Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Makale ve Köşe Yazıları (https://www.forum.medineweb.net/516-makale-ve-kose-yazilari)
-   -   Cafer Tayyar'ın Medineweb için Derlediği Makaleler (https://www.forum.medineweb.net/makale-ve-kose-yazilari/946-cafer-tayyarin-medineweb-icin-derledigi-makaleler.html)

CaferTayar 01 Ekim 2007 10:39

Cafer Tayyar'ın Medineweb için Derlediği Makaleler
 
Murat ve Ali zamanında çok iyi birer dostturlar.
Murat çok kurnaz, zeki, atılgan; Ali ise tam tersine içine kapanık ve saftır.
Murat'ın işleri çok iyi giderken bir anda her şey alt üst olur borca girer.
Bu durumda da ilk olarak aklına Ali gelir çok iyi dostturlar,
para onların arasında sorun bile olamaz, diyerek Ali'nin yanına gider ve arkadaşından borç ister
tabii Ali de aynı şekilde aralarında bunun lafı olmayacağını düşünerek parayı çıkartır ve verir.
Ali bu aralar nişanlıdır ve evlenmek içinde bir takım hazırlıklar yapmaya başlar;
fakat bu sıralarda hiç ummadığı bir olayla karşılaşır.
Murat gelmiş ve nişanlısına aşık olup onunla kendisinin evlenmek istediğini söylemiştir
Ali bu durum karşısında çok şaşırır ama dostluk bu onu kıramaz ve nişanlısını Murat a verir.

Aradan uzun bir zaman geçer
bu sefer Ali'nin işleri bozulur ve kısa süre içerisinde işten atılır bir süre boş gezdikten sonra aklına Murat gelir.
Dostunun çok iyi bir işi vardır ve kendisini yanına alır düşüncesiyle dostunun yanına gider fakat
hiç ummadığı bir olayla karşılaşır Murat onu işe almak istemez ve daha fazla konuşmadan oradan ayrılır.
Ali bu duruma anlam veremeden tekrar iş aramaya devam eder ama aklından dostunun yaptığı bu davranışı silemez.
Günler geçer Ali'nin cebinde çok az miktarda para kalır ve yolda yürürken yaşlı bir amcaya rastlar;
amca ilaç alması gerektiğini ama parası olmadığını söyler.
Ali buna dayanamaz ve cebindeki son parayı çıkarır amcaya verir.
Birkaç gün sonra ise amcanın öldüğünü ve mirasını ona bıraktığını öğrenir.
İyi ama ilaç almak için parası olmayan adamın nasıl mirası olur ?
Ali kısa zamanda amcanın bıraktığı parayı alarak dostunun evinin yakınlarında bir ev alır.
Kısa bir süre sonra kapısı çalar bu sefer yaşlı bir teyzedir kapıdaki.
Kalacak yeri olmadığını bütün ev işlerini yapabileceğini söyler Ali teyzeyi yanına alır.
Aradan aylar geçer ve bir gün teyze tanıdığı çok iyi bir aile kızı olduğunu
kendisinin de evlenmesi gerektiğini söyler ve Ali yi kızla tanıştırır.
İkisi çok mutlu olur ve evlenmeye karar verirler .
Düğün günü gelir davetliler arasında en iyi dostu Murat ta vardır.
Ve an gelir Ali mikrofonu eline alarak :

-''Zamanın birinde çok iyi bir dostum vardı
ona ne borç nede kız arkadaşımı vermekten çekinmedim ki önemli şeyler değillerdi
fakat o bana bir iş vermedi gene de her şey için sağ olsun iyi ki varsın dostum ''Der.
Ve ardından Murat mikrofonu eline alır.
-''seni işe nasıl alabilirdim sen dostumdun,
emrim altında çalışamazdın Ve tabi benden de para almayı kabul edemezdin
bu yüzden sana yaşlı babamı yolladım ölmek üzereydi, mirasını sana bıraktırdım yoksa kabul etmezdin.
O yaşlı kadın benim annemdi; yalnız yaşıyordun yemeğinin temizliğini yapamazdın.
Dedi ve devam etti.
Nişanlın kötü yola düşmüştü
ama o kadar saftın ki bunu bile fark edemedin ve şu anda evlendiğin kız
benim kız kardeşim size mutluluklar!'' der ve oradan uzaklaşır...

sui_zan 01 Ekim 2007 12:37

Cvp: GERÇEK DOSTLUK
 
vaybe ilginç kusura bakılmaz ise bir kaç kelime edeceğim önce çok duygulandım itiraf edeyim ama murat misali tiplemeler de yok ali misali tiplemelerde günümüzde .sonra ali saflığını realiteyle bağdaştırmak çok ta doğru değil.meçhul alemlerin insanları kısaca ama duygulandırıyor işte insanı elinize sağlık

CaferTayar 01 Ekim 2007 15:35

Cvp: GERÇEK DOSTLUK
 
sevgi değer dostum
elbette teşbih boyutlu bir abartı bulabiliriz bu hikayede
önemli olan gönlümüze fedakarlık hatırlatmasıdır
bizler yitirdiğimiz nice hasletlerimizi yeniden bulmanın heycanını yaşarsak
infak denen o güzelim hasletlerimizde geri dönecektir sanırım

şirinkırş. 01 Ekim 2007 15:50

Cvp: GERÇEK DOSTLUK
 
Alıntı:

Sıryani Üyemizden Alıntı
sevgi değer dostum
elbette teşbih boyutlu bir abartı bulabiliriz bu hikayede
önemli olan gönlümüze fedakarlık hatırlatmasıdır
bizler yitirdiğimiz nice hasletlerimizi yeniden bulmanın heycanını yaşarsak
infak denen o güzelim hasletlerimizde geri dönecektir sanırım


evet bu hikaye bana da bayağı bi değişik geldi yaklaşık 2 yıl önce okumuştum bunu ama isimler yoktu..
hikayede abartı dahi olsa burda insana dostluk hakkında bilgilendirme var...bence çok güzel bir hikaye..
"İNSANLARA ÖYLE İYİ DAVRANINIZ Kİ ÖLÜMÜNÜZE DÜŞMANLARINIZ BİLE AĞLASIN" HZ. ALİ

sui_zan 01 Ekim 2007 16:28

Cvp: GERÇEK DOSTLUK
 
benim kaygım ne biliyormusunuz dostlar bu safdillilikle biz çok aldatıldık müslüman realist olacak müslüman allahın nuru ile bakmasını öğrenecek kardeşine karşı müşfik inanmayan karşısında azametli olacak hep elpençe divan durmayı anlattılar bize (( kesilir amma çekilmeye gelmez boynum )) demeyide unutmamak lazım diyorum acizane .

CaferTayar 01 Ekim 2007 16:52

Cvp: GERÇEK DOSTLUK
 
elbette hüsnü zan kardeşim bizim duygularımız sizinkinden farklı değil
yalnız düşünürken ve düşündürürken bir şeyi kaçırmamamız lazım oda bu teşbih her keze hitabdır
yani sizin bu anki duygu ve düşüncenize farklı gelse bile birilerine ise tam uymaktadır
yani önemli olan bize tavır sergileyen ve kin duyanların ne düşündüğünün hesabını yapmak değil
marifet ben rabbimin bana verdikleriyle ne yapabilirim...nasıl yapabilirim ve bu yoldaki merhametimi nasıl çoğaltabilirim,
eğer bu niyeti taşırsak sanırım rıza-i bariye erebiliriz.
yani bakmak ve görmek veya bakış açımızın halis bir saflıkta olgunlaşabilmesi

CaferTayar 10 Ekim 2007 16:31

Ayakkabıcı
 
Ayakkabıcı , yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir
çocuk onu izlemekteydi

Ayakkabıcı , yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir
çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor
ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir
dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk
vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle...
Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu.
Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti.
Bir müddet öyle durdu.
Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:

Küçükk!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!.

Çocuk, ona dönerek:

Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım
doğuştan eksik.

Bence önemli değil!. diye atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan
yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da imânı.
Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:

Keşke imanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.

Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?
Çok basit!. dedi, adam. Eğer imanımız yoksa, cennete giremeyiz. Ama
ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar,
hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek:

Baktığın ayakkabı, sana yakışır!.. dedi. Denemek ister misin?

Çocuk, başını yanlara sallayıp:

Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.

İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam.
Bu durumda 20 liraya düşer.
Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.

Çocuk biraz düşünüp:

Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?
Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.

Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:

Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.

İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.

Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5
lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım
gitti!.

Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki
raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu.
Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi.
Ve çıkarttığı eskiyi göstererekBenim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.

Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk.
Onun tabanı delinmek üzere.
Eski bir ayakkabı, para eder mi? be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok her halde.
Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar.
Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30- 40 lira eder.

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş değildi.
Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya.
Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra,
10 liralık banknotu geri vererek:

Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..

Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu.
Her nedense içi içine sığmıyordu.
Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı.

Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç
duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
Babam haklıymış! dedi. Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok

CaferTayar 11 Ekim 2007 00:08

ZULME BEDDUA
 
Gönlümüz, acının duyarsızlığından muzdarip,
Bedenlerimiz, soğuk betonların duyarsızlığından katı,
Umudumuz, müminlerin ilgisizliğinden bitap,
Aşkımız, ihanetlerin kararsızlığından sevdaya karşı ölü,
baharların, kırağıyla çiçeklerini döken ağaçları gibi bizar.
Dilimizi yöneltiyoruz zatına bedduayla azar, azar:
Çağın dakyanuslarına, çağın firavunlarına,
Çağın nemrutlarına, çağın tağutlarına,
Ve onların yandaşları, yardakçılarına.
Duyun bizi, duyun sesimizi ve bilin ki;
İntizarımız yüceleredir artık,
İntizarımız yüceleredir artık.
Ey kendinden korkarak gizli, gizli ağlayanların Rabbi!
Bilirim sen görüp gözetensin!
Ey yardım taleplerini ve imdat çağrılarını işiten Rabbim!
Sen ya Maniu! Sen Ya Dafi!

