Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Serbest Kürsü (https://www.forum.medineweb.net/658-serbest-kursu)
-   -   Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 (https://www.forum.medineweb.net/serbest-kursu/28392-sehadete-giden-yol-istanbul-%96-1434-a.html)

enderhafızım 08 Şubat 2014 22:43

Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Dr. Şerafeddin KALAY ( Şehadete Giden Yol / Part 2- 2013 )

Kerbelâ’nın, Ümmet-i Muhammed’in yaşadığı en acı imtihanlardan biri olduğunda şüphe yoktur. Ne yazık ki kaybedeninin de çok olduğu bir imtihandır.

Böyle bir hadisenin yaşanması, hatta canilerinin buna cür’et edebilmesi bile o günlerde ümmet içinde ciddi bir zaafın bulunduğunun alametidir.

İslâm tarihinde, hele de Asr-ı Saadet’te nice izzet ve şeref dolu sahneler vardır. Akıllara durgunluk veren fedakârlıklar, azm ve gayret örnekleri, gıpta edilecek ilim ve irfan ehli vardır. Samimiyet ve fedakârlık var olunca Allah’ın vaadettiği nusret de vardır.

Bunun içindir ki Allah Rasûlü’nün çevresinde yer alan sahabilerin çoğu hayatta iken Pers İmparatorluğu İslâm cihad ve tebliğ dalgalarının önünde çatırdayarak yıkılmış, Bizans adım adım, merhale merhale gerilemeye başlamıştı. Her gün var olan ufuklara yeni ufuklar eklenir olmuştu.

Bu fedakârlıkları anlatmak, yazmak daha güzel, daha teşvik ediciydi. Dinleyen ve okuyanların kalbinde ukde de bırakmıyordu. Onlar üzerine söz söylemek de daha kolaydı. Yıllar yılı onları paylaşmayı tercih ettik. İzahı zor acıları dile getirmekten hoşlanmadık. Bu yönde sorulan soruları da özetleyerek cevaplandırma yolunu seçtik. Acıları canlandırmaktan, depreştirmekten hoşlanmadık. Halen de böyle düşünüyoruz.
Ne var ki zihinler durmuyor. Deşelemekten, yaraları ortaya çıkartmaktan hoşlananlar var. Üstelik sayıları hiç de az değil.

Ayrıca Kerbelâ’da yaşananların Şia tarafından bıkmadan usanmadan, dur durak bilmeden Ehl-i Sünnet aleyhine kullanılması, saldırı vesilesi edilmesi tahammülü zor, kabullenilemez veya sabredilemez ebatlara ulaşıyor. Üstelik her akıl ve vicdan sahibi bilir ki her Ehl-i Sünnet’in her ferdinin kalbi en az Şiâ ehlinin kalbi kadar Kerbelâ sebebiyle sızlar. Orada işlenenleri reddeder ve asla sahiplenmez. Kerbelâ katillerini ehl-i sünnet olarak adlandırmak da ayrı bir töhmet ve suçlamadır. Çünkü o devrede böyle bir net bir ayırım yoktu. Hz Ali’nin yanında veya karşısında yer alanlar vardı. Hz Ali’nin yanında yer alan binlerce ehl-i sünnet de vardı. Hanefî mezhebi ilim silsilesinde yer alan İbrahim en-Nehâî gibi; “O devirde yaşasaydım, Hz Ali’nin yanında yer alırdım,” diyen veya bu duyguyu taşıyan sayısız sünnî vardır.

enderhafızım 08 Şubat 2014 22:44

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 / 2013- Part 3

Kerbelâ’da Hz Hüseyin’in karşısında olmayı düşünen tek bir sünnînin bile olabileceğini düşünmüyoruz. Nasıl ehl-i sünnete mal edildiğine de şaşıyoruz.

İktidar hırsının sebep olduğu bir hadisenin, nasıl iktidar hırsı saldırganlığından çıkarılıp da ehl-i sünnetin inancının bir gereği haline dönüştürüldüğünü anlamak mümkün değildir? Ancak bu hale getirilmiştir ve suçu ehl-i sünnet işlemişçesine bitmez tükenmez saldırıların hedefi yapılmışlardır.

Kerbelâ; Şiîliğin beslenme kaynağı haline getirilmiş, her fırsatta ehl-i sünnete yüklenme, hatta dil uzatma vesilesi yapılmıştır.
Bunun içindir ki, Yezid’e biat toplanmaya başlandığı andan itibaren Hz Hüseyin’in şehadetine ve âilesinden hayatta kalanların Medine’ye ulaştırılmasına kadar yaşananları ana hatları ile aktarmayı, sonra üzerinde kısa bir tefekkür paylaşması yapmayı arzu ettik. Bunu yaparken bulanık bilgilerden uzak durmayı seçtik. Aktardığı bilgi ve rivayetlere dikkat eden kaynaklardan istifade etmeyi tercih ettik.

Dile getirdiğimiz hiçbir hadise, kendi zihnimizde canlandırdığımız veya yaşanmadığı halde tarihe mal etmeye çalıştığımız bir hadise değildir. Zikredilen isimlerden hiçbiri de kaynaklarda olmayan hayalî bir isim değildir.

Dr. Şerafeddin KALAY

enderhafızım 08 Şubat 2014 22:45

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 / 2013- Part 4

İbn Kesîr hadis ilminde ciddî yeri olan bir ilim ehlidir. Muhaddislik vasfıyla naklettiği rivâyetlerde dikkatli olan bir tarihçidir. Onun el-Bidâye ve’n-Nihâye isimli eserini esas aldık. Elimizin yettiği ve kaynak olabileceği kanaatini taşıdığımız eserleri tarayarak bilgi tazeledik ve netleştirmeye, bir bütün halinde ve iyi bir akışla sunmaya çalıştık.

Bilgi verirken tarafsız olmayı tercih ettik demiyorum. Tarafsız olmayı da doğru bulmuyorum. Biz iman ettiğimiz, Allah yoluna, hak davaya gönül verdiğimiz gün tarafımızı seçtik. Hiçbir mü’min, bir tarafta hak bir tarafta batıl varken, bir tarafta doğru bir tarafta yanlış, bir tarafta adalet diğer tarafta zulüm varken tarafsız olamaz. Biz hep taraf olduk, hep tarafız.

Allah Rasûlü’nden ve yolundan tarafız. Onun yolunun yolcusuyuz. Bunun için de ehl-i sünnetiz. Hz Ali’den tarafız. Çünkü davasında haklı olduğuna inanıyoruz. Hz Hüseyin’den tarafız. Çünkü hem faziletine, hem de zulme uğradığına inanıyoruz.

Kerbelâ’da şehidliği hayata tercih edenlerden tarafız, çünkü samimiyetlerine, samimiyetlerini kanlarıyla Kerbelâ topraklarına yazdıklarına, tarihe miras bıraktıklarına inanıyoruz.

Yalnız “tarafsız değiliz” demek insafı kaybettik demek değildir. Her zaman ve durumda doğru olan, karşınızdaki insanların söz ve amellerini olduğu gibi aktarmak, sözlerini, fillerini kendileri nasıl söylediler, nasıl yaptılarsa öylece anlatmaktır. Onların hukukunu yerine getirdikten sonra bir ilim ehli kendi fikrini savunabilir ve değerlendirmelerini yapabilir.

Böyle yaparsanız hem taraflı hem de insaflı olabilirsiniz. İlmin bizden asıl istediği de budur. İlmî tarafsızlık denince de biz bunu anlıyoruz.

Mahkemede hâkim bile tarafsız değildir, olmamalıdır. O haktan yana olmak zorundadır. Eşit muamelede bulunmak, eşit söz ve savunma hakkı vermek tarafsızlık değil, adaletin gereğidir. Hâkim tarafsız değil âdil olmalıdır.

Hâkim hakkında söylediklerimiz ilim ehli için fazlasıyla geçerlidir. Fikrine katılmadığınız insanların fikirlerini de onların ağızlarından ve onların razı olacağı bir üslupla aktarmalısınız; söyleyeceğinizi bundan sonra söyleyebilirsiniz.

Böyle davranmak okuyuculara ve onların görüşlerine de değer verildiğini gösterir. Çünkü onlar sizden farklı değerlendirmeler yapabilir, sizin yakalayamadığınız bir inceliği yakalayabilir veya farklı bir bakış açısıyla yeni bir araştırmaya yönlenebilir. Ortaya farklı neticeler çıkarabilir.

Onun için anlatacağımızı taraflı fakat insaflı anlatmaya çalıştık. Haksız kabul ettiklerimizin söz ve davranışlarını aktarırken de kendi ifadeleri ve kendi tavırlarıyla aktardık.

Onun için anlatacağımızı taraflı fakat insaflı anlatmaya çalıştık. Haksız kabul ettiklerimizin söz ve davranışlarını aktarırken de kendi ifadeleri ve kendi tavırlarıyla aktardık.

Akıcılığı bozmamaya gayret ettik. Rivayet tekrarları yapmamaya özen gösterdik. Acı da olsa o atmosferi yaşamak ve yaşatmak istedik.

Hayra vesile olur, ibretler alınır, günümüzdeki iddialar daha iyi değerlendirilir, doğru ve yanlışlar daha iyi ayıklanır ve bu nevi acılar bir daha yaşanmaz arzu ve ümidiyle sizlerle paylaştık.
Sonuna bir değerlendirme ve ibretler bölümü ekledik. Elbette değerlendirmeler ve ibretler orada yazılanlarla sınırlı değildir. Sizin katkılarınıza açıktır.

Ulaşılan her ufuk, bir başka ufukların görülmesine vesile olur. Çıkılan her dağ, size başka dağlar, başka tepeler gösterir.
Nice engin ufuklara…

Dr. Şerafeddin KALAY

enderhafızım 08 Şubat 2014 22:46

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 / 2013- Part 5

Allah Rasûlü’nün (Sav) bağrına basarak

“-Bunlar benim dünya reyhanlarım!” (1) dediği, minik kollarıyla kendini kucaklattırdığı ve

“Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’den. Hüseyin’i seveni Allah da sevsin (2)…”

buyurarak duygularını dile getidiği küçücük Hüseyin, şimdi yarım asrı geride bırakmış, salah ve takvası, edeb ve terbiyesi, cesaret ve cömertliği, olgunluğu ve sima güzelliği ile insanların gönlünde taht kurmuştu.

Ne varki acı bir imtihanın basamaklarını çıkmak üzereydi. Annesi Fâtıma’yı kaybedeli çok olmuştu. Onu hayal gibi hatırlıyordu. Babası yiğit Ali’yi haince bir saldırı ile, aradan çok geçmeden sevgili ağabeyi Hasan’ı da bir başka hıyanetle kaybetmişti. Şimdi sevenlerinin arasındaydı.

Şam’dan gelen bir haberle zihinler bulandı. Yezid’e biat toplanıyordu. Henüz babası Muâviye(Ra) hayatta iken. İş sağlama alınsın isteniyordu. Emevî saltanatının temelleri asıl şimdi atılıyordu.

İslâm’ın coşku, azim ve şevk dolu, her doğan yeni güneşin yeni ümitlerle doğduğu, yeni fetihlerin müjdelendiği, iman nuruyla yeni tanışan gönüllerin saflara eklendiği, ümitlerin ümitlerle yarıştığı günleri berraklığını kaybetmeye başlamıştı. Ümit ufuklarını perdeleyen, görüş mesafesini kısaltan tozla karışık bir sis geliyordu. Sahralarla anılmaya alışık olmayan tuhaf bir sis…

Hüseyin(Ra), Hz. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman(Ra), Zübeyr’in oğlu ve Hicret’in ilk çocuğu Abdullah(Ra) biatı reddedenler arasındaydı. Kanaatleri Yezid’in biat edilecek, ümmetin istikbali ellerine teslim edilecek biri olmadığı, hılafetin saltanata döndürüleceği yönündeydi.

Abdurrahman İbn Ebu Bekir(Ra) acılı günleri yaşamadan bu dünyadan ayrıldı. Yezid için kendisinden biat istendiğinde;

“Herakliyus adeti mi? Kayser’in yerine Kayser mi? Asla yapmayacağız,” demişti. Böylece hem tavrını ortaya koymuş, hem de bu yolun İslâm’ın istemediği bir yol olduğunu vurgulamıştı.
Sonraki günlerinde de tavrından vazgeçmedi. Israrlar ve Muâviye’nin kendisine yolladığı yüz bin dirhem de onu kararından döndüremedi. Parayı reddetmiş, kararına sadık kalmıştı.(3)

“Dinimi, dünyalık karşılığı satmam,”(4) demişti. Ölüm geldi, kendisini bu kararlılıkta buldu.

Hayata vedâ ettiğinde Mekke dışındaydı. Mekke’ye 10 mil uzaklıkta bir yerdeydi. Akşam uyumuş, sabaha uyanmamıştı.
Cenazesi Mekke’ye getirildi ve gençliğini geçirdiği bu mukaddes diyarda defnedildi.

Âişe Vâlidemiz’e haber ulaştığında Medîne’den hac için yola çıkmıştı. Mekke’ye geldiğinde kabrine kapanarak ağlamış, Mütemmim İbn Nüveyre’nin kardeşi Mâlik için söylediği mısralarla hüznünü, ağabeyine duyduğu özlemini, sevgisini dile getirmiş;

“-Ben yanında olsaydım, seni vefat ettiğin yere defnederdim,” (5) demiştir.

Çok geçmemiş Âişe Vâlidemiz de bu dünyadan ayrılmıştır. Kalanlar için ise imtihan devam ediyordu.

Dr. Şerafeddin KALAY

-----------
Kaynak (1-2-3-4-5)

(1) Sahih-i Buharî, Fedâil (Umdetü’l-Kâri 13/ 318, Edeb 18/ 135)

(2) Sünen-i İbn Mâce, Mukaddime (1/ 51. Hadis NO. 144) Zevâid’de; “İsnadı hasen, râvîleri güvenilir râvîlerdir,” denilir.

(3) El - İstî‘âb (2/ 401), el-İsâbe (2/ 408), el - A’lâm, H. Zirikli (3/ 312).

(4) El - İstî‘âb (2/ 401), el - İsâbe (2/ 408).

(5) El - İstî‘âb (2/ 401), el - İsâbe (2/ 408).

enderhafızım 08 Şubat 2014 22:53

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 / 2013- Part 6

Muâviye (Ra) Hicrî 60 yılında hayata gözlerini yumdu. O, siyasî arzusu ve hırsı olan biri olsa da yumşak mizaclıydı ve iyi bir siyasetçiydi. Bilgiliydi, zekiydi, nerede nasıl davranacağını, nerede durup nerede yürüyeceğini bilirdi.

Şimdi madde ve mânâ alemi bulutlanmış, bulutlar giderek koyulaşmaya başlamış, garip bir şekilde elektrik yüklenmişti. Her an yağmur, dolu, fırtına, hortum çıkabilir, toz ve topraklar havaya savrulabilirdi.

Muâviye (Ra) vefat ederken Yezid’i yanına çağırtmıştı. Ona gelecek günlerinde faydalı olacağına inandığı vasiyetlerde bulundu. Hz Hüseyin’le ilgili olarak da şunları söyledi:

“Ali ile Rasûlullah’ın(Sav) kızı Fatıma’nın oğlu Hüseyin’e dikkat et. O, insanlar içinde bütün insanların en çok sevdiği kişidir. Ona yakınlık göster, yumşak gönüllü ve gönül alıcı davran. Belki böyle yaparsan seninle uyumlu olarak yola devam eder. Eğer karşı tavır alırsa ümidim odur ki babasını katledenler, kardeşini yüzüstü bırakanlar sana iş düşürmezler.”

Muâviye (Ra) hayata gözlerini yumduğunda 60. Hicrî yılın Recep ayının 15. gecesiydi. Mehtap gökyüzünü serin ışıklarla dolduruyordu. Geride Yezid gibi İslâm âlemini derin acıların ve karanlıkların içine sürükleyecek birisini bırakmıştı.

Muâviye’nin Hz Hüseyin hakkında söyledikleri doğruydu. Yaşayan insanların en hayırlısının o olduğunu Muâviye’nin yanında yer alanlar bile biliyor ve kabul ediyordu. Ancak siyasî hırs çok garip bir hırstı, doğruları tersyüz edebiliyor veya gören ve bilen insanları görmemezlikten ve bilmemezlikten gelmeye sevk edebiliyordu.

Muâviye, Yezid’in idareyi elinde tutmasını istiyor, Hz Hüseyin’in halife oluşuna bir başka ifade ile idarenin kendi ailesinden başkasına geçmesine razı olmuyordu. Ancak Yezid’in Hz Hüseyin’e sataşmasını, onunla savaşmasını da istemiyordu. Bunun için Hz Hüseyin’in hilafet talebinin olmamasını temenni ediyor, diğer taraftan da endişe duyduğunu dile getiriyordu.

Durum karşı karşıya gelmeyi gerektirirse Rasûlullah (Sav)torunu ile savaşmak yerine Hz Ali’de olduğu gibi yine haricîlerin devreye girmesini, Hz Ali’yi şehid edip kendisini rahatlattıkları gibi Hz Hüseyin’i şehid ederek Yezid’i rahatlatmalarını arzuluyordu.
Oğlunun Hz Hüseyin katili olmasını ve böyle anılmasını istemediği anlaşılıyordu. O, Rasûlullah (Sav) torunuydu, hayırlı, faziletli ve insanların da sevgisi ve hürmetini kazanmış, gönüllerde yer etmiş biriydi. Ona duyulan sevgi ve hürmet zorlama bir sevgi ve hürmet değildi.

Oğluna bunları hatırlatıyor, Ali ile Fatıma’nın oğlu demek yerine “Ali ile Rasûlullah’ın kızı Fatıma’nın oğlu Hüseyin” ifadesini kullanıyor, onun Rasûlullah (Sav) torunu oluşuna dikkat çekiyordu. Hz Hüseyin’in ölümünün insanların gönlünde nasıl bir iz bırakacağını Yezid’e hissettirmek istiyordu.

Bu sırada Hz Hüseyin hicret yurdu Medine-i Münevvere’de idi.

Dr.Şerafeddin KALAY

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:01

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 / 2013- Part 7

Yezîd, çevresindeki insanlardan biât alıp başa geçince Medîne Vâlîsi olan Velid İbn Ukbe’ye bir mektûb yazdı. Ondan insanları kendisine biâta çağırmasını istiyor, “Biâta Kureyş’in ileri gelenlerinden başla,” diyordu. “İlk biât eden kişi de Hz Hüseyin olsun. Mü’minlerin Emîri ona şefkatli davranmamı, yapıcı üslûb seçmemi vasiyet etti,” diyerek o da vâlîsini ikâz ediyordu.

Mektûb, Medine’ye ulaşınca Velid gecenin yarısında Hz Hüseyin’e ile Abdullah İbn Zübeyr’e(ra) haber gönderdi ve Muâviye’nin vefâtını bildirdi. Onları Yezid İbn Muâviye’ye biata çağırdı.
Gelen haberciye “-Sabah olsun, insanların nasıl bir tavır aldığına bakalım,” dediler. Böylece zaman kazanmışlardı...

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:01

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434 / 2013- Part 8

Ancak Hz. Hüseyin(r.a) çok tedirgin olmuştu. Evden dışarı çıktı. Sanki ev dar gelmiş, dış dünyânın genişliği iç dünyâsını da genişletir diye ümit etmişti.

Onunla birlikte Abdullah da çıktı. “-Bu tanıdığımız Yezîd!” diyorlardı. “-Vallahi bu insandan ne hayırlı karar ne de dostluk ve insanlık gelir!”

Gece sessiz, sokaklar kimsesizdi. Gecenin nasıl bir fecirle aydınlanacağını, yeni günün güneşin nelerin üzerine doğacağını Allah bilirdi.

