmazdı.

Hem zaten insanın hayatında bir ay gibi koca bir zaman nasıl olur da boşa harcanabilirdi? Çiftçiyse bağında bostanında, tarlasında arazisinde; esnafsa işinde gücünde, ticaretinde kârında idi. Bir de şimdiki gibi “emekliler ordusu” da yoktu.

“Boş zaman” mefhumu eski kültürümüzde bilinmezdi; eski kültürümüzde derken İslâmi yaşantımızda… Çünkü saniyesine varıncaya kadar “zaman” kutsal bir değerdi. Öyle “haybeye” harcanacak bir kavram hiç değildi. Zaten tembel olan her devirde tembeldi. Onun için bir iş yapmamak, “iş” sayılırdı.

Çalışarak dinlenmek, iş değişikliğiyle istirahat etmek

Kur’ân’ın işaretiyle Cenab-ı Hak yüzyıl anlamında “Asr”a, tan yeri ve sabah anlamında “Fecr”e, birer zaman makinesi olan “Şems/Güneş”e ve “Kamer/Ay”a ve bunların ördüğü “leyl/gece”ye ve “nehar/gündüz”e yemin ederek, zamanın çok büyük bir nimet olduğunu hatırlatıyor, zamanı yerinde kullanmaya davet ediyor, vaktin nakit değerinde olduğunu bildiriyor. Vakitle nakit alabilirsiniz ama, nakitle hiçbir zaman vakit alamazsınız.

Hatta öyle ki, Kur’ân, bir işin peşinden bir başka iş yapmaya teşvik ediyor. İnşirah Suresindeki “Bir işi bitirince bir başkasına giriş” ifadesi, çalışarak dinlenmeyi, iş değişikliği yaparak istirahat etmeyi öğretiyor. Çünkü “Fıtratı müteheyyiç olan bir insanın rahatı sa’y ve cidaldedir.” Yani, yaratılışı gereği heyecanlı, hareketli ve yerinde duramayan bir insan ancak çalışarak, didinerek ve hayata karşı dinç kalarak rahat eder.

Cuma Suresinde ise, Cuma namazı için çağrıldığında işi gücü bırakılarak Allah’ın zikrine koşmamız emredilir. Fakat namaz biter bitmez de yeryüzüne dağılıp Allah’ın fazl u kereminden rızık temin etmeye yönlendirilir.

Ramazan ve Kurban Bayramları gibi dini tatil günlerinde ise bayramlaşma ve kurban ibadetleri eda edilir ki, boş gibi görünen bu zaman dilimleri bile en iyi ve en ideal biçimde değerlendirmeye tabi tutulur.

Gezi ve seyahatler gayesiz ve anlamsız olmamalı

Bunların yanında, insan yıl boyu hep ciddi, hep ağır ve hayati meselelerle ve konularla mı meşgul olmalı? Dinlenmeye ve eğlenceye hiç ihtiyacı yok mudur? Mutlaka vardır. İnsan kurulu makine değildir ki düğmesine basınca 24 saat durmadan çalışsın.

Kur’ân, gecenin insan için bir örtü, uykunun da bir dinlenme vasıtası olarak ihsan edildiğini bildirir. Sadece gece değil, öğle sonrası gibi gündüzün bir bölümü de “kaylule” adıyla ayrıca dinlenmek için bir uyku saatidir. Bundan dolayı günün üçte biri böyle bir istirahat maksadıyla kullanılır.

Bedenin dinlenmeye ihtiyacı olduğu gibi, duyguların ağırlık merkezi olan kalbin de rahata ve dinlenmeye ihtiyacı vardır. Bu konuda Hazret-i Ali Efendimiz, “Kalplerinizi dinlendirin. Onlar da tıpkı bedenleriniz gibi yorulurlar” diyerek sıkıntıya ve strese karşı kalb istirahatını tavsiye eder.

Kur’ân, insanın yerinde sayıp durmasını istemiyor. Gezmesini, dolaşmasını, seyahat etmesini, yeni yeni yerler görmesini tavsiye ediyor. Fakat bu gezi ve seyahatler de gayesiz ve anlamsız değildir. Bu gayelerden birisi, yaratılış seyrini keşfetmek, diğeri de taşkınlık yapan eski kavimlerin acı akıbetlerini görerek ibret almaktır.

“De ki: Yeryüzünde gezin de, Allah’ın mahlukatı ilk önce nasıl yarattığını görün.” (Ankebût, 29:20)
“De ki: Yeryüzünde gezin de, daha öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bir bakın. Onların çoğu Allah’a ortak koşanlardı.”
Bütün bunlarla birlikte, pratikte yapılması gereken şey, tatili anlamak için biraz “tatil”i tatil ederek ataletten betaletten kurtulmak ve tatil fırsatını bir ganimet ve nimet olarak bilip kâra geçmektir.

Mehmed Paksu
Moral Dergisi


SAAT: 08:30

vBulletin® Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2024 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306