Duanıza âmin ey bu ülkenin mazlum eleri
Başınızdaki bürde Rab’imin buyruğunu temsil ediyor,
Kimliğinize Hz. Zeynep’in vakurluğunu katarken;
Eğilmeyen başınız everesttende yücedir kızım.
Kim ne derse desin; sizlerle onurlanıyorum..
Örtünüz, örfünüz ve ömrünüz, özde varlığımın onuru.
Ona dil uzatanlara en kalbi intizar ile “ah” ederken;
Ya Kahhar! Ya Kahhar! Ya Kahhar olan Rabbim!
Dilleriyle tahkir edenleri, kahrına duçar eyle!
Elleriyle uzananları, viran ve naçar eyle!
Âmin âmin âmin
İman ve ilim adına, kulluk bilincinin
Kadınca özelliğini kavrayarak,
Ülkemizin aydın evlatlarına anne olmayı
Kızlarıma çok görüp, horlayanları hakir eyle Allahım!
Âmin âmin âmin
Kızlarımın gözlerine yaş yerine sevgi tomurcukları,
gönllerine ilim hazlarını çok görüp mahzunlaştıranları
Onları insanlık dışı baskılarla bıktıranları,
Sen ebedi ağır belalarla bunalt ya Rabbi!
Âmin âmin âmin
Çağın, çağdışı cürümüyle, cinayet-i insan olanlara,
Kara vicdanlarındaki kâbusları, korkularına sebep eyleyip,
Eza, cefa ve zulmün en çetin acımasızlığını reva görenlere,
Sende o çetin günün mahrumluğunun tattır ya Rabbi!
Âmin âmin âmin

Sen ki; haddi aşanlara haddini bildirensin!
Zararlarını bizden uzaklaştıransın!
Mülkün Malik’i, yaratılanların Halik’ısın!
Rahmete muhtaçlara yardım sendendir!
Sen Bedşişşedid’sin! Beisivenikam’sın!
Şiddetli intikam sahibisin!
İsmin hürmetine kıskıvrak yakalayan
Şiddetli azabın sahibisin!
Sen ki; düşmanları kahredensin!
Bu isimlerinle bir kez daha sana yalvararak
Beyan-ı ah ile intizarımızı,
Bedduaya dönüştürüyoruz ya Rab!
Bize bu zulmü layık görenleri,
Senin kahreden isimlerine havale ediyoruz.
Sen Kahhar’sın! Sen Aziz’sin! Sen Cebbar’sın!
Sen Aziz-un züntikam’sın!
Takatimiz tükendi, dilimiz beddua ile bilendi,
Mazlumluğumuz Resulün gönlüne bile acı verir oldu.
Muhabbetin muvaffakiyetinde bizi feraha erdir ya Rab!
Âmin
Bize zulmedenlere, zulümlerinde zevalle yerdir ya Rabbi!
Âmin
Dünyadaki şaşılıklarını, ahirettede artır ya Rabbi!
Âmin
Bu dünyada ferasetlerini yok ettiğin gibi, akıllarını da gider
Âmin
Gönüllerini kara eyle! Gözlerinin ferini gider ya Rab!
Âmin
En karubbiz zaman içersinde gönüllerini daralt,
Günlerini karart, saltanatlarını sarart,
Zevalin çöplüğünde zulümleriyle hiç olsunlar ya Rabbi!
Âmin âmin âmin. Bi hürmet-i taha ve yasin
Velhamdulillahi Rabbi lalemin.
GÖNÜL DOSTU
VARIDATI SIR YANİ

CaferTayar 06 Kasım 2007 21:37

Konuşmada Nefes Tekniklerinin Önemi
 
Yaşam sürüp giderken sürekli olarak nefes alıp veririz.
Nefes alıp verirken bunu nasıl yaptığımızı düşünmeyiz.
Ama topluluk karşısında konuşmalar yapıyorsanız alıştırmalarla nefesinizi geliştirmeniz gerekir.
Aslında sesini, dolayısıyla nefesini kullanmak zorunda olan herkes
nefes alış verişini kontrol altına alarak, bilinçli bir hareket haline getirmelidir.

Konuşma yaparken veya şarkı söylerken nefes alış verişinde göz önünde tutulması gereken noktalar şunlardır:

Nefes: 1- Derin, 2- Sık, 3- Çabuk, 4- Düzenli, 5- Yumuşak, 6- Gürültüsüz alınmalıdır.

En önemlisi gürültülü nefes alma büyük bir kusurdur.
Dinleyiciyi rahatsız eder ve bu halin önüne geçilemezse konuşmacının konuşma kalitesini düşürür.

Genel olarak burundan nefes alınması gerekse de, konuşmanın en sağlıklı şekilde oluşturulabilmesi ve
diksiyonun anlaşılabilmesi için bazen ağızdan nefes almak da gerekebilir.
Konuşmacı, konuşma yaparken burundan nefes alacak kadar zaman bulamadığında
ve duraklama zamanlarının kısaltılması gerektiğinde sözler seri bir şekilde hızla söylenirken
duraksama zamanları kısalır, solunum gittikçe sıklaşır ve o zaman sadece burundan nefes almak yeterli olmaz.
Böyle hallerde ağız ve burundan beraber nefes almak gerekir.

Şarkıcı, oyuncu, öğretmen, sunucu gibi konuşmacılar sözlerini genellikle
ayakta söylediği için, bulunduğu pozisyonuna uygun olarak nefesini ayarlamak zorundadırlar.
Nefes verirken onu tutumlu kullanmak ve nefesi birden vermemek gerekir ki,
uzun cümlelerin sonuna kadar nefesini yetirebilsin, cümlenin anlamını düşürecek yerlerde nefes almak zorunda kalmasın.
Bu önemli kurala uyulmadığında, konuşmacılar nefeslerini boşuna harcadıklarından çok çabuk yorulurlar.

Şaşkınlığı anlatan söze çoğunlukla gürültüsüz bir nefes verdikten sonra başlanır.
Bu gülmek için de böyledir. Nefesin bitmesine rağmen o nefesle konuşmaya çalışmak hatalıdır.
Söze, nefes vermenin başlangıcında başlamalıdır.
Hiçbir zaman nefesin sonuna kadar söz söylenmemelidir.
Çünkü nefesle beraber ses de kuvvetini kaybeder ve ses cümlenin sonuna doğru duyulmaz bir hal alır.
Kontrollü davranıldığında konuşmacı konuşmanın pek çok yerinde nefes alma fırsatını rahatlıkla bulabilir.
Bir cümlenin başındaki söz kadar, sonunda ki sözde yeterli seviyede güçlü ve anlaşılır olmalıdır ve
konuşmacı cümle sonlarını iyi ve belirgin söylemeye çalışmalıdır.

Nefes verme, her zaman eşit ve sarsıntısız olmalıdır.
Genellikle heyecan kontrol edilmediğin de ses, kulağa hoş gelmeyen bir vibrasyon kazanarak keçi sesi gibi titreyebilir.
Bu ses titremesi nefes yolundaki adalelerin aşırı gerilmesinden kaynaklanır. Bu durum dinleyiciyi son derece rahatsız eder.

Nefesin alışlardaki sıklık oranı kişinin anlatmak istediği ifadedeki duyguların şiddetine bağlı olarak,
sesin yüksekliği ve volümüyle ilgili olarak değişebilir.
Konuşurken kaç kez nefes alıp vermek gerekeceğini tam olarak saptamak olanağı yoksa da
bunu en az sayıda gerçekleştirmek konuşmanın kalitesini artırır.

İyi konuşmalar yapabilmek için iyi bir nefes alıp verme tekniğine sahip olmamız kesinlikle gerekir.
Sesimiz, dinleyiciye nefesimizle havayı titreştirmemiz sayesinde ulaşır.
Eğer nefes basıncı zayıf olursa, ses de zayıf olur.
Eğer nefes verirken gereğinden fazla hava çıkışı olursa,
bu seferde ses kaslarının tam kapanması sebebiyle net ses çıkması engellenir ve konuşmacı çabuk yorulur.
Bu daha çok ses tellerinde nodül oluşmuş konuşmacı ve şarkıcılarda görülür.
Eğer nefes alıp verme düzensizse, söz akışı da gereksiz duraksamalar yüzünden anlamsız ve sıkıcı olur.
Nefes asında, şarkının veya konuşmanın durak yerlerini işaret eder ve bu esnada konuşmacının dinlenmesini sağlar.

Zorlu hareketler yaparken ya da spor yaparken nefes kapasitemiz yeterli değilse,
çabuk yoruluruz ve daha çok nefes gereksinimi duyarız.
Zorlu hareketler yaparken, örneğin koşarken kondisyon denilen beden direncinin nefes kapasitesiyle yakından ilişkisi vardır.
Böyle bir durumda konuşmak veya şarkı söylemek zorunda kalırsanız
nefesinizi daha idareli kullanmanız ve daha kapasiteli nefesler almanız gerekir.
Sesi oluşturan, tonun yoğunluğunu ve sürekliliğini sağlayan şey, nefesinizi kontrol etme becerinizdir.