Gecenin serinliği ve sâkinliği zihinlerini durulttu, duygularını sâkinleştirdi, karar vermelerini kolaylaştırdı. Geri döndüler, sür'atle hazırlandılar. Gecenin evleri, sokakları, sahrâları ve dağları örten karanlığını, sessizliğini ve serinliğini dost edinerek Medîne’yi o gece terk ettiler. Abdullah’ın kardeşi Ca’fer ve hizmetinde bulunanlarla birlikte Hz Hüseyin’den önce yola çıktığı zikredilir.
Onlar Mekke’ye doğru yol alırken sabah olmuş, gün doğmuş, Medîne’de hareketlilik başlamıştı. İnsanlar Muâviye’nin(r.a) vefâtını öğrenmiş, Yezîd’e biâta çağırıldıklarını duymuş, Medîne Vâlîsi Velid’in yanına geliyor, Yezîd’e bağlılıklarını bildiriyor, biât ediyorlardı.

Hz Hüseyin ve Abdullah İbn Zübeyr(r.a) için kaldıkları eve adam gönderildi. Çok geçmeden gönderilenler eli boş geri döndüler. Hz Hüseyin de Abdullah da evde yoktu. Daha doğrusu her ikisi de Medîne’den ayrılmışlardı.

Onlar şimdi vâdiler arasından atalar yurdu Mekke’ye doğru hızla yol alıyorlardı…

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:01

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-9

Serevât Dağlarının güneyden kuzeye doğru serpilen bağrı yanık kara dağları, sivri konik tepeleri arasında uzanıp giden vâdîlerden geçerek Mekke’ye geldiler.

Mekke’ye geldiklerinde Hüseyin(r.a) Hz.Abbâs’ın evine indi ve oraya yerleşti. Abdullah İbn Zübeyr(r.a) insanların gözü önünde olmayı, dâima onlarla bulunmayı, göz önünde durmayı seçti, Kâbe’nin yanını, Hicr-i İsmâîl’i kendisine mekân edindi.

Şimdi Meâfirî diye adlandırılan bir bürde giymiş, konuştuğu insanları Ümeyyeoğullarına karşı bilgilendiriyor, onlara karşı dirençlerini artırmaya ve güçlü bir muhâlefet cephesi oluşturmaya çalışıyordu.

Burası İslâm’ın ilk günlerinin hatıralarını taşıyan yerdi. Bu hâtıraların tatlısından çok acısı vardı. Abdullah’ın da Hüseyin’in de görmediği acı, çileli, ibretli hâtıralar. Onlar hicret yurdunda dünyâya gelmişlerdi. Bu hâtıraları duya duya büyümüşlerdi. Çekerken acı olan bu hâtıralar, anlatırken tatlanmıştı. Onlar hak dâvâ, yüce dâvâ uğruna çekilmişti. Dâvânın yüceliği onları tatlandırmıştı…

Çok geçmeden Mekke’ye gelişleri çevreden de duyuldu. Gelen Allah Rasûlü’nün(s.a.v) torunu idi. Uzaktan uzağa fazîletlerini duydukları, ilmine, takvâsına, olgunluğuna, tevâzuuna, cömertlik ve mertliğine hayranlık besledikleri Hüseyin(r.a) gelmişti. Hicret’in ilk çocuğu, Cennetle müjdelenen on sahâbîden bir olan Zübeyr İbn Avvâm ile fazîleti dillere destân Esmâ bint Ebûbekir’in oğlu, Allah Rasûlü’nün yiğit halası Safiyye’nin torunu olan Abdullah İbn Zübeyr(r.a) gelmişti.

Gönüllerin buruk, ümitlerin bulanık olduğu günlerde, gönülleri buruk, kalpleri kırık olarak gelmişlerdi…

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:05

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-10

Fetihle sanki o acılar dağılmış, sisli, bulutlu, yağmurlu, karanlık ve kasavetli günlerin arkasından pırıl pırıl bir sabaha vuran güneş ışıkları gibi tarihe yeni bir aydınlık, gönüllere taze bir ferahlık gelmişti.

Hak yolun yolcuları bu aydınlığı ve ferahlığı da hep korumuş, riddet yıllarını da güvenle arkada bırakmışlardı.O günlerden sonra Mekke hep güven duyulan diyar haline gelmişti. Medine, Hicret Yurdu siyasî hadiselerle çalkalanır hale gelince, Yezid’in adamları, dolayısıyla da saltanat hırsı şehrin üzerine çöreklenince Mekke’yi saran Fârân Dağları gönle daha güven verir gibi görünmeye başlamıştı. Üstelik Şam’ın elinin Mekke’ye uzanması o kadar kolay değildi. Uzansa da güçlü uzanamazdı.

Allah Rasûlü’nü(s.a.v) çocuk yaşlarda iken görmüş, onun kucağının sıcaklığını hissettmiş ve bu sıcaklığı ve Rasûlullah sevgisini kalplerine yerleştirmiş olan bu iki azîz sahâbî artık Mekkeli idi.

Çok geçmeden Mekke’ye gelişleri çevreden de duyuldu. Gelen Allah Rasûlü’nün torunu idi. Uzaktan uzağa faziletlerini duydukları, ilmine, takvâsına, olgunluğuna, tevazusuna, cömertlik ve mertliğine hayranlık besledikleri Hüseyin(r.a) gelmişti. Hicret’in ilk çocuğu, Cennetle müjdelenen on sahâbîden bir olan Zübeyr İbn Avvâm ile fazîleti dillere destan Esmâ Bint Ebûbekir’in oğlu, Allah Rasûlü’nün yiğit halası Safiyye’nin torunu olan Abdullah İbn Zübeyr(r.a) gelmişti.

Gönüllerin buruk, ümitlerin bulanık olduğu günlerde, gönülleri buruk, kalpleri kırık olarak gelmişlerdi…

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:05

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-11

Çok geçmedi Mekke’ye zor ulaşacağı tahmin edilen el ulaşmaya başladı. Hz Hüseyin'in Mekke’de gördüğü itibâr,çevresinin giderek genişlemesi, biât etmemekteki ısrarı Şam’ın tedirginliğini artırmıştı. Yanında cesâret ve komuta kâbiliyetiyle tanınan ve kendisi gibi biât etmemekte ısrar eden Abdullah’ın bulunuşu da bu tedirginliği artırıyordu.

Bu senenin Ramazan ayında aşırı davranışları ve sert tavırları sebebiyle Medîne vâlîsi Velid İbn Utbe görevden alınmış, Medîne’nin idâresi de Mekke nâibi Amr İbn Sa’îd İbn Âs’a verilmişti. Ramazan ayı bitmeden Amr, Medîne’ye geldi. Gerekli tedbirleri aldıktan sonra Abdullah İbn Zübeyr ve Hz. Hüseyin’le mücâdele için birlikler hazırladı.

Hz.Hüseyin’e duyulan sevgi bilindiği için seriyyelerin hedefi daha çok Abdullah İbn Zübeyr idi. Şüphesiz o devreden çıkarılınca da sıra Hz.Hüseyin’e gelecekti.

Birliklerin Mekke’de cereyân edecek bir savaş için hazırlandığı ve yola çıkacağı bilgisi ulaşınca sahabîlerden Ebû Şüreyh(ra), Amr İbn Sa’îd’in yanına geldi. “-Ey Emîr! İzin ver sana Allah Rasûlü’nün(sav) fethin ikinci günü ayağa kalkarak söylediği, kendi kulaklarımla duyduğum, kalbimde saklayıp koruduğum, onları söylerken kendisini gözlerimle gördüğüm sözlerini anlatayım.” dedi:
“Rasûlullah(sav) önce Allah’a hamd ü senâ etti. Sonra şöyle buyurdu:
'Mekke Allah’ın harâm kıldığı, mukaddes kabûl ettiği bir yerdir. İnsanların harâm kıdığı bir yer değil. Allah’a ve âhiret gününe imân eden birinin orada kan dökmesi helâl değildir. Bu beldenin ağaçlarını kesmek de câiz değildir. Kim, Rasûlullah’ın orada savaşını ruhsat olarak kullanmak isterse ona -Allah, Rasûlü’ne izin verdi, size vermedi, deyin. Bana da günün bir diliminde izin verdi; sonra Mekke’nin harâmiyeti dün olduğu gibi geri döndü. Burada bulunup şâhid olan burada bulunmayana haber versin.” [1]

[1]Muttefekun aleyh bir hadîstir:
Sahîh-i Buhârî,İlim(28/98); Müslim,Hac (1/987,988).
Başka kaynaklarda da yer alır.

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:05

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-12

Ebû Şureyh, böylece Allahrasûlü’nün hadîsteki emrini yerine getiriyordu.

Amr ona; “-Ya Ebâ Şureyh! Bunu ben senden daha iyi biliyorum. Harem âsîyi barındırmaz, kan akıtıp kaçanı, hırsızlık yapanı da barındırmaz” dedi.

Biriken kara bulutlar ters esen rüzgârlarla, Mukaddes Diyar’a doğru sürükleneceğe benziyordu…

Çok geçmeden seriyyeler ve heyetler ard arda Mekke’ye gelmeye başladı. Bu hamleler, Mekkelilere Yezîd’in güç varlığını ve ipleri elinde tuttuğunu hatırlatmaya yönelik olduğu gibi, Mekke’deki havayı da Yezîd lehine değiştirmeyi hedefliyordu. Şam’a göre bu iki tehlike kaynağının ele geçirilmesi birçok şeyi rahatlatabilirdi. Ancak beklenen olmadı, gelen seriyyeler sert kayalara çarparak kırılan ve köpükler saçarak geri çekilen dalgalar gibi Abdullah ile el ele verenlerin önünde parçalandı ve geri çekilmek zorunda kaldı.

Hedef birinci derecede Hz. Hüseyin idi. Karşılarına çıkan ise daha çok Abdullah’tı. Hz. Hüseyin’e bağlı olan, onun çevresinde bulunan yiğitler de Abdullah’la birlikte gelen seriyyelere karşı koyuyor, onlara acı mağlubiyetler tattırarak geri döndürüyorlardı.

Üst üste gelen muvaffakiyetler Yezîd’e karşı duranların şevkini ve güven duygularını artırdı. Bu mücâdeleler ve muvaffâkiyetler her geçen gün Abdullah İbn Zübeyr’i de Hicâz bölgesinde daha tanınır ve takdîr edilir hâle getirdi. Ancak ona duyulan güven ve mücâdelesinde onu takdîr, Hz.Hüseyin’in insanların gönlündeki ve gözündeki değerini azaltmıyordu. Böyle bir kıyâs da yapılmıyordu. Abdullah bir ordu komutanı gibi takdîr topluyor ve seviliyordu.
Hz. Hüseyin ise o gün yeryüzünde yaşayan insanların en hayırlısı, en takvâlısı, lider olmaya en lâyıkı olarak görülüyordu. Bir başkasının ona denk tutulması akıllardan bile geçmiyordu.

Zoraki biâtlarla Yezîd’in ellerine teslîm edilen devlet ve onun çevresinde yer alarak menfaat bekleyenler kabul etse de etmese de hakîkat böyleydi. Hz. Hüseyin sevgi odağı idi. Ona olan teveccüh zoraki değil, gönüldendi. Çevresindeki sevgi yumağı giderek daha da büyüyordu…

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:06

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-13

Muâviye’nin(ra) vefâtı, Hz. Hüseyin’in Yezîd’e biât etmediği, biât etmemekteki kararlılığı, Mekke’ye intikâli ve Yezîd güçlerine karşı direndiği haberleri Irak’a da ulaşmıştı. Irak’ın merkezi Kûfe idi. Orada bulunanlar babası Hz. Ali’nin çevresinde yer alan insanlardı. Hz. Hüseyin’i de yakından tanıyorlardı. O, bütün savaşlarında babasının yanındaydı. Yiğitti, gözü pekti, vakarlı ve olgundu, tevâzu sabibi idi. Babasının şehâdetine şâhid olmuşlar, katiline mâni olamamışlar, ilmin kapısı yiğit Ali’nin şehâdetiyle yürekler dağlanmıştı…

Irak’tan Mekke’ye mektûb ve elçi yağmaya başladı. Hz. Hüseyin’i Kûfe’ye çağırıyorlardı. Bunun için yanına ilk gelen Abdullah İbn Sebu’ el-Hemedânî ve Abdullah İbn Vâl idi. Yanlarında bir mektûbla gelmişlerdi. Mektûb, selâm ve Muâviye’in ölüm haberini taşıyordu. Tarih, Hicrî 60 yılının Ramazan ayının 10. gününü gösteriyordu.[1]

Mektûblar ve heyetler birbirini takîb ediyordu. Bu ekiplerden birinin Hz. Hüseyin’e getirdiği mektûb, 150 civarında idi. Gelen mektûblar bağlılık bildiriyor ve onu Kûfe’ye dâvet ediyordu. Onu kendi beldelerine gelmeye teşvîk ediyor, Yezîd yerine ona biât etmeye hazır olduklarını, bu güne kadar kimseye biât etmediklerini bildiriyorlardı.[2]


[1] El-Bidâye ve’n-Nihâye (8/154)

[2] Mektûblar, onları getiren şahıslar ve heyetler hakkında daha geniş bilgi için bak: El-Bidâye ve’n-Nihâye (8/154)

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:07

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-14

Bir mektûb yazarak kalbinden geçenleri Kûfelilere bildirdi. İbnü’l- Esîr’in bildirdiğine göre gönderdiği mektûbda şunlar yazıyordu:

“…. Dile getirdiklerinizi anladım. Size kardeşimi, amcamın oğlunu, ehl-i beytimden güvendiğim insanı, Müslim İbn Akîl’i gönderiyorum. Ondan bana mektûb yazarak, içinde bulunduğunuz durumu, tavrınızı, düşüncelerinizi bildirmesini istedim. Şâyet ileri gelenlerinizin, fikir yürütebilen, diğer insanları yönlendiren büyüklerinizin görüşleri bana gelen elçilerin söyledikleri ile aynı noktada birleşiyorsa kısa bir zaman dilimi içinde yanınıza geleceğim. Ömrün aşkına demek isterim ki; İmâm, Allah’ın kitâbıyla amel eden, adâleti tesîs eden, hak dîne gönülden bağlanandır. Vesselâm.” [1]

[1] El-Kâmil fi’t-Târîh, İbn Esîr (3/ 385-386).

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:09

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-15

Verilen vazîfeyi üstlenen Müslim, hazırlıklarını yaparak yola çıktı. Önce Medîne’ye yöneldi, sonra da Irak’a…

Medîne’de Mescid-i Nebî’de namaz kılmış, âilesi ile vedâlaşmıştı. Şimdi sahrâlarda yol alıyordu. Ucsuz bucaksız görünen, her tarafı birbirini andıran, göndüz sıcaklarla kavrulan, geceleri pırıldıyan yıldızlar altında serinleyen, serinlerken bağrına işleyen sıcaklığı dışarı veren sahralarda ilerliyordu.

Yanına Medîne’den iki yol rehberi almıştı. Rehberlerden biri sahrâlarda ilerlerken susuzluktan öldü. Yol olmayan, iz olmayan, göz alabildiğine uzanıp giden kumların, kum dolu tepeciklerinin üzerinde ilerlerken yollarını kaybetmişlerdi.

Ortalığı kavuran güneş altında ığıldayan sahrâ, sanki mechûle doğru uzanıyor, üzerinde ilerlemeye çalışan insanların varlığını yadırgıyordu. Ufuklar ufukları kovalıyor, ümitler ümitsizlikle yarışıyordu. Atılan adımlar doğru istikâmete doğru muydu, her adım onları hedefe yaklaştırıyor muydu, uzaklaştırıyor muydu bilemiyorlardı.

Şevki kırık adımlar, kumlar üzerinde esecek rüzgârlarla buluşuncaya kadar devam edebilen ayak izlerini bırakarak ilerlemeye devam etti. Bağrı asırlardır yanık uçsuz bucaksız sahrâ onlara; “Nereye gidiyorsunuz?” der gibiydi.

İkinci yol rehberleri de öldü. Müslim’in içine kasavet çökmüştü. Gittiği yolun ucu da kaybettikleri gibi mechûl ve karanlık görünüyordu. Konakladı. Tedirginliğini bildiren bir mektûbu Hz. Hüseyin’e ulaştırdı. Onunla istişâre etmeye ihtiyâcı vardı...

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:09

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-16

Yollarını kaybetseler de en azından geldikleri tarafı, yönü biliyorlardı. Güneydoğuya doğru gidiş, mektûb taşıyanı tanıdık topraklara götürür, sonra da kendisine yol seçerdi. Öyle de oldu.

Mektûbu taşıyan ve durumu bildiren kişi, Hz. Hüseyin’e ulaşmaya muvaffâk oldu. Ancak ondan gelen mektûb yola devamı, Irak topraklarına ulaşmayı, bu beldeye girmeyi, Kûfe ehli ile bir araya gelmeyi, onların durumu hakkında yeterli bilgi edinmeyi istiyordu.

Hz. Hüseyin Kûfe’nin durumunu yakından bilme niyetindeydi. Gözü ile görenden, basîretle durumu değerlendirenden güvenilir haber almak istiyordu. Onu çağıran dillerin söyledikleri sözler yürekten miydi, kararlılık dereceleri neydi, sayıları ne kadardı, aksini düşünenler de var mıydı, varsa oranları ne idi? Bunları bilmeye ihtiyâcı vardı. Çünkü Mekke’yi bırakıp Kûfe’ye yönelmek, harp bayrağı açmak, farklı bir diyârda güçlü bir cephe oluşturmaya adım atmak demekti. Bunun için ciddî bir hamle yapmak demekti.

Mektûbu alan Müslim, yeniden hareketlendi. Uçsuz bucaksız çöller, ufuklara yeni ufuklar ekleyen sahrâlar tükendi, bulunmayan yollar nice meşakkatlerle bulundu ve Kûfe’ye ulaşıldı...

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:10

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-17

Müslim, Kûfe’ye varınca kendisi ile aynı adı taşıyan Müslim İbn Avsece el-Esedî’nin evine indi. Bir başka rivâyete göre de Muhtâr İbn Ebû Ubeyd es-Sekafî’nin evine inmiştir.[1]

Kûfe halkı onun gelişini duymuştu. Çok geçmeden kulaktan kulağa geliş haberi yayıldı. O, Hz. Hüseyin’in elçisiydi. Onun emri ile ve kendi dâvetleri üzerine Kûfe’ye gelmişti. Müslim’in geliş haberi ve Hz. Hüseyin adına biât almaya başladığı çevreye dalga dalga yayıldı.

Yanına gelenlere Hz. Hüseyin’in kendisiyle gönderdiği mektûbunu okuyor, mektûbu dinleyenler duygu seline kapılıyor, hayırlı ve huzûrlu günlerin özlemi gönüllerde canlanıyor, yürekleri yumuşuyor, gözlerden yaşlar süzülüyordu…

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:11

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-18

Şehir şimdi için için kaynıyor, bu sessiz kaynayış giderek ortalığı ısıtıyordu. İnsanlar guruplar halinde gelerek Hz.Hüseyin adına Müslim’e biât ediyorlardı. Biât edenler malları ve canları ile ona yardım edeceklerine söz veriyor, yemin ediyorlardı.

Biât edenlerin adedi 12.000 sayısına ulaşmıştı. Bu, Müslim’e güven verdi. İyi tanzîm tertîb edilmiş, kararlı, azimli ve fedâkâr yiğitlerden meydana gelen on iki binlik bu ordu kolay kolay mağlubiyet yaşamayacak bir ordu idi. Yola bu sayıdaki bir ordu ile çıkılırsa güven duyguları artan daha niceleri safta yer alırdı. Dereler derelere eklenir, coşkuyla çağlarsa önünde durulmaz nehre dönüşürdü.

Harekete geçmeye lüzûm kalmadan sayı on iki binde durmadı. Kısa zaman diliminde 18.000’e ulaştı. Bu, Müslim’in durumunu güçlendirmiş, güvenini artırmıştı. Hz.Hüseyin’e mektûb yazdı; adına biâtlar alındığını, zemînin de hazır hâle getirildiğini bildirdi.

Kûfe, her yönüyle hazır gibiydi…

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:11

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-19

Hz.Hüseyin adına biât alındığı ve biât edenlerin ciddî rakamlara ulaştığı haberi yayıla yayıla Kûfe Emîri Nu’mân İbn Beşîr’e(r.a)[1] ulaştı.

Nu’mân olanları duydu fakat duymamazlıktan geldi. Hâdisenin üzerine gitmedi. Hepten de susmadı. Kûfe halkına hitâben bir konuşma yaptı. Konuşmasından birçok şeyden haberdâr olduğu anlaşılıyordu. Omuzlarında mes'ûliyet taşıyan bir idâreci olarak acılar, sıkıntılar yaşanmasın, müslüman kanı dökülmesin istiyordu. Konuşmasında ihtilâf çıkaranlardan olmamayı, fitne çıkarılmasının doğru olmadığını dile getirdi. Mü’minler ülfet içinde olmalıydı.
İnsanları Rasûlullah’ın sünnetine dâvet etti. Sözü herkes için geçerli sözlerdi. Biraz da ortaya konuşmayı seçmişti.

Bu sözlerin arkasından konuşmasına şöyle devam etti:
“Benimle savaşmayanla ben de savaşmam. Üzerime atılmayanın üstüne ben de atılmam. Vehimlerle harekete geçmem. Ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki imâmınızı terk ederseniz, biâtını bozarsanız, elim kılıç tuttuğu sürece sizinle savaşırım!” Böylece saldıran taraf olmayacağını ama savaşa hazır olduğunu vurguluyordu. Zâlim olmayı istemiyor, idâreyi de elden bırakmıyordu.

Abdullah İbn Müslim İbn Şu’be el-Hadramî isimli bir şahıs Nu’mân’a hitâben;
“Bu iş ancak zulüm ve sertlikle hallolur. Ey Emîr! Tuttuğun yol, kendini zayıf hissedenlerin yolu!” dedi.

Nu’mân(ra) onun bu sözlerine;
“Allah’a itâat yolunu seçip de zayıflardan olmak, ma'siyet yolunu tutup güçlü ve cebbâr olmaktan gönlüme daha hoş geliyor” diye cevap verdi.

Nu’mân’ın cevâbı ve tavrı Abdullah İbn Müslim’in hoşuna gitmemişti. Ya da idâreye yaranmak için eline bir fırsat geçmişti. Bir mektûb yazarak Kûfe’de yaşananları ve Nu’mân’ın tavrını Yezîd’e bildirdi.

Yezîd’e mektûb yazan, ona yaranmanın yollarını arayan sadece o da değildi. Başka mektûblar da Şam’a doğru yol almaya başlamıştı…

[1] Nu’mân İbn Beşîr(ra) de Hicret'ten sonra Medîne’de Ensâr'dan dünyaya gelen ilk çocuktur. Hatîb, edîb, ilim ve hikmet sâhibi bir sahâbî idi. Allah Rasûlü vefât ettiğinde henüz çocukluk çağlarındaydı. (el-A’lâm, 8/ 36).

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:12

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-20

Çok geçmedi Nu’mân vâlîlikten alındı ve Kûfe, Basrâ Vâlîliğine eklendi. Basrâ Vâlîsi Ubeydullah İbn Ziyâd idi. Şimdi her iki şehir ve bu merkezî şehirlere bağlı beldeler de artık Ubeydullah’ın velâyeti altına girmişti.

Yezîd, Ubeydullah İbn Ziyâd’ı sevmezdi. Onu Basrâ vâlîliğinden azletmeye niyetliydi. Âzâdlısı Sercun’un tavsiyesi Kûfe’nin idâresinin de ona verilmesi yönünde olmuştu. Sercun, zeki ve kurnaz biriydi. Yezîd onunla istişâre eder ve fikirlerine de değer verirdi.
Esâsen Yezid’in olgun akla ve basîrete, basîretli insanların istişârelerine şiddetle ihtiyâcı vardı. Ancak o, olgun akıl ve basîret sâhibinden ziyâde işine geleni, hoşuna gideni, emellerine hizmet edeni tercih ediyordu. Sercun, Kûfe’nin de Basrâ’nın da hakından Ubeydullah’ın gelebileceğini söylemiş, bunda ısrar etmiş ve Yezîd’i iknâya muvaffâk olmuştu.

Yezîd, bir mektûb yazarak Basrâ’ya, Ubeydullah İbn Ziyâd’a gönderdi. Ona; “Kûfe’ye vardığında Müslim İbn Akîl’i yakalat, ele geçirince de öldür veya sürgün et!” diyordu. Ona göre çözümün yolu buydu. Ubeydullah da böyle işlerin adamıydı.

Ubeydullah İbn Ziyâd, Basrâ’dan ayrılarak Kûfe’nin yolunu tuttu. Kûfe Basrâ’ya göre daha kuzeydeydi. Fırat nehrinin batı yakasına kurulmuş bir şehirdi. Orta Irak’taydı. Diğer bir ifâde ile Irak’ın merkezî sayılabilecek bir noktasındaydı. Basrâ’da yerine kardeşi Osmân İbn Ziyâd’ı bırakmış, şehir halkını da tehdît etmişti. Yaptığı tehdît sıradan bir tehdît de değildi. Karşı geleni, yakınlarını, hattâ dostlarını ve tanıdıklarını, en uzakta bulunanlarını bile öldüreceğini, insâf etmeyeceğini ilân etmişti.[1]

Kûfe’ye başında siyah bir sarıkla girdi. Sarığın ucuyla yüzünü kapatmıştı. Gözleri açıktaydı. Sahrâlarda yolculuk yapanlar bunu hem rüzgârla hareket eden kum taneciklerinden, hem de güneşten korunmak için yaparlardı. Yüzü kapatmak, ağız kuruluğunu da önler, su ihtiyâcını azaltırdı. Ancak Ubeydullah’ın yüzünü kapatmasının asıl sebebi bu değildi.

Sarığı, elbisesiyle de bütünleşiyor, söz ve tavırları da onları tamamlıyordu. Yol üzerinde rastladığı her guruba “Selâmün Aleyküm” diyerek selâm veriyor, uzun yollar aşarak dostların yanına gelmişcesine sıcak hitâb ediyordu.

İnsanlar; “Ve aleykümü’s-Selâm Rasûlullah Torunu! Hoş geldin, safâlar getirdin!” diyorlardı. Onu Hz. Hüseyin zannediyor, sevinçle pırıldayan gözlerini ona çeviriyor, yol yorgunu bu azîz insanı daha da yormamak için bu kadarla iktifâ ediyorlardı.

Çoğu Müslim’in şahsında Hz. Hüseyin’e biât etmişler, Kûfe’ye geleceği günü bekliyorlardı.

Ubeydullah’ın çevresinde 17 süvârî vardı. Onların arasında Kûfe’ye girmişti. Her guruba selâm vererek halk arasında ilerlemeye devam etti. İnsanlar da ona karşılık veriyorlardı.

Kendisini alamayanlar, yol yorgunluğunu bildikleri halde ona yaklaşıyor, onun bineğinin yanında, yakınında yürüyor, birlikte ilerlemeye devam ediyorlardı. Çevresinde yer alan insanlar giderek çoğalıyordu. Şimdi çevresinde ciddî bir kalabalık oluşmuştu. O, sadece selâm vermekle iktifâ ediyor, sessizliğini koruyarak yola devam ediyordu...

[1] El-Kâmil Fi’t-Târîh (3/ 388).

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:12

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-21

Yezid’in mektûbunu Ubeydullah’a getiren Müslim İbn Amr el-Bâhilî de yanındaydı. Kendini tutamadı ve; “Geri çekilin! Bu Emîr Udeydullah İbn Ziyâd!” diye bağırdı.

Söylediği kelimeler bağra saplanan hançer gibi yüreklere acı vermişti. Ümitler, sevinçler bir anda sönmüş, gözlerin sevinçli bakışları donuklaşmış, gelenin simasını görme ümidi ile adım atan ayaklar durmuş, yüreklere “şimdi ne olacak?” sorusunun ağırlığı, karanlığı, bilinmezliği çökmüştü. Sevinç dalgalarının ve ümitlerin kabardığı gönüller şimdi hüzün ve kederle çöküyor, hayâl kırıklıkları yaşıyordu…

Ubeydullah, böylece Kûfe’den gelen haberlerin doğruluğunu anlamıştı. Belki de buna sevinmişti. Çünkü bu durum, onu aranılan ve ihtiyâç duyulan bir vâlî haline getirmişti. Çevresinde yaşananlara fazla tepki vermedi. İlerlemeye devam etti. Kûfe emirlik kasrına vardı. Yüzü hala başındaki siyah sarığın ucuyla kapalıydı. Nu’mân İbn Beşîr onu Hz. Hüseyin zannetti. Hüseyin gelmiş, kasrı teslîm almak istiyordu. Nu’mân, için için buna sevinmişti. Ancak o devletin bir vâlîsiydi. Ahid vermişti. Kasrın kapısını kapattı. “-Emânetimi sana teslîm edemem!” dedi.

Ubeydullah; “-Kapıyı aç! Yoksa açtırırım!” diye seslendi. Nu’mân(ra) bu üslubu yadırgamıştı. Üslûb, H.z Hüyesin’e yakışan bir üslûb değildi. İçinde tuhaf hisler döndü dolaştı. Durum ne olursa olsun Hüseyin(r.a) ile karşı karşıya gelmek, ona düşmanca davranmak istemiyordu. O, Allah Rasûlü’nün torunu, kendi güzel, ahlâkı güzel, her hâliyle hürmeti hak eden ve insanların kalbinde taht kurmuş biriydi. Şimdi onunla arasında sadece kapı vardı. Kapıyı onun yüzüne kapalı tutamadı, açtı.

Kapıyı açar açmaz tehdît dolu üslûbun sâhibi ile karşı karşıya gelmişti. Keşki karşısındaki Hüseyin olsaydı. O an, yadırgadığı acı sözlerin, Hz. Hüseyin’e ait olmasını ne kadar arzu ettiğini Rabbi bilirdi. O olaydı, kendisine kızaydı, kasrı elinden alaydı, keşki o olaydı...

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:13

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-22

Karşısında bütün küstahlığı ile Ziyâd İbn Ebîhi’nin oğlu, zulmü ve desîseleriyle tanınan Ubeydullah duruyordu. Nu’mân sanki donmuş gibiydi. Güvendiği bir yer olmasa Ubeydullah kendisine böyle hitâb edemez, böyle küstahça tavır alamazdı. Hareketsiz bir şekilde bakakalmıştı. Zihninde canlandırdığı Hüseyin(ra) buhar buhar olmuş uçmuş, sanki dağılan hayâl sislerinin içinden bu küstah çıkmıştı…

Ubeydullah onun nasıl bir şaşkınlık yaşadığının farkındaydı. Açılan kapıdan emîrlik kasrına girdi. Kendi evinde, kendi köşkünde, kendi vilâyet konağında hareket eder gibiydi. Faaliyete geçmişti bile. Münadî’ye seslendi. Münâdî(17) de insanlara: “İnne’s-Salâte câmiah!” “İnne’s-Salâte câmiah!” (Namaz toplayıcıdır! Namaz toplayıcıdır!)
Namaz vaktinin dışında insanlar câmiye toplanmak isteniyorsa bu nidâ ile toplanırdı. Güneş ve ay tutulmalarında da bu ses yükselirdi. Şimdi câmiye davet vardı. Güneş veya ay tutulmamıştı. Mutlaka önemli bir şey olmalıydı. İnsanlar Kûfe Mescidi'nin yolunu tuttu. Çok geçmedi câmi doldu, taştı.

İnsanlar toplanınca Ubeydullah minbere çıktı. Önce Allah’a hamd ü senâ etti. Sonra halka seslendi:
“-Mü’minlerin Emîri, beni sizlere vâlî tâyin etti. İşlerinizi ben yürütecek, hudûd boylarınızı ben koruyacak, ganîmetleri ben dağıtacak, kamu harcamalarını ben yapacağım. Bana mazlûma insâfı, mahrûm ve çaresiz durumda kalana yardımı, dinleyen ve itâat edene ihsânı, şüphe ve tereddüt içindekilere, âsîlere de şiddeti emretti. Bilesiniz ki aranızda oturacak, onun sizin hakkınıdaki emirlerini yerine getirecek, ahdini uygulayacağım!”

Minberden indi. Halkı yakından tanımak, durumlarını ve ihtiyaçlarını bilmekle vazîfeli olan arîflere(18) sahtekârlık yapanları, şüphe ve tereddüt taşıyanları, muhâlifleri ve ayrılığa sebep olanları kaydetmelerini emretti.

Bu, günümüzde kullanılan ifadeyle tam bir fişleme emriydi. Hangi arîf, bu vazifeyi yerine getirmekten kaçarsa veya bilgi saklarsa asılacağını veya sürgün edileceğini, dîvândan kaydının silineceğini, arîflik vazîfesinin düşeceğini eklemeyi de unutmadı.

Ubeydullah İbn Ziyâd, ilk adımlarını atmıştı, sonra da yol yorgunluğunu attı. Kasrı kendine göre yeniden şekillendirdi. Adamlarını lüzûm gördüğü yerlere yerleştirdi. Tedbirlerini aldı...

(17) Münadî: İlân edilmesi gereken emirleri, haberleri yüksek sesle duyurmakla vazîfeli kimseler. Tellâl.
(18) Arîf: Halkın durumunu takip etme vazifeli olan devlet görevlileri idi. Arîfler, halk ile devlet idârecisi arasında köprü görevi görürler, ihtiyaç duyulan bilgileri aktarırlar, istişare için daima hazırlıklı olurlardı. Osmanlı'da benzerî vazîfeyi yerine getirenlere “kethüdâ” denirdi.

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:13

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-23

İbn Ziyâd, kendisine biçilen asıl görevlerden biri başlıyordu ve o bunun için hazırdı. Ebû Rehm’in âzâdlısı olan birini halkın arasına saldı.[1] Ona 3.000 dirhem vermişti. Bu paranın kullanılacağı yer vardı.

Ebû Rehm insanlarla kaynaşıyor, iyi bağlar kuruyor, onlara cömert davranıyor, samîmiyet ilerleyince de Müslim’e ulaşmak, ona biât etmek ve yanında yer almak istediğini söylüyordu. Onun saklandığı yeri öğrenmek istiyordu. Humus şehrinden geldiğini, Humusluların kendi aralarında para topladıklarını ve Müslim’e verilmek üzere kendisine emânet ettiklerini, emâneti yerine getirmek istediğini uygun bir dille, uygun bulduğu yerlerde dile getiriyordu.

Çok geçmeden Müslim İbn Akîl’in bulunduğu evi öğrenmiş yanına varmış ve ona biât etmişti. Bu sırada Müslim, Hâni’ İbn Urve’nin evindeydi. Zaman zaman yer değiştiriyordu. İlk kaldığı evden buraya intikâl etmişti.

Vâlî değişikliği haberi artık herkes tarafından biliniyordu. Yeni Vâlî elbetteki Nu’mân gibi biri değildi. Zulmü, keskin tavırları ve gaddarlığı ile tanınıyordu. Herşeyden önce o Ziyâd İbn Ebîhi’nin oğluydu. Ziyâd’ın zekâsı, hitâbeti, idârî kâbiliyeti tarife sığmayacak derecedeydi. Oğlunun da mutlaka bunlardan payı vardı.

Yeni vâlînin ne derece tehlikeli biri olduğu bilindiği ve değişikliğin özellikle yapıldığı kanâati taşındığı için Müslim’in sâbit bir adreste durmaması daha doğruydu.

Ubeydullah’ın bir şey daha dikkatini çekmişti: İleri gelenler, devlet idaâesi kademelerinde yer alanlar hep ziyâretine gelmiş, selâm vermiş, onu tebrîk etmişlerdi. İçlerinde Hâni İbn Urve yoktu. O gelmemiş, selâm vermemişti.

Hânî’ye uğrayıp vâlînin yanına gitme teklîfinde bulunanlar da olmuştu. Onlara hasta olduğunu, gelemeyeceğini söyüyordu.
Ubeydullah onu tanıyordu. İnsanlar üzerindeki tesirini de biliyordu. Gelmeyişi kendisini rahatsız etmişti. Neden yanına diğerleri ile birlikte gelmediğini sordu. “Rahatsızlıktan şikâyet ediyor,” dediler. İknâ olmamıştı. “Bize kapısının önünde oturduğu haberi ulaştı,” dedi. Bu Hânî’nin hedef seçildiğini gösteriyordu...


[1] Bu kişinin, Ubeydullah’ın âzâdlısı Ma’kîl olduğu da söylenir.
(El-Bidâye ve’n-Nihâye 8/ 155)

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:14

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-24

Âzâdlı Ebû Rehm, Müslim İbn Akîl’den ayrılmaz olmuştu. Akîl’in gücününün hangi noktaya ulaştığını öğrenmek istiyordu. Elindeki meblağı da Müslim’in emriyle Ebû Sümâme el-Âmirî’ye verdi. Böylece kendi anlatışına göre; Humusluların kendisine yüklediği vazîfeyi yerine getirmiş ve içi rahat etmişti. Ahdine sadâkat göstermenin huzûrunu yaşıyordu. Verdiği meblağ, kendisine duyulan güveni artırdı.
Ebû Sümâme, Hz. Hüseyin’e biât edenler adına verilen paraları teslîm alan, toplanan para ile de silâh satın alan, onları depolayan ve biât edenlere dağıtan kişiydi. Tanınan yiğitlerden, takdîr edilen süvârilerden biriydi.
Ebû Rehm, yeterli bilgiyi toplamıştı. Daha ötesine ihtiyaç yoktu. Şimdi harekete geçme zamanıydı. Ubeydullah’ın yanına döndü. Topladığı bilgileri aktardı ve Müslim’in son bulunduğu evi ve evin sâhibinin kim olduğunu haber verdi.
Günlerdir Kûfe’yi yakından tanımak için ince tahlîller yapan Vâlî Ubeydullah, asıl vâlîsi olduğu Basrâ’yı yardımcısına bırakmış tehlikenin ve Irak’ın merkezi olan Kûfe’ye yerleşmişti.
Tehlikeli bir gecede bütün dikkatini toplamış, en küçük sesleri bile duyabilmek için kulaklarını dikmiş, vücûdunu tehlikeye karşı hazır hale getirmiş, diğer taraftan içini ürpertilerin kapladığı birine benziyordu.
Onun gibi şehir de gergindi. Ubeydullah’ın gelişiyle bu gerginlik had safhasına varmıştı. En küçük hareketlilik, duyulan her çıtırtı dikkatlerin hemen o tarafa yönelmesine sebep oluyordu.
Şerîk İbn A‘ver, Kûfe’nin ileri gelenlerinden, sözü dinlenen, idarî kâbiliyeti olan ve insanlara yön verenlerdendi. Ubeydullah’a bağlı olarak Kirmân emîrliği de yapmıştı. Emîrlik yaparken de hürmet görmüş, takdîr edilmiş insanlardandı. Şimdi Müslim’in yanında yer almıştı. Onu koruyan ve kollayan, Hz.Hüseyin’e biât edenlerdendi.
Şerîk hastalanmıştı. Vâlî Ubeydullah onun Hz.Hüseyin’e biât ettiğini biliyor muydu, bilemiyoruz. Ancak hastalık haberini almıştı. Şerîk’i ziyâretin yerinde bir davranış olacağı kanâatindeydi. Bu gergin havayı da yumuşatır, şehir hayâtına tabiîlik getirirdi. Ayrıca, insanlarla yakınlık kurmak, halk arasında, insanî bir tavırla görünmek için bu ziyâret iyi bir fırsattı.Şerîk’e haber göndererek ziyâretine geleceğini bildirdi.
Şerîk, idâreci bir insandı ve yoldaki tehlikeleri iyi görüyordu. Ubeydullah’ı da yakından tanıyor, onun neler yapabileceğini iyi biliyordu. Daha harekete geçmemişti. Ancak tetikte olduğu belliydi. Neler düşünüyor, neler plânlıyor, kolay bilinemezdi.
Hava yüklü, gerginlik sıkıcıydı. Her an fırtına çıkabilir, her an şimşekler çakabilirdi!