Nefes sorunu ülkemizde daha yeni gündeme gelmektedir.
Nefes tekniklerinin ne derece gerekli olduğunun farkına yeni, yeni varılmaktadır.
Oysa özellikle Doğu ve Uzakdoğu'ya bakacak olursanız nefes biliminin binlerce yıldır gündemde olduğunu görürsünüz.
Bu coğrafyada yaşayanlar oluşturdukları nefes kültürüne bağlı olarak,
birçok konuda nefes tekniklerinin yardımına başvururlar.

Nefes alış verişleri konusunda kitleler üzerinde araştırmalar yapıldığında,
nerdeyse tümünde yanlış veya eksik nefes alış verişi yapıldığı gözlenmektedir.
Konuşmacının en önemli donanımı sesidir. Kendini iyi ifade etmek isteyen herkesin
konuşmalarını güzel ve etkileyici bir biçimde gerçekleşebilmesi için sesini en iyi şekilde kullanmasını öğrenmesi gerekir.
Nefesiniz yeterli değilse bu yaşamsal gerekliliği elde edemezsiniz.
Nefesini gerektiği gibi kullanamayan konuşma ve şarkı söylemede
yeterlilik sağlayamaz ve sanatında veya iş hayatında istediği performansı ve buna bağlı olarak başarıyı yakalayamaz.

Eksik nefes, ya da nefesin yanlış alınması ne demektir?

Nefes alış verişlerin, diyafram kullanılmadan yalnızca ciğerlerin üst bölgesiyle yapılması,
dolayısıyla ciğer kapasitesinin tamamının kullanılamaması demektir.
Bunun nedeni nefes alış sırasında, bel ve mide kaslarımızın görevlerini yapmamalarıdır.

Nefesin yanlış alınıp, yanlış kullanılması konuşma açısından çok önemli sorunlar doğurur.
Nefesimizi doğru alıp, doğru bir biçimde kullanamıyorsak tonsuz, yavan bir ses çıkar ağzımızdan.
Bu duygusuz bir sestir. Bu cılız bir sestir.
Hele bir de gergin bir bedene sahipsek, özellikle gırtlak, omuz ve boyun kaslarımızda gerginlik varsa,
güzel ve rahat bir ton asla elde edemeyiz.
Kasların gerilip gevşemesi nedeniyle, nefes sese dönüşmeden önce, sayısız değişikliklere uğrar.
Ses ve nefesin dengeli bir biçimde kullanılabilmesi için, kasların gergin olmaması gerekir.
Gerginlik ses ve nefes dengesini engeller.
Bu engellemede nefesin, dolayısıyla sesin bozulmasına neden olur.

Konuşurken nefes ne zaman alınır?

Nefes, cümle başında alınır.
Eğer, cümle uzunsa, anlamı bölmeyecek bir virgülden sonra alınır.
Nefes alma bilincinden habersiz isek, nefesi bize otonom sinir sistemimiz aldırır.
Bu durumda kontrol elimizde olmadığından belirsizlik ve düzensizlik ve nefesin yanlış kullanımı nedeniyle
pek çok konuşma sorunu yaşanır.

Örneğin cümleye başladınız ve cümleyi bitirecek nefesiniz var ama
kontrolsuz ve anlamsız bir şekilde cümlenin ortasında nefes alabilir,
cümlenin anlamını bozabilirsiniz. Sizi dinleyen kişi,
anlamı toparlayana kadar siz ikinci cümleye geçersiniz,
kişi ikinci cümlenin anlamını toparlayana kadar siz üçüncü cümleye geçersiniz,
belki de üçüncü cümlenin de ortasında da gereksiz bir nefes alıp anlamı dahada zorlaştırırsınız.
Böylece sizi dinleyen kişiyle sizin aranızda amansız bir yarış başlar.
Dinleyen kişi, cümle anlamlarını derleyip toparlamakta güçlük çekeceğinden
kısa zamanda yorulacak ve sizi dinlemekten vazgeçecektir.

Bir başka kontrolsüzlük örneği;

Konuşmanın içinde yeni bir cümleye başladınız ama,
cümleyi başında nefes almayı unuttuğunuz için cümleyi bitirecek yeterli nefesiniz yok.
Nefes almadığınız için cümlenin sonuna doğru nefesiniz tükenir ve sesiniz duyulmaz olur..
Yani, cümlenin son bir ya da iki sözcüğünü söylememiş olursunuz.
Oysa Türkçe de cümle sonları çok önemlidir.
Çünkü yüklem, yani eylem cümlenin sonundadır.
Oturdun mu? Geldin mi? Gittin mi? vs…gibi.
Cümlenin sonunda nefesiniz tükendiğinde son kelimeyi söyleyemez veya duyuramazsanız cümlenin anlamı yok olur.

Bugüne kadar pek çoğumuz, nefesimizi nasıl aldığımızı ve özellikle konuşurken
onu nasıl kullanmamız gerektiğini düşünmemişizdir.
Belki, şimdiye kadar size kimse "Nasıl nefes alıyorsun? " gibi bir soru sormamıştır.
Ama, sanıyorum bu yazıyı okuduktan sonra, daha kapasiteli,
doğru nefes alıp verme konusunda düşünmeye başladınız, bile.!

inzar 06 Kasım 2007 21:59

Cvp: Konuşmada Nefes Tekniklerinin Önemi
 
çok önemli bir diksiyon kuralına değinmişsiniz emeğinize sağlık..
hitabeti güçlendiren önemli teknikler biride bu nefes kontrolüdür..
ses tonu güzel olanlarda bu tarz teknik daha bir etkili ifade oluşturmaktadır kişide..
çoğu radyocularda ve haber spikerlerinde vardır bu..
aslında nefes ağarlayan en güzel kaynak kitap okumaktır..
çünkü kitap vurguların nerede yapılacağını kişiye göstermektedir..

Medine-web 06 Kasım 2007 22:09

Cvp: Konuşmada Nefes Tekniklerinin Önemi
 
lisede üniversitede hitabet dersinde ne kılıklara girdik
sıryani hocam çok elzem bir başlık.

CaferTayar 07 Kasım 2007 00:25

Cvp: Konuşmada Nefes Tekniklerinin Önemi
 
evet doslarımızın ihtiyacına binaen ifadelendirdik
aslında on üç yıllık radyoculuğumuzda her gün bi şekilde bu halleri yaşayan biri olarak
bu konuda bilgi sunmak sanırım faydalı olmuştur
rabbim hakiki kulluğunda muafık olanlardan eylesin gerisi boş be dostlar

CaferTayar 16 Kasım 2007 08:40

Bunu da aşacağız!
 
Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın...

'Nereden çıktın bu vakitte' dememeli, bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında;
gözünün dilini bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı...

Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında;
sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin.
İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin.

Kucaklamalı seni güvenli kolları, dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı...

En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin; gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz...

Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.

Alkışlandığın da değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli.
Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona,
övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin.

Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; günahlarının yegane şahidi...
Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş..

Gözbebekleri bulutlandığında, yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin.
Ve sen ağladığında onun gözlerinden gelmeli yaş...

Yıllarca aynı ip üstünde çalışmış, cesaretle ihanet arasında gidip gelen bir salıncağın sınavında
birbiriyle kaynaşmış iki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri...

'Parkurun bütün zorluklarına rağmen dostluğumuzu koruyabildik,
acıları birlikte göğüsleyebildik ya; yenildik sayılmayız' diyebilmeli...

Issızlığın, yalnızlığın en koyulaştığı anda, küçücük bir kağıda yazdığımız kısa ama ümit var bir yazıyı
yüreğe benzer bir taşa bağlayıp birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz:

'Bunu da aşacağız!

İmza: Bir dost!...'

CaferTayar 16 Kasım 2007 08:48

Bir Canan ki Cevabı Hak Eder
 
Ben; Yola yağmurlu, fırtınalı bir günde çıktım.
Seni tanrının uzak tuttuğu bir sığınakta beklemiyordum.
Hayatımı anlatmamışmıydım. Hata etmişim.
Çevremdekiler bulunduğum konuma heyecan yüklü macera dolu bir yoldan geçerek geldiğimi söylerlerdi de ben aldırmazdım.
İçimdeki fırtınayı bu güne kadar hiç kimse durduramadı ki sen durdurabilesin.
Barış heyecanını kaybedenlerin sığındığı bir kalkan olduğunu bu güne kadar anlayamadıysan, bundan sonra hiç anlayamazsın.
Büyük bir savaşın içine girmeden evvel içindeki küçük savaşı kazanman gerekirdi
görünen o ki senkendinle yapmış olduğun savaşı kazanamamışsın daha.