enderhafızım 08 Şubat 2014 23:14

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-25

Çıktıkları yol, tehlikeli bir yoldu. Ancak zulüm ve haksızlıkların devam etmemesi için çıkılması gereken bir yoldu. Sıkıntılar göğüslenmeli, engeller aşılmalı ve asıl yatağından çıkan nehir, yeniden ana mecrâsına dönmeliydi.
İslâm'ın ilk günleri, Râşid Halîfeler devrindeki günlerle bu günler arasındaki fark ne kadar büyük ve ne kadar derindi. İnsanların da huzûr ve güven dolu günlere olan hasreti ne kadar uzamış, ne kadar çoğalmıştı. Geceler huzur dolu sabah ışıkları ile aydınlanmıyor, günler sükûnetin çöktüğü gecelere kucak açmıyordu. İnsanlar evlerine bedeni yorgun olsa da kalbi huzûrlu dönmüyor, anneler, çocuklar, evlerinin erkeğini sevinç ve huzûrla karşılayamıyorlardı.
Şerîk, Müslim'i, evinde barındıran Hânî'ye haber gönderdi. İbn Ziyâd, ziyâretine gelecekti. Bu ziyâret,Müslim için iyi bir fırsat olabilirdi. gelmeli ve yolundaki bu büyük ve tehlikeli engeli kaldırmalıydı. İbn Ziyâd'ı durdurmak için bundan daha iyi bir fırsat yakalanamazdı. Elindeki güç ve imkânlarla harekete geçerse bir daha kolay kolay durdurulamazdı.
Haberi alan Müslim b. Akîl, Şerîk'in evine geldi. Şerîk onu evin uygun bir yerinde sakladı. İbn Ziyâd gelip oturunca, dikkatler dağılınca su isteyecekti. Bu, Müslim'e harekete geç, durum uygun mesajıydı. Böyle anlaştılar. Bu mesajı duyunca Müslim ortaya çıkmalı ve yezîd'in vâlîsi İbn Ziyâd'ı öldürmeli ve yolun üzerindeki bu tehlikeli engeli yok etmeliydi. Müslim yerini aldı. Her şey hazırdı. Ubeydullah ibn Ziyâd geldi. Şerîk'in yatağının kenarına oturdu. Mehrân isimli bir hizmetkâr ayakta ve hizmete hazır ve tetikte bekliyordu.
İbn Ziyâd ve Şerîk bir süre konuştular. Uygun vaktin geldiği kanâati hâsıl olunca Şerîk; “Bana su verin!” diye seslendi. İşâret verilmişti. Müslim’in ileri atılması ve İbn Ziyâd’ın işini bitirmesi bekleniyordu. Olmadı. Müslim, ortaya çıkmaktan çekindi. Sanki eli ayağı tutulmuştu. Tereddüt başladı mı, çok geçmez beyne ve yüreğe hâkim olurdu. Öyle de oldu. Müslim saklandığı yerde kala kaldı.
Bir câriye su talebini duymuş, elinde su kabı ile misâfirlerin bulunduğu salona ilerliyordu. Saklandığı yerde Müslim’i gördü. O da ne yapacağını bilemez bir duruma düştü. Kalbi çılgınca atmaya başladı. Vücûduna, heyecânına hâkim olamaz duruma düşmüştü. Böyle bir durumda suyu götürsün mü, götürmesin mi, Müslim’i haber versin mi, vermesin mi? bilemedi. Heyacânını saklamanın yolunu da bulamıyordu. Su elinde hiçbir şey görmemiş ve olmamış gibi ilerlerse, Şerîk’in yanına varırsa heyecânı fark edilmez miydi? İçinde bulunduğu hâl farkedilir ve sorulursa o zaman ne diyecekti?! Zihni de, kalbi de, bedeni de tereddütler içindeydi. İlerledi olmadı, geri döndü. Su istendiğini hatırladı tekrar salona yöneldi, birkaç adım attı sonra yine durdu, gidemezdi, gidemedi geri döndü. Bu tereddütü bir daha yaşadı…
Şerîkk de heyecanlanmıştı. Asıl soğukkanlılığını koruması gereken oydu. İşâreti duyulmamış olamazdı. Hem Müslim’in hem de hizmetkârların duyacağı bir sesle söylemişti. Beklenen ve plânlan olmamıştı. Su isterken içi kavrulmamış olsa da şimdi içi kavrulmuştu. Kızgınlığını ve hayâl kırıklığını ustaca kelimelerin içine yerleştirerek yeniden seslendi: “Ölümüm ondan olacak olsa da bana su verin. Beni sudan mı koruyorsunuz!?”
Suyun gecikmesi tabiî bir gecikme değildi. Şerîk’in sözleri ve tavrı da farklı idi. İbn Ziyâd’ın hizmetkârı, aynı zamanda koruması olan Mehrân tehlikeyi sezmiş, tuzağı anlamıştı. Efendisine dokundu. İbn Ziyâd da dokunuşun manÂsını anlamıştı. Derhal ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. Şerîk onu odada tutmak istiyordu. Arkasından seslendi: “-Ey Emîr! Sana bazı tavsiyelerim var!”
İbn Ziyâd; “-Döneceğim!” diye cevap verdi. Nasıl döneceğini Allah bilirdi. Ancak İbn Ziyad tamamıyla uyanmamıştı. Kendisine tuzak kurulabileceğine, bunun Şerîk’in evinde olabileceğine fazla ihtimâl vermiyordu. Hizmetkârı onu zorlarcasına evden çıkarttı; aceleyle atına bindirdi ve hayvanı hızla harekete geçirdi.
Mehrân, sanki bu devrede nefesini tutmuş gibiydi, bütünüyle efendisini korumaya kilitlenmişti. Hareket edince sanki derin bir nefes almıştı. Efendisine; “-Seni öldürmek istediler!” dedi. Sesi emîn ve kararlıydı.
İbn Ziyâd onun bu sözlerine; “-Yazıklar olsun! Ben onların dostuydum. Bu insanlara ne oluyor?” diye hayıflı bir cevap verdi.
Sözleri Mehrân’ın kuruntu yaptığı manâsı taşımıyordu. Ona inanmıştı. Mehrân tecrübeli biriydi, kolay yanılmazdı. Şaşkınlığı hayâtın bir dilimini paylaştığı, birçok istişârede bulunduğu, dostluğuna ve iyi tavsiyelerine şâhid olduğu Şerîk’in tavrına idi. O ziyâretine gitmişti. Bu ziyâretin halkı da rahatlatacağını zannetmişti. Sanki ümitlerinin hepsi birden çökmüştü.
Kasrına doğru yol alırken beyninde fırtınalar esiyor, iç dünyâsında ihtimaller, öfkeler, kavgalar, sorular ve cevaplar birbiriyle yarışıyordu…

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:11

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-26

Aynı hayâl kırıklığını daha fazlasıyla yaşayan biri daha vardı: Şerîk İbn A‘ver. Müslim’e; “-Neden çıkmadın. Seni engelleyen neydi? Neden onu öldürmedin?” dedi. Sesinde, tavrında ve sorusunda hayâl kırıklığının izleri vardı.

Şerîk, hayâl kırıklığında haklıydı. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmezdi. Geçmeyecekti. Tuzakları anlaşılmış, Vâlî’yi ortadan kaldırmaya kadar uzanabilecek kararlılıkları belli olmuştu. İbn Ziyâd, bundan sonra daha tedbirli ve dikkatli olacaktı. Bütün tehlikeler ortadan kalkıncaya kadar da halk arasına karışmayacaktı. Şaşkınlık yaşasa da bu tuzak en çok onun işine yaramış, onu uyarmıştı. Artık her an ihtiyatlı davranmayı seçecekti.

Müslim, Şerîk’in hayâl kırıklığı ve sitem dolu sorusuna cevap verdi:

“Rasûlullah’tan gelen bir hadîs. O şöyle buyuruyor:

(( الإِيماَنُ ضِـدُّ الْفَتْـكِ، لاَ يَفْتِـكُ مُؤْمِنٌ.))

“Îmân, gizlice insan öldürmeye zıttır. Mü’min, tuzak kurarak gizlice, habersiz durumdaki bir insanı öldürme yolunu seçmemelidir.”[1]
Onu bu şekilde evinizde öldürmeyi doğru bulmadım.”

Bu, çok sâfiyâne bir cevaptı. Müslim’in gösterdiği delîl doğru bir istidlâl şekli miydi, tartışılırdı. Ancak cevabı ve öldürmeme sebebi ne olursa olsun kuş kafesten uçmuştu. Bir daha kolay kolay kafese girmeyeceği de artık bilinen bir hakîkatti.

Şerîk kaçan fırsatı ifâde eder bir tavırla; “-Eğer onu öldürseydin, şimdi kasrda sen oturuyor olurdun. Kimse de bunu yadırgamaz, ona arka çıkmaya kalkmazdı. Basrâ’yı da sen yönlendirirdin. Onu öldürseydin zâlim ve fâcir bir insanı öldürmüş olurdun,” dedi.

Kaçan fırsata üzgünlüğü her hâlinden belli idi. Söylediklerinde o daha haklı görünüyordu. Gelecek günler artık ne getirirdi, bunu ancak Allah bilirdi. Ancak gökyüzünde biriken bulutlar, yerden savrulan tozlar gibi yaşananlar hiç de pırıltılı ve ferâh günlerin habercisi değildi.

Şerîk bundan üç gün sonra vefât etti. O da, bütün kavga ve kargaşaları geride bırakmıştı…

Kûfe ileri gelenleri Hânî’nin kapısına dayanmışlar, onu Vâlî Ubeydullah’ın yanına varması için zorluyorlardı. Râzı edinceye kadar ısrarlarına devam ettiler. Sonunda Hânî’yi alarak Ubeydullah’ın yanına getirdiler. Hânî’ huzûra girince Ubeydullah, yanında oturan Kâdı Şüreyh’e[2] döndü. Demek istediğini bir şâirin sözleriyle özetledi:

“Ben onların yaşamasını istiyorum, onlar benim ölümümü.”
Hânî’ Ubeydullah’a selâm verdi. Ubeydullah’ın karşılığı soruyla oldu: “-Yâ Hânî’! Müslim İbn Akîl nerede?” Hânî’; “-Bilmiyorum,” dedi. Hânî’nin evine kadar ulaşmayı başaran, onun evinde Müslim’e biât eden ve Humus’tan getirdiğini söylediği parayı teslîm eden Temîm asıllı âzâdlı ayağa kalktı.Ubeydullah Hânî’ye; “-Bu şahsı tanıyor musun?” diye sordu. Hâni’ çaresiz; “-Evet,” diye cavap verdi.

Elleri yana düşmüştü. Ömründe kendisini hiç bu kadar çâresiz hissetmemişti. Zihnindeki bütün kurgular silinmişti. Gelirken bu buluşmayı nasıl geçiştireceğinin hesaplarını yapıyor, söyleyeceklerini ve davranışlarını zihninde evirip çeviriyor, farklı durumlara göre kendisini ayarlamaya çalışıyordu. Şimdi çâresizdi. İnkâr da faydasız…

[1] Hadîsi, bu şekliyle İbn Kesîr, Târîh’inde zikrediyor.(El-Bidâye ve’n-Nihâye (8/ 156).

Hadîs, Sünen-i Ebû Dâvûd’da, Cihâd bölümünde(3/ 212-213) Ebû Hureyre’den “zıt” kelimesi yerine yakın manâyı vurgulayan bir başka kelimeyle nakledilir.
Hadisin lafzı şöyledir:
(( الإِيماَنُ قَيَّـدَ الْفَتْـكِ، لاَ يَفْتِـكُ مُؤْمِنٌ.))
“Îmân, mü’mini gizlice insan öldürmekten korur. Mü’min, tuzak kurarak gizlice, habersiz durumdaki bir insanı öldürme yolunu seçmemelidir.”
Her iki şekilde de hadîs, mü’minin ğadr yolunu seçmemesini istiyordu. Harb ilânından, mücâdele fiilen başladıktan sonra da mı böyleydi? Bu ayrıca incelenmesi gereken bir konuydu.
Hadîsin şerhi için bak: (Câmiu’l-Usûl 10/ 209).

[2] Şüreyh İbn Hâris el-Kindî. Kâdî Süreyh olarak tanınır. Tâbiî devrinin en meşhûr kâdîsıdır.
Hz Ömer, Osman, Ali ve Muaviye devirlerinde kâdîlık yapmış Haccâc’ın Irak Vâlîlği yaptığı devrede affını isteyerek bu makâmdan çekilmiştir.
Fıkhî bilgisi engin, hadîs rivâyetinde sika, hâkimlikte güvenilir bir insandır.
Edebiyât ve şiirde tanınmış ve sayılı insanlardan bilinmiştir.
Uzun ömürlü bir ilim ehlidir.
İslâm Hukûk Târîhinde ciddî bir yeri vardır.
Hicrî 78 târîhinde Kûfe’de vefât etmiştir.

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:13

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-27

“ – Allah Emîr’in hâline salâh kazandırsın. Onu evime ben dâvet etmedim. O geldi ve kendini evime attı,” diyerek evine sığınan bir insana ev sâhibi olarak vefâ gösterdiğini dile getirmeye çalıştı.

Ubeydullah; “-O zaman onu bana getir,” dedi. Sesi emredici ve kesin kararlıydı. Hânî’ durumun giderek daha da tehlikeli bir hâl aldığının farkındaydı. Zâlimden merhamet beklemenin faydası yoktu.
“-Vallahî ayağımın altında olsa ayağımı kaldırmam bile! Onu size teslîm etmem!” dedi.

Ubeydullah adamlarına; “-Onu yaklaştırın!” diye emretti. Yaklaştırdılar. Elinde harbe vardı. Bütün gücüyle Hânî’nin yüzüne indirdi. Darbeyle kaşı yarılmış, burnu kırılmıştı. Hiçbir şey düşünemez olmuştu. Kendini topladığı an zâbitlerden birinin kılıcını ele geçirmek istedi, mâni oldular. Dövüşerek ölmek, çâresizlik yaşamaktan, eli kolu bağlı ölmekten daha iyi idi. Olmadı. Gelecek ânları, günleri düşünemiyordu. Ne olacaksa olsundu. Artık çekinmiyor, aldırmıyordu.

Ubeydullah; “-Allah artık kanını bana helâl kılmıştır. Çünkü sen Harûrâlısın,” dedi.[1] Sonra hapsedilmesinin emretti. Hânî’yi kendi ayağıyla yanına geldiği bir anda öldürmekten çekinmişti. Hânî’nin kabîlesi yabana atılacak bir kabîle değildi. Çok geçmeden ileri gelenleri kasrın kapısına dayanmışlardı bile. Hânî’nin öldürüldüğünü zannediyorlardı.

Ubeydullah içeriden gürültülerini duydu. Yanında bulunan Kâdî Şüreyh’e; “Yanlarına çık. Onlara; -Emîr, Hâni’yi Müslim İbn Akîl’in yerini söyletmek için tutuklattırdı, de. Adamlarının hayâtta olduğunu söyle. Sultânımız ona vurdu ama vuruşu öldürücü değildi de. Buradan derhâl ayrılsınlar ve ne kendi ne de adamlarının kanlarını ve canlarını helâl hâle getirmesinler.”Kasrın kapısına dayanan gurup bu sözlerin arkasından evlerine dağıldı. Şimdi siyasî hamleler ve tesîrleri devreye giriyordu.

Müslim, savaş meydanında hakîkaten yiğit bir insandı. Ancak savaşın sadece meydanda cereyân etmediği de bir başka hakîkattı. Saray önlerine gelip hasmını kıstırınca beklememeliydi. Hemen gizli açık bütün çıkışları tutmalı, saray içinin halkla bağını her açıdan kopartmalı, halkın arasında insanların direncini ve zaaf noktalarını tesbît eden, onları yönlendiren insanlar bulundurmalı, varsa ayıklamalı, yoksa dışarıdan sızmalara mâni olmalıydı. Çıkan her sesten, uçan her sinekten haberi olmalıydı. Kısa zaman içinde saray plânını çıkarmalı, kasrı ele geçirmek, vâlî ve adamlarının irâdesini çökertmek için harekete geçmeliydi. Heyecân sönmeden, çevresindekilerin zihinlerinde farklı ihtimâller dönüp dolaşmadan, şeytân damardaki kana karışmadan o fitneyi söndürmeliydi. Olmadı. Belki de kan dökmeden istediğini elde etmek istiyordu, elde edemedi. Ancak bu tavrı, daha çok kan dökülmesinin sebebi de olabilirdi. Hâni’nin evindeki tavrının kendisini buralara getirdiği gibi.

Karşı siyâset harekete geçti. Saraya sığınan, Ubeydullah’ın yanında bulunan kabîle reîsleri, şehrin ileri gelenleri sarayın çatısında, duvarlarında, balkonlarında görünmeye başladılar. Herkes kendi yakınlarına saray önünden ayrılmaları için işâret ediyor, iş3aretle harekete geçmeyenleri, ayak sürüyenleri tehdît ediyorlardı. Bu, “Müslim’in ordusunu terk edin yoksa!..” demekti.

Çok geçmeden yaprak dökümü başlamıştı. Soğuk ve sert rüzgâra direnen yapraklar da vardı. Şimdi Müslim’in yapmadığını Ubeydullah yapmaya başlamıştı. Gizlice saraydan çıkardığı bazı emîrleri ve kabîle reîslerini halkın içine saldı. Halk arasında dolaşmalarını, Müslim’in yanında yer almanın nasıl bir tehlike olduğunu, onun yanında yer alıp devlete karşı durmanın başlarına neler açabileceğini, verecekleri bedelin çok ağır olacağını, Şâm’dan gelecek güçlü bir ordunun geride neler bırakarak döneceğini iyi düşünmelerinin gerektiğini onlara anlatmalarını emretti.
Devlet yanında yer almak onları yükseltir, aksi büyük belâlarla yüzleşmelerine, başlarına belâ almalarına sebep olurdu...

[1] Hârûrâ’: Kûfe yakınlarında bir beldenin adıdır. Hâricîler buraya nisbet edilerek anılmıştır. Çünkü Hz. Ali’ye karşı çıktıktan sonra ilk toplantılarını burada yapmışlar, kendileri için burayı merkez ve sığınak olarak hazırlamışlardı. (Lisanü’l-Arab 4/ 185).
Sonraki yıllarda aşırılıkları ile tanınanlar, yersiz, faydalı, faydasız suâller soranlar da buraya nisbet edilerek anılır olmuştur.
Ubeydullah İbn Ziyâd’ın Hânî’ye; “-Sen Harûrâlısın,” sözü ise “-Sen asîlerdensin ve öldürülmeyi hak ediyorsun” manâsına söylenmiş bir sözdür.

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:14

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-28

Müslim İbn Akîl, haberi duymuştu. Artık durulacak zaman değildi. Atına atladı ve anlaştıkları şiârı[1] haykırmaya başladı: “Ya Mansûr, emit!” Ses dalga dalga yayılıyordu. Kûfe kaynamaya başladı.

Bu sırada Ubeydullah, bir araya toplanan insanlara Hânî' hakkında konuşma yapıyor, ihtilaf çıkarmanın, karşı gelmenin ne derece tehlikeli ve yersiz olduğunu anlatıyor, için için insanları tehdîd ediyor, cesâret kırıyor, göz yıldırıyordu.

4.000 kadar Kûfeli gelerek Müslim’in yanında yer aldılar. Kûfeliler içinde Muhtâr İbn Ebî Ubeyd de vardı. Elinde yeşil bir bayrakla gelmiş yerini almıştı. Abdullah İbn Nevfel İbn Hâris de kırmızı bir bayrak taşıyordu. Müslim bir araya gelen orduyu nizâma soktu. Bayrak taşıyanları ordunun sağ ve kol kanatlarının başına verdi. Kendisi ortada yer aldı.

Ordu, Ubeydullah’ın konuşma yaptığı yere doğru ilerledi. Kûfe ileri gelenleri Ubeydullah’ın yanında, çoğu da hemen minberinin altında yerlerini almışlardı.