Ağaç gövdelerinin her zaman koruyucu bir sığınak olmadığını yağmurlu bir havada hemen anlayabilirsin.
Düşebilecek olası bir yıldırımın ilk hedefi sığındığın ağaç gövdesi olacaktır.
Senin arayıpta bulamadığın ülkenin tozlu yollarından geçeli o kadar çok oldu ki kimse aradığını bulamadı.
Ama sen aramaya devam et.
Bir gün yolun benim ülkeme düşerse kollarım seni kucaklamak için daima açık olacak.
Ben haykırarak bir şey yapamamaktansa sessiz kalıp dağları yerinden oynatmayı tercih ederim.

sen sadece haykırdığını sanıyorsun
sanmakla kalmayıp etrafını yıkıyorsunaslında bunlara hiç gerek olmadığınıda biliyorsun
büyük iskenderin düğümü nasıl çözdüğünü biliyorsun değilmi
kılıcı eline alıyor ve düğümün ortasına vuruyor bir anda düğüm çözülüyor
şu anda bizde o düğüm gibiyiz
hadi göster yiğitliğini kükre haykır ve düğümü çöz kopar aramızdaki bağı

bitir bu dosluğu sanada bu yakışır
sana bu güne kadar sana söylemiş olduğum o kadar kötü sözlerin altındaki şeyin
senin yapmış olduğun tahrik olduğunu bilmiyor değilim.
bir dosluk yok oluyor da farkında değilsin.

bu yazı bir elbisedir kime yakışırsa o giyebilir

inzar 16 Kasım 2007 09:37

Cvp: Bir Canan ki Cevabı Hak Eder
 
Büyük bir savaşın içine girmeden evvel içindeki küçük savaşı kazanman gerekirdi ..
gazamız mübarek ola
hayırlı cumalar..hepimize yakışır bu elbise..

Emekdar Üye 16 Kasım 2007 14:15

Cvp: Bunu da aşacağız!
 
Dost dediğin ya bu tarifdeki gibi olmalı yada hiç olmamalı !!!

Emekdar Üye 16 Kasım 2007 19:13

Cvp: Bunu da aşacağız!
 
Dostluk,anlaşma ve birleşme makamıdır.
Dost dediğin kişi ile muhabbeti doğru kullanmak ve doğru kimselerle dostluk kurmak, en az sevgi kadar önemli bir mevzudur...
Buna ilaveten dünyada kurulan dostlukların insanlar arasında nefsi olmaması gerekir. Şayet dostluk nefsânî ise bunlar âhirette düşmanlığa dönüşecektir. Bununla ilgili Kuranda şöyle denilmektedir....

O gün Allâh'a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler." (Zuhruf, 67)

CaferTayar 16 Kasım 2007 19:34

Cvp: Bunu da aşacağız!
 
evet haklısınız

aslında dosluk makamı haliliyettirki bu yakınlık makamıdır ve ibrahim aleyhisselamın

allah cc hudan bir ihsan olarak ona sunulmuştur ve çok özeldir

birde bu makamın nefsin mertebelerinde gönül hallenirken

gerçeklerin samimiyetini bir arif gibi algılamasında hissedilen bir makamdır

erenlere selamolsun amin

bu aynı zamanda kulun muhabbetinde allah ile halveti yani kurbiyeti ile hasıl olan

dosluğunda adıdır

gel görki böylesi bir dosluğun karşılığı ise acıdır ızdıraptır hasrettir hastalıktır çiledir

kulun takati pek kaldıramaz

CaferTayar 16 Kasım 2007 19:40

Cvp: Bunu da aşacağız!
 
birde ikincil dostluklar vardırki işte bu günümüz insanlarının

ancak ahde vefalıları tarafından yaşanabilir

dostu tarafından hadi dendiği zaman nereye bile demeden kalkıp yürünen

veya en güvendiğini bile hiç bir ön yargı olmadan emanet edip gidilebilinen

böylesi doslukların na ehillikle heder edildiği bir ahir zaman deminde nelerden bahsediyoruz değilmi

aslında kim ne derse desin bizde muhammed as mın ümmeti olarak ne pahasına olursa olsun

bu ve falılığı devam ettirmeliyiz sanırım

rabbim gerçek dostlukların haza saf ve samimiliğindeki mümin ve müminelerden olmamız dileğiyle

maşuk 16 Kasım 2007 19:40

Cvp: Bunu da aşacağız!
 
Bu tariflere uyan tek bir dostum var galiba,
o da ............

CaferTayar 16 Kasım 2007 20:08

Cvp: Bir Canan ki Cevabı Hak Eder
 
cenge çıkana ancak gazan mubarek ola denir

sevgi değer doslarımızı rabbim bu güzel gün hürmetinde hazreti insan kılsın amin

CaferTayar 16 Kasım 2007 20:09

Cvp: Bunu da aşacağız!
 
gerçekten dostu allah cc luhu olan lara ne mutlu bu dosluğa erenlere selam olsun

CaferTayar 17 Kasım 2007 10:40

Romantik Kıskançlık
 
Psikolog Esin AŞKIN
Sevgi İlişkinin Tuzu Biberi Olarak Görebileceğimiz Tutku' nun reçetesi mi ?
İlişkiyi Gitgide Yokoluşa Sürükleyen Bir Virüs mü ?

Kıskançlık milyonlarca yıl içinde işlene işlene gelişmiş ve uzun süreli hedefleri olan
sevgi ile simbiyotik bir ilişki içinde olan bir duygudur.

Terk edilme tehlikelerine ve sadakatsizliğe karşı kişide bir savunma aracı olarak gelişir.
Kıskançlık binlerce biçimde kendini ifade edebilir.
Bizim sözünü edeceğimiz kıskançlık ise daha çok özel ilişkilerde kendini hissettiren "kıskançlık" olacak.
Kıskançlık dendiğinde çoğumuzun aklında oluşan ilk anlamlandırma muhtemelen "olumsuz" anlamıyla ifade edilir olmaktadır.

Gerçekte ilişkilerde kıskançlık hangi noktaya kadar olumlu, hangi noktadan sonra olumsuz sonuçlar doğurur?
Kıskanç bir partner kendini nasıl ifade eder ve ederken de aklından neler geçer ?
Kurban rolünde kalan karşı tarafın içinde kaldığı durumlar neler?...
Bu gibi bir çok sorunun yanıtlarını bulmaya ne dersiniz. Öncelikle "kıskanç kişi"den başlayalım:

Kıskanç partner içinde ne gibi bilişsel süreçler geçirir ve bunları nasıl dışavurur?
Bir kısmında bir veye birden çok korku egemendir;
ihmal edilme korkusu, terk edilme korkusu, partnerini kaybetme korkusu, partnerini bir başka hemcinsiyle paylaşma korkusu...
Bir kısımda ise derin bir güven problemi vardır ve karşı tarafa bağlanmada güvensizlik yaşar.

Tehdit hissettiği kişilere karşı da tuzak kurma ve/ veya onları eleştirel değerlendirmede abartma eğilimi görülür.
Partnerine karşı geliştirdiği bu duygulanımı ona karsı yansıtmada ise;
anlamsız karşı çıkışlar, özgürlüğünü kısıtlayıcı davranış ve isteklerde bulunma
(eşini sevgi zinciriyle sıkıca bağlama, sevdiği bu kişinin etrafına duvar örme, sevilen kişinin ne yapması, ne görmesi,
ne düşünmesi gerektiği hakkında emirler yağdırması...)
Bunlar yalnızca amaca ulaşmak, yani partnerine sahip olmak, arzusu ile seçilen yollardır.

Peki ilişkilerdeki bu kıskançlık duygusu nasıl ve ne zaman harekete geçer ?
Her ne kadar asıl yapılanma çocukluk çağlarına uzanmış olduğu düşünülse de
(özellikle kardeş kıskançlığı ile kendini belirgin hale getirir),
ilişkilerde durum biraz daha farklı şekil alır. Kıskançlık duygusu özellikle bir "terk etme sinyali" algılandığında
(şüpheli bir ortadan kayboluş, davranışlarda bir değişiklik,
yabancı biri ile göz teması yakalandığında, partnerinizin de o yabancıya tepkisiz kalmaması,
ortaya çıkan yeni tek başına yapması gereken faaliyetler, cinsel yaşamda ani bir değişiklik...) harekete geçer.

Bu işaretler, sadakatsizlik olarak algılanıp duygusal olarak tehdit hissedilirse alarma geçer.
Çünkü bunlar, ilişkinin bitmesi ile bağlantılı çağrışımlar yaparak kişiyi var olan düzeni korumaya,
git gide daha da emniyetlendirme çabalarına imkan tanıması için tetikler.

Kıskançlıkta sınır nedir? Nereye kadar ilişkiyi sağlamlaştırır, nereden sonra tüketir?
Beklenebilirlik sınırını aşmış (aşırı), olayları rasyonel algılamanın dışına çıkmış ve
akıldışı tehditler algıladığını savunan bir psikiyatrik bozukluk olan paranoya çizgisine uzanan
hastalıklı kıskançlık boyutunda yaşanan duruma hem kişinin kendisinde bir özyıkım
hem karsı tarafta bunaltı hem de normal giden ilişkinin dramatik bir şekilde sona erişi bilinen ve beklenen bir sonuçtur.

Bu durumda gerçek bir rakiple ilgilenen eşin oluşturduğu gerçek bir tehdit de algılandığından durum daha da vahimleşir.
Kıskançlıkla kendine savunma düzeneği oluşturan kişi,
asıl amacını yani hedefi elde etmekten çok onu kaybetmeye yol açan tavırlar sergilemeye başlamıştır.

Bununla birlikte kıskançlık asıl hedefe işaret ettiği sürece ve sonuçları iki tarafı da zedelemediği sürece
ilişkiyi besleyici ve zenginleştirici bir rol oynar.

Romantik bir ilişki içinde kıskançlığın bu normal seviyede varolması değil, yokluğu kötüye işarettir.
Bu hal duygusal iflasın habercisidir. Bu durum en azından bir tarafın kendisinin "sevilmiyor" olmasını düşündürtebilir.
Bunun sonucunda duygusal patlamalar, öfkeli konuşmalar ile iletişim kopukluğu ortaya çıkarak ilişkinin bitmesine suç ortaklığı yaparlar.

Bir kıskançlık testinin ortaya çıkardığı ilginç sonuçlar
Western İllinois Üniversitesin'nden Dr. Eugene Mathes, evli olmayan ama duygusal bir ilişki içinde bulunan bir grup kadın ve erkeğe, bir ilişki içinde yaşanan kıskançlık testi uygulamış.

Testten 7 yıl sonra bu insanlarla tekrar bağlantı kurmuş ve onlara ilişkilerinin şu anda ne durumda olduğunu sormuş.
Teste katılanların yaklaşık olarak %25' i evlenmiş, %75' i ise ayrılmış.
Evlenenlerin 7 yıl önceki kıskançlık puanları ortalama olarak 168 bulunmuş, ayrılanların ise 128.
Sonuç, kıskançlığın uzun vadeli sevgi ile kaçınılmaz bir biçimde bağlantılı olduğuna işaret etmektedir.
(Dr.David Buss, Dangerous Passion,2000.)

Kıskançlığın "olumlu yüzü " eşlere neler kazandırır ?
Eşler arasında bazı kıskançlık ifadeleri sevgi davranışları olarak da yorumlanabilir.
Bu kıskançlığın ilk aşaması olarak tedbirli davranmanın artmasıdır.
(son aşama ise şiddeti içerir ancak bu olumsuz aşamaya geçer.)
Örneğin erkek, eşini günde en az bir iki kez aramasıyla ilişkiyi koruma ve uyanık olduğunu hissettirerek eşine sevgi mesajları vermiş olur.

Ya da kadının uykusunun eşini düşünmekten kaçması onu derin sevgisinin işareti olarak algılanabilir.
Bunun gibi, bir erkek kız arkadaşını çok sevdiğini arkadaşlarına anlatırken
hem sevgisini haykırmakta hem de olası rakiplerine gözdağı vererek kız arkadaşından uzak durmaları gerektiği
mesajını vermekte bir bakıma ilişkini korumaktadır.
Daha da ayrıntılara indiğimizde aslında bütün rakip olarak algılanabilecek üçüncü şahıslar, tutkuyu daha da güçlendirebilmektedir.

Kıskançlığın ilişkiye zarar verdiğini hissettiğimiz anda neler yapılmalı ?

İlk başta hissedilen kıskançlık duygusunun kaynağı araştırılmalı,
kişi önce kendi kendine bu sebepleri sıralamalı ve " zarar almadan bu durumun üstesinden nasıl gelebilirim sorusuna yanıt aramalıdır".
Daha önceden kazanılmış olması gereken, kazanılmamış ise
daha zor olacağından bir uzman desteği ile açık ve dürüst iletişim ile problemi sahiplenip,
fayda getirebilecek çözümleri paylaşmalı ve orta yolu bulmayı amaçlamalılardır.

Psikolog Esin AŞKIN

NUR 17 Kasım 2007 22:57

Cvp: Romantik Kıskançlık
 
kıskançlık hastalık derecesine varmadığı müddetçe bence güzeldir.seven kıskanır:)

Emekdar Üye 18 Kasım 2007 10:20

Cvp: Romantik Kıskançlık
 
"Kıskançlık, sahip olduklarını koruma isteğinden kaynaklanan bir tür korkudur."

zaten herşeyin azı zarar,çoğu zarar ortası karardır...

CaferTayar 15 Nisan 2008 10:07

Muhammed im olan erkeğin Hatice si olurum...”
 
Kadın, Allah’ın pertevidir, maşuk değildir.
Kadın, Hakk’ın ışığıdır, nûrudur.
Sanki o, mahluk değildir de hâlıktır.
Mevlana

Dini, hayatı ikame eden bir gerçeklik olarak değil de kültürel bir öğe olarak ele alan modern dünya, din ve dünya arasında derin bir uçurum olduğuna dair söylemini her geçen gün daha da keskinleştiriyor. Dini, dünyadan dışladığımız zaman özgürleşeceğimiz ve çoğalacağımız söyleniyor pozitivist bir üslupla her defasında...

Dinin, hayatımızı yaşanılmaz kılan, her hareketimizi kısıtlayan, bizi daraltan ve azaltan bir etkiye sahip olduğunu fısıldıyor modern dünya kulaklarımıza. Ama daralan ruhlarımız ve SOS veren vicdanlarımız kendini bile aydınlatmaktan mahrum aydınlanmacı düşüncenin mumumun giderek sönükleştiğini haber veriyor bizlere...

Ne var ki suçu sadece seküler düşünceyi hararetle savunan aydınlanmacı “aydınların” üzerine atıp kurtulamayız. Meydanlarda laiklerden daha laik dindarların gezindiğini gördükçe Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi “Masum değiliz hiçbirimiz” demekle yetinebiliyoruz ancak... Belki garip gelecek ama ortada laiklerden daha laik bir dindar güruhun olduğu ve her geçen gün bu güruhun kalabaklaştığı bir gerçektir ve inkar edilmeye çalışılsa bile Kutlu Üstadımızın dediği gibi maalesef “bu böyledir”.

“Laikçi dindarlar da ne oluyor, böyle şey mi olur?” demeye hazırlananlara sadece kendi hayat tarzlarına kısa bir göz atmalarını söylemekle yetineceğim. Namaz kılana kadar dinin içinde, onu alelacele bitirdikten sonra dinin içinden çıkıp dünyaya dahil olduğumuz ve artık dinin değil de dünyanın kuralları ile hareket etmemiz gerektiği düşüncesi hangimizin anlam dünyasında yer etmemiştir ki? Artık itiraf etmemiz gerekiyor ki, dini dünyadan en çok da bizler yani kendini dindar olarak adlandıran grup dışlıyor. Belki fikrî anlamda böyle bir şeyi savunmuyoruz hiçbirimiz ama dinin her alanda belirleyici bir role sahip olduğunu unutuyoruz. Dini sadece şekillerden ibaret ruhsuz ve cansız bir varlık olarak algıladığımız için namaz, oruç vs. bitince din de bitiyor bizim için ve artık dünyaya dahil olduğumuzda dünyanın verili kuralları ile hareket etme zorunluluğunu duyuyoruz içimizde... Dinin kuşatıcı bir etkinliğe sahip olduğunu her defasında unuturak...

Bunun neticesinde dini, hayatın içinde var olan organik bir yapı olarak değil de aksesuar olarak algılayan anlayış, dini ve dindarlığı bir belirli günler ve haftalar listesine çevirmekten de kendini alamıyor. Böylelikle sadece kutlu doğum gibi günlere hapsedilmiş bir din anlayışı karşımıza çıkıyor ve o gün geçtikten sonra evli evine köylü köyüne yaklaşımı ile Efendimiz evine gönderiliyor biz de kaldığımız yerden dünyevi hayatımıza geri dönüyoruz.

Başka türlü ifade etmek gerekirse modern dünya, bizleri daha az kadın, daha az erkek, daha az çocuk, daha az anne-baba, daha az dindar kısacası daha az insan yapmak için çabalarken, bir yandan da “kutlu doğum” gibi kodlarla o günleri “değer”li yapan “değer”lere değil “günlere” vurgu yaparak bizi “değersiz”leştirmeye yönelik bir harekâtı başlatmış olduğunu düşünüyorum. İşte tam da bu sebepten bize dayatılan “kutlu doğum”u kutlamayı reddediyorum. “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası” diyen, dini hayatın içinde ve her anında canlı bir varlık olarak gören öğretiye kendimi daha yakın hissediyorum.

Bir “kutlu doğum” daha yaklaşırken bu cümleler birikiyor kalbime ve seküler dünyanın etkilerinin en çok da kadın-erkek ilişkilerine sirayet ettiği gerçeğiyle yüzleşiyorum. Yani dini dünyadan dışlamakla genelde insanî ilişkilerimiz, özelde ise kadın-erkek ilişkileri dünyevileşiyor. Efendimiz’in kadınlara olan yaklaşımı “dünya”mızdan uzaklaştıkça azalıyor ve yalnızlaşıyoruz. Böylelikle evlerimiz bize “ev” olmaktan uzak düşüyorlar ve kalbimiz gün geçtikçe daha fazla kan kaybediyor...

Bu kertede yaklaşan “kutlu doğum”la birlikte yeni bir düşünceye doğmak için Efendimiz’in kadınlara olan yaklaşımını ve davranışlarını konu alan kitaplara kaçıyorum. Dini, hayatı ikame eden bir gerçek olarak bizlere sunan o güzel insanın ikliminde, kirlenen ruhumu dinlendirmek istiyorum. O kadınları nasıl seviyordu? Ailesi nasıldı? Aşk ne demekti onun için? Ve sevgi... Hayatındaki yeri ve anlamları neydi aşka ve sevgiye dair kavramların?... Bunları bilmek ve bugünkü dünyanın kirlenmiş ilişkilerinden, içi boşaltılmış kavramlarından kaçarak O’na sığınmak istiyorum.

Efendimiz’i, eşlerini ve onların çevresindeki insanları her defasında melekleştirilmiş insanlar olarak gördüğümüz gerçeğiyle yüzleşiyorum okuduğum kitaplarda... Bunun da Nasranî bir düşünceden neş’et ettiğini düşünüyorum. Böylelikle onlar “insanlıktan” uzaklaşıp melekleşecek ve biz de kendi “insanlığımızı” meşrulaştıracaktık... Evet, onlar gerçekten üstün vasıflarıyla zirve insanlardı. Ama her ne olursa olsunlar “insandılar” öncelikle... Nefisleri, şeytanları, zaafları olan, düşen, kalkan, yaralanan ve kalp sahibi insanlardan bir insan... İlk önce bu gerçeği görebilmek ve onların dünyasını, kendi dünyamıza yakınlaştırmak gerekiyor ki o insanları, aşklarını, sevgilerini ve dünyaya bakışlarını anlayabilelim...