Gözcüler koşarak geldi ve Vâlîye, Müslim İbn Akîl’in orduyla yaklaştığı haberini ulaştırdılar. Ubeydullah bu kadarını beklemiyordu. Bütün dikkatine ve tedbîrlerine rağmen hazırlıksız yakalanmıştı.
Çevresinde yer alan büyüklerle birlikte alelacele kasra girdiler ve kapıları kapattılar. Çok geçmeden Müslim gelerek ordusuyla birlikte kasrın kapısına dayanmıştı.

Şu anda Ubdeydullah’ın içinde bulunduğu şartlar hiç de ümit verici görünmüyordu. Saraya kıstırılmış durumdaydı. Çevresinde savaşabilecek, Müslim’in ordusuna karşı koyabilecek adam sayısı azdı, dışarıdan yardım gelmesi de zordu...

[1] Parolayı. Ortaya çıkış parolasını.

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:15

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-29

Şimdi siyâsî hamleler ve tesîrleri devreye giriyordu. Müslim, savaş meydanında hakîkaten yiğit bir insandı. Ancak savaşın sadece meydanda cereyân etmediği de bir başka hakîkattı. Saray önlerine gelip hasmını kıstırınca beklememeliydi. Hemen gizli açık bütün çıkışları tutmalı, saray içinin halkla bağını her açıdan kopartmalı, halkın arasında insanların direncini ve zaaf noktalarını tesbît eden, onları yönlendiren insanlar bulundurmalı, varsa ayıklamalı, yoksa dışarıdan sızmalara mâni olmalıydı. Çıkan her sesten, uçan her sinekten haberi olmalıydı. Kısa zaman içinde saray plânını çıkarmalı, kasrı ele geçirmek, vâli ve adamlarının irâdesini çökertmek için harekete geçmeliydi. Heyecân sönmeden, çevresindekilerin zihinlerinde farklı ihtimâller dönüp dolaşmadan, şeytân damardaki kana karışmadan o, fitneyi söndürmeliydi. Olmadı. Belki de kan dökmeden istediğini elde etmek niyetindeydi, elde edemedi. Ancak bu tavrı, daha çok kan dökülmesinin sebebi de olabilirdi. Hâni’nin evindeki tavrının kendisini buralara getirdiği gibi.

Karşı siyâset harekete geçti. Saraya sığınan, Ubeydullah’ın yanında bulunan kabîle reîsleri, şehrin ileri gelenleri sarayın çatısında, duvarlarında, balkonlarında görünmeye başladılar. Herkes kendi yakınlarına saray önünden ayrılmaları için işâret ediyor, işâretle harekete geçmeyenleri, ayak sürüyenleri tehdît ediyorlardı. Bu, “Müslim’in ordusunu terk edin, yoksa!..” demekti.

Çok geçmeden yaprak dökümü başlamıştı. Soğuk ve sert rüzgâra direnen yapraklar da vardı. Şimdi Müslim’in yapmadığını Ubeydullah yapmaya başlamıştı. Gizlice saraydan çıkardığı bazı emîrleri ve kabîle reîslerini halkın içine saldı. Halk arasında dolaşmalarını, Müslim’in yanında yer almanın nasıl bir tehlike olduğunu, onun yanında yer alıp devlete karşı durmanın başlarına neler açabileceğini, verecekleri bedelin çok ağır olacağını, Şâm’dan gelecek güçlü bir ordunun geride neler bırakarak döneceğini iyi düşünmelerinin gerektiğini onlara anlatmalarını emretti.
Devlet yanında yer almak onları yükseltir, aksi büyük belâlarla yüzleşmelerine, başlarına belâ almalarına sebep olurdu...
Ubeydullah’ın halk arasına saldıkları, onun tembîhlerini yerine getirmeye başladılar. Herkes kendi yakınlarının, tanıdıklarının arasında dolaşıyor, geleceğe yönelik gönüllere korku salmaya devam ediyorlardı. Bir süre sonra anneler gelmeye başladı çocuklarının yanlarına. Müslim’in ordusunda yer alanların anneleri. Sadece anneler de değil, yaşlı babalar, kardeşler ve hanımlar… Sessizce yaklaştılar çocuklarının, kardeşlerinin ve eşlerinin yanlarına; “-Yarın Şâm ordusu çıkar gelirse bu sayıyla onlara karşı ne yaparsınız?” dediler. “-Sen eve dön. Şimdilik diğer insanlar zaten yeter de artar bile!” Birkaç kişinin yokluğunun hiçbir şey değiştirmeyeceğini dile getirdiler. Dinlenmeye ihtiyâcının olduğunu, birkaç gün dinlenmenin doğru olacağını, bu zaman zarfında da bulanıklığın gideceğini, sislerin dağılabileceğini, önlerini, gelecek günlerini daha iyi görür hâle geleceklerini, o zaman harekete geçmelerinin, ne tarafı tutacaklarını tâyin etmenin daha doğru olacağını söylediler.

Onlar çocukları, kardeşleri, eşleri için hakîkaten endîşe ediyorlardı. Söylediklerini de bu endîşe ve samîmiyetle söylüyorlardı. Söylenilen sözler, yapılan ısrarlar çok geçmeden tesîrini göstermeye başladı. Dirençler kırılıyor, irâdeler çöküyordu. Zihinlerdeki bahâneler artık birbiriyle yarışıyordu. Ayrılışlar başlamıştı. Ayrılan her insan geride kalanların üzerinde buruk bir tesir bırakıyor, sanki bir karanlık sessizce kasrın önünde bekleyenlerin üzerine çöküyordu.

Başlayan yaprak dökümü giderek daha da hızlanmıştı. Kalplerde çoğalan endîşeleri artırarak devam ediyordu…
Sayı 500 civârına düşmüştü. Burada da durmadı. Sayı düşünce geride kalanların ve yakınlarının korkusu daha artmıştı. Korkuyla birlikte ısrr da arttı. Azalma devam ediyordu. Müslim’in çevresinde yer alanların sayısı kısa bir zaman diliminde 300 civarına düştü. Kavuran sıcağın altında hızla buharlaşmaya devam eden bir su birikintisine benziyorlardı. Yapraklar dökülmeye, sular buharlaşma devam etti ve sayı 30’a düştü. 4.000 sayısının eriyerek 30 kişiye, sadece 30 kişiye düştüğünü düşününüz.

Bütün bunlar yaşanırken, Müslim hangi duygular içindeydi bilemiyoruz. Târîh bunu bize aktarmıyor. Ancak onun yerine kendini koyan her insan, o duygulardan bir kısmını kendi kalbinde hissedebilir...

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:16

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-30

Adamlarıyla birlikte gün de bitmiş, güneş mechûl yarınlar için yeniden ufkun arkasında kaybolmuştu.
Müslim, buruk duygular içinde kalan adamlarına kırık kalbiyle akşam namazını kendi kıldırdı. Namazın peşinden yanında kalanlarla birlikte Kinde kapılarına yöneldi. Kapılardan çıktığında yanında on kişi kalmıştı. Erime devam ediyordu.
Müslim, artık hiç kimseye hiçbir şey söyleyecek durumda değildi. Sessizliğini, kalbinde volkana dönen hüznünü, öfkesini, kırgınlığını içinde gömülü tutuyor, çâresizliğin bataklığına doğru her an biraz daha çöküyordu. Çöken karanlık acaba bütünüyle onun kalbine mi çöküyordu!?
Gece serinlik getirirdi, sükûnet getirirdi, rahat getirirdi. Bu nasıl serinlik, nasıl sükûnet, nasıl bir rahattı. Bu gece siyah perdelerini indiriken acaba Müslim’den daha acı bir şekilde bir başka insanların üzerine de indirmiş miydi? Onun yüreğinde yanan ocak, şu anda acaba kaç kişinin yüreğinde yanıyordu? Rabbim bu gece nasıl sabah olacaktı? Nasıl bir güne açılacaktı? Yeni günün güneşi nelerin üzerine doğacaktı?..
Son on kişi de gecenin karanlığından istifâde ile arkasından sessizce ayrılmış, Müslim yabancısı olduğu bir şehirde yapayalnız kalmıştı. Artık yanında ne yol soracak biri vardı, ne de teselli veya ümit verecek bir sesin sâhibi.
Yanında bir kişi bile olsa onun varlığının kendisine sıcaklık vereceğini hissediyordu. Ona şimdi ne yapalım? diye sorabilirdi. Nasıl cevap verirse versin, önemli değildi. Yanında sesini duyan, cevap veren birinin bile olmasının ne kadar kıymetli olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu.
Gidiyordu, nereye gittiğini bilmiyordu. Evi yoktu, sığınacak yeri de yoktu. “-Bize gidelim, ben seni saklarım,” diyen hiç yoktu. Gidiyordu, mechûle doğru. Zihnindeki düşünceler de hep mechûle uzanıyordu…
Hedefsiz ilerliyordu, karanlık giderek daha koyulaşıyordu. Sanki onu eteklerinin altına saklar gibi semâdan yere sarkıyor, giderek görüş mesâfesini daraltıyordu. Bineğini kendi hâline bırakmıştı. O da sâhibinin hedefsiz ilerlediğini bilir gibiydi.
O da rast gele ilerliyordu...

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:17

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-31

Bir kapının önüne geldi. Bineğinden indi, kapıyı çaldı. Evden bir kadın çıktı. Müslim kadına; “-Bana su verir misin?” dedi. Kadın, bu garip, ümitleri yıkılmış, kalbine çöken karanlık gecenin karanlığından daha koyu, sesinde bile hüzün titreyişleri olan yabancıya su getirdi.
Müslim, kendisine sunulan suyu içti. Boşalan kâseyi sessizce kadına uzattı. Ona ne diyeceğini bilemedi. Zihni başka şeylerle doluydu. Hem çok doluydu hem de çok boş… Bu nasıl olurdu? Olmuştu işte.

İçtiği su susuzluk duygusunu gidermişti. Ancak içinin yangınına fayda etmemiş, sızlayan gönül yaralarının sızlayışlarına dermân olamamıştı. Karanlık yolunu aydınlatamamış, onu sürüklendiği uçurumun kenarından çekip alamamıştı. Yaralı kalbi sızlamaya, hattâ kanamaya devam ediyordu. Keşke yarası hançer yarası olsaydı. Öyle olsaydı bu kadar acı vermez, bu kadar kendini dermansız hissetmezdi. Sarardı, kan kaybını önlerdi, tedavisi için çırpınırdı. Tedavi edecek tabib arardı. Şimdi hiçbirini yapamıyordu. Ne yapacağını da bilmiyordu.

Hıyânetin kalbine düşürdüğü ateş, vefasızlığın iç dünyâsında meydana getirdiği tarif edilemez boşluk, bakışlarını bulanıklaştırmış, nice zorluklara göğüs geren, nice mücadeleye, nice yorgunluk ve uykusuzluğa dayanan bedenini güçsüzleştirmişti. Hiç bu kadar gariplik, yalnızlık, çâresizlik çekmemiş, bu kadar ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez bir duruma düşmemişti.

Su içtiği kâseyi kadına uzatırken bile; “-Bundan sonrası..?” der gibiydi. Şimdi ne olacaktı? Nereye gidecekti, niçin gidecekti? Önünde dibi görülmez bir uçurum, bütün düşüncelerin ve ümitlerin üzerine çökmüş bir karanlık vardı.

Ne var ki kadın bu tereddütlü ellerin ne demek istediğini anlamadan kaseyi aldı, evine döndü. Kapısının önündeki insanın iç dünyasındaki yangını hissedemedi. Kapanan kapı çaresiz yolcuyu kendi dertleri ile dışarıda bırakmıştı. O üzerine düşeni yapmıştı. Suya muhtâç bir insana su vermişti.

Müslim, kapının önünde öylece kalakaldı. Bir insan için gidecek yerinin olmasının, belli bir hedefinin bulunmasının ne kadar büyük bir nimet olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyordu. Dağları, ovaları, sahraları, vahaları, ormanları, bağları, bahçeleri, rüzgârların her mevsim serin estiği yaylaları, bıkmadan, usanmadan, yorulmadan akan nehirleri, vâdîleri, dere ve nehir boyları, denizleri ve gölleri ile yeryüzü ne kadar genişti. Onun için ise ne kadar , hem de ne kadar dardı.

Yerinden kıpırdamasa da boşluk denizinde yüzüyor, fırtınalar içinde çalkalanıyordu. Kapı açıldı, kadın yine dışarı çıktı. Garip yolcu oradaydı. Kadın şaşırdı. Biraz önce suya muhtâc, yorgun ve tâkatsiz bir insana yardım ettiği için sevinmiş, içinde saâdet pırıltıları hissetmiş, bu duyguyla evine girmişti. Şimdi o güzel duyguların kızgınlık almıştı.

İçinde öfkenin varlığı hissedilen bir sesle kapısındaki yolcuya; “-Sen suyunu içmedin mi?” diye sordu. Sorulan elbette ki suyun içilip içilmediği değildi. Müslim, soruyla ne kastedildiğini biliyordu. Yine de soruya bilinen ve beklenen cevabı verdi: “-Evet içtim!”
Onun sönük çıkan sesinde ise şevk kırıklığı, ümit kaybı, çâresizlik vardı. Şimdi kadından gelecek sözleri bekliyordu. Sözlerin tatlı sözler olmayacağı belliydi. Ne kadar acı olursa olsun yaşadıklarından daha acı olamazdı.

Kadın bu garip yabancıya ölçülü davranmayı tercîh etti. O kötü birine benzemiyordu. Durgundu, sessizdi, sudan başka bir şey istememişti. Derdi neydi bilemiyordu. Bildiği bir şey varsa, o da yabancı birinin kapısının önünde oturmasının doğru olmadığıydı.

“–Hadi âilenin yanına git. Allah sıhhat ve âfiyet versin. Kapımın önünde oturman doğru değil,” dedi. “Buna hakkın yok! Bundan sonra sana iyi davranamam.” Kadın hem haklıydı, hem de olgun davranmaya özen göstermişti. Kadın haklıydı da Müslim haksız mıydı? İç içe sorular, üst üste düğümler, dibi bulunmaz kuyular içinde kıvranan oydu…

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:22

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-32

Kadın; “-Ey Allah kulu! Nasıl bir iyilik istiyorsun?” diye sordu.
Sorarken; “Ben ne yapabilirim ki?” der gibiydi.
Müslim kadının kendi adını duymuş olabileceğini ümit ediyordu. Şehir onun gelişiyle çalkalanmıştı. 18.000 kişi ona biat etmişti. Bu yüzden adı duyulmamış olamazdı. Hz Hüseyin için biat aldığı dalga dalga yayılmıştı. Şimdi yanında kimse olmasa da bu kadar insan yanına gelerek onun elini tutmuş ve ona biat etmişti. Bu aklına geldiğinde yüreğinde yeniden bir acı hissetti. İçindeki yara sızlarken sözlerine devam etti:
“-Ben Müslim İbn Akîl’im. Bu millet beni inkâr etti, aldattı...” Sözlerine devâm edemedi, kadın sözünü kesmişti: “Sen Müslim misin?”
“-Evet.”

Bu cevâbla kapı açıldı. Kadın ona; “-Gir!” dedi. Müslim, açılan kapıdan içeri girdi. Omuzlarına binen terkedilmişlik ve çâresizlik yükünü dışarı bırakamadı, o da kendisiyle birlikte girdi.
Kadının adı Tav‘a idi. Yaşlıca bir kadındı. İki çocuğu vardı. Büyüğünün adı Bilâl idi. Bilâl evden çıkmış, kadın onun dönüşünü bekliyordu. Müslim kapıyı çalınca onun geldiğini zannetmişti. Sonra da o gelir ümidiyle yeniden kapıya çıkmıştı. Günler karışıklığın hâkim olduğu günlerdi. Tav‘a’nın gönlü de karışıktı. Kısacası huzûrsuzdu.

Evet, Müslim’in şehre gelişini duymuştu. Onun gelişini takîb eden hâdiselerden de haberdârdı. Ancak Müslim’i çâresizliğin kucağına iten çözülmeden haberi yoktu. Şimdi öğrenmiş ve üzülmüştü. Bunun manâsı kara bulutların kolay kolay dağılmayacağıydı. İlâhî kader Müslim’i onun kapısına getirmişti. Hayât ne kadar garîb, dünyâ ne kadar değişken, günler sînesinde nice sürpriz taşıyordu.

Kadın, Müslim’i farklı bir bölüme aldı. Aldığı oda iskân için kullanılmayan bir yerdi. Odayı onun için hazırladı. Belliydi ki Müslim’in sadece kalbi değil bedeni de yorgundu. Kalbinin yorgunluk derecesini bilemese de bedenininki hissediliyordu. Onun için yere döşek serdi.

Müslim, sönük gözlerle yatağa baktı. Belki uyku beden yorgunluğunu giderebilirdi. Kırık kalbinin yorgunluğunu ne giderebilirdi, yıkılan duygularını ne tamir edebilirdi, bilmiyordu. İçine çöken garip duyguların ve hüznün bir devâsı var mıydı?.. Onu da bilmiyordu.
Kadın Müslim’e yemek teklîf etti. Müslim yemek istemiyordu. Bunu kadına kesin bir tavırla söyledi. O yüzden kadın ısrar edemedi. Yemek yemeye iştahı yoktu. İç dünyâsı yıkılmış,dış dünyâsı kararmıştı. Böyle bir durumda yemeği ne yapsındı…

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:23

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-33

Çok geçmeden Tav‘a’nın oğlu Bilâl eve gelmişti. Annesinin hâli değişikti. Hissettirmemeye çalışsa da annesi giderken bıraktığı annesinden farklıydı. Bir odaya sık girip çıkıyordu. Girdiği bu oda kullanılan bir oda değildi ki. Orada fazla eşyâ da yoktu. Kiler olarak da kullanılmıyordu.

Annesinin tavırlarını da bu boş odaya sık girip çıkışını da yadırgadı. Dayanamadı, annesine sordu. Kadın saklamanın manâsızlığını biliyordu. Sükût ederek veya “sorma!” diyerek oğlunu susturamaz, sırrı saklayamazdı. Üstelik sakladığı sır, sıradan bir sır olmadığı gibi sadece kendisini ilgilendiren bir sır da değildi.

Kimseye bir şey söylemeyeceğine dâir oğlundan söz aldı. Tekrar tekrar ondan ahdine sadâkat göstermesini istedi. Ahidleri aldıktan sonra ona Müslim’in kapılarının önüne gelişini, kendisinden yardım isteyişini, şu anda evlerinde oluşunu ve içinde bulunduğu durumu anlattı.

Duydukları sanki Bilâl’in kanını dondurmuştu. Kûfe’deki en tehlikeli adam, şu anda evlerindeydi. Köşe bucak her yerde aranan adamı onlar saklıyorlar, böyle bir kimseye yardım ediyorlardı. Derin bir sessizliğe gömüldü.

Müslim kendisi için hazırlanan yatağa uzanmıştı. Sessizdi, karanlığın perdelediği tavana bakıyordu. İçinde sanki bir volkan vardı. Her an patlayacak gibiydi. İçinde yanan ateş içini kavursa da dışarıya aksetmiyordu. Gecenin karanlığına, sessizliğin sihirli dünyasına teslîm olmuş gibiydi. Çünkü başka çâresi yoktu. Yarın ne yapacaktı, ne yapabilirdi, bilemiyordu. Bildiği bir şey vardı. Hüseyin(r.a) onun mektubuna güvenerek yola çıkmış olabilirdi. Bu aklına gelince çok huzûrsuz oldu. Kûfeliler onu, o da Hüseyin’i yanıltmıştı. Beyninde ve kalbinde esen fırtınalar içinde gözleri kapandı.
Bilal de sessiz uzanıyordu. Hâlâ aldığı haberin tesîrinden kurtulamamıştı. Onun iç dünyâsında da fırtınalar esiyordu…

Fırtınaların meydana getirdiği bu dalgalar hangi sâhilde son bulacaktı, nerede köpürerek parçalanacaktı, her ikisi de bilmiyordu.
Aynı gece Ubeydullah İbn Ziyâd ise boş durmuyordu. Müslim’in kasrı kuşatan ordusunun eriyip yok oluşuna şâhid olmuştu. Kalan birkaç kişiyle kasrın önünden ayrıldığını görmüştü. Onlar ayrılınca kendisini güvende hissetmiş ve kasrından dışarı çıkmıştı. Yanında komutanlar ve şehrin ileri gelenleri vardı.