Bu pencereden bakmaya başladığımda karşıma birbirine zıt iki insan protitipi çıkıyor: Kadını kadın olduğu için seven, onun hiçbir fedakârlığını karşılıksız bırakmayan, tepeden tırnağa aşkla donanmış bir Peygamber insan ve kadının kendisinin kölesi olduğunu sanan, gel deyince gelmesi gereken git deyince gitmesi gereken bir varlık olarak addedip aşağılamayı, kırmayı, terk etmeyi ve hatta dövmeyi normal olarak gören bir ümmet insan...

Etrafımdaki evli veya bekâr bayan arkadaşlarımla konuştuğumda çoğunun bir şekilde bir erkek tarafından yaralandığını görüyorum. Büyük bir kısmı mahzun, mutsuz, ümitsiz ve yaralı... Hiçbirinin bugünün erkeğinden yana bir ümidi yok... Ve ilginçtir ki hepsi, kendisini dindar olarak addeden erkekler tarafından yaralanmışlar. Kendisine bizim anlam dünyamızda yer açmaya çalışan bu yaralayıcı erkeklerin yaptıkları davranışlara bakıldığında, bu davranışların hiçbirinin bizim anlam dünyamızda yerinin olmadığını görüyoruz. İşine geldiği şekilde davranmayı erkeklik sanan bu erkekleri, kendisinde ilahi tecelliyi müşahede ettiği için kadını seven Peygember’in davranışlarıyla baş başa bırakmak gerektiğini düşünüyorum. Zira İbn Arabi’nin ifadesiyle “Kâinat kadın ve erkeğin üzerinde durmaktadır.” Erkekler, kadını ve kâinatı munisleştiren kadın kalbini yıkmakla bir anlamda kâinatı ve kâinatın kalbini yıkıyorlar.

Kadını ilahi tecelliye âyine olarak gören anlayıştan uzaklaşıp da sadece kendisini mutlu ve tatmin etmek için yaratılan bir meta halinde gören anlayışa yaklaşan erkek zihniyeti kendini dindar olarak tanımlasa da yaptığı davranışları hiçbir şekilde “dindar” olarak tanımlayamaz. Tanımlasa bile bu, en fazla onun, Efendimiz’in semtine uzak, seküler-dindarların evine yakın düşmesini sağlar...

Bu meyanda sormak gerekiyor: Kadınları kırmayı, üzmeyi, dövmeyi kısacası onların hakkına girmeyi önemsiz bir davranış olarak addeden dindar bir erkek zihniyetini; kul hakkı kavramını kendine temel edinmiş bir dinin hanesine mi yazmamız gerekir, yoksa modern dünyanın “kul hakkına” yer olmayan anlayışının hanesine mi?...

Bütün bunları düşünürken aklıma bir bayan arkadaşımın söylediği o müthiş ve çarpıcı cümle geliyor. Kendisiyle sohbet ederken her defasında iyileştiğim bir bayan dostum, kendisinin, Hz. Hatice’nin fedakârlık anlayışını örnek aldığından ve benimsediğinden söz açmıştı. Ve yaptığı fedakârlıklara karşısındaki erkeğin vefakârane değil cefekârane karşılıklar verdiğini anlattıktan sonra yaptığı fedakarlıklar sonucunda fena halde canının yandığını söylemişti. En sonunda da beni hâlâ düşündüren şu cümleyi kurmuştu: “Muhammed’im olan erkeğin Hatice’si olurum...” Dostum, kendisine Muhammedî rayihalar soluklatacak ve Muhammedî muhabbetle donanmış bir erkeğe büyük fedakârlıklar yapabileceğini anlatmak için söylemişti bu cümleyi... Ama farkında olmadan kanayan bir yaraya işaret etmiş, bugünün dünyasında böyle bir erkeğin zor bulunacağı imasında bulunmuştu...

Kutlu Doğum’u kutlamaya hazırlananları, içi boş kutlamalarla yorulmak yerine oturup bu cümle üzerinde uzun uzun düşünmeye davet ediyorum. Çünkü erkeği ve kadını ile Efendiler Efendisinin muhabbet ve aşk dünyasını anladığımızda, şimdilerde teklemeye başlayan kâinatın kalbinin yeniden aşk ve şevkle atmaya başlayacağını düşünüyorum...

Fatma Zehra
Perşembe, Şubat 14 • Kategori: _ iktibas _

kocaklar 15 Nisan 2008 12:57

Cvp: Muhammed im olan erkeğin Hatice si olurum...”
 
“Muhammed’im olan erkeğin Hatice’si olurum...” allah razı olsun cok guzel bır paylasım

CaferTayar 20 Mayıs 2008 18:34

Hurafe Televizyonu deccal iftiharla sunar!
 
haftalardır gündüz kuşağı programlarını "dehşet ve ibretle" izliyorsunuzdur.
Kendisini medyum diye yutturup, halkın cebine göz dikenler,
üfürükçüler, din istismarcıları, hurafeciler, sahte şifacılar gündüz ekranlarında adeta resm-i geçit yapıyor.
Yıldızını parlatmak isteyen bir eski şarkıcı/ oyuncu çıkıp, "Sağ elimi sol elime yaklaştırdım, elimdeki yara 10 saniye içinde kayboldu" diyor.
"O zaman stüdyodakilerden birinin baş ağrısını geçirin" diyorlar. Hanımefendi yan çiziyor:
"Gelsinler, parasını ödesinler, tedavi edeyim..." Bir manken eskisi - haşa - Allah'la konuştuğunu iddia ediyor.
Bir başka gün kendini "gelecek mühendisi" diye niteleyen,
falcı mı, medyum mu, astroloji uzmanı mı, ne olduğu bilinmeyen, kerameti kendinden menkul biri,
koca ilahiyat profesörlerini şarlatanlıkla suçluyor.
Eline değnek almış, kafasına paçavra sarmış bir başkası, "Dünyayı din savaşından kurtaracak formül bende.
İnsanlığı ancak ben kurtarırım" diye ekranda ahkâm kesiyor.
Kimi, engelli bebek doğumunu engelleyebileceğini, sağlam çocuk doğurmak için ayın belli günlerinde cinsel birleşmede bulunulması gerektiğini iddia ediyor...
Ve işin ilginç tarafı, bu insanlar işyerlerinde (!) vatandaşa verdikleri bu hizmet (!) için fiş kesip, fatura verebiliyorlar.

Yani mali ve hukuki açıdan "yasal" bir iş yapıyorlar.
Yahu fal bakmak, muska yazmak, göbeğe yazı yazmak ne zamandan beri bu ülkede "yasal iş" statüsüne girdi?
Haydi diyelim ki yetkililer, yasal boşlukları, kara delikleri tıkamakta mahir değiller.
Peki ya programcıların "toplumsal kaygısı" nerede kaldı? Şimdi diyeceklerdir ki,
"Biz bunları deşifre etmek, yalanlarını ortaya çıkarmak, halkı aydınlatmak için stüdyomuza çağırıyoruz..."
Yalanınızı sevsinler... Bu ülkede reklamın iyisinin, kötüsünün olmadığını sizden daha iyi bilecek kimse var mı?
Siz onları programlarınızın baş köşesinde ağırladığınızda, kapılarındaki kuyrukların azaldığını mı sanıyorsunuz?
Amacınız yalanı ortaya çıkarmaksa, girersiniz inlerine gizli kamera ile, haber programı gibi "deşifre" edersiniz.
Ama ne yazık ki bu ülkede televizyonculuğun kurallarını Reyting Hazretleri belirliyor.
Metafizik konuların her zaman iyi reyting getirdiği gerçeği ne yazık ki her türlü toplumsal kaygının önüne geçiyor.
Yahu üfürükçülerin, falcıların, umut tacirlerinin bulunduğu stüdyolara polis baskın yapsa,
"yardım ve yataklıktan" hepiniz ifade verirsiniz, farkında değil misiniz?
Bunlar yakında reyting muskası yazdırır, rakip programlara papaz büyüsü yaptırırsa hiç şaşırmamalıyız doslar!

EbdA 20 Mayıs 2008 19:00

Cvp: Hurafe Televizyonu deccal iftiharla sunar!
 
Televizyonlu odadan, Televizyonsuz odaya göç HİCRETTİR!
Bunu yıllar önce duymuştum ne de haklı değil mi?

KEVİR 20 Mayıs 2008 22:19

Cvp: Hurafe Televizyonu deccal iftiharla sunar!
 
Şu magazinciler yokmu; tıpkı firavun sihirbazları gibiler.
Ama firavun sihirbazları imana gelmişlerdi, bunlar gelecek gibi görünmüyorlar. allah müminleri onların şerrinden korusun

CaferTayar 10Haziran 2008 12:00

Küfür Ederken Vücudumuza Bunlar Oluyor.
 

Değerli Âlim AbdulHay (r.a)
Hazretlerinin
Tevsirü Mecmu adlı kitabında
Küfür etmek anında olan olayları bize şöyle naklediyor.


Kişi bir an sinirlenip hasımına ağır sözler söyleyince
Ve bu sözler hasımının eşi ve çoçuklarına yönelik hakaretlerse,
O hakaret edenin meleği ona cehennemin dibinden.
Dört yılan çıkarır
Bu yılanlar kabirde cuma hariç o küfürde bulunanı
Sırtından ısırıp kabir eziyeti ederler.
Küfür eden ezan anında küfür ederse ve eşi hamileyse
Çocuğu şaşı olarak dünyaya gelir.
Kendiside sebepsiz bayılma illetine tutulur.
Bunun nedeni meleği o küfredenin göbek deliğinden içeri
Cehennem sıkıntısı sokmuştur.
Bu kişi nereye gitse hep içinde sıkıntı olur.
Küfür eden küfrünü hasmının arkasından söylemişse
Ne kadar yıkansada yıkansın hemen ter kokar.
Hasmının bir organı ya da ameli ile dalga geçip küfreden
Ömür boyu nasır illetine düşer.
Hasmının eşine, kızına
Şehvetle küfreden hiç bereketli bir mülke sahip olamaz.
Malı mülkü hemen eksilir.

Hasmının Atasına sövenin mezarına pis su dolar.
Küfür edenin Mezarı üzerine ne ekersen çürür.
Hamının inancına küfredenin
Okuyan çocuğu varsa eğitimi birden bozulup başarısız olur.
Hasmının arkasından kaş göz işareti yapıp küfreden
Yedi gün boyunca aile huzursuzluğuna düşer.
Sevdiği bir eşyası ziyan olur.
Hasmına küfür etmek için bir an kollayanın vücudundan
Bir yeri eksilir.
Ömrünü ona buna muhtaç olarak tamamlar.
Küfür eden küfrünü güneş batarken ederse
Hasmı onu mutlak surette ve hiç zorlanmadan öldürür.
Hasmına küfür ederken öldüren ağzına
Eritilmiş demir dökülerek cehennemde azap görür.
Kabirinden gözleri akmış olarak kalkar.
Hasımına Deniz üzerinde ve içinde küfür edene
Ölünceye kadar insanlar hep alay eder.
Hiç bir yerde hürmet görmezler. Etrafındakiler sadece
Mülkünü kullanmak için ona dost görünürler.
Ağzında nimet varken küfreden gün dönümü süresi kadar
Yediği ve içtiğinden hiç bir tat almaz.
Mikail (a.s) 40 gün
Kendisinden sorumlu nasip meleğini ondan men eder.

Kuran okurken ve akabinde küfreden
KABİRDE ağızı ikiye bölünerek mahşere kadar azap görür.
Hayvanlara küfredenin evinden cenaze çok çıkar.
Kendiside kimsenin bulamayacağı bir yerde ölür.
Cesedi ziyadesiyle azap içinde mahşerini bekler.

CANSİMİDİ 10Haziran 2008 15:30

Cvp: Küfür Ederken Vücudumuza Bunlar Oluyor.
 
acaba bunun kaynagı nereden alınmıstır.biraz şeygibi geldi bana umacı hikayeleri gibi.yanlış anlamayın küfrü seven biride degilm.

antivirüs 10Haziran 2008 23:35

Cvp: Küfür Ederken Vücudumuza Bunlar Oluyor.
 
Alıntı:

Değerli Âlim AbdulHay (r.a)
Hazretlerinin
Tevsirü Mecmu adlı kitabında
Küfür etmek anında olan olayları bize şöyle naklediyor.
Değerli kardeşim konunun başında yazıyor bir daha incelemenizi tavsiye ederim.Teşekkürler.

CaferTayar 11Haziran 2008 10:00

Cvp: Küfür Ederken Vücudumuza Bunlar Oluyor.
 
http://forum.islamiyet.gen.tr/dini-sohbet/43192-kufretmenin-adabi.html

değerli kardeşim ben bu siteden iktibas etmiştim bilgilerinize

CaferTayar 24Haziran 2008 09:29

Gücün manevî kapısı: kalbindir unutma
 




Yeryüzünde baş döndürücü işler yapan
İnsanlara sunulan manevî gücün,
Hangi kanaldan geçerek geldiğini merak ettiniz mi?

Tarihi değiştiren insanları incelediğinizde
Keşfedeceksiniz:

Onlar duygularıyla yaşadılar.
En inanılmaz örneğini
Peygamberimizden(asm) öğrendik:

Öylesine içten gülüyordu ki,
Dağlara taşlara neşe saçıyordu;
Ama ağladığında da sabahlara kadar,
Gözyaşları dinmiyordu.

Neden duygu ve neden kalp?

Başarıya odaklanan
bir dostum bana şöyle yazmıştı:
Başaracağım,
Çünkü tüm hedeflerim aklımda...

Ona şu cevabı verdim:
Lütfen o hedeflerini kalbine yükselt;
Çünkü arzularını sana verecek kudrete,
Aklın yalan söyleyebilir;
Ama kalbin kesinlikle doğruyu söyleyecektir.”

sevgi değer dostlar aklımız düşünür,
Kalbimiz hisseder.
Gerçek niyetimiz aklımızdan değil,
Kalbimizden geçendir.

Aklımız madde kadar dar,
Kalbimiz ruh kadar engin bir evrende gezinir.

Güç kalptedir ve Peygamber(asm)
Şu sözle kalbimize dikkat çeker: "

Şüphesiz Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz.
Ancak amellerinize ve kalplerinize bakar."

Keskin ve güçlü duygularla dile getirilen bir istek,
İlgisiz ve duygusuz binlerce istekten daha çarpıcı ve sarsıcıdır;

Çünkü canlıdır.
Çünkü ruh candır ve ruhtan çıkan her şey,
Canlılık özelliğiyle birlikte çıkar.

Eğer söylediğiniz sözlerden
Kıyamete kadar sizi destekleyecek
Ruhaniler yaratılmasını istiyorsanız,
Kalbinizle, içtenliğinizle ve duygularınızla isteyin.

Çünkü söz ağızdan, duygu yürekten kopar.
Söz, maddesel bir enerjidir;
En fazla metrelerce uzağa gidebilir,
Sonra dağılıp yok olur.

Oysa duygu, ruhsal bir enerjidir;
Maddeye çarpmaz, madde onu emerek sindiremez.
Maddenin sınırlarından sıyrılır,
Ruhaniler arasında sonsuza değin
Dalgalanmaya ve işitilmeye devam eder.

Duygular, bir defa istemenin gücünü,
Bir milyon kez istemek kadar büyütebilir.

Sesi çığlığa dönüştüren duygudur.
Kimyasal bomba ile atom bombası arasındaki güç farkı,
Bombaların büyüklüğünden kaynaklanmaz;
Yoğunluğundan, içeriğinden ve tekniğinden kaynaklanır.

Düşündüğünüzü başaramamanızın asıl nedeni,
Düşüncelerinizi duygu üretecek kadar
Yoğunlaştırmamanızdır.

Başkasında etki yapan her şey,
Başkasına verdiğinizden kaynaklanır.

Başkasına bir şey vermiyorsanız,
Onda hiçbir etki oluşturamazsınız.

Malınızdan bir parça vererek etkilersiniz.
Peki, sevdiğinizde verdiğiniz nedir?
Seven, malından değil,
Ruhundan bir parça veren insandır.
Mal verildikçe azalır, ruh verildikçe kopyalanır.

İslâm Peygamberi(asm) der ki: "
Kalbiniz incelip duygulandığında
Dua etmeyi ganimet bilin."

Kuran’da denir ki: "
Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin.
Muhakkak ki O (Allah) haddi aşanları sevmez ."

Neden kalbiniz inceldiğinde,
Neden yalvara yakara?

Çünkü duygusal incelik daha fazla ruhsaldır;
Çünkü daha fazla duygusaldır.

Kişisel gelişim ve değişim stratejilerinin
Eninde sonunda başvurmak zorunda kalacağı
Bir dizi Peygamber sözüne dikkatinizi çekiyorum: "

Şu üç dua vardır ki, hiç şüphe yok kabul edilir:
Mazlumun duası,
Misafirin duası,
Babanın çocuklarına duası.
Kâfir de olsa mazlumun bedduasından sakının.
Çünkü onun Allah’a ulaşmasına
Engel olacak hiç bir perde yoktur.

Çok günahkâr da olsa,
Zulme uğrayan kimsenin duası kabul edilir. "
Tüm bu sözlerdeki ortak temaya dikkat edin:

Acı ve çile çeken insanlar,
Hastalar, mazlum ve masumlar,
Yetimler, kimsesizler, anne babalar...
Derin ve samimi duygularla
Kuşatılmış insanlardır bunlar.

Söz ve anlam bu insanların ağızlarından değil,
Kalplerinden çıkar.
Bu insanların güçleri
Ellerinde veya dillerinde değil, ruhlarındadır.

Kendinizi derin duygu ve isteklerle kuşatmanız için,
Hasta ve yetim olmak zorunda değilsiniz.
Hastaların ve yetimlerin yardımına koşun,
En azından onlara
Güler yüzünüzle ve şefkat ellerinizle destek olun yeter.

Yoğun duygularla istediğinizde,
Ruhunuzdan bir özellik veya güç, çevreye yayılır.
Bir gül çiçeği saldığı kokusuyla
Sevimli simaları nasıl kendine çekerse,
İnsan da ruhundan çevreye yayılan duygulu isteklerle
Sevgiyi ve dostluğu öyle kendine çeker.

Her duygu, tüm evreni kapsayacak kadar
Genişleme potansiyeline sahiptir.

Kalbinizdeki sevgi,
Her şeyi kuşatabilecek kadar büyüyebilir.

Öfke katliama dönüşebilir.
Şefkat tüm yavrulara dağılabilecek kadar gelişebilir.