Vakit yatsı namazı sonuydu. Henüz namazı kılmamışlardı. Kûfe’nin merkez câmiinde insanlara yatsı namazını kıldırdı. Namazdan sonra konuşmak için ayağa kalktı. Niçin konuşmak istediği ve ne istediği belliydi. Kûfe halkından Müslim’i istiyordu. Onun şehirden ayrılmadığı kanâatindeydi. İnsanlar arasında saklanması daha kolaydı. Ön hazırlık olmadan gecenin karanlığında hiçbir yere gidemezdi. O, Kûfe’deydi, Kûfelilerden birinin evindeydi.

Halkın kalbine suçluluk duygusuyla karışık korku yerleşmişti. Önceden Müslim tarafındaydılar. Ubeydullah İbn Ziyâd’ın şehre gelişiyle birlikte korku da gelmişti. Sonraki günlerde Müslim’in çevresindeki insanların nasıl çözüldüğüne onlar da şâhid olmuşlardı. İnsanlar Müslim’in çevresinden dağılırken yüreklerdeki korku da büyümeye başlamıştı.

Bunu bilen Ubeydullah, halktan hem Müslim’i istiyor hem de sâkin bir üslûbla tehdîtler yağdırıyordu.
“-Müslim kimin evinde saklanıyor da o insan bunu haber vermiyorsa kanı hederdir!” diyordu. Onu kim getirmeyi başarırsa memnûn edici bir mükâfaat alacağını söylüyordu. Bu tehdît ve mükâfaat kılıcının iki tarafı da keskindi.

Zâbitler de halk arasında dolaşıp aynı şeyleri söylüyor, insanları Müslim’i ele geçirmeye teşvîk ediyor, teşvîkle karışık tehdît silâhını onlar da kullanıyorlardı.
Bu gece nasıl bir sabaha perde aralayacaktı?!.

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:23

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-34

Müslim’in sığındığı ev, Eş’as İbn Kays’ın eviydi. Sabah olunca Tav‘a’nın sıkı sıkı tembihte bulunduğu ve kendisinden ahid aldığı oğlu, Eş’as’ın torunu Abdurrahman’ın yanına vardı. Ona, Müslim İbn Akîl’in kendi evlerinde olduğu haberini verdi. Sırrı saklayamamış, sözünde duramamıştı. Bilâl nasıl haberle şok yaşamışsa aynı şoku ve şaşkınlığı Abdurrahman da yaşıyordu. Ancak sır, sır olmaktan çıkmıştı.

Abdurrahman, babası Muhammed İbn Eş’as’ın yanına geldi. Eğilerek kulağına kendisine ulaşan bilgiyi fısıldadı. Muhammed bu sırada bulunabileceği en tehlikeli yerde, Vâlî İbn Ziyâd’ın yanındaydı. Ubeydullah fısıldaşmayı ve fısıldanan sözleri duyunca Muhammed’in yüzünün aldığı şekli kaçırmamıştı. Muhammed’e;
“-Sana gizlice söylediği neydi?” diye sordu. Eş’as’ın oğlu Muhammed de kendisine ulaşan bilgiyi aktardı. Vâlî memnûndu. Avın izi bulunmuş, arama çemberi daralmış, şimdi noktaya dönüşmüştü. Ubeydullah elindeki ağaç dalı ile Muhammed’in böğrüne dokundu. “–Kalk ve hemen onu bana getir!” dedi. Sesi emredici, biraz da evinde bulunması sebebiyle suçlayıcıydı. “Önünde başka şık yok” der gibiydi.Onunla birlikte zâbitlerin Âmiri olan Ömer İbn Hureyyis el-Mahzûmî’yi de gönderdi. Yanlarında 70-80 kadar da asker vardı.Ev bütünüyle kuşatılıncaya kadar Müslim, evin çevresindeki hareketliliği hissetmedi. Belki de üzerinde herşeyin bitmişliğinin tesîri vardı. Kuşatma tamamlanıp tedbîrler alınınca kapıya yüklendiler ve içeri daldılar.

Müslim, gürültüyü duyduğu an ayağa fırladı, zor takîb edilir bir hızla kılıcını sıyırdı; ilk önüne gelenlere yüklendi. Hareketleri çok hızlı, kılıç kulllanışı son derece mâhirâne idi. Daha ilk sâniyelerde odaya dalanları yeniden evin dışına atmayı başarmıştı. Ancak onları geri püskürtmekle iş bitmemişti. Daha dikkatli olarak yeniden saldırıya geçtiler. Her şeyi göze alan Müslim yılmıyor, vazgeçmiyor, teslîm olmuyordu. Kılıcı yıldırım hızıyla hareket ediyor, her hamleyi önlüyor, kendine yol bulmak isteyenlere geçit vermiyordu. İçeri dalanları geriletiyor ve evin dışına atmaya muvaffâk oluyordu. Bu hal üç kere tekrar etti. Her saldırı tazeleyişlerinde Müslim onları gerilemeye icbar ediyor, odanın dışına atıyordu.

Bu arada nereden geldiği belli olmayan bir darbe ile hem üst hem de alt dudağı yarılmış kan akıyor, akan kanlar yakasını kızıla boyuyordu. Nereye kadar bu insan sürüsünü durduracaktı, bilemiyordu. Şu andaki yalnızlık duygusu her zamankinden daha derindi. Demek ki yalnızlıktan daha derin yalnızlık, kimsesizlikten daha derin kimsesizlik vardı… Şu anda düşünebildiği bu çakallara yem olmamaktı. Hem kendisi hem de yüreği yaralı bir aslan gibiydi. Öfkesi daha büyük, gözü her zamankinden daha kara, dikkati hiçbir hamleyi kaçırmayacak kadar uyanık, bütün vücûdu yeni saldırılar için hazırdı.

Dar alandaki saldırılar çâresiz kalınca karşısındakiler üslûb değiştirdiler. Şimdi geri çekilmiş üzerine taş yağıyorlar, onu odadan dışarı çıkmaya zorluyorlardı. Odada çevresini saramamışlar, onu çember içine alamamışlardı. Karşılık vermekte zorlandıkları çok tehlikeli hamleler yapıyor, onları geri çekilmek zorunda bırakıyordu. Tek bir insan hepsine karşı koyuyor, dünyâyı onlara dar ediyor, yılmıyor, yorulmuyordu…

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:24

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-35

Bir taraftan taş yağmuru devam ederken evin çatısını örten kamışları, dolayısıyla da damın yükünü taşıyan kirişleri ateşe verdiler.

Duman, evin içini doldurmaya başlamıştı. Ateş giderek çatıda yayılıyordu. Sıcaklık dayanılmaz bir hâl almıştı. Müslim, kılıcı elinde dışarı fırladı. Çâresiz kalıp dışarı çıkışını bekleyenlerin üzerine atıldı. Hâlâ mücâdeleye devâm ediyor, vazgeçeceğe de benzemiyordu.

Dışarda bekleyenler ve Müslim’in saldırısı ile karşı karşıya gelenler yaralı aslana saldıran sırtlanlar gibiydiler. Ona yaklaşamıyorlar, çevresinden de ayrılmıyorlardı. Yaklaşmaya, sinsi ve ânî bir darbe indirmeye çalışıyor, onun hamlesiyle geri çekiliyorlardı. Tavırları canı tatlı olanların tavırlarıydı.

Müslim ise her şeyi göze alan bir yiğidin, kaslarında kalan son enerjiyi, son gücü kullanmaya azimli bir insanın kararlılığı ile dövüşüyordu. Çevresindekileri dağıtınca kısa nefesler alıyor, onların saldırısı ile yeniden harekete geçiyordu…

Kaldığı evin sâhibi olan Eş‘as’ın torunu Abdurrahmân artık dayanamadı. Onun bu gözü karalığı ve kararlılığı, bedeninden akan kanlara rağmen yılmadan vuruşması şefkatini ve hayranlığını celbetmişti. “-Can güvenliğini ben sağlayacağım! Seni koruyacağım!” dedi. Bu, emân manâsına geliyordu. Bir müslümanın emân verdiğine başkaları dokunamazdı. Emân verilen insan, verenlerin hukûkuna riâyet ettiği gibi emân verenler de emân verdikleri insanların can ve mâl emniyetini temîn ederlerdi. Bu, İslâm hukukunun bir gereği idi.

Allah Rasûlü(sav) şöyle buyuruyordu ki;

المـُسْلِمُونَ تَتَكاَفَأُ دِماَءُهُمْ ؛ يَسْعَى بِذِمَّتِهِمْ أَدْناَهُمْ وَ يُجِـيرُ عَلَيْهِمْ))

(( أَقْصَاهُمْ وَ هُمْ يَدٌ عَلَى مَنْ سِوَاهُمْ

“Müslümanların kanları birbirine denktir. İctimâî açıdan en düşük olanın verdiği güven dahî geçerlidir. En uzağı bile koruma hakkına sâhibdirir. Onlar, başkalarına karşı tek bir eldir…” [1]

Abdurrahmân onu sevmiş, takdîr etmişti. O, Allah Rasûlü’nün amcasının oğlunun oğluydu. Yiğit bir insandı. Onun bu hâli, içini burkmuştu. Onu kurtarmak istemişti. Ancak verdiği söze sâdık kalabilir veya zâlimler karşısında yerine getirme gücü bulabilir miydi?Abdurrahman’ın bu tavrı, yangının içinde hissedilen meltem gibiydi. Müslim’i kısmen durgunlaştırmıştı. Abdurrahmân’ın silâhsız olarak yaklaşmasına ve elini tutmasına izin verdi...

[1] Sünen-i Ebû Dâvûd, Cihâd (3/ 183-185 H. No: 2751), Sünen-i İbn Mâce, Diyât (2/ 895 H. No: 2683- 2685).

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:26

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-36

Fırtına durmuş, her şey bitmiş gibiydi. Yelelerini indiren bir aslan gibi sâkînleşti. Bir katır getirdiler ve onu katıra bindirdiler. Her tarafı kan içindeydi. Tek sâdık dostu olan kılıcını elinden aldılar. Şimdi kendisini koruyacak hiçbir şeyi yoktu. Şimdi bütünüyle teslîm alanların insâfına, Abdurrahmân’ın emân vaadine kalmıştı.

Çâresizdi, kimsesizdi, dostsuzdu. Döğüşürken kalbinde duyduğu öfke giderek dibi bulunmaz, uçsuz bucaksız bir hüzne dönüştü. Kendi istemese de tutmaya çalışsa da belli etmemek için çaba gösterse de önüne geçemedi, hüznün tetiklediği gözyaşları yanaklarından aşağı süzülmeye başladı. İnsanların önünde ağlayacağı hiç aklına gelmezdi. Şimdi ağlıyordu. Gözyaşları sanki iç dünyâsındaki volkanı, ümitsizliği, duyduğu çâresizliği dış dünyâya boşaltıyordu.

Verilen sözde de durulmayacağını veya durulamayacağını hissediyordu. İbn Ziyâd gibiler ona yaşama hakkı vermeyeceklerdi. Nâmert olanlar şimdiye kadar hangi sözünde durmuş, hangi hukûka riâyet edeceklerine dâir kendilerine güven duyulmuştu ki…

Gözyaşlarını kendi hâline bırakmıştı. Onlar dökülmeye devam ediyordu. Kendisi için mi, “gel” diye mektûb yazdığı Hüseyin için mi, yoksa uğradığı vefâsızlık için mi, hissettiği yalnızlık ve çâresizlik için mi bilmiyordu. Boşanmış ağlıyordu.

Artık kendi canından da vazgeçmiş katırın kendisini götürdüğü yere gidiyordu. Dudaklarından;

(إِنَّا للهِ وَ إِنَّا إِلَيْـهِ رَاجِعُـونَ)

“Biz Allah’ın kullarıyız, onunuz ve ona döneceğiz,” (Bakara [2] / ) sözleri döküldü.

Biraz önce aslanlar gibi dövüşen bu insanın ağlayışını çevresindekiler de yadırgamıştı. İçlerinden biri; “-Senin yapmaya kalktığını yapmak isteyen birinin başına, senin başına gelenler gelse o ağlamazdı!” dedi.Aynı duruma düşmeyen birinin konuşması, fikir yürütmesi ne kadar kolaydı. Ancak onun bu sözleri, Müslim’in derin üzüntüsünün asıl sebebini ortaya çıkartmaya yaradı. O, Hüseyin’i Kûfe’ye çağırmıştı. Binlerce insanın kendisine biât ettiğini haber vermişti. Hüseyin(r.a) yola çıktıysa dehşetli bir uçuruma doğru ilerliyor demekti. Buna sebeb olan da kendisiydi.
Kûfe’ye belli bir gâye için gelmişti. İyi başlamıştı, sonu gelmemişti. O başarması gereken şeyi başaramamıştı, olması gereken olmamıştı, yanılmıştı, yanıltılmıştı…

Şimdi içindeki duygular daha canlı, hüznün kaynağı daha açık ve netti. Laf atana cevap verdi: “ - Kendim için ağlamıyorum. Hüseyin için ağlıyorum. Hüseyin’in âilesi için ağlıyorum. O, bugün veya dün size doğru yola çıktı. Mekke’den buraya geliyor.” Asıl; “-Benim gibi o da size güvendi. Yazdığınız mektûblara, verdiğiniz sözlere, akidlere, ısrarlı dâvetlere inandı. Mekke’den yola çıktı, siz vefâsızlara doğru yol alıyor. Helâke doğru ilerliyor, âilesi ve çocukları ile geliyor,” demeliydi, kan akan dudaklarından yukarıdaki kelimeler dökülmüştü.

Sonra kendisine emân veren Abdurrahmân’ın babası Muhammed İbn Eş‘as’a döndü. “–Ey Allah kulu! Bana verdiğiniz emânı yerine getiremeyeceğinizi görüyorum. İmkân bulabilirsen benim ağzımdan Hüseyin’e haber gönder. Bu iyiliği yapabilirsen yap. Haberci ona; “Beni İbn Akîl gönderdi. O Kûfelilerin elinde esir, sabah mı öldürülür, akşam mı bilmiyor. Senden âilenle birlikte dönmeni istiyor. Kûfe halkı seni aldatmasın, diyor. Onlar, babanın adamlarıydı. Ancak ya ölmesini veya öldürülmesini bekleyerek ondan ayrılmayı isteyen adamları. Kûfe halkı sana da bana da yalan söyledi. Gözüyle gören yalan söylemez, desin. Ona önmesini söylesin,” dedi.

Muhammed İbn Eş’as, Hz Hüseyin’e haber verilmesi için söylenen sözleri kendilerine de söylenmiş kabûl etti. Tesîrinde kalmıştı. “-Vallahî söylediğini yapacağım. İbn Ziyâd’a da sana emân verdiğimizi söyleyeceğim, dedi.

Müslim, her şeye rağmen bu insanların Hz. Hüseyin’i sevdiklerini biliyordu. Kendi yaşadığını onun da yaşamasını istemezlerdi. Hem Hz. Hüseyin’in geri dönmesi bölgede yeni bir kargaşa yaşanmasını da önlerdi.

Müslim’in sözleri aynı zamanda vasiyet gibiydi...

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:27

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-37

Muhammed İbn Eş‘as, vasiyeti yerine getirdi. Geri dönmesi için Hz.Hüseyin’e haberci gönderdi. Kûfe’ye dört günlük mesâfenin kaldığı bir noktada haberci Hz.Hüseyin’e ulaştı. Hem Hz.Hüseyin hem de yanındakiler haberciye ve getirdiği habere güvenmediler. Hüseyin(r.a); "كُلُّ ماَ حَمَّ الْإِلٰـهُ وَاقِعٌ." “Allah’ın takdîr ettiği ne ise o olur,” diyor ve ekliyordu: “Canlarımızın ve ümmetin başına geçen insanların fesâdının da muhâsebesini Allah huzûruna bırakıyor, hakîkî karşılığın orada olacağına inanıyoruz.”

Müslim, kasrın kapısına gelmişti. Önceden orduyla geldiği ve kendilerinden başka kimsenin olmadığı kapıya. Kapıda kendilerine giriş izni verilmesi için emîrler ve şehrin ileri gelenleri bekleşiyorlardı.Bunların içinde Müslim’in önceden tanıdıkları ve Müslim’i önceden tanıyanlar vardı. Askerler arasında, bir katır üzerinde kapıya gelen Müslim, kanlar içindeydi. Katırdan indi. Yüzü kanlı, elbiseleri kanlıydı. Vücûdunun birçok yerinde yara vardı. Yaraları ve kaybettiği kan onu halsizleştirmişti. Susuzluk içini yakıyordu. Kapı yanındaki bir testide soğutulmuş su vardı. Suya doğru yöneldi. Bağrının yangınını söndürmek istiyordu. Orada bulunanlardan biri mâni oldu: “Cehennemin kızgın sularından içmeden bunu içemezsin,” dedi.

İnsanoğlu, insanlığını kaybedince ne kadar çirkefleşebiliyordu. Rahmân’a kul olmak yerine şeytâna uşak olma gayretinde olan ne kadar çok insan vardı. İblîs, ne kadar çok insanın kanına karışmak için yol bulabiliyordu. Onun bu davranışı tamamen vâlîye yaranma gayretiydi. Hâliyle de İblîs’in hoşuna giden bir davranıştı.

Müslim bu küstaha; “–Yazıklar olsun! Sen kimsin?” dedi.
Adam bu soruya hazır gibiydi; cevap verdi: “Ben, senin inkâr ettiğin hakkı bilen, sen onu aldatırken imâmı lehine nasîhatte bulunan, sen karşı gelip isyân ederken dinleyen ve itâat eden. Ben, Müslim İbn Amr el-Bâhilî. Adları aynıydı, Ahlâkları ne kadar farklıydı ve ne kadar farklı cephelerde duruyorlardı!

Müslim ona; “Nahîle oğlu! Ne kadar kuru, ne kadar kaba ve küstahsın. Vallahî cehennemim kaynar sularına da, Cehennem ateşinde ebediyyen kalmaya da sen benden çok daha uygunsun,” diyerek karşılık verdi. Bu nevî sözler ve davranışlar bedenine aldığı yaralardan daha çok canını yakıyordu.

Bu sözlerden sonra arkasını duvara dayayarak oturdu. Su içmesine müsâade edilmemişti. Yorgunluk, halsizlik ve susuzluk sesebiyle ayakta zor durur hâle gelmişti. Umâra İbn Ukbe İbn Ebî Muayt, hizmetinde bulunanlardan birini evine gönderdi. Hizmetçi ağzında mendil olan bir testi getirdi. Testi su doluydu. Yanına kâse de almıştı. Kâseyi doldurarak halsizlik ve susuzluğun çökerttiği Müslim’e uzattı. Müslim kâseyi alırken o elindeki testiyi ikinci döküş için hazırladı. Çünkü kanlar içindeki bu insana bir kâse suyun yetmeyeceğini biliyordu.

Onun davranışları Müslim’in dikkatini çekmişti. Bir önceki çiğ davranış ile bu hizmetkârın davranışları birbirinden ne kadar farklı idi. Müslim ise suyu içmekte zorluk çekiyordu. Yaralı dudaklarından, dişlerinden, başından ve şakağından akan kanlar suyu içilmez hâle getiriyordu. Biraz içtikten sonra tamâmen kızıla boyanan suyu dökmek zorunda kalıyordu. Birkaç hamleyle de olsa susuzluğunu bastıracak kadar su içti. Susuzluğu yatışmıştı. Acıları ise çoğalmıştı. Suyla birlikte ön dişleri de düşmüştü. Demek ki döğüş sırasında ağır bir darbe almışlar, düşmeye hazır bu anı beklemişlerdi.
Yeniden sırtına duvara dayarken; “-Allah’a hamd olsun!” dedi. “-Demek ki, taksîm edilen dünyâ nimetlerinden içtiğim bu su kadar daha payım kalmış imiş.”

Acılar içinde olsa da aklına hamdetmek gelmişti. Bu suyun belki de dünyâ nimetlerinden son payı olduğunu ifâde ediyordu...