Paranızı birkaç kişiye,
Tebessümünüzü birkaç bin kişiye;
Ama sevginizi milyarlarca kişiye dağıtabilirsiniz.

Para paylaşıldıkça azalır; ama
Olumlu duygu paylaşıldıkça artar.

Paranızla dünyayı satın alamazsınız; ama
Sevginizle tüm evren gönül rızasıyla size ait olur.

Beni seven, "sen BENİM kardeşimsin" derse, doğru söyler.

Sevdiğim çiçeğe baktığımda, "
Ben sana aitim" dediğini hissediyorum.
Yaratıcının cömertliğine hayran kalıyorum:

Yeryüzünün en fakir insanına,
Tüm evreni kendisine mal edecek enginlikte
Bir sevgi çekirdeği bağışlamıştır.

Ay onundur, Güneş ve dağlar onundur.
Yağmurla bir sevgili gibi sevişmekte hürdür.

Milyonlarca insan
Doğuştan getirdiği bu zenginliği kullanmadan ölmüştür.
Çünkü nefret etmekte hür bırakılan ve ne yazık ki
Nefret etmeyi tercih eden tek yaratık,
İnsan nesli arasından çıkmıştır.

Ya nefret etmiş; ya da sevgisine karşılık,
Yani menfaat beklemiştir;
Yani gerçekten sevmemiştir.

Çıkarcı sevgi, sevgi midir?
Düşünceler dış dünyaya,
Duygular iç dünyamıza, ruhsal alana yakındır.
Duyularımız ve sezgilerimiz ise
Her iki alandan da kaynaklanan veriler alır.

Düşüncenin hayata etkisi
Batı düşünürlerinin ve gelişim uzmanlarının
İddia ettiği gibi mutlak ve doğrudan değildir,
Ruhsal boyut vasıtasıyladır.

Duygu üretemeyen ve bu yüzden
Ruhsal enerjiyi maddî enerjiye dönüştüremeyen
Düşüncelerle,fizik dışı alana erişemezsiniz.

Duygusuz düşünce boşlukta kürek çekmeye benzer.
Suya daldırdığınız kürek denizden nasıl güç alırsa,
Duyguya bulaştırdığınız düşünce de
Ruhunuzun sahibinden öyle güç alır.

Duygu, gücün yansıdığı alandan, ruhtan gelir.
Daha derin duygu, daha etkileyici güçtür.

En yenilmez insan,
Karşınızda en keskin ve kesin duygularla direnen insandır.

Heyecan bulaşıcıdır.
Kendi duygularına hâkim olan
Başkalarının duygularına da hâkim olabilir.

Başkasını sevindiren, ancak sevinebilendir;
Ağlamayan ağlatamaz.
İnsan, akıl kadar küçük bir vücudun,
Kalp kadar büyük bir ruhla buluşturulmasının ürünüdür.

Sevgi dolu bir bebeğin gözlerine bakınca,
Büyük bir ruhla dünyaya gönderildiğimizi görüyorum.

Ama bazılarımız kalplerinden kopup
Salt akıllarına dayanarak küçülmeyi tercih ediyorlar.

Hayatlarını irdelerken, hep aynı farkla,
Belki de bir tek temel farkla karşılaşıyorum:
Öylesine güçlü duyguları var ki,
Gerekirse sabahlara kadar uyumadan çalışabilirler;

Gerektiğinde, günlerce aç kalmaya hazırlar;
İhtiyaç varsa, hayatlarını feda etmekten
Zerre kadar tereddüt etmezler.

Çünkü insanı
Yırtınırcasına çalıştıran tek enerji kaynağı duygudur.
Oysa ben, bazen duygusuz, üşengeçliğinden,
Çayını içmekten aciz zavallı.

Beni gecenin karanlığında
Ansızın çarpacak bir deprem mi uyandırmalı?
Bir kalp krizine yakalanınca; "
Eyvah, tüm emeklerim boşa gidiyor"
Feryatlarıyla mı kendime gelmeliyim?

Yaratıcımızın şanına layık zirvelere yükselmek istiyorsak,
Her gece uyumadan önce kendimizi sorgulamalıyız.

Bence bu söz aklımızdan çıkmasın: "
Kalbiniz incelip duygulandığında
Dua etmeyi ganimet bilin."

Ağlamak da bir duygulanmadır;
sevinmek de.

Şiddetli acımızı olduğu kadar,
Şiddetli sevincimizi de Yaratıcımızla paylaşalım.

O zaman zenginliğin kapısının
Kalbimizden geçtiğini keşfedeceğiz




CaferTayar 24Haziran 2008 11:29

Cvp: Gücün manevî kapısı: kalbindir unutma
 
Allah senden razı olsun kardeşim.
Bu güzel dileklerin her birimiz için geçerli olsun
İnsallah. Âmin.

CaferTayar 24Haziran 2008 12:05

Cvp: Gücün manevî kapısı: kalbindir unutma
 



Sevgi değer dost beli beli ecmain

Hadislerde bildirildiğine
Cennetlerin içinde yüksek mertebeyi
Firdevs Cenneti oluşturur:

Cennet yüz derecedir.
Müteakip iki derecenin arası,
yer ile gök arası gibidir.

Firdevs en yükseği olup,
cennetin orta yerine düşer.
Ve onun üstü Arşı Rahmandır.
Cennetin ırmakları buradan kaynar.

Allah'tan istediğinizde
Firdevs Cenneti'ni dileyin.
[Ramuz el-Hadis–1, s. 200/4]

Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisinde
Adn Cenneti ile ilgili olarak şunları bildirmektedir:

Firdevs Cennetleri dörttür:
İkisinin ziynetleri, kap-kacakları ve içindekiler altındandır.
İkisinin ise ziynetleri, kapkacakları ve içindekiler gümüştendir.

(Adn) Cenneti'ndekilerle
Allah'ın vechi (yüzü) arasında
ancak bir Ridayı-Kibriya (büyüklük perdesi) vardır.

Ve bu nehirler (süt, bal, şarap ve su nehirleri)
Adn Cennetinden kaynar sonra diğerlerine dağılır.

[Ramuz el-Ehadis-1, s. 272/4]

Peygamberimiz (sav) bir başka hadisinde ise
Adn Cenneti'nin ihtişamını şöyle tarif eder:



Bir kerpici beyaz inciden,
bir kerpici kırmızı yakuttan,
Bir kerpici de yeşil zeberceddendir

(zümrüt cinsinden parlak, kıymetli bir taştandır).
Çamuru halis misk,
çakılları lü'lü (parlak, kıymetli),
Otları zaferandır.
[Dünya Ötesi Yolculuk, s. 295]

Cennetin her derecesindeki kişi
kendine göre zevk alacaktır.
Ancak cennet ehlinden bir kişi,
Bir üst derecedeki kişinin aldığı zevkten dolayı
Kendinde bir eksiklik hissetmeyecektir.
Kuran'da Allah müminlerin cennette "
Hoşnut edilmiş" (Fecr Suresi, 28) olduklarını,
Allah'tan "razı" (Beyyine Suresi, 8) olduklarını
Ve orada "mahzun" olmayacaklarını
(Al-i İmran Suresi, 170)
Bildirmektedir.
Nitekim cennet ehlinin her derecesinin
Ne kadar fazla nimetle dolu olduğu
Bir hadiste şöyle tarif edilmektedir

Cennet ehlinin en aşağı derecesinde
Bulunan kişinin seksen bin hizmetçisi,
Yetmiş iki eşi olacaktır.

Ayrıca onun için inci, zeberced (zümrüt cinsinden
Parlak, yeşil, kıymetli bir taş) ve yakuttan yapılmış
Bir çadır dikilecek ve bunun uzunluğu
Cabiye (Şam topraklarında bir şehir adı) ile
San'a (Yemen'de bir şehir adı) arası kadar olacaktır.

[(Tirmizi), Büyük Hadis Külliyatı–5, s. 412/10114]


CaferTayar 24Haziran 2008 12:11

Cvp: Gücün manevî kapısı: kalbindir unutma
 


gayretimizi oraya teksif edersek
inşallah


CaferTayar 24Haziran 2008 12:24

Cvp: Gücün manevî kapısı: kalbindir unutma
 


Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin
lütfuna, keremine erilmek için,
İlim öğrenmeye çalışmamız lazım
İlim öğrenenin fazileti yüksek olduğundan
Gökteki, yerdeki her varlığın ve meleklerin,
Sevgisine mazhar oluruz
İlim öğrenmeye gayretli olmamız lazım.
Birde sev gi değer dost
Öğrendiğiz ilimleri, bilgileri
tatbik edip amel edersek
Sanırım kaymaklı şöbyet olur

Muhteşem 24Haziran 2008 18:07

Cvp: Gücün manevî kapısı: kalbindir unutma
 
Alıntı:

bugra Üyemizden Alıntı
İnşallah baki ömrümüzde hepimiz cennetül-ül firdevs te oluruz


peygamberimize sormuşlar ya rasulallah sen firdevs cennetine yani 8.. kapıdan gireceksin oysa biz senin derecene nasıl çıkacağız biz 1. kapıdan girersek ne ala ama senden ayrı olacağız deyin ce............................. peygamcer efendimiz kişi sevdiği kişiyle beraberdir vede arkadaşının dini üzerinedir demiş ve .............................................allah .tan firdevs cennetine girmek için dua edin demiş yaradan inş cümlemizi firdevs cenneti ve de cemaaliyle müşerref kılsın(amin)


SAAT: 05:25

vBulletin® Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2025 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320