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:27

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-38

İçeriden haber geldi. Haber üzerine Müslim’i, Vâlî İbn Ziyâd’ın huzûruna çıkardılar. Müslim, şimdi can düşmanının önündeydi.
Dünden bu güne durum ne kadar değişmişti. Dün daha güçlü mevkîde olan kendisiydi. Şimdi çâresiz, kolu kanadı kırıktı. İbn Ziyâd’a selâm vermedi. Onun selâm vermediğini gören muhâfız devreye girdi. “-Emîre selâm vermeyecek misin?” dedi.
Bu soru değil emirdi. “Unuttuğun bir şey var, yerine getir,” demekti.
Müslim; “-Hayır!” dedi. Eğer katlimi istiyorsa selâmın ne manâsı var. Katlimi istemiyorsa istediğiniz kadar selâm veririm.”
Bunu söylerken “Nerde o insâf!” der gibiydi.

Vâlî, ona yöneldi ve ithâm eden bir üslûbla konuşmaya başladı: “-Ey İbn Akîl! İnsanların yanına geldin. Onlar birlik ve dirlik içindeydiler. Onları böldün, parçaladın. Artık aynı sözü konuşmaz oldular. Onları birbirlerinin aleyhine kışkırttın, birbirlerini öldürmeye teşvîk ettin.”
Müslim; “-Hayır!” dedi. “Bunun için gelmedim. Geldim çünkü şehir halkı, babanın izzet ve şahsiyet sâhibi hayırlı insanları katlettiğini, insanların kanlarını haksız ve manâsız sebeplerle döktüğünü, Kisrâların, Kayserlerin yolunu tuttuğunu, onların kendi halkına yaptığını müslüman halka yaptığını düşünüyorlar.
Biz insanlara hak ve adâleti emretmek, onları Allah’ın kitâbı ile hükmetmeye davet için geldik.”

Müslim’in sözleri İbn Ziyad’ı öfkelendirmişti.
“-Ey fâsık! Sen nerede, bu söylediğin nerede? Bu dediğini neden Medîne’de içki içerken yapmadın?!” İbn Ziyâd’ın sözleri de Müslim’i öfkelendirdi. Allah şâhiddir ki o hiçbir zaman içki içmemişti. Aklından bile geçirmemişti. Karşısındaki alçak da bunu biliyordu. Aklına gelen her nev'î yalan ve iftirâ ile onu halkın gözünde yaralamaya, küçük düşürmeye çalışıyordu. Her şahsiyetsiz insanın üste çıkma gayretlerinden biri daha sergileniyordu. Hep bu şekilde sefîhçe bir yol tutarlardı. Müslim; “-Ben mi içki içiyorum?” dedi. ”Allah’a yemîn olsun ki Rabbim senin yalan söylediğini biliyor. Sözünü hiçbir bilgiye dayanmadan söylediğini de biliyor.
İçki içecek biri varsa sensin. Buna benden çok daha yakın olduğun bir gerçek. Ben asla senin söylediğin gibi biri olmadım. Müslüman kanlarını dökenler, bunu kendilerine hayât tarzı seçenler, Allah’ın mükerrem kıldığı canlara hiçbir haklı bir hükme dayanmadan kıyanlar, nice hayâtı zulümle söndürenler, bazen sırf öfkelendiği, bazen de kapıldığı vehmi bahâne edinerek insan katledenler, arkasından hiçbir şey yapmamış gibi çalıp oynayanlar benden daha çok içkiyle anılmaya lâyıktırlar.”

İbn Ziyâd, Müslim’i halkın önünde horlamak, küçük düşürmek istiyordu. Ancak böyle devam ederse kendisi küçük düşeceğe benziyordu. Müslim’in sözleri iyi nişân alınmış oklar gibi hedefini daha iyi buluyordu. Çünkü hedef geniş bir hedef, Müslim de iyi bir okçuydu. İşlediği cürümler, gevşek hayât tarzı Müslim’e geniş bir hedef sunuyordu.

Esâsen meclîste hazır bulunanlar şu anda güçlünün yanında olsalar, düşerek yükseldiklerini zannetseler de kimin ne olduğunu iyi biliyorlardı. Müslim’le eşit şartlarda söz yarıştıramayacağını İbn Ziyâd da biliyordu. Askerleri ile güçlü olmanın, Müslim’in de önünde çâresiz kalışının kendisine sunduğu imkânı sonuna kadar kullanıyordu. Altta kalmamak için yeniden sesini yükseltti:
“-Ey fâsık! Nefsin hayâller kuruyordu, sen de o kuruntular dünyâsında yaşıyordun. Fakat Allah seninle hayâllerinin, kuruntularının arasına set çekti. Çünkü sen buna ehil değildin, Allah da nasîb etmedi.”

Konuşma şeklinden durumunu silâh olarak kullandığı açık olarak anlaşılıyordu. Bununla hem kendini hem de Müslim’e biât ettikten sonra ahde vefâsızlık edenleri, yan çizenleri, sonunda onu yalnızlığa terk edip bu duruma düşürenleri rahatlatmaya çalışıyordu.

Onun dediğine göre Allah, Müslim’i ehil görmemişti. Ehil olan İbn Ziyâd mıydı? Yoksa herkesten daha ehil Yezîd miydi? Ya da şu anda seyreden insanlar, verdikleri ahde sadâkatsızlığa, zulmün yanında yer almaya, onlara güvenerek yola çıkan insanı satmaya, şimdi de hıyânetin meyvelerini toplamaya mı ehildi?Müslim kötüydü, fâsıktı da onlar mı iyiydi. İnsanlara zulmedenler, kan dökerek idareyi elde tutmayı meslek edinenler mi iyiliğin temsilcisiydi? Akla gelen bir şey daha vardı: Yoksa bu insanlar bütünüyle iyiye lâyık değil de Ubeydullah İbn Ziyâd gibi birinin idâresinde yaşamaya mı lâyıktı?

İlk sataşmaların peşinden aralarındaki konuşma şöyle devam etti.
“-Ziyâd oğlu! Sence ehil kim?”
“-Mü’minlerin Emîri Yezîd.”
“-Her hâl ve durumda Allah’a hamd olsun. Biz, Rabbimizin sizinle bizim aramızdaki hükmüne râzıyız.”
“-Sanki idâreye hakkınız varmış gibi bir zan taşıyorsun?”
“-Hayır vallahi! Bu zan değil. Bu kesin bir hakîkat.”
Bu sözün arkasından yine tehdît devreye girdi:
“-Eğer seni, İslâm târîhinde şimdiye kadar hiç kimsenin öldürmediği bir şekilde öldürmezsem Allah canımı alsın!”
“-İslâmda olmayan bir şeyi İslâm’a sokmaya çalışmak sana zaten yakışır. Bildiğin en kötü öldürme yollarından, işkencelerden hiçbirini ardına koyma. Yazarlarınızdan, câhillerinizden öğrenip kazandığınız ne kadar habîs huy, çirkin ahlâk varsa onları da ardına koyma.”

İbn Ziyâd, elinde bulundurduğu güce dayanarak Müslim’e, Hz Hüseyin’e, hattâ bu dünyadan göçüp giden Hz. Alî’ye hakâretler yağdırdı. Konuşmaları giderek çirkefleşti. Onu çıldırmış gibi gören Müslim sustu. Onun düştüğü çirkefliğe düşmek, kirli bataklığa saplanmak istemiyordu.

Hezeyânları biten İbn Ziyâd yine; “-Seni öldüreceğim!” dedi.
Müslim, ölüme zaten hazırdı. “-Öyle olsun!” diye cevâb verdi. Bütün bunlar Abdurrahmân’ın verdiği emânın burada geçmeyeceğini gösteriyordu. Müslim’in de zaten böyle bir ümîdi yoktu...

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:28

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-39

İbn Ziyâd bir öncekini söylememiş gibi tekrar etti: “-Seni öldüreceğim!”
“-Bana yakınlarıma vasiyette bulunma fırsatı ver.”
Müslim bunu istiyordu çünkü kendini rahatsız etmeye başlayan bir mektûbu vardı. Hz. Hüseyin’e yazdığı mektûb.
“-Et bakalım!”
Müslim, meclîste bulunanlara göz gezdirdi. Orada bulunanlar arasında Sa’d İbn Vakkâs’ın(r.a) oğlu Ömer de vardı. Ona seslendi:
“-Ey Ömer! Seninle aramızda akrabalık bağı var. Şu anda sana ihtiyacım var. Söyleyeceğim sırdır. Kasrın tenhâ bir köşesine çekilelim.”

Ömer kalkamadı. İbn Ziyâd’dan çekindiği, ondan izin beklediği belli oluyordu. İbn Ziyâd izin verdi. Gelen izin üzerine kalktı. İbn Ziyâd’ın bulunduğu salonda bir kenara çekildiler.
Müslim yerine getireceğine inandığı Ömer’e; “-Kûfe’de 700 dirhem borcum var. O borcu benim yerime sen öde. Bedenimi de İbn Ziyâd’dan iste ve göm. Hüseyin’e haber gönder. Ben ona Kûfe’deki insanların biât edip yanında yer aldığını yazmıştım. O şimdi yollara düşmüş geliyordur,” dedi.

Söyleyecekleri bu kadardı. Sözleri bitince yerlerine döndüler. Müslim’in tavrı, İslâm şuûru taşıyan her mü’minin tavrıydı. Şimdi üzerindeki yükü kısmen boşaltmış, biraz rahatlamıştı.
Ömer, Müslim’in onu kendine yakın bulması ve bir kenara çekerek konuşması ile kendini töhmet altında hissediyor olacak ki bütün söylediklerini İbn Ziyâd’a aktardı. Müslim’in isteklerini reddetmenin manâsı yoktu, izâhı da yoktu. Bütün istekleri kabûl etti ve yerine getirilmesini istedi. Hz. Hüseyin’le ilgili birkaç kelîme söyleme ihtiyâcı duydu: “-Hüseyin’e gelince; o bizi hedef seçmezse biz de onu hedef seçmeyiz. Eğer bizi kendine hedef seçer üzerimize gelirse, biz de elimiz kolumuz bağlı durmayız.”

Müslim, şimdi hazırdı. Kimseye söyleyeceği bir şey yoktu. Esâsen yaşananlar çok şey anlatıyordu. Ancak orada bulunanlar anlamak istemiyorlar, anlamaya niyetli görünmüyordu.

İbn Ziyâd, Müslim’in kasrın tepesine çıkarılmasını emretti. Çok geçmeden Müslim kasrın tepesindeydi. Kendisini seyreden herkesten mânen yüksek olduğu gibi şimdi mekân olarak da yüksekteydi.

Bütün gözler ona kilitlenmişti. Kalplerden geçenleri ise Allah bilirdi. Kendisini seyredenler arasında birkaç gün önce ona biât edenler de vardı. Şimdi yaşadıkları sürece unutamayacakları bir ibret levhasının son bölümünü seyrediyorlardı.

Gözler ona bakarken Müslim kasrın tepesinde yüksek sesle tekbîr, tehlîl getiriyor, Allah’ı tesbîh ediyor, Rabbinden mağfiret diliyor, salât ü selâm getiriyordu. Ardından yanık yüreğinden gelen şu duâ duyuluyordu:

" !اللَّهُمَّ احْكُمْ بَيْنَنـَا وَ بَيْنَ قَوْمٍ غَرُّونـَا وَ خَذَلُونـَا"

“Allah’ım! Bizi aldatan, yardımsız bırakıp çâresiz duruma düşüren bir millet ile aramızdaki hükmünü sen ver!”

Bu, Müslim için duâ, onu aldatan, çâresizliğin kucağına teslîm eden, zâlimlerin eline düşürenler için bedduâ idi. Bir milletin bu şekilde anılması ve târîhte hep böyle yâd edilmesi ne kadar kötüydü. Müslim’in bu sözleri aynı zamanda Kûfe’de yaşadıklarının bir özetiydi.

Sonra Müslim için dünyâ hayâtı bitti. İnen kılıç acıları, çileleri, hıyânetleri, vefâsızlıkları, yorgunlukları, sataşmaları ve küstahlıkları geride bıraktı. İlâhî hesâb için yeniden açılıncaya kadar defteri kapandı.

Kılıcı indiren Bükeyr İbn Hamran’dı. Bükeyr, önceki mücâdelede Müslim’in yaraladıklarından biriydi. O zaman birçok arkadaşı ile bilikte Müslim’e diş geçirememişlerdi. Verilen emânla kılıcını teslîm eden, eli-kolu bağlı kalan Müslim’in cellâdı o olmuştu. O da bu cellâdlığı âhirete taşıdı. Sonra kestiği başı kasrın üstünden aşağı attı. Peşinden de bedenini…

Târîh, 60. Hicrî yılın Zilhicce ayının 9. gününü gösteriyordu. Sonra Müslim’i evinde barındıran Hâni' İbn Urve’yi yakaladılar. Onun başı da hayvan pazarında vuruldu. Başsız bedeni Künâse denilen mevkîde asıldı. Vefâdan pek nasîbi olmayan Kûfe halkına ibret olsun istenmişti. Yoksa, bu cinâyetlerde sizin de payınız var, “Sebep olduğunuzu iyi seyredin” mi denmek istemişti?

Ölümler, Müslim ve Hâni’ ile bitmedi. Kûfe halkı biâtlarından dönüşlerinin daha birçok eserini gördüler. Çünkü İbn Ziyâd tarafından ipler artık iyice ele geçirilmiş, Kûfe’de ölüm çarkı işlemeye başlamıştı. Müslim’in şehâdetinden önce vurguladığı gibi; kan dökerek sultayı elde tutmayı kendilerine idâre tarzı seçenler yeniden ölüm saçmaya, kan dökmeye başlamışlardı.

Müslim’in yanında yer alıp yardım eden, ona biâta teşvîk eden birçok insan öldürüldü ve başları Şam’a, Yezîd’e gönderildi.
Bu başlarla beraber Kûfe’de neler olduğunu, nereden nereye gelindiğini bildiren bir mektûb da Şam’a ulaştırılmıştı.
Sanki Kûfe’de hasad mevsimi gelmişti. Ancak biçilen, hasad edilen ekinler değil, insanlardı.

Allah Rasûlü(s.a.v.), Vedâ Hutbesi'nde; “Bu belde nasıl mukaddes bir belde, bu an nasıl mukaddes bir zaman dilimi ise kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize öylece mukaddes, öylece harâmdır!” diyordu.

Şimdi ise ne kadar mü’min kanı dökülür olmuştu…

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:29

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-40

Misver İbn Mahreme ise onu yazdığı bir mektûbla ikâz ediyordu: “Ehl-i Irâk’ın mektûbları da seni aldatmasın, İbn Zübeyr’in ‘yanlarına var, onlar sana yardım edeceklerdir,’ sözleri de.”

Belki de Mekke’de kalması için en çok ısrâr edenlerin başında Abdullâh İbn Abbâs(r.a) vardı. “Harem’i terk etme. Eğer Irâklıların gerçekten sana ihtiyâcı varsa, buraya ulaşmak için gerekirse develerle sahrâlar aşar yanına gelirler. Sen de çevreni saran bir orduyla, bir güçle buradan çıkarsın.”

Abdullâh’ın tavsiyeleri yerli yerindeydi. Hz. Hüseyin, Mekke’yi âilesi ile terk edecek, hepsi birden Irâk yollarına düşeceklerdi. Bu küçük kâfile her kötü niyetli birliğin, her Yezîd ordusunun veya ona yaranmak isteyen bir ordunun hedefi hâline gelebilirdi. Irâklılar, Hz. Hüseyin’i hakîkaten ümmetin başında görmek istiyorlar, ümmetin birlik ve dirlik bulma, izzet ve şeref dolu günlerine dönme ümîdinin ona bağlı olduğuna inanıyorlarsa, mektûb yazıp çağırmak yerine güçlü bir birlik ile gelir onu ve âilesini alır, koruma altında Kûfe’ye getirirlerdi. Yüzlerce fersah mesâfeyi tehlikelerle yüzleşerek aşmasına fırsat vermezlerdi.

Akrabâsından olan Bekir İbn Abdurrahmân yanına geldi. “-Amca oğlu!” dedi. “Irâk ehlinin babana ve kardeşlerine yaptığını gördün. Şimdi sen bu insanların yanına varmak için yola çıkmak istiyorsun. Onlar dünyâya kul olmuş insanlardır. Sana yardım vaad edeni bile karşına geçip seninle savaşabilir. Sana muhabbet besliyor olsa bile sevmediği insanların yanında yer alıp seni yardımsız bırakabilir, çâresizliğe terk edebilir. Allah için kendi canını korumanı hatırlatırım. Onun aşkı için ne olur kendini koru!”

Hz. Hüseyin onun bu sözlerine; “Amca oğlu Allah ecrini, mükâfaatını lutfetsin. Allah’ın takdîr ettiği ne ise o olur,” diye karşılık verdi.
Bu sözleri duyan Bekir; " ( إِنَّا للهِ وَ إِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ ) " dedi ve ekledi: “Artık Hüseyin’i Allah yoluna fedâ edilmiş sayıyoruz.”

Hz. Cafer’in Habeşistan hicreti sırasında dünyâya gelen oğlu Abdullâh bir mektûb yazmış, Irâklılar hakkında onu uyarmış, “-Allah için onların yanına gitme!” demişti. Hz. Hüseyin ona; “-Ben bir rüyâ gördüm. Rüyâmda Rasulullâh’ı gördüm, o bana bir şey emretti. Ona doğru gideceğim. Yapmam gerekeni yapıncaya kadar bu rüyânın ne olduğunu kimseye söylemeyeceğim,” cevâbını gönderdi.

Haremeyn Nâibi Amr İbn Sa‘îd İbn Âs’dan bir mektûb ulaştı. Mektûbda onu yanına çağırıyor şöyle diyordu: “Rabbimden sana rüşd ilhâm etmesini niyâz ederim, niyetlendiğinden de seni döndürmesini. Bana ulaştığına göre Irâk’a gitmeye azmetmişsin. Allah’ın seni ayrılıktan korumasını dilerim. Eğer can korkusu taşıyorsan bana gel. Benim yanımda emniyet, dostluk, iyilik ve yakınlık bulacaksın.”

Hz Hüseyin’in ona da cevâbı şu oldu:
“Eğer bana gönderdiğin mektûbda hayrımı, iyiliğimi ve dostluğumu istediysen Allah dünyâda da âhirette de seni mükâfaatlandırsın.
Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ‘hakîkaten ben müslümânlardanım’ diyen bir insan ayrılık çıkaran olamaz. Emniyetin en hayırlısı Allah’ın bahşettiği emniyettir. Allah’a inanmayan, dünyâ hayâtında Allah korkusu taşımaz.
Dünyâ hayâtında Allah’tan dilediğimiz korku, yarın kıyâmet gününde bize huzûr ve güven verecek korkudur.”

Rasûlullah’ın vefâtında genç bir sahâbî olan Abdullâh İbn Abbas(ra) artık Hâşim oğullarının büyüklerindendi. Kendisini yakınlarından mes'ûl hissediyor, Hz. Hüseyin ve âilesinin âkıbeti onu korkutuyordu. Hz. Hüseyin’in yanına gelerek defâlarca onunla konuştu, kalmak için iknâ etmeye çalıştı. Kendisi anlatıyor: Hüseyin(r.a), Mekke’den çıkış hakkında benimle istişâre etti. Ona; “İnsanlar davranışımızı hafîf bulmayacak olsa ellerimle başını sımsıkı tutar, seni gitmeye bırakmazdım,” dedim. Bana cevâbı şu oldu: “Herhangi bir yerde öldürülmem Mekke’de öldürülmemden daha iyidir. Olacaksa bu şekilde olmasını tercîh ederim.”
Beni Hüseyin hakkında tesellî eden bir şey varsa, onun bu sözleridir[1]

Gitme kararını ilk duyduğunda da yanına gelmiş; “-Amca oğlu insanlar senin Irâk’a gitmek istediğini konuşup duruyorlar. Ne yapacaksın, bana açıkça söyle!” demişti. Hz. Hüseyin, onun bu sözlerine; “-Bu bir-iki gün içinde inşâAllah yola çıkma kararındayım,” diye cevâb verdi. Duyduğu sözlerle İbn Abbâs üzülmüş; “-Bana söyler misin?” demişti. “Başlarındaki idâreciyi yok etmişler mi, düşmanlarını kovmuşlar mı, beldelerini zabt u rabt altına almışlar mı? Eğer bunu yaptılarsa yanlarına git. Emîrleri hayâtta ve başlarında ise, idâreyi elinde tutuyor, beldeye dirâyetle hükmediyorsa ve memûrları vergileri topluyorsa, onlar seni fitneye ve savaşa çağırıyorlar demektir. İçim rahat değil, insanları sana karşı kışkırtırlar, kalblerini senin aleyhine çevirmenin yollarını bulurlar. Seni dâvet eden insanlar sana karşı en şiddetli insanlar hâline gelirler.”

Bu sözler yerli yerinde sözlerdi. İyiliğini isteyen bir insanın sözleriydi. Hz. Hüseyin ona geçiştirici bir cevâb verdi: “ - İstihâre yapacağım. Ne olacağına yeniden bakacağım.” İbn Abbâs(r.a) yanından ayrıldı, Abdullâh İbn Zübeyr(r.a) girdi. O da ne yapmak istediğini sordu. Hüseyin(r.a); “ - Kendi kendime Kûfe’ye gitme kararı verdim. Orada bulunan taraftârlarım ve şehrin eşrâfı yanlarına gelmem için bana mektûb yazdılar. İstihâre yapacağım.”
Abdullah İbn Zübeyr(ra); “Senin taraftârların gibi taraftârlarım olsaydı, ben onlardan vazgeçmezdim,” dedi. Sözleri gitmeye teşvîk eder gibiydi.

Çok geçmedi, o gün akşam veya ertesi gün Abdullâh İbn Abbâs dayanamayıp Hüseyin’in yanına yine geldi. “-Amca oğlu! Sabretmeye çalışıyorum, sabredemiyorum,” dedi. “Bu yolda ilerlersen hayâtını kaybedeceğinden korkuyorum. Irâk ehli gadretmekten çekinmeyen bir millet. Onların hâli seni kandırmasın. Irâklılar, düşmân bildikleri kimseleri diyârlarından sürünceye kadar bu beldede kal. Ondan sonra yanlarına var. Bu gerçekleşmezse Yemen’e git. Orada kaleler, koruması kolay dağ arası beldeler ve sarp yollar var. Orada babanın taraftârları da var. Şâmlıların hükmü altındaki insanlardan uzakta ol. Onlara mektûb yaz, aralarına dâvetçilerini yay. Bunu yaparsan bir süre sonra arzu ettiğin noktaya geleceğini ümîd ederim.”

Bunlar öncekinden daha da yönlendirici fikirlerdi. Hz. Hüseyin onu dikkatle dinlemişti. Ne demek istediğini anlıyordu, iyi niyetini de biliyordu. “–Amca oğlu! Vallâhî biliyorum ki sen şefkatli bir nasîhatçisin. Ancak ben gitmeye azmettim.” İbn Abbâs’ın yerli yerinde bir tavsiyesi daha vardı: “ - Eğer mutlaka gitmeye niyetlendiysen hac mevsimi geçinceye kadar bekle. Hacda birçok insanla karşılaşırsın, neler düşünüyor, meyilleri nedir, iç dünyâlarında neler taşıyorlar öğrenirsin. Sonra karârını buna göre verirsin.” Abdullâh(r.a) bunları söylediğinde Zilhicce ayı girmiş, Arafat’a çıkışa sayılı günler kalmıştı. Hüseyin(r.a) bu teklîfi de kabûl etmedi. O karârını vermişti, Irâk’a gidecekti. Abdullah dayanamadı, acı da olsa kalbinden geçeni söyledi: “-Gideceksen bâri çocuklarını ve hanımlarını götürme. Vallâhî Osmân’ın, hanımı ve kızlarının gözü önünde öldürüldüğü gibi senin de kadınların ve çocuklarının gözleri önünde öldürülmenden korkuyorum.” Bu da yerli yerinde bir tavsiye idi, ancak yine icâbet edilmedi. Abdullâh’ın ısrârları fayda vermedi.
Hüseyin(r.a); “–Başka diyârda öldürülmem Mekke’de öldürülmekten, başka diyârlarda kanımın helâl kabul edilmesi Mekke hareminde helâl kabûl edilmesinden daha iyidir. Bunu tercîh ederim,” diyordu. Çâresiz kalan Abdullâh İbn Abbâs ağlıyordu.
“-Bu davranışın Zübeyr’in oğlunu sevindirir,” diyor, gözyaşları içinde Hz. Hüseyin’in yanından ayrılıyordu.

Üzüntülüydü, öfkeliydi. Kapıda Abdullah İbn Zübeyr’i gördü.
“–Ey Zübeyr oğlu!” dedi. “İstediğin oldu. Arzuladığın gerçekleşiyor. Gözün aydın! Ebû Abdullah[2] (Hüseyin) buradan ayrılıyor. Hicâz’ı sana bırakıyor.” Sözleri sitem doluydu. Sitemine bir de şiir ekledi:

"ياَ لَكِ مِنْ قَنْبَـرَةٍ بِمَعْمَـرِ | خَلاَ لَكِ الْجَوُّ فَبِيضِى وَ افْرَخِـى
وَ نَقِّرِى كَماَ شِئْتِ أَنْ تُنَقِّرِى | صَيَّادُكَ الْيَوْمَ قَتِـيلٌ فاَبْشِـرِى"

“Ey geniş topraklarda yaşayan kanbere[3] kuşu!
Gökyüzü şimdi senin, istediğin gibi yumurtla, istediğin gibi yavrula.
Ne kadar ötmek istiyorsan artık dilediğince öt,
Bu gün avcın öldü, müjdeler olsun sana!”

O, Abdullâh İbn Zübeyr’in de Hz. Hüseyin’i durdurmasını istiyordu. Kendisi gibi o da kalması için ısrâr etmeliydi. Ancak aksini görüyordu. Abdullâh İbn Zübeyr(r.a) hiçbir zaman Hz. Hüseyin’e muhâlefet etmemişti. Yanına gelir, diğer insanlarla birlikte sohbetine iştirâk ederdi. Mekke’ye ulaşan ve başta Hz. Hüseyin’i hedef alan Yezîd güçlerini o göğüsler, o püskürtürdü. Ancak söz ve davranışları Hz. Hüseyin’i Irâk’a gitmeye teşvîk yönündeydi. Abdullâh İbn Abbâs(r.a) bunu; “Sen Irâk’a git de Hicâz bana kalsın,” manâsına anlıyor, böyle değerlendiriyordu. Abdullâh’ın bütün söz ve davranışları değerlendirildiğinde de ortaya bu manâ çıkıyordu.

Hz Hüseyin, Medîne’ye haber gönderdi. Abdülmuttalîboğullarından durumu müsâid olanları yanına çağırıyordu. Kardeşleri, kızları ve hanımlarından meydana gelen 19 kişi olarak Mekke’ye geldiler. Kardeşi Muhammed İbn Hanefiyye[4] de onlarla berâber gelmişti. Bu günlerde Mekke’den ayrılma karârının doğru bir karâr olmadığını söyledi, kalması için o da ısrâr etti. Ne var ki Hz. Hüseyin’i iknâ edemedi. Muhammed, kendi çocuklarının Hz Hüseyin’le yola çıkmasına izin vermedi. Onun bu davranışı ister istemez Hz. Hüseyin’de kırgınlığa sebeb oldu. Ona; “–Bizim başımıza gelenin çocuğunun başına gelmesinden mi korkuyorsun?” dedi. Kırgınlığı sözlerinden belli oluyordu. Muhammed bu kırgınlık taşıyan soruya cevâb verdi: “-Çocuğumun veya âilemin başına geleceklerden senin başına gelecek benim için çok daha önemli.”
Onun bu sözleri Hz. Hüseyin’in gönül kırgınlığını kısmen yatıştırmıştı. Ancak hiçbir söz onu kalmaya râzı edememişti.

[1] El-Bidâye ve’n-Nihâye (8/ 161).

[2] Ebû Abdullâh, Hz. Hüseyin’in künyesidir. Bir insanın künye ile anılması ona hürmet manâsı taşır, ona değer verildiğini gösterir.

[3] Kanbera veya kubbera kuşu, açık alanlarda yaşayan küçük yapılı, Türkçe’de “çekik kuşu” veya “tuğrul kuşu” diye anılan kuştur. Şiir İthâfü’l-Verâ isimli eserde (2/ 47) “kubbera” kelîmesiyle zikredilir.

[4] Muhammed İbn Hanefiyye, Hz. Hüseyin’in baba bir kardeşidir. Yani o, Hz. Ali’nin oğludur. Annesi Hanîf kabîlesinden olduğu, biraz da Fâtıma’nın oğlu olmadığının anlaşılması için İbn Hanefiyye diye anılmıştır. Annesinin adı Havle’dir.
Hicrî 21. yılda Medine’de dünyâya geldi. Son derece bilgili, takvâ sâhibi ve çok cesur bir insandı. Hicrî 81 yılında da vefât etmiştir. Hakkında bize ulaşan birçok bilgi vardır. (A’lâm 6/ 270).

enderhafızım 10 Şubat 2014 12:29

Cevap: Şehadete Giden Yol - İstanbul – 1434
 
Şehâdete Giden Yol - İstanbul 1434 / 2013 Bölüm-41

Hz. Hüseyin, Mekke’den ayrılmadan önce umre yapmak istedi. Hacca kalmama kararındaydı. Onu ihrâmlı olarak Mültezem’de (Hacerü’l-Esved ile Kâbe kapısı arasında) gördüler. Yanında Abdullâh ibn Zübeyr(r.a) vardı. Her ikisi de ayaktaydı. Konuşuyorlardı. Vakit kuşluk vaktiydi. Güneş yükselmişti, canlıydı. Abdullâh, Hz. Hüseyin’e; “–İstersen aramızda kal, ümmetin idâresini sen üstlen. Yanında yer alır sana destek oluruz. Sana biât eder, bilgi ve tecrübemizi paylaşırız,”dedi.
Hüseyin(r.a) cevâb verdi: “Babam bana bir koçunun olacağını, kanının helâl kabûl edileceğini anlatmıştı. Bu koçun ben olmasını istemiyorum.”
“–O zaman burada kal. Beni işin başına geçir. Sözünden çıkılmayacak, sana karşı gelinmeyecek.”
“–Bunu da istemiyorum.”
Sonra çevredeki insanlar tarafından duyulmaması için seslerini alçalttılar. Bir süre daha böylece konuştular. Güneş iyice yükselmişti. Münâdîler, Minâ’ya çıkış için sesleniyorlardı.
Hüseyin(r.a) tavâfını, arkasından da Safâ, Merve arasında sa‘yını yaptı, saçını kısaltarak umresini tamamladı ve ihrâmdan çıktı.
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın sözleri de paylaşılması gereken sözlerdendi: “–Çıkma! Allah, Rasûlullah’ı(sav) dünyâ ile âhiret arasında muhayyer bıraktı, dilediğini seçecekti. O, âhireti seçti. Sen ondan bir parçasın. Sen de dünyâya ulaşamazsın.”
Vazgeçmeyeceğini anlayınca da sarılarak ağladı ve vedalaştı…

Kûfe Yollarında

Zilhicce’nin 8.günü(Terviye günü), insanlar Minâ’ya doğru akarken Hüseyin(r.a) Kûfe’ye doğru yola çıktı. Yanında, âilesi, yakınları ve onlara yoldaşlık eden Kûfeli 60 kişi vardı.
Hüseyin(r.a) ve yanındakiler Mekke’den ayrılmış gidiyorlardı. Harameyn nâibi Amr İbn. Sa‘îd’in gönderdiği bir ekip yolunu kesti. Başlarında nâibin kardeşi Yahyâ İbn Sa‘îd vardı. Hz.Hüseyin’e;
“- Geri dön! Nereye gidiyorsun?” dedi.
Tavır küstahça, söz emredici idi. Hüseyin(r.a) onlara da sözlerine de aldırmadı, yoluna devâm etti. İki gurup arasında sürtüşme oldu. Kamçılar ve âsâlar havalandı. Darbe sesleri duyuldu.
Gelen gurubun engelleme niyetinin ciddîyeti anlaşılınca Hz. Hüseyin’in çevresindekiler sertleşti ve gelen ekibi gerilemeye zorladı. Hüseyin(r.a) yoluna devâm ederken Yahyâ’nın sesini duydu:
“–Ey Hüseyin! Allah’tan korkmuyor musun? Halîfe’ye bağlı bir cemâate karşı çıkıyorsun. Söz bir noktada toplandıktan sonra ümmetin birliğini dağıtıyorsun!”
Ne kadar garîbdi? Herkes hâdiseye bir başka taraftan bakıyordu. Yezîd’e biât ümmetin birliği olmuş, Hüseyin(r.a) ise parçalayanı, dağıtanı. Yezîd’e itâat takvâ, karşı çıkmak da isyân ve bozgunculuk…
Hüseyin(r.a) bu sözlere şu âyetle cevap verdi:

( ل۪ي عَمَل۪ي وَ لَكُمْ عَمَلُكُمْ اَنْتُمْ بَر۪يۤؤُنَ مِمَّاۤ اَعْمَلُ وَ اَنَا بَر۪يۤءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَ )

“Benim amelim bana, sizin amelleriniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız ben de sizin yağtığınızdan uzağım, berîyim.” (Yûnus 10 / 41).

Bu, Rabbimizin kulu ve Rasûlünden inkârcılara vermesini istediği cevâbdı. Âyet, “Rabbin bozguncuları, fesâd çıkaranları en iyi bilendir,” âyetinden sonra geliyordu.
Bu sözlerin arkasından iki kâfile birbirinden uzaklaştı.

Kâfile Ten’ îm’de ilerlerken Yemen nâibi Büceyr İbn Ziyâd el-Himyerî’nin Yezîd’e gönderdiği hey'etle karşılaştı. Yezîd’e hediyeler gidiyordu. Elbise boyamak için vers (turuncu boya) ve kumaşlar vardı. Hz.Hüseyin’in kâfilesi bunlara el koydu. Yüklü develeri kiraladı, üzerindeki bütün malların ücretini ödedi. Kâfile çok geçmeden yolda Farazdak ile karşılaştı. Farazdak, Hz.Hüseyin’i tanımıştı. Kendisi Irâk’tan geliyordu. Selâm verdi. Ardından; “–Allah, arzuladığına nâil etsin, emeline ulaştırsın,” dedi. Hz.Hüseyin ona insanların durumunu sordu. Irâk’ta geride bıraktığı insanlar ne düşünüyor, nasıl davranıyordu. Hüseyin(r.a) bunu merâk ediyordu. Etmeliydi de.

Farazdak, Hz Hüseyin’’in ne murâd ettiğini biliyordu. Sorusuna verdiği cevâb az, öz ve ibretliydi:
“–İnsanların kalbi seninle, kılıçları Ümeyyeoğulları ile. Hüküm semâdan iner, Allah dilediğini yapar.”
Hz.Hüseyin; “–Doğru söylüyorsun,” dedi. “Geçmiş ve gelecek her şey Allah’ın takdîrinde. O dilediğini yapar. Her gün yeni bir tecellî ile karşılaşabiliriz. Hoşumuza giden bir kazâ tecellî ederse ni'meti için Allah’a hamd ederiz. Şükrünü edâ için yine onun yardımına sığınır, ondan yardım dileriz. Kazâ arzu ettiğimiz, ümîd bağladığımızla aramızı ayıracak şekilde tecellî ederse niyeti hak olan, iç dünyâsı takvâ dolan haddini hudûdunu bilerek hareket eder.”
Bu sözlerden sonra Hüseyin(r.a) bineğini hareket ettirdi ve; “Es-Selâmü Aleyküm!” diyerek Farazdak’tan ayrıldı. Farazdak, gönlü buruk olarak onun arkasından uzun uzun baktı. Sonra o da Mekke’ye doğru yoluna devâm etti.

Hüseyin(r.a), Zâtü Irk denilen mevkîe varıncaya kadar bir daha durmadı. Irâk istikâmetinden gelenler için mikât mahalli olan Zâtü Irk’ta konakladı.
O, yollarda iken Mervân’dan İbn Ziyad’a bir mektûb ulaşıyordu:
“Hüseyin İbn Alî sana doğru geliyor. O, Fâtıma’nın oğludur. Nefsini hiçbir şeyin tahrîk etmesine izin verme. Sonra hiçbir şey olanları örtemez. İnsanlar onu unutamaz. Dünyâ durdukça anılmaya, konuşulmaya, dillerde dolaşmaya devâm eder.”

İbn Ziyâd’a Yezîd’den de başka bir mektûb geldi:
“-Bana Hüseyin’in Kûfe’ye doğru yola çıktığı haberi ulaştı. Diğer zamanlar içinde senin zamanın böyle bir imtihânla karşı karşıya. Diyârlar içinde de senin belden. Diğer canlılar içinde de sen bu imtihânla yüz yüzesin. Hürriyetini kazanmak da köleler gibi esârete düşmek de bu imtihâna bağlı.”

Hz.Hüseyin’in oğlu Alî’den gelen bir bilgiye göre Hz.Ca'fer’in oğlu Abdullâh(r.a), oğulları Avn ve Muhammed ile bir mektûb göndermişti. O hâlâ Hüseyin’i durdurmak, daha doğrusu korumak için çırpınıyordu. “Mektûbum sana ulaşınca yola devâm etme, beni bekle,” diyordu. “Gittiğin yer helâkin olacak, ehl-i beytin yok edilecek diye korkuyorum. Eğer sen yok edilirsen İslâm’ın nûru söner. Sen hidâyet yolcularının temel direği, yol arayanın yolunu bulacak nişânı, alemisin. Mü’minlerin ümîdisin. Yol almak için acele etme. Ben mektûbun peşinden yoldayım, geliyorum. Vesselâm.” Böyle diyordu. Sanki hep birlikte olacakları hissetmiş gibiydiler. Hakîkî dostlar felâketi önlemek için çırpınıyorlardı.

Abdullâh İbn Ca’fer mektûbu gönderdikten sonra Mekke nâibi Amr İbn Sa‘îd'in yanına vardı. Ona; “ – Hüseyin’e bir mektûb yaz. Ona emân verdiğini, can güvenliğini sağlayacağını söyle. Ona hayırlı düşüncelerini bildir, yakınlık göster. Mektûbunla ona güven ver, geri dönmesini iste. Kalbi mutmaîn olursa belki döner,” dedi. Esâsen Amr da bunu istiyordu. Hz.Hüseyin, sadece Rasûlullah’ın torunu olduğu için kıymetli değildi. O insan olarak da bulunmaz bir kıymetti. Emsâli nâdir bulunabilecek biriydi. Abdullâh’a; “Nasıl arzu ediyorsan benim ağzımdan öyle bir mektûb yaz. Sonra bana getir mühürleyeyim,” dedi. Abdullah nelerin söylenmesini arzu ediyorsa onların hepsini Amr’ın sözleri olarak yazdı. Sonra mektûbu Amr’a getirdi. Amr, mektûbu kendi mühürüyle mühürledi. Abdullâh ondan makûl bir şey daha istedi: “–Benimle birlikte ona güven verecek birini gönder.” Amr da kardeşi Yahyâ’yı gönderdi.
Abdullah ile Yahyâ, Hz.Hüseyin’e yetiştiler. Yazılan mektûbu kendisine okudular. Bu çırpınışlar da fayda vermedi. Hüseyin(r.a,) dönmeyi kabûl etmiyordu. Rasûlullah’ı(sav) rüyâsında gördüğünü ve kendisine bir emir verdiğini söylüyor; “–Ben o yolda devam edeceğim,” diyordu. “–Bu rüya nedir?” diye sorduklarında; “Rabbime kavuşuncaya kadar onu kimseye anlatmayacağım,” diyordu.
Abdullâh ve Yahyâ çâresiz geri döndüler...


SAAT: 17:29

vBulletin® Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2025 